Merhametli şehir

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr. Kemal SAYAR

Günümüzde iletişim teknolojilerinin zamanı hızlandırmasıyla beraber hafızamız giderek zayıflıyor. Şimdiki zamanın neredeyse tamamen yok olduğu, “geçmişin bize hızla yetiştiği, geleceğin her zamanki gibi belirsiz olduğu, şimdiki zamanın ise gittikçe küçülüp yok olduğu” bir dünyada yaşıyoruz. Umberto Eco giderek hız kazanan bir ritme kendimizi nasıl uyarlayabileceğimizi sorar ve sinemada görüntülerin montajını örnek olarak verir: “Videokliplerle öyle hızlı bir ritme ulaştık ki daha hızlı gidemeyiz artık. Bu hızın ötesinde, hiçbir şey göremez oluruz. Bugün gördüğümüz Amerikan aksiyon filmlerinde ya da öyle olduğu iddia edilenlerde, hiçbir plan üç saniyeden fazla süremez. Bir çeşit kural olmuştur bu. Adamın biri evine gider, kapıyı açar, paltosunu asar, üst kata çıkar. Hiçbir şey olmaz, onu tehdit eden herhangi bir tehlike yoktur, oysa sekans on sekiz plana bölünmüştür. Sanki teknik, aksiyonu getiriyormuş gibi, sanki aksiyon kameranın bize gösterdiğinin içinde değil de kameranın kendisinin içindeymiş gibi.” Artık hepimiz aksiyon filmlerinin hızında yaşamak istiyoruz, hayatlarımızı tıka basa aksiyonla doldurmak istiyor, dokunduğumuz her şeyi kaydedilip anlatılabilir bir yaşantıya çevirmek istiyoruz, gittiğimiz tatil yerinden yediğimiz yemeğe kadar her şey ‘yaşam gustomuz’da yerini almak zorunda. Hız ve gürültü birbirini tamamlıyor, sabır ve sükûneti elbirliği ederek hayatımızdan kovuyor.

Modern dünyadaki hızlanma yaşlıların geçmiş ve deneyimlerinin gençlerin önünü açamayacağı kadar ivme kazanmış durumda. Geçmiş bugüne yetişemiyor. Gençler ebeveynlerinin bilgi ve inançlarının bir işe yaramadığı başka bir zamanda yaşıyor. Kuşaklararası süreklilik berhava olmuş görünüyor ve böylece deneyimlerin aktarılabilirliği kalmıyor. Geçmiş yıkılmış ve şu anki deneyimleri önceki nesillerin deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmalar uçup gitmiştir. Hobsbawm’ın ifadeleriyle, ‘yüzyılın sonunda yaşamış birçok genç kadın ve erkek, içinde yaşadıkları zamanın ortak geçmişi ile herhangi bir organik bağı bulunmayan bir tür daimi şimdiki zaman içinde büyüdüler.’ Peki neden bunca unutkanlık? Paul Connerton Modernite Nasıl Unutturur adlı kitabında zamanımıza özgü unutkanlığın, bu kolektif bellek yitiminin nedenlerini tartışır. Tüketim mallarının ömrünün kısalması, insanların ömrü uzarken ürünlerin, nesnelerin ve binaların ortalama ömrünün kısalması hem kişisel anılar, hem alışkanlık belleği açısından kültürel bir unutkanlığa yol açar. Sümerbank pijamalarının kolektif hafızamızda bir yeri vardı, babamın pijaması tedavülden kalktığında ve kullanım ömrünü yitirdiğinde, benim için de çocukluğuma kurulan köprülerden birisi ortadan kalkmıştır.

Modernliğin unutturma biçimlerinden birisi de makineleşme. Hareketlerimiz hızlandığında görülebilir olanın durağan olduğu varsayımı da zayıflamıştır, görülebilir olan yavaş yavaş gözden kaybolmaktadır. ‘Bu da hem kişisel anıları, hem de alışkanlıkları daha da unutulabilir kılıyordu’ der Connerton, ‘çünkü artık kültürel olarak çökelebilmek için daha az zamanları vardı’. Şehirlerin sil baştan düzenlenmesi, eski mahallelerin yıkılarak yeni yaşama alanlarının açılması nasıl insanların doğduğu evde yaşlanma imkânını ve dolayısıyla belleği yok ediyorsa, insanların girdikleri işten emekli olamamaları ve dolayısıyla işlevsel becerilerinin değer kaybetmesi de hafızayı sakatlıyor. Böylece ‘kişisel hatırlama eylemlerinin oluşturduğu ağda en önemli bağlantılardan biri, yani kişi ile işi arasındaki bağlantı silikleşir, gittikçe unutulur.’ Megakentler, geçici işler, görüntü bombardımanları modern belleği zayıflatır. Geç kapitalist modernlik sonrası çağ unutkanlığı temsil eder. Azar azar geçmişi koruma yeteneğimizi kaybeder ve sonsuz şimdi içinde yaşamaya başlarız. Daha önceki sosyal oluşumların bir şekilde korumak zorunda olduğu gelenekleri, sürekli değişim içinde kaybederiz.

