Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Metin Karabaşoğlu: “Risale-i Nur, iman terbiyesi verir”

Metin Karabaşoğlu: “Risale-i Nur, iman terbiyesi verir”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Metin Karabaşoğlu: “Risale-i Nur, iman terbiyesi verir”

Röportaj: Salih Altın

Risale-i Nur; akla ve kalbe beraberce hitap eden, insanın hem aklından, zihninden çıkıp gelen sorulara hem de hislerinin ortaya çıkardığı sorulara beraberce cevap veren ve bu çerçevede imanın bu dünyada da bir cennet hayatı yaşattığını, küfrün şu dünyada dahi insanı manevi bir eleme, cehenneme maruz halde bıraktığını gösteren bir usul, bir üslup, bir terbiyedir.#

Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş büyük bir İslam âlimi. Yaşadıkları, söyledikleri ve yazdıklarıyla dönemine imza atmış, fikirleriyle belirleyici bir unsur olmuştur.

Bediüzzaman, sahip olduğu ilmî birikimle Kur’an-ı Kerim’le ilgili bilinen klasik bir tefsir yazabilecek ve bu tefsir kaynak eserler arasına girebilecekken –ki Birinci Dünya Savaşı’nda telif ettiği İşaratü’l-İ’caz tefsiri böyle bir tefsirdir ve bütün dünyada hayranlık uyandırmaktadır- bugün “imanî tefsir” olarak isimlendirilen Risale-i Nur Külliyatı’nı telif etmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin niçin “imanî bir tefsir” telif etme ihtiyacını duyduğunu sorduğumuz, Risale-i Nur hakkında kaleme aldığı yazı ve kitaplarıyla tanınan Yazar Metin Karabaşoğlu, ilginç noktalara temas etti.

Bediüzzaman Said Nursî, büyük bir İslam âlimi. Sahip olduğu ilimle bugün bütün dünyada kaynak eser olarak gösterilebilecek bir tefsir yazabilecekken, o “imanî bir tefsir” yazma yoluna gitmiştir. Bediüzzaman’ı imanî bir tefsir yazmaya götüren sebepler nelerdir?

Bediüzzaman, Eski Said dönemindeyken de, “Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir” der. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminde yazdığı Lemaat’te, “Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler” der. Bu anlamda bir sorunun var olduğunu daha Osmanlı’nın son dönemlerinde, kendisi Eski Said iken fark etmiş.

Yani aslında günümüzde en çok şikayet edilen iman zaafiyeti konusu aslında o zamanların da sorunuydu…

Evet. Bediüzzaman’ın bu tespiti yapmasının ardından iki hadise dünyasını bu noktada şekillendirmiştir: Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde Bitlis’te esir düşmesi, sonrasında Sibirya’ya yakın Kostroma’ya gönderilmesi, sonrasında Komünist devrim şartlarında esir kampından kaçarak Avrupa’nın yarıya yakınını dolaşıp İstanbul’a gelmesi ve böylece sadece âlem-i İslam değil, Batı’nın da, genel olarak dünyanın durumuna dair bir bilgi ve gözlem edinmesi gibi bir olgu görüyoruz. Daha sonraki dönemde Kurtuluş Savaşı şartlarında İstanbul’da İngilizlere karşı mücadelesi var. Sonra Ankara’ya gelip burada yaptığı gözlemler var. Bunları Yirmi Üçüncü Lem’a’nın başında şöyle aktarmıştır: “İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. ‘Eyvah,’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!’”

Bediüzzaman, sadece Osmanlı’da değil tüm dünyada bir iman zaafiyeti olduğunu görüyor yani?

Bediüzzaman, hem Osmanlı, hem âlem-i İslam, hem de bütün dünyada bir iman ihtiyacı, bir iman terbiyesi ihtiyacı ve bir iman tecdidi ihtiyacı görmüştür. Yani İslam olsun diğer dinler olsun din hakikatinin özüne, yaratıcı fikrinin özüne saldıran ve vahiy hakikatinin özüne bir küresel saldırının artık gerçekleşiyor olduğu ve bunun âlem-i İslam içinde de damarlar bulduğu tespitinden hareketle ve buna karşılık tevhidi, imanı, ahiretin var olduğunu bilerek, idrak ederek şu dünyada yaşama gereğini, Cenab-ı Hakk’ın insanı bu dünyada başıboş bırakmadığını, uluhiyet hakikatinin risalet hakikatini gerektirdiğini, dolayısıyla kitabullah ile, kitabullahı tebliğ eden peygamberler ile insana yol gösterdiği hakikatini insanlara anlatmak lazım ki insanlar şu dünya içerisinde Yaratıcılarının onları şu dünyada yaratmasının gerektirdiği şekilde yaşayabilsinler tespitini yapıyor.

Böyle bir dünyada bu durumdaki insanlara imanın hakikatini en güzel şekilde nasıl aktarabiliriz, hem akıl hem kalplerinin bütün olarak bünyelerinin, hayatlarının imanî bir terbiyeye muhatap kılınmasını nasıl mümkün kılabiliriz?” sorusunun cevap arayışı Risale-i Nur’da bir kıvam buluyor. Bu kıvam akla ve kalbe beraberce hitap eden, insanın hem aklından, zihninden çıkıp gelen sorulara hem de hislerinin ortaya çıkardığı sorulara beraberce cevap bulabilen ve bu çerçevede imanın bu dünyada da bir cennet hayatı yaşattığını, küfrün şu dünyada dahi insanı manevi bir eleme, cehenneme maruz halde bıraktığını gösteren bir usul, bir üslup, bir terbiyedir.

Risale-i Nur hem şahsı hem de aileyi imanî terbiyeye tabi tutarken hangi aşamalardan geçiriyor? İnsanda neleri değiştiriyor? Toplumda neyi değiştiriyor?

Bediüzzaman Muhakemat’ta, mealen, “Kur’an’da dört temel esas vardır” der. “Bütün surelerde ve bütün ayetlerde doğrudan veya dolaylı bu dört hakikati muhakkak görürsünüz” der. Bu dört hakikat “tevhit, nübüvvet, haşir ve adalet”tir.

Risale-i Nur’un da bu Kur’anî temelleri inşa ettiğini görüyoruz. Risale-i Nur’un tamamını veya birini okuyan insan, bu Kur’anî denklem üzerinden bir Kur’an tefsiri olarak yazılmış risalede bu dört temel esası görebilir.

Bu dört temel esastan biri olan tevhit, Risale-i Nur’da nasıl anlatılmaktadır?

Bütün risaleler tevhit hakikatini ispata dayalıdır. Bunu ispat ederken de bunun bir lazımı olarak bütün güzel isimleri yalnız ve ancak Allah’a mahsus kılar. Yani Allah’ı Esmaü’l-Hüsnası ile anlatır.

Kişiye “Sen başıboş değilsin ve kendi kendine var olmuş değilsin, kör sebeplerin, tesadüflerin eseri değilsin, seni yaratan var ve Esmaü’l-Hüsna’dan seni yaratan Hakîm’dir, Alîm’dir, Rahim’dir, seni yaratmasında bir bildiği var. Seni yaratması ile bir muradı, bir hikmeti var. Seni yaratması diğer taraftan sana şefkatini, merhametini gösteriyor” diyor.

Tevhit hakikati üzerinden, bir yaratıcının varlığı üzerinden Malikü’l-Mülk üzerinden bir ubudiyet denklemi kurulmuş oluyor. Her bir ağacın yaprağının ayrı şekillerde olmasında ayrı bir hikmet gözeten, insanın beş parmağının her birinin farklı kalınlık ve boyda olmasından ayrı bir hikmet gözeten yani hikmetin hâkim olduğuna kainatın şahit olduğu bir yaratıcı, kainat içerisinde özene bezene yarattığı insanı başıboş bırakamaz. Hikmetine, Hakîm ismine iman ettiğimiz tek yaratıcı insanı başıboş bırakamaz.

Allah’ın yarattığı bu dünyada Allah’ın yarattığı bir kul olarak nasıl yaşanması gerektiğini bildirmek üzere de kitabını gönderir.

Sanırım burada da ikinci esas olan nübüvvet meselesi başlıyor?

Evet. O kitabı bilfiil uygulamalı olarak göstermek üzere de peygamberlerini gönderir. Sünnet-i Seniyyesini önümüze koyar. Bu şekilde yaşarsan hem bu dünyada huzurlu olursun, hem de ölümden sonra ahiret var, orada da ebedi bir cennete kavuşursun. Buna göre yaşamazsan hem bu dünyada kendi iç donanımlarınla, fıtratınla çelişirsin, huzursuzluk içerisinde yaşarsın, hem de ölümden sonra hesap var, orada kendini cehenneme müstahak hale getirirsin. Dolayısıyla burada üçüncü esas olan haşir meselesini getiriyor.

Sonra da adalet meselesi geliyor. Bediüzzaman bütün kâinatın adalet hakikatine şahitlik ettiğini söylüyor. Adalet, hak sahibinin hakkını vermektir. Bu hem insan-insan hem de insan-mahlûkat ilişkilerini düzenler. Mesela; bir insan başkasının hakkını gasp edebilir mi? Haksız yere bir ağacı kesebilir mi, otu koparabilir mi, taşı yerinden oynatabilir mi? Böylece adalet hakikati, bizim günlük hayatımızı biçimlendiren bir ölçü haline gelir.

Adalet, insan-insan ve insan-sair mahlûkat ilişkisini düzenlediği gibi Rabbi ile olan ilişkisini de düzenler. Adalet hak sahibine hakkını vermekse, Yaratıcı’nın hakkı da yalnız ve sadece O’na kul olmaktır. Dolayısıyla ibadet hakikati de adaletin bir gereği olarak hayatımıza yerleşiyor.

Bediüzzaman, imanî terbiyeyi Risale-i Nurlar aracılığıyla tatbik ederken bu dört esası temel almıştır. Peki bu dört esastan biri insanın, ailenin veya toplumun hayatında olmazsa iman hakikati tam oturmuş diyebilir miyiz?

Diyemeyiz. Zaten Üstad diğer risalelerinde de imanın bütün esasları ve İslam’ın esaslarının birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu gösterir. Mesela; Haşir Risalesi, ahiretin varlığı üzerine yazılmış değil. Orada uluhiyet hakikati ile başlar. Sonra uluhiyet risaletsiz olamaz, der. Hem uluhiyet, hem risalet, hem adalet hakikati haşrin varlığını gerektirir. Bütün iman esasları açısından bunlar ayrılmaz bir bütündür.

Bir Yaratıcı’yı tanıyıp O’nun peygamberini ve kitabını tanımamak eksik ve yanlış bir yaratıcı tanımını devreye sokar. Yaratıcı’yı kabul ediyor, ama diğer taraftan öyle bir yaratıcı ki yarattığı kulun hayatına dair hiçbir şey söylemiyor, nasıl yaşayacağını onun kendi aklına ve nefsine bırakıyor. İnsanı hem yaratıyor, hem de onun kendi hevasını, nefsini putlaştırmasına izin veriyor. Bu uluhiyet hakikatine ters bir durumdur.

Bediüzzaman’ın en çarpıcı özelliklerinden biri, hep bu bütünü paradigması ile kullanmasıdır. Kur’an’ın icazı ile ilgili Kur’an’ın bütün ayetleri, sureleri bir kubbe gibi, o kadar muhkem şekilde dizilmiştir ki bunlardan bir tanesini çıkaramazsın bile, birbirlerine tam bir mutabakat halindedirler. “Ben birini kabul etmiyorum” diyerek iman binasını kendi dünyanda koruyamazsın. Burada kritik bir nokta da Üstad’ın iman ile İslam arasındaki bütünlüğü çok güçlü şekilde ortaya koymasıdır.

Risale-i Nur’un tamamında görülen bu dört hakikat, insanı iman terbiyesine tabii tutmakta, kamil bir imanın nasıl olması gerektiğini göstermektedir.


Moral Dünyası Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Ramazan’dan Sonra

Ramazan’dan Sonra Fatma Bayram Bazı anları sonsuza kadar durdurmak istesek de zaman -iyi ki- bizi …

Önceki yazıyı okuyun:
İmanımız Kur’an’a uygun mu? / Cemil Tokpınar

İmanımız Kur’an’a uygun mu? Kur’an’da, derinliğini ve etkisini tam fark edemediğimiz bir cümle vardır. Hadid …

Kapat