Mehmet Nuri BİNGÖL |
“Meşvereti İncit”mek ya da İstikamet Fedaileri
İNTİKAM PAŞANIN NİCEDEN BERİ AĞZI SULANMAKTAYDI, yaratılış hikmeti olan uğursuz ve hayırsız manzaraya ne zamandan beri erişememiş, onu görme talihine kapağı atamamıştı. Söylendiği gibi, belki de insanlık macerasının son demlerinde o arzusuyla sarmaş dolaş olacaktı; ama ah onlar, ah o bir avuç “ istikamet fedaisi”!
Cehalet Ağa kollarını sıvamış, iştahla bekliyordu. Taklit Hazretleri köşede kös kös oturup fırsat mı kolluyordu, ne? İnad Efendi ise bir başka âlemdi, görülmeye değerdi; avucunu ovalayıp duruyor, fıldır fıldır gözleriyle üzerine çullanacağı bir av arıyordu. Garaz Bey ise tabletini kurcalayarak hedef isimler listeliyordu sil baştan.
Mösyö Geveze’ye gelince… Aslında kulak bile asmamak gerekirdi ona, Cehalet Ağa’nın hediye ettiği gözbağı söylentilerle, büyük iş yapıyormuş tavırlarını talihsiz gözlere takıp, uçurum kenarında “teferrüc”e çıkmış kimseler için beslediği niyetler bile kimseyi ırgalamıyordu. Hele “suret-i hak” şaklabanlıkları işi daha beter sarpa sardırıyordu
Bütün bunları biliyor, görüyor, hatta kalp çukurlarında birer çığlık hâlinde duyuyorlardı. Köpürmüş merak hisleri şahlanıp durmasına rağmen sessizliği seçmişlerdi “muvakkaten”.
Zaman kayıp, ülke bilinmezlerde olunca, mesele daha bir çetrefilleşiyordu.
Böylesi bir durgunluk Taklit Hazretleri’nin, utanacağı bir kolaycılık hissine kapılmasına sebep oluyor:
“Bunlar dururken bana bir gerek kalmıyor ki…”diye İntikam Paşa’ya sitemler düzmesine yol açıyordu.
O, bu, şu, hülasa çok insana at gözlüğü taktırma düşkünlüğüne inmekten daha kolay bir “iş” mi vardı; görüş ve bakış sahasını daraltmanın, “ferâset”i körletmenin?
Bir takım şekillenme ve idrâklerden, öğrenilmesinden kirpi görmüş yılan gibi ürkseler de meydandaydılar işte; varlıklarının farkındaydılar. Etraftan duyulmaları bile gerçekleşmelerinden yeğ tutulurdu; “şüyûları vukûundan beter” olurdu ki vurdumduymaz görünmelerinin temel dinamiği buydu belki de. İşin garibi yürekleri kül altındaki köze çevrilmek istenen kimseler, o yüzleri pek güzel tanıyor, hatta biliyor, üzerlerine hesap da yapıyorlardı. Böyle olmasına rağmen, yine de kendilerine özgü cazibe sahaları dışına kaçıp kurtulamıyor, daha doğrusu böyle bir niyet beslemeyi akıllarına getirmiyorlardı.
Yepyeni bir zihin gayreti göstererek, yakın mazi ile hazır hâli irtibatlandıracak takatten düşürülmüş olduklarının bile farkında olamıyorlardı üstelik; “murakabe”den koparılmış, ipsiz sapsız vehimlerin elinde oyuncak haline getirilmişlerdi. Bir fikirsizlik ve izansızlık denizi dalga dalga büyüyor, bakışlarla birlikte niyetlerini de girdaplara çekiyordu.
Böylesi bir yokuşa direnenler için asıl mükâfat, onları gözleyenlerin kendilerini takdir etmesi miydi? Ötelerde sönecek bir takdire sığınacak kadar akıl fukarası değillerdi. Bir kuru “âferin” uğruna yokuşların acımasızlığına uğramak, elbette en çetin imtihanlardan biriydi, belki de en büyüğüydü.
Önlerine hangi “âferin” makamı çıkarsa çıksın, onlar bir büyük övgünün peşindeydiler; ötelerde silinmeyecek bir övgü… Sesleri ve sedaları hem müthiş, hem de çok yönlü tazyiklerle, maddî-mânevi zâlimliklerle kısılmaya, yozlaştırılmaya, başkalaştırılmaya, apayrı çehrelere bürünmeye çekilirse çekilsin, onlar “bataklık çamuruyla” kaygan hâle getirilen, bu yüzden de en seçkin ve erdemli kişilerin bile duvarlara toslatılmasına rağmen ayakta, açık alınla ve tam mânâsıyla dimdik duruyor, bunların hiç birine aldırmıyorlardı.
…Ve soruyor, soruyorlardı; bu nasıl iş böyle, diye idrâkleri zorluyorlardı.
Bir gölge misali “duyu organlarıyla” algılanamamaları da gam mıydı yani? Kökleri toprağın derinliklerinde uzuyordu ya… Dallarını, koca bir milleti içine alabilecek genişlikte açmak istiyorlar, bir yandan da kendileri için hazırlanmış orman yangınlarıyla uğraşmak, nefeslerini kesiyordu kesmesine, ama yıldıramıyordu onları.
Gözü küllenmiş yığınlar tam siper edilse de, bir başkası yapacaktı set olma vazifesini; çünkü “tavzif” edildiklerinin şuurundaydılar. Isırgan otunun sathiliği, çakıl taşlarının gezginliği, yakamozların geçiciliği semtlerine bile uğramaz oldu nicedir… Daimî yanan; hiç sönmeyecek, ömrünün sonuna kadar nur saçmaya devam edecek olan güneşin altına girmek varken, yakamozlara -ya da mum ışıklarına- sığınmayı ellerinin tersiyle itmeye tam bir kalp rahatlığıyla hazırdılar, buna razıydılar da.
Her vakit bir başka yokuşla yüz yüze gelmeyi göze alamayanın, eninde sonunda ve hiç bir vakit düze çıkamayacağının da farkındaydılar. Böyle fikretmenin “güzel düşünme” mânasına geleceğini biliyor, öyle temenni ediyorlardı.
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024