Ülkemizin içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte görece önemsiz gibi görünen ama hayatlarımızı derinden etkileyen bir olguyla karşı karşıyayız. Şehirlerimiz onulmaz bir hızla modernleşiyor ve birer hafıza mekânı olmaktan uzaklaşıyor. Yeni inşa edilen mahalle, alış veriş merkezi ve yollar, yenilenen sokaklar aşinalık hissini tahrip ederek geçmişle bir bağ kurmamızı zorlaştırıyor. ‘Kör kazma’nın değmediği bir yer bulmak giderek zorlaşıyor. Kalkınmacı bir modernlik anlayışı daha çok beton ve asfalt dökerek son tabiat adacıklarını da yok ediyor ve hem şehrin mazisiyle hem de tabiatla organik bir ilişki kurma imkânımızı elimizden alıyor. Bu da bizi ‘şehrin insanı’ olarak daha gergin, tükenmiş ve umutsuz kılıyor. Yapay aydınlık gökte yıldızları seçmemize izin verecek kadar bir karanlığı, hız durup düşünebilecek kadar bir yavaşlığı, otomobil ve kamyon gürültüsü de asude sessizliği yeniyor. Yaprakların hışırtısı, kuşların ötüşü kulaklarımızı giderek daha az okşuyor. Gürültüye duçar olan ruhlarımız, hayatın durdurulamaz bir hızla aktığını ve bizim de ancak o hızın ve onun getirdiği bir unutkanlığın bir parçası olmakla var olabileceğimizi hissediyor. Ev sükûnetin mekânı değildir artık, onu da elektronik aygıtların sesiyle tıka basa doldurur ve bir uğultu değirmeni içinde yaşar gideriz. İçimizin seslerini duyamadan, Tanrı’nın kelimelerinin içimize erişmesine izin veremeden, gürültünün ve motor cayırtısının tasallutu altında yaşar gideriz.

İki yıldır şehirden nispeten uzak, tabiatın ve içimin seslerini daha çok dinleyebileceğim bir mahallede yaşıyorum. Yaşıyordum demeliyim. Akşamları buraya ulaşmam trafikten dolayı zahmetli oluyor ancak eve vardığımda yaprakların hışırtısını duyabilecek olmak bu mihneti nazarımda hafifletiyordu. Motor sesinden, kamyon gürültüsünden, asfaltta vızıldayan taşıt sesinden muazzep ruhumu, tabiatın bir ölçüde korunabildiği bu şehir köşesinde azıcık dinlendirme imkânım oluyordu. Sonra devasa ağaçlar çatır çatır kesildi ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün bağlantı yolu buradan geçirildi. Vaktiyle kuş seslerini dinlediğimiz bu küçük beldede artık motor vızıltısından durulmuyor. Yüzlerce aile hiç hesap etmedikleri bir gürültü selinin ortasında buldu kendini, bütün gün süren bir Çin işkencesi gibi motor cayırtıları kıymıklar halinde iç alemimize batıyor ve ağır tonajlı kamyonların yaydığı gürültüden neredeyse evler zonkluyor. İstanbul’un bir köşesi daha gürültü uygarlığı tarafından yutuluyor. Haşa, devlet büyüklerimizden daha iyi biliyor değilim, kara yolu elbette ulaşım için önemli ama tabiatı ve insanı önceleyen bir anlayışla inşa edilmeli yollar. İyi bir ağaçlandırma ve belde halkının hukukunu da gözeten bir ses duvarı inşasıyla gürültünün tasallutu önlenebilir. Şehirlerimizde otoyolun geçtiği meskun mahaller, ses perdeleriyle koruma altına alınabilir. Zonklayan bir şehir, zonklayan başlar ve ruhlar demektir. Ne olur devasa projelerin içinde insanı kaybetmeyelim. İnsanın, kuşların, küçük orman parçalarına sıkışmış yaşayan çakalların, tilkilerin, börtü böceğin hakkını gasp etmeyelim. Şehirlerimizi belleksizliğe, insanı unutkanlığa mahkum etmeyelim. Merhametli şehir, hepimizin hakkıdır.

gercekhayat.com.tr

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Âhirzamanda Âb-ı Hayât: Risâle-i Nur

Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında neşredilen Risale-i …

Kapat