Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Mevlâna ve Bediüzzaman’da Temsil Teşbih ve Hikâyeler

Mevlâna ve Bediüzzaman’da Temsil Teşbih ve Hikâyeler

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

MEVLÂNÂ VE BEDİÜZZAMAN’DA TEMSİL TEŞBİH VE HİKÂYELER:

     Nail YILMAZ

ÖZ  

  • Bu makalede ana tema,  Mevlana ve Bediüzzaman ‘ın eserlerinde, teşbih temsil ve hikâyelerin niçin yer aldığı üzerinde durulmaktadır. Ayrıca: 
  • Teşbih, temsil, mesel ve darb-ı mesel ile hikâyenin mahiyetleri. 
  • Temsile genel bakış ile temsil ile teşbihin, mesel ve darb-ı meselin farkları. 
  • Kur’an tefsirleri ve Kur’an’ın beş vecih üzere nâzil olması.  
  • Mevlana Mesnevisi ile Bediüzzaman’ın tefsiri arasında örtüşen ve ayrışan noktalar. 
  • Temsil teşbih ve hikâye anlatımında, zaman ve mesafe kullanım tekniğinin,  Kuranda ve R. Nur’da, uygulanış biçimi. 
  •  Mevlana ve Bediüzzaman ın, teşbih ve temsillerinde sıfatların Zât’a nisbeti. 
  • Mevlana ve Bediüzzaman’ın tefsirlerinin niçin çok etkili olduğu. 
  • Risale-i Nur’da Kur’an kıssalarının ve peygamber mucizelerinin ‘tarihsellik’ nazar-ı sathiliğine düşmeden nasıl güncellenebileceğinin örnekleri üzerinde durulmaktadır. 

Anahtar Kelimeler

Tefsir, temsil, teşbih, hikâyeler

GİRİŞ:

Mevlana Celâleddin-i Rumî’den ve eserlerinden, sitayişle bahsederek, “kudsî Üstadlarımdan birisidir” diyen Bediüzzaman, Mevlana bu zamanda gelseydi telifatlarını Risale-i Nur tarzında yazacağını, kendisi o zamanda gelseydi eserlerini Mesnevi tarzında yazacağını söyler. Bunlara ilaveten Mesnevî-i Nuriye’nin mukaddimesinde:

“Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, (zâtlar) akıl ve kalb ittifakıyla gittikleri için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine” çalışmışlar. Bediüzzaman da aynen onlar gibi: “Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri, gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş.”1

Yeni Said döneminde telif ettiği Risale-i Nurların ise, dâhilde nefis ve şeytanla hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçtiğini ifade eder.

Mevlânâ ve Bediüzzaman eserlerinde niçin, teşbih ve temsili hikâyelere ihtiyaç duymuştur?

Mevlana ve Bediüzzaman gibi büyük zatlar, imani ve İslami olan bir kısım yüksek hakikatları ve müteşabih manaları, anlatabilmek için Kur’an’da ve sünnette de yeri olan teşbih, temsil ve hikâyelerden istifade etmişlerdir. Özellikle Mevlânâ gibi tasavvuf ehi, muhatapları gereği daha çok bu sembolik dili kullanmak zorunda kalmıştır.

Çünkü: “Şu âlem-i maddiyat ve şehadet, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perde”2 olduğundan, “Kâinat kapıları zahiren açık (gibi) görünürken, hakikaten kapalıdır.”3 Aklın nazarında tenteneli bir perde ile örtülen âlem-i gayb ve ervahın, âlem-i şehadete tercümesi veya lisanının bir ciheti teşbih ve temsillerdir

Bazen nebilere veya kudsi zâtlara âlem-i gayb perdesiz görünür veya gösterilir. Fakat melikin bu atiyyelerini bazı mazharlar ve matiyyeler tahammülünden acze düşerler. Çünkü: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”4 diyen İmam-ı Ali (ra) âlem-i gaybdan kulağına temas eden birkaç kelimeye bile tahammül edememiştir. 

Tıpkı “Hazret-i Musa (as) gibi bir ulü-l azm (Peygamber dahi âlem-i gaybdan), ancak birkaç kelâmı işitmeye (ve tecelliye) tahammül edip”5 sonrasında bayıldığı gibi.6 Barla Lahikası’nda ifade edildiğine göre. İmam-ı Ali (ra) âlem-i gaybdan kulağına üflenen birkaç sırla ilgili olarak: “Hazret-i Mevlâna’nın üflediği neyden (taşarak) feyezan eden, (şey) Hazret-i Ali’nin (ra) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir ki?”7 Fakat illâ da bir fark aranacak olursa, o fark o kuyudan taşan sularla yetişen ve hazin hazin sesler çıkaran ismine ney denilen kamıştan başka ne olabilir ki denilmiş?

Uzaklık ve ayrılık gibi sebeblerin etkili olduğu aşk meşrebi her zaman Resülü Ekrem (as) yanında hazır bulunan sahabe-i kiramda çok belirgin olarak görünen bir hal değil. O tarihlerde Medine’den uzaklarda yaşayan Yemenli Veysel Karani Hz. o kamış parçasından çıkan âşıkane enin ve feryatları ve İlâhî sırlara “üveysî” bir tarzda kısmen vakıf olduğu için, Hz. Peygamber (as), “Rahman’ın nefesini Yemen’den alıyorum”8 demiş. Bazı kaynaklara göre bu sözle Veysel Karanî’yi kastettiği söylenmiştir. 

Çünkü bir başka hadiste: “tâbiînin en hayırlısı Uveys denen bir kimse” olduğu buyrulmuş.9 Ayrıca Hz. Peygamber (as) vefatından kısa bir süre önce hırkasını çıkarıp Hz. Ömer’e ve Hz. Ali’ye vermiş, bunu Üveys el-Karanî’ye vermelerini söylemiş, onlar da Veysel’in Kûfe’ye yerleşmesinden sonra hırkayı ona götürmüşler.”10

Resülü Ekrem (as) Hz Ali’ye (ra), emanet ettiği ilâhî sırlara Mevlânâ Hz. de Veysel Karanî gibi, “üveysi” bir tarzda vakıf olup, Mesnevî şeklinde terennüm etmiş. Hz Ali’den (aynı hakikat dersini “üveysi” bir şekilde aldım) diyen, Bediüzzaman‘ın dilinden dökülenler ise, aynı kuyunun suyu ile yetişen kamışlarıyla yazılanlar da, bu zamanda “Sözler” şeklinde tezahür etmiş.

Mevlânâ kırk yaşına kadar, nazari ilimlerde devrinin en iyi ulamalarından ve Hanefî mezhebinin ileri gelen fukahasından birisidir. O, zamanında çok önemli dinî konularda kendisinin görüş ve kanaatlerine başvurulan bir mercii idi. İşte bu ölçüde akıl ve mantık konularında önde olan bir insan, birden 360 derece değişerek kendini şiir diliyle teşbih, temsil ve hikâyelerle sembolik bir tarzda ifade etmeye çalışması, zihinlerde birtakım soruları meydana getirmiştir.11

Yani: Kırk yıllık âdetini niçin değiştirdin? Bu tercihini makul görsek bile ulûm-u âliye ile iştigal ederken, tenzil-i makam olan avam lisanıyla inşâd edilen şiir dilinin hikmetini merak ediyoruz, manasında birçok mukadder sorulara muhatab olmuştur. Mevlânâ Hz. bu mukadder sorulara eserlerinde verdiği cevapların bir kısmı şöyledir.

“Söz dinleyene söylenir. Zira terzi elbiseyi adamın boyuna göre biçer”. “Hüner bilmez bir cahile bir şey öğretmek istiyorsan, kendi dilini terk edip onun diliyle konuşman gerekir. Ancak bu suretle senden bilgi ve fen öğrenebilir.” “Mademki işim gücüm çocuklardır, o halde çocukların dili ile konuşması”12 gerektiğini söyler

“Mevlânâ şiire yönelişinin (asıl sebebini) şu cümlelerle ifade etmektedir:

Allah böyle istedi, ne yapabilirim? Benim yaptığım bir hekimin ilaçtan bıkıp onu içmek istemeyen fakat canı şerbet çeken bir hastaya ilacı şerbete karıştırarak vermesine benzer13

Bununla beraber: Mevlânâ şiir dilini isteyerek kullanmamış hatta yeri geldiğinde ondan duyduğu rahatsızlığı dile de getirmiştir. “Ey ezel padişahı bu beyit ve gazelden bıktım,   Müfteilün – müfteilün- müfteilün öldürdü beni”14 demekten kendini alamamıştır.

Mevlana’nın bu asırdaki misyonunu temsil eden ve benzer hâlet-i ruhiyey-i yaşayan Bediüzzaman da aynı duygularını şöyle ifade eder: “Bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim”15 der.

Mevlana deyince akla, sema,  Mevlevî Âyini ve neyin ruhlara verdiği ûlvi hüzünler gelir. Mesnevî-i Şerifin ilk on sekiz beyti ney ile ilgilidir. Mevlevî âyinlerinde sema ile ney ve kudüm gibi enstrümanların oluşturduğu musikîden dolaylı da çok eleştirilen Mevlana: “Her yol (insanı) Allah’a, bir olana götürür. Ben sema ve musiki yolunu seçtim”16 der. 

Bundan dolayıdır ki “Aşk” meşrebinin bir güneşi olan Hz Mevlana’nın gönül dilinden dökülen Mesnevîsi: “Bişnev”  yani: “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor.” şeklinde tercüme edilen şu beyitle başlar

  • Bişnev in ney çün hikâyet mîküned (Dinle, bu ney neler hikâye eder.)
  • Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned (Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)

Bediüzzaman’ın Barla’da Şamlı Hafız Tevfik’e “Yaz kardeşim” dediği gibi, Mevlana da Hüsamettin Çelebi’ye “Bişnev, yani dinle kardeşim” deyince neyin kamışı Hüsamettin Çelebi’nin elinde bir kalem olup mesnevi çiçekleri açmaya başlıyor.

  • Mevlana “dinle kardeşim”
  • Bediüzzaman “Yaz kardeşim” diyor. Zaten yazmanın da ön şartı dinlemekten, dinlemek de yazmayı netice vermiyor mu?

Mevlana “dinle kardeşim” derken dinlemeyi emreden kıyamet suresindeki; (Kur’an kalbine, basiretine inerken, sadece dinle) manasındaki 16. Ayetine, Bediüzzaman da “Yaz kardeşim” derken Alâk suresinin (O, kalemle yazmayı öğretendir.) 4.ve 5. Ayetlerine atıf ile ilk nazil olan “ikra” ayetinin nasıl okunacağının, bir cihette tefsirini yaparak başlamışlardır eserlerini yazmaya.17 Yani:

  • Önce dinle. 
  • Sonra oku.
  • Daha sonra da yaz.

Sekiz yüz sene ara ile aslında her ikisi de aynı şeyleri söylüyorlar. Onun için Bediüzzaman: “Hazret-i Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı. Ben Hazret-i Mevlana zamanında gelseydim, Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı. Şimdi Risale-i Nur tarzındadır”18 diyor. (Lügatlere göre mesnevinin anlamı: “ikişer ikişer veya ikili demektir. Her beytinin kendi arasında kafiyelemesiyle yazılan manzum eserlere denilir.)  

Fakat bu geçen sekiz yüz seneye rağmen sorular hiç değişmemiş. Mevlana’ya yöneltilen soruların hemen hemen aynısı Bediüzzaman’a da sorulmuş. Niçin eserlerinde çok teşbih ve temsili hikâyelere yer veriyorsun diye. Çünkü Bediüzzaman da 40 yaşına kadar olan birçok telifatları ile ancak havassa hitab edebilmiş. Özellikle tefsir usulü olan Muhakemat, mantığa dair olan Kızıl İ’caz ve bir tefsir harikası olan ve İşarat-ül İ’caz, gibi telifatları yüksek âlimlerin bile zor anlayabileceği eserlerindendir.

40 yaşından önceki hayatına eski Said, 40 yaşından sonraki hayatına yeni Said diyen Bediüzzaman, yeni Said dönemine dair yazdığı eserlerinin başına avam lisanıyla diye başlamış. Ve bu yeni Said döneminde yazdığı eserlerinde birçok teşbih ve temsili hikâyelere yer vermesiyle O da aynen Mevlana gibi şu sorularla karşılaşmış. Mesela:

1.“Diyorsunuz ki: “Sen Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimal ediyorsun. Hâlbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede burhan-ı mantıkî lâzımdır. Hem de, sen temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur.”

Elcevap: İlm-i mantıkça, çendan, “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilîn bir nev’i var ki, mantığın yakînî burhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:

Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususî maddede gösteriyor—tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz’î maddeler ona ircâ edilsin.  Meselâ, “Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nuranî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekân onu zaptedemez. İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.”19

2.“Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.”20

Bediüzzaman Hz. bu metinde “hakaik-i gaybiye ve esâsât-ı İslâmiye” dediği o yüksek hakikatler, dinin esasını teşkil eden; Allah’ın varlığı ile birliği, hiçbir mekânda olmadığı halde, her yerde hazır oluşu, kıyametin kopması, Berzah, Haşir, neşir,  sırat, cennet, cehennem, Ruh, Melek, Cin, Şeytan ve kader meselesi gibi mücerret kavramlardır.

Kur’âni bir usûl dediği “sırr-ı temsil merdiveniyle” mücerret kavramlar, müşahhas hale getirilerek herkesin müşahade edebileceği temsili hikâyelere dönüşür. Bundan dolayı:

3. “Risalelerde teşbih ve temsillerin, hikâyeler suretinde (yazılışının) sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabîlinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir”21 diyerek bu meraklı suallere böyle birçok cevaplar vermiştir. 

15-Ekim- 2017 Tarihinde Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan yeni bir araştırmaya göre, (özetle) “kültürel kökenlere ve farklılıklara bakılmaksızın, hikaye okumak dinlemek ve hikâye anlatma sanatı, anadili ne olursa olsun insanlar üzerinde empati duymasını sağlayan evrensel ve öz-farkındalığı artırıcı bir etkiye sahip olduğunu tesbit etmişlerdir. Bilim insanları, İngilizce, Farsça ve Çince olmak üzere üç farklı dilde yazılmış hikâyeye beynin verdiği tepkileri fonksiyonel manyetik görüntüleme aracılığıyla haritaladı.

Bu çalışma da dâhil olmak üzere devam eden diğer çalışmaların gösterdiğine göre; zihin görünürde dinleniyor olsa da beyindeki durağan hal sistemi işlemeye devam edip hikâyelerden anlam çıkarmaya devam ederek geçmiş, gelecek ve diğer insanlarla olan ilişkilerimizi kavramamızı etkileyen otobiyografik hafıza erişim fonksiyonu görevi görmekte. Bu çalışmanın sonucunda hikâyeler, insan tabiatında kökleşmiş bir yere sahip olması sebebiyle evrensel bir dil olma özelliğini taşıdığı sonucuna varılmıştır.”22  

Bu tür araştırmalar gösteriyor ki, Mevlana ve Bediüzzaman gibi büyük zâtların küresel ölçekte çok geniş halk kitlelerine hitab edebilmelerinin sırlarından birisi de temsil, teşbih ve  hikâyelerde saklı olduğu anlaşılıyor. Onlar bu insan psikolojisini, bu tür ilmî araştırmalar yapılmadan asırlar öncesi basiret ve ferasetleriyle görebildikleri için bu imkândan faydalanmışlar. Hem de birçok itham ve eleştirileri göze alarak onlara takılmadan “Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır”23 prensibiyle hak bildikleri yolda devam etmişler.  

Teşbih, temsil, mesel ve darb-ı mesel ile hikâyenin mahiyeti ve aralarındaki farkları:

“Lügatte: “Temsil: iki şey arasında belli noktalardaki benzerlik veya uyuşmadan hareketle bunların başka noktalarda da benzer oldukları sonucunu çıkarmaktır. (Buna göre temsil) zihnin iki şey arasındaki benzerlikten dolayı biri hakkındaki bilinen bir hükmü diğeri hakkında da karar vermesidir.”24

“Temsil kelimesi, Arapça “misl” kökünden gelir. Benzetme, bir şeyin aynını yapma, örnek söz, söz gelişi (veya) karşılaşılan durumu örnekleme anlamlarındadır. Burada temsil kelimesinin anlamını, gerçek anlamından çıkarıp, hikâye etmeanlamında düşünmeliyiz. Çünkü temsil getirme kendisini hikâye yoluyla bulur.”25

Hikâye, mesel, temsil, darb-ı mesel, ve teşbihler, Kur’an ayetleri, hadis-i şerifler ve bir kısım müteşabih ve mecazi hakikatlerin anlaşılması için başvurulan vesileler ve köprülerdir. Nitekim “elmecâzü kantaratü’l-hakīka (mecaz hakikatin köprüsüdür)” sözü bir kaide haline gelmiş.26

Birçok Kur’an tefsirlerinde, hakikatin köprüsü olan hikâye, mesel, temsil, darb-ı mesel ve teşbihler ile bir kısım Kur’an ayetlerinin, derin manaları aklın kolay anlayacağı ve kavrayacağı hale getirilmiş. Biz bu çalışmamızda Mevlana Mesnevisinde ve Bediüzzaman’ın R.Nur külliyatında, temsil teşbih ve hikâyelerini mukayeseli olarak müzakere ederek, temsil teşbih ve hikâyelerin Kur’an ayetlerinin anlaşılmasına, nasıl yardımcı olduğunu ve geniş halk kitleleri üzerinde niçin bu kadar etkili olduğu sorusuna cevap bulmaya çalışacağız.

“Kur’an, hadis ve Risale-i Nur külliyatında birçok yüksek hakikatler, temsil, teşbih, mesel ve kıssalar şeklinde ifade edilir. Temsili, sembolik anlatım tarzı olarak görülen bu usule göre:  “Mesela, ilim nur ile cehalet karanlık ile bilginler yıldızlarla, nifak bukelemun ile cesaret arslan ile… sembolize edilir. Bunlara baktığımızda, benzetilen şeylerin benzeyen şeyleri hatıra getirdiklerini görürüz.”26

 Temsile genel bakış

Temsil:

  • “Ayetlerin hakaikine giydirilmiş bir libastır.”28
  • “ İ’câz-ı Kur’ân’ın en parlak bir âyinesidir.”29
  • “Bazan burhanın hizmetini  görüyor.”30
  • “Yüksek hakikatlere  temsil dürbünüyle bakılır.”31
  • “Derin mânâları fehme yakınlaştırır.”32

2.“Temsilin hasiyeti aklî bir şeyi hissî bir şeyle ve gaip olan bir şeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir.”33

3.“Nasıl ki Kur’an’ın müteşabihâtı var; gayet derin meseleleri temsilâtla ve teşbihatla avâma ders veriyor. Öyle de, hadisin (dahi) müteşabihâtı var; gayet derin hakikatleri me’nûs teşbihatla ifade eder.”34

4.Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha şeklinde özetlenen, edille-i şeriyeden birisi olan kıyasın bir ciheti temsile dayanır. Çünkü: “kıyas vasıtasıyla kendisiyle temsil getirilen şeyde var olan kanun mümesselin (hakkında temsil getirilen şeyin) aynasında yansır.” böylece iddia edilen dava delillendirilmiş olur.”35

Temsil ile teşbih arasındaki fark:

  • “Temsilin esası teşbihtir.”36
  • “Teşbih umumi, temsil ona nisbetle hususidir. Her temsil teşbihtir. Fakat her teşbih temsil değildir.”37
  • “Duyularla hissedilen müşahhas şeylerle ilgili benzerlikler teşbih ile anlatılır. Duyularla hissedilmeyen mücerret manalarla ilgili benzerlikler temsille anlatılır.38

Mesel ve darb-ı mesel:

1.“Mesel” kelimesi eş-benzer anlamındadır. Kendisinde garabet bulunan bedi’ sözdür. Bu garabet onu dillere destan yapmış, beldelerde seyeran ettirmiştir.

Meselde temel umde olan garabet onun diğer sözlerden farklı olması demektir. Bu özelliği sebebiyle, mesel dillere destan olur, ağızdan ağıza, nesilden nesile yayılır gider. Sözgelimi Hz. Musa ile Firavun’un mücadelesi dillere destan olduğundan hemen her devirde kendilerine atıfta bulunulmuştur.”39

2.“Mesel ve temsil, aslında aynı kökten gelir. Her mesel, aynı zamanda bir temsildir. Ancak her temsil mesel değildir. Temsil şöhret bulup yaygınlaşınca mesel olur. Temsilde olduğu gibi, meselde de asıl teşbihtir.”40

3.Mesel kelimesinin çoğulu “emsal”dir. Kur’ân’ın her tarafında saçılmış inciler misali bulunan emsal, onun i’cazının esrarından bir sırdır. Avamdan olan kimselerin bile kolayca hatırında kaldığından, emsal için “hikmet-i avam” ve “felsefe-i umum”41 denilmiştir. 

4.“Âyât-ı Kur’âniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.”42

5.Hz. Peygamber (as), ileride yapılacak olan Kur’ân tefsirlerinde, önemli bir kriter olan teşbih ve temsillere de temas eden bir hadisinde şöyle der: 

Kur’ân beş vecih üzere inmiştir: Helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal.

  • Helalle amel edin. 
  • Haramdan kaçının. 
  • Muhkeme tâbi olun. 
  • Müteşabihe iman edin ve
  •  Emsalden ibret alın.”43

Lügatlere göre tefsir: “Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya yardımcı olan bir ilim dalı”44 şeklinde tarif edilmiştir.

Hadis kaynaklarındaki rivayetlere göre: “Cebrâil (as), Kur’an vahyi dışındaki maksatlar için de Resûl-i Ekrem’(as)e geliyor ve ona Kur’an dışında bilgiler ulaştırıyordu. Ayrıca Resûlullah (as) kendisine Kur’an’la birlikte onun bir mislinin daha verildiğini söylemiştir” (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5), “Nitekim Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre Cebrâil, Resûlullah’a Kur’an’ın tefsirini de öğretmekteydi. (Taberî, I, 79, 83; İbn Kesîr, I, 18)”45

İslam âlimleri arasında “Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur.”46

Çünkü: “kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir.”47

Not: Konuyla ilgili geniş malumat için: “Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv” (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy) başlığı altında hadis kaynaklarına bakılabilir.48

Bu temel bilgilere göre: “Kur’ân-ı Kerim indirildiği dönemden itibaren tefsir edilen İlâhî bir kitaptır. İlk müfessir Hz. Peygamber (a.s) ile başlayan tefsir faaliyeti çoğalarak ve çeşitlenerek gelişmiştir.”49

Birçok ilim dalında olduğu gibi Kur’an tefsirleri de telif ediliş usullerine, başvurdukları kaynaklara ve işledikleri konularına göre farklı isimler alır. Bunlar çok çeşitli olmakla beraber, en çok bilinenleri şunlardır. “Rivayet Tefsiri,  Dirâyet Tefsiri, İşârî Tefsir,  Lugavî Tefsir ve Karma Yöntem”50 gibi. 

Bedüzzaman’a göre tefsirler:

Bediüzzaman, tefsirleri genel olarak lafzî ve manevî diye ikiye ayırır. Sonra diğer tefsir çeşitlerinden de kısaca bahseder. O, bu konuda aldığı bir ihtar üzerine şunları söyler: “Risale-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir tekrar ile dediğimden, bazı dikkatsizler tam mânâsını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur:  “Tefsir iki kısımdır; 

Birisi: Malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler. 

İkinci kısım tefsir ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.”51

Daha sonra da R.Nur külliyatının muhtelif yerlerinde bu ikili tasnifi kendi içinde diğer alt başlıklar halinde çeşitlendirir. “imanî ve itikadi tefsirler”,52  “ahkâma dair tefsirler”, “manevî tefsirler,”53 “zahirî, bâtınî, işarî tefsirler”54 ve “şuhudi tefsir”55 gibi.

R.Nur külliyatı hangi tefsir grubuna dâhil edilmelidir şeklindeki bir soruya, Risale-i Nur’dan cevap aradığımızda karşımıza “imanî, itikadi, manevî, işarî ve şuhudi gibi” tanımalarla Üstad ’ın bizzat kendi ifadelerinde birden fazla tarif çıkmaktadır. 

Tefsir sahasında araştırma yapan bazı akademisyenlere göre özetle: Bir tefsir Rivayet veya Dirâyet gibi bir isim alabileceği gibi, “Karma yöntem” ile ifade edilen bir usule göre de birden fazla isim alabilir. Yani bir tefsir bir cihetten bakılınca manevî tefsir olduğu gibi diğer açılardan yaklaşıldığında ise, Rivayet,  Dirâyet, İşârî, Lugavî ve Şuhudî tefsir şeklinde tanımlanabilir demişlerdir.56

Şuhudî tefsir:

Bununla beraber, R.Nur külliyatında bizzat Üstad ‘ın yaptığı açık tariflere, tahşidata ve son yıllarda bu konularda araştırma yapan İlahiyatçılardan, Prof. Dr. İshak özgel, Doç. Niyazi Beki, Prof. Dr. Himmet Uç ve Iraklı araştırmacı yazar Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid gibi, ilim adamlarımızın da ittifakıyla, R. Nur külliyatı “şuhudi tefsir” tanımlamasına daha uygun olduğu görülmüştür.

Özellikle Iraklı araştırmacı yazar Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid, şuhudi tefsir tanımlamasına farklı bir açıdan yaklaşarak şöyle bir nitelik daha ilave etmiş:

Risale-i Nur’daki Kur’ân tefsiri, kadîm tefsirlerden, hattâ kendi zamanındaki çağdaş tefsirlerden temelde farklılık arz ediyor. Çünkü o âyetlerin dokuduğu manalara, onların çeşitli işaretlerine ve esmâ-i hüsnânın tecellilerine doğrudan intikal eden “zatî ve şuhudi” bir tefsir olduğunu söylemiştir.57

İlahiyatçı yazar Prof. Dr. İshak Özgel hocamız da tefsir tarihi ile ilgili şu çok önemli tespiti yapmıştır: “Bediüzzaman ’ın tefsir yöntemini ifade eden en kapsamlı vasfı “Şuhûdî tefsir” anlayışıdır. Tefsir tarihinde daha önce (hiç) kullanılmamış olan bu vasıfla tanımlanan yöntemiyle özellikle tevhid, âhiret gibi âyetler başta olmak üzere insanın işitme duyusuna hitap eden kelamî vahyin ifade ettiği hakikatleri müşahede alanındaki gerçeklikler ile tefsir etmiştir.”58

Bu genel tespitlere göre, tefsir tarihinde daha önce (hiç) kullanılmamış olup. Bedüzzaman ’la ilk defa ortaya çıkan, “Şuhûdî Kur’ân tefsiri” birçok cihetlerle zamanımızın ihtiyaçlarına cevap verme bakımından daha öne çıktığı ile ilgili sahanın uzmanı ilim adamları tarafından yeni birçok tespitler yapılmış. Bu tesbitlerin bir kısmı şunlardır: 

  1. Bediüzzaman: “İmanı, taklidden tahkike ulaştırma amacını gerçekleştireceği tefsir yöntemi devrin özellikleri ve ihtiyaçlarına yönelik tespitleriyle şekillenmiştir. Yöntemini ifade için “Şuhûdî Tefsir” tabirini kullanmıştır. Kanaatimizce bu tavsif onun tefsirini farklı kılan en önemli özelliği ifade etmektedir. Zirâ “Şuhûdî Tefsir” Nursî’nin eserlerinde uyguladığı tefsir yönteminin mihverini oluşturmaktadır.
  2. Şuhudî tefsir, kelam sıfatının yansıması olan Kur’ân ayetlerinin kâinatta her insanı kuşatan kevni âyetler ile yani meşhudumuz olan nazireleri ile tefsiridir. Şuhud ile kastedilen kâinatta cereyan eden müşahede ettiğimiz olaylar, tecrübe ettiğimiz prensipler ve enfüsî tecrübelerimizdir.
  3.  Bediüzzaman’ın Şuhûdî tefsir yöntemi onun Kur’ân, Kâinat ve İnsan tasavvuru üzerine oturmaktadır. Her üçünün ortak noktası Esma-ı İlahiye’
  4. Kur’ân hakikatlerini genel olarak Kâinattaki gerçeklik ile açıklamış, Allah’ın esmasını, tevhidi, nübüvveti ve haşri müşahede âlemindeki misalleri ile anlaşılır kılmıştır.
  5. Şuhûdî Tefsirde Temsil Kullanımı: Bediüzzaman’ın eserlerinde dikkat çekici ifade tarzlarından birisi de temsillerdir. Onun âyetleri izah ederken temsil kullanması da tefsirde bir yeniliktir. Gerçi kendisinden önce de meselâ Mevlânâ Celâleddin er- Rûmî de özellikle Mesnevî’sinde temsiller kullanmıştır. Ancak aralarında burada detaylarına giremeyeceğimiz önemli farklar bulunmaktadır.
  6. Bediüzzaman’ın temsile başvurması yine onun Şuhûdî tefsir yöntemi ile ilişkilidir. Zira O, kurgu halinde olan bu temsillere hayatın içinde yaşanabilir olaylar olması hasebiyle yer vermiştir. Dolayısıyla bu temsiller müşahede âlemi içindedir.
  7. Bediüzzaman ’ın Şuhûdî tefsir yönteminin bir yönü de kişinin şahsî ve toplumsal hayatındaki olaylarla bazı hakikatleri hissetmesini sağlamaktır. Bu yönüyle şuhûdî tefsir kişiyi zihin, hayal, kalp birlikteliğinde kuşatıcı bir anlam dünyasına götürmektedir.”59
  8. Bediüzzaman hz eserlerinde “Şuhudî iman” tarifine birde “yakîn” kavramı ekleyerek tasavvufi gelenekten farklı bir yol izler. Çünkü tasavvuf mesleğinin sadece Şuhud-i kalbî ile iktifa etmesine karşın, Bediüzzaman meşrebince kalbi olan Şuhudun yanına yakîn de gerekir. Lügatlere göre yakîn: Sağlam, kati, tahkik ve müşahedelere dayanarak elde edilen akli bilgi demektir. Yakīnin tahkike dayalı akli bilgi olduğu Mesnevi Nuriye’nin şu cümlesinde açıkça ifade ediliyor. “Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, –akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla- yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler”60 cümlesinden de anlaşılacağı gibi, “Şuhudî yakinlikakıl ve kalbin beraberliği şeklinde anlaşılıyor.
  1. Prof. Dr. Himmet Uç hocamızın enfes tarifiyle: “Bediüzzaman demek görmek demektir”61 derken, Prof. İsmail Hacınebioğlu da: “Nursi inanmak görmektir”62 der. Nasıl ki İmam-ı Ali (R.A.) “Perde-i gayb açılsa, yakînim ziyadeleşmeyecek”63 demiş. İmam-ı Ali (R.A) dan,  hakikat dersini alan ve onun bu zamandaki bir halefi olan Bediüzzaman da: “Ben görmediğim şeyi yazmadım”64 diyor. Yanlış anlaşılmasın, varlığı ve hakikati görmenin ve idrak etmenin yani şuhudun dereceleri var. Bunu da genel olarak beşe ayırabiliriz.

 Şuhud veya Rü’yetin beş farklı boyutu: 

1.Çıplak göz ile görmek. (Şehadet âleminde herkese ait olan görme)

2.Nazar, yani akıl gözüyle bir hakikati idrak etmek.

3.‘Esma ve sıfat tecellisi olan: Kalben suret veya mana olarak görmek:

4.Zat tecellisi olan “Suret ve manalardan da öte bir şekilde şuhudi bir, idrak Rü’yet”65

5.Yukarıdaki bütün bu manaları ve diğer bütün cihetleri de kapsayan, mahiyeti bizce meçhul vukuu muhakkak olan, Rü’yet ise sadece Efendimize (as) ait olan miraçtaki Rü’yettir.66 

Bu tespitlere göre Bediüzzaman’ın Şuhûdî tefsiri ilk dört madde sınırları çerçevesinde müşahade edilen hakikatler olduğu anlaşılmaktadır. Yani:

  • Eşyanın cismani boyutu ile ilgili gözlemler.
  • Akıl gözüyle fark edilenler.
  • Kalbe suret ve mana olarak gelen zuhurat.
  • Veya suret ve manalardan da öte hakaiki imaniye dair olan hüsn-ü münezzeh ve mücerred olan meşhudatlar şeklinde özetlene bilinir.67

10: Mevlana Hz. Mesnevî-i Şerif’inde içinde bulunduğu tasavvuf mesleği gereği olarak diyor ki; müşahade ehli olanlar nazari ilimle iştigal etmez veya kesbi ilimlerle terakki etmeyi dilemezler68 diyor.

Buna göre, alet ve âli ilimlerle terakki ederek gaibane iman derecesinden hazırane iman derecesine çıkan, “ehl-i şuhud” yani (Zat tecellisine mazhariyetle hakikatları suret ve manalardan da öte bir şekilde idrak edebilenler) nazari olan alet ve âli ilimlerle meşgul olmadıkları anlaşılıyor.

İmam-ı Gazali Hz. bu konuya biraz daha açıklık getirerek der ki melekûti bilgiler naklin dışında, nazarî ilimlerle elde edilmez. Ancak tezkiye-i nefis ve takva ile bir derece muttali oluna bilineceğini söyler.69

Çünkü alet ve âli ilimler Kur’an’ın hakaikine çıkmak için, tahsil edilen vasıtalar ve köprülerdir, maksud-u bizzat olan ilimler değildirler. Hemde marifetullah ilmi sadece akılla tahsil edilmiyor. İnsan ruh kalp, vicdan ve hads gibi daha birçok hissiyatlar ile vasıtasız doğru bilgiye ulaşabiliyor. Bediüzzaman hz Mesnevî-i Nuriye’de: “Ehl-i şuhud dediğimizden maksad, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri, (yani alet ve âli ilimlerle terakki ederek nazari olarak gördüklerini) gözle müşahede”70 ettiklerini söylüyor.  

Bediüzzaman Hz. kırk yaşına kadar “kesret-i mütalaa71 ile bazan bir günde bir cild kitabı anlayarak mütalaa” edip, hıfzındaki doksan kitabı her üç ayda günde üç saat meşgul olarak evrad gibi tekrar ediyor.72

Fakat R. Nur’u telife başladıktan sonra yanında niçin Kurandan başka hiç bir kitap bulundurmadığı ile ilgili muhtelif suallere şu açıklamaları yapmıştır:

1. Eski Said yeni Said’e inkılap ettikten sonra: “Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’anın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’anı bildi. Ve Kur’an’ın i’caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu.” 

2.Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitabların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir. Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş.”73

3 “Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile fikir ile niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.”74

4. Hem: “Risalet-ün Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazı yok, Kur’an’dan başka üstadı yok, Kur’an’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”75

5. Hem de bunlarla beraber: “Risale-i Nur, tarîkat değil hakikattır. Âyât- Kur’aniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünunundan alınmış değil. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevîsidir”76

6. Bu tesbitlere göre; Mevlana Hz. müşahade ehl-i olanlar nazari ilimle iştigal etmez. Bediüzzaman Hz. yeni Said döneminde yanında başka kitaplar bulundurmamasını beraber mütalaa edecek olursak:

A: Mevlana ve Bediüzzaman kendi zamanlarına kadar telif edilmiş bütün temel İslami eserleri tahsil etmiş, hatta Bediüzzaman doksan takım kitabı evrad derecesinde hıfz ederek üç ayda bir tekrar etmiş. (İhsan Kasım abi, Sungur abiden nakille Üstad bu âdetini ahir ömrüne kadar devam ettirmiş) nakleden Musa Durmuş.

B: Mevlana’nın eserleri özellikle Mesnev-i Şerif’i vehbî ilimden gelen ilhami bir eser olmasından birçok kitaplara bakarak uzun araştırmalardan sonra değil irticali şekilde söylenerek telif edilmiş. İlhamî olarak gelen manaları irticali olarak ifade ederken zaten başka eserlere ihtiyaç olmuyor.

C: Bediüzzaman ise eserlerinin telif şeklini genel olarak ikiye ayırır. Bir kısmına “sünuhat-ı kalbiye” diğer kısmına ise “istihracat-ı Kur’aniye”77 der. “sünuhat-ı kalbiye” kısmında zaten başka bir esere ihtiyaç yok. Gelecek olan asıl kaynaktan akıyor, geliyor. O da gelenleri irticali olarak söylüyor. Şamlı Hafız Tevfik gibi kâtipler de yazıyor.

İstihracat-ı Kur’âniye kısmında ise: Eski Said döneminde ezberlemiş olduğu doksan takım kitabın hulasalarını kaide ve kurallarını ana prensiplerini kullanarak Kur’an’ı tetkik ve tahkik ederek Risale-i Nurları telif ettiğini şöyle ifade eder. Yeni Said: “Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur’anın fehmine ve hakikatları nın ispatına basamaklar yapmış.”

D: Bu tespitlere göre, Mevlana’nın “müşahade ehl-i olanlar nazari ilimle iştigal etmez veya kesbi ilimlerle meşgul olmaz” sözü onların Vehbi ilimden gelen ilhamî eserlerle sınırlı olduğu anlaşılıyor. Yani onlar, kesbe dayalı, çıplak göz veya akıl gözüyle görülen hakikatlara, “istihracat-ı Kur’aniye”, fakat hadsi, ani ve def’i bir şekilde kalbi ve ruhi olan meşhudatlara yani, Esma sıfat ve Zat’î tecellilere mazhariyetle görülen, hakikatlara “sünuhat, zuhurat ve ihtarat” derler.

E: Bediüzzaman, “sünuhat-ı kalbiye ve İstihracat-ı Kur’aniye” ile telif edilen Risale-i Nur külliyatının, “medreseden çıkarak, ilim içinde hakikata yol açtığını”78 fakat diğer tefsirlerden farklı olarak eserlerinin, şuhudî bir tefsir olduğunu söyler.

Şuhudi tefsirin diğer tefsir ve ekollerden farkı:

Özellikle bu zamanın insanı Kur’an’dan, imana ve İslam’a dair yüksek hakikatleri anlamak ve sorularına cevap bulmak için çıkmış olduğu yolda önüne dört kapı çıkıyor.

Bunlar: İlm-i kelam, Tasavvuf, tarikat ve Risale-i Nur.

1.İlm-i kelamın kapısını çalarak, sorularına cevap arayan kişiye o sahanın ulaması diyor ki: Âlim olda gel. Yani önce yaklaşık on on beş yıl sürecek olan alet ilimlerini ve ulum-u âliyeyi tahsil et ondan sonra bu yüksek hakikatlerle muhatap olabilirsin.

2.Tasavvufun kapısını çalarak, sorularına cevap arayan kişiye, yüksek tasavvuf erbabı diyor ki: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, Kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Yani önce bizim makamımıza gel ancak ondan sonra bizimle muhatab olabilir ve kitaplarımızı okuyabilir sorularına cevap alabilirsin derler.79

3.Sonra ‘dergâhın’ kapısını çalarak Kuranın nurlarına ve feyizlerine talip olan kişiye, Ehl-i tarikat özellikle ehass-ı havastan olan bir kısım ehl-i hakikat da, divanlarında derler ki: Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al“80 derler.

4.En nihayet Bedüzzaman medresesinden derdine dermen arayan taharriyi hakikat yolcusuna Risale-i Nur der ki: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar“81 der.

Bedüzzaman burada Mevlana’nın o çok meşhur “Ne olursan ol yine gel” sözünün bir başka versiyonunu söylüyor. Yani: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et.” Hem de: “Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur (gibi) gayet yüksek ve derin bir ilim (olan şuhudi tefsiri), külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder”82 diyor.

Dinin halka arzedilmesi demek olan irşad ve tebliğ vazifeleri asırlardır, İlm-i kelam, Tasavvuf ve tarikat vasıtasıyla olmuş. Bedüzzaman hz bu meslek ve meşreb ehlini her zaman takdir etmekle beraber, fakat Allah’a giden yolların sadece İlm-i kelam, Tasavvuf ve Tarikat ile sınırlı olmadığını, çünkü zamana göre şartların ve ihtiyaçların değiştiğini ifade eder. 

Bu zamanın ihtiyaçlarına muvafık akıl ve kalp arasında daha önce hiç gidilmemiş yeni bir yol açıldığını, söyleyen Bedüzzaman bu yeni berzahı yol ile ilgili de şunları söyler.83

“Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil ettiğini, (bazı yolların kapanmasıyla) bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmemek” gerektiğini,84 çünkü. “Allah’a giden yollar, mahlukâtın nefesleri sayısınca”85 çok olduğunu belirttikten sonra, bu konuya şunları ilave eder:

Hakkı ve hakikati arayan bu zamanın insanı, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikata geçebilir. Ben, alet ve ali ilimleri okumadan maksut olan ilimlere ulaştıran bir yolu Kur’an’da gördüm. Çünkü bu asırda fazla vakti olmayan ve Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına Risale-i Nur gibi kısa ve selametli bir yolun, ulumu âliyeyi okumaksızın açılması rahmet-i hâkimenin şanından ve bu asrın insanına büyük bir nimeti ilahiye olduğunu söyler.86

“Buradaki “ulûm-u âliye” ister alet ilimler ister kelam hadis gibi âli ilimler olsun sonuç değişmez. Alet ilimleri aşamayanlar zaten yüksek âli ilimlere de vukufuyet elde edemezler. Her iki manada da “ulum-u âliyeyi okumadan” hakikata giden yol her halükârda çok önemlidir.”87 Alet ilimler ve yüksek âli ilimlerini tahsil etmek için, asgari 15-20 yıl olduğu dikkate alınırsa Risale-i Nur’un bu asırda nasıl bir ihtiyacı karşıladığı daha iyi anlaşılır.

Şuhudi tefsir olan Risale-i Nur’u okumak, dinlemek veya anlamak için:

  • Mutlaka âlim olmak, (yani alet ilimlerini ve yüksek âli ilimleri tahsil etmek gerekmiyor.)
  • Yüksek manevi makam sahibi olmak veya  
  •  Keşif ve keramet sahibi bir veli olmak da gerekmiyor. 

Hatta sadece okuryazar bir kişi olsan bile, şuhudi tefsiri okuyabilir veya dinlemekle anlayabilir, eski zamanın büyük allamelerinin yaptığı hizmetini Kürt Bekir Ağa gibi yapabilirsin.88

Çünkü Bedüzzaman bir mektubunda: “Her bir adam hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar olurlar”89 der.

Peki, bir şuhudi tefsir olan Risale-i Nur klasik tarzdaki uzun yolu nasıl kısaltıyor?

  • Çünkü Risale-i Nur’da;
  • Ne sarf ve nahiv gibi alet ilimlerin dil ıstılahları, 
  • Ne fıkıh, tefsir ve hadis gibi âli ilimlerin usul dersleri ve içtihadî tafsilatları,
  • Ne tasavvuf ve tarikatların detayları ve tarihî süreçteki ayrıntıları,
  • Ne âyetlerin sebeb-i nüzullerine ve dinlerin tafsilatlı mukayeseleri,
  • Ne mantık, kelâm ve felsefe ilimlerinin teknik tabir ve terimleri,
  • Ne de peygamber kıssalarının teferruatını, hikâyelerinin tamamını göremezsiniz.

Bedüzzaman ve Mevlana’nın özellikle 40 yaşından sonraki telif ettikleri eserlerinde İslami ilimlerin temel kriterleri olan yukarıda sayılan özelliklerin, çok fazla görünür olmaması onların bu ilimleri bilmiyor veya ehemmiyetsiz gördükleri anlamına gelmiyor. 

Çünkü tefsir âlimleri, bir insanın Kur’an’ı tefsir edebilmesi için, 15 ilim dalında ihtisas yapması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlar en başta Arapça olmak üzere; (Lügat, Sarf, Nahv, Beyan, Bedi, Kıraat, Nâsih, Mensuh, Sebeb-i Nüzûl, Akaid, Usûl-ü Fıkıh, Fıkıh, Hadis İlmi, Vehbi İlim, İştikak ve Meanî)90 gibi.

Bedüzzaman ve Mevlana gibi zâtların bu ilimleri belki daha fazlasını en iyi şekilde bildiklerinde kimsenin şüphesi yoktur. Fakat onlar bu teknik bilgilerini, dini halka arz etmek olan tebliğ ve irşad esaslı eserlerinde ve irticali beyanlarında Kur’an’ın asıl nurunu ve maksatlarını gölgelemesin diye çok mahirane setretmişler. 

Eserlerinde o çok kıymetli hakikatları, salatada olduğu her birisi bir arada olduğu halde ayrı ayrı olmaları gibi değilde, sütün içindeki şeker veya yemeklere atılan tuz gibi eritmişler mezcetmişler. O alet ilimlerin kendilerini değil de sonuçlarını, meyvelerini, kitap ve sünnetin doğru anlaşılmasına vesile yapmışlar. 

Çünkü onları dinleyen her milletten her coğrafyadan ve hatta her dinden halk kitleleri olduğu için, dinleyicilerin vesilelerde ve ayrıntılarda takılıp kalmamaları gibi sebeplerden dolayı alet ilimlerin talim ve tedrisini o sahanın ehline havale etmişler.

Peki, Mevlânâ Mesnevisinde ve Risale-i Nur’da ne vardır?

İman nedir, İslamiyet nedir, lisanı Arapça olan Hz. Peygamber (as) ve Allah kelamı olan Kur’an nelerden bahsediyor, gibi soruları İlm-i kelam, Tasavvuf ve Tarikattan sorduğumuz zaman aldığımız cevapların hülasası şudur: 

Asgari 15-20 yıl süren alet ve ali ilimlerin prosedürleri ile 40 yıla varan çileler, erbain üstüne erbain çıkartma merhalelerini aşabilen yüksek makam sahiplerinin, bu sorulara verdikleri cevapları ancak ehassı havass veya ekall-i kalil olan o sahanın uzmanları ve ihtisas sahipleri anlayabiliyor. 

Hâlbuki “Kur’an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev’-i beşerdir. Nev’-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. (çünkü) avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır.”91 Çünkü: “muhatabların ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden”92 ekseriyet mahrum kalır. 

Hâlbuki: “Saadet odur ki, (ya) külle ya eksere saadet ola”93 diyen Bedüzzaman, İlm-i kelam, Tasavvuf ve Tarikatın irşad tarzını Kur’anın gösterdiği cadde-i kübra yolunu daralttıkları veya uzattıkları için eleştirmiştir.94

Fakat bu soruları Mevlana’ya sorduğumuz zaman; O “Her yol  (insanı) Allah’a, bir olana götürür. Ben (de) sema ve musikî yolunu seçtim” diyerek senin kim olduğuna, hangi milletten, hangi dinden olduğuna ve içtimai mevkiin ne olduğuna, avamdan mısın havastan mı olduğuna hiç bakmadan dizinin dibine oturtturur, (muhtemelen) Hüsamettin Çelebi’ye üfle neyden diye başlar anlatmaya…

Ve aynı soruları Bedüzzaman’a sorduğumuz zaman; O da “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et” demek için (belki) keçeli bir çay yap der,  Zübeyir ağabeye. Limonu eksik etmemesini ayrıca tembih eder. 

Hatta bazen çay servisini bizzat kendisi yapar. Rahleyi koyar önümüze. Fakat rahlenin karşısına değil de bizim hemen yanımıza ve yanı başımıza oturur. Artık onunla omuz omuza, diz dizeyizdir. “Ben de sizin bir ders arkadaşınızım diye başlar anlatmaya.”

Hem de Mevlana ve Bedüzzaman’ın kurdukları çok geniş olan ders halkasında yediden yetmişe herkes vardır. Âlimden salihe, avamdan havassa, müminden kâfire, herkese onların kapısı açıktır. Mevlana’ya atfedilen aslında,  İranlı Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a ait olan: “İster kâfir, ister mecusi, ister putperest ol, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!..”  sözünün sıcaklığı ve genişliğiyle bütün insanlığa kucaklarını açarlar. 

Çünkü onlar sadece Müslümanların değil bütün ümmet-i Muhammedîn hidayetine ve imanlarının kurtulmasına taliptirler. Ümmet-i Muhammedî de sadece müslümanlarla sınırlamayıp, “Ümmet-i icabet ve ümmet-i davet” prensibiyle kendi zamanlarından itibaren kıyamete kadar bütün insanları içine alacak kadar geniş tutarlar. 

Hem onları dinleyen ve o meclislerinde konuşan sadece insanlar değildir. Mesnev-i Şerif’te, arslandan tavşana, tilkiden papağan kuşuna kadar herkes söz sahibi hem dinleyici hem de konuşmacıdır.  

Risale-i Nur’da ise yelpaze daha da geniştir. İnsanlardan meleklere, cinlere ve şeytanlara, kedilerin mırmırlarından arıların vız vızlarına, atın kişnemesinden bülbülün hazin hazin şakımasına, denizlerin dalgalarından yağmurların şıpıltılarına, rüzgârların terennümünden gök gürültüsüne şimşeğin sesinden, ağaçlarda sallanan, çiçek meyve ve yapraklara varıncaya kadar her şey ve herkesin dinleyici bir kulağı ve konuşan bir dili vardır.

Filistinli edebiyatçı yazar, Prof. Dr. Me’mun Feriz Carrar  “Risale-i Nur’un bir güzelliği insanı bir zaviye veya tekkeye sokmadan, herşeyi, insanı Allah’a götüren bir zaviyeye dönüştürür. Bu zaviyede konuşanlar sadece sesi güzel insanlar değil. Rablerini tesbih eden kuşların sesi, hava zerreciklerinin sesi, şimşeklerin sesi, yıldızların parıltısı… Hattâ öyle hissedersin ki ağaçların arasından geçerken onlara selâm verirsin”95

İçinde bulundukları zamanlarının müceddidleri olan Mevlana ve Bedüzzaman eserlerinde mevcut ve malum mesaili tekrar ve nakillerle pek meşgul olmuyorlar. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı,” diyen Mehmet Akif gibi değişen yeni şartlar ve yeni ihtiyaçlar için yeni şeyler söyleyerek dinin tecdit vazifesinin ifa edileceği, Mevlana lisanında şu veciz mısralarla ifade edilir.

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel 
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş! 
Dünle beraber gitti cancağızım, 
Ne kadar söz varsa düne ait 
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” der.

Bedüzzaman ise: “Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O, her an yaratma halindedir.” Rahman suresindeki; 29. Ayetine atıf yaptığı Risale metinlerinde, “kâinat kitab-ı kebirini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek; yani yeniden yeniye manidar yazmak”96 şeklindeki sünnetullahı birçok yerde farklı şekillerde ifade eder.

Ayrıca: “Belâgatın muktezası olan; hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemenin (lazım geldiğini), insanları eski zaman köşelerine”97 çekerek konuşmanın irşad ve tebliğ mesleğine muvafık olmadığını da söyler. 

Mevlana ve Bedüzzaman gibi büyük zâtların belki de çok etkili olmalarının sebeplerinden biriside sadece beyan ve bilgi aktarımı değil, temsili tebliğden daha öne almaları bunu da bizzat yaşamalarıdır.  Mevlana’nın tebliği ve irşad usulünde, kale içten fethedilir prensibiyle önce, kalbe hissiyat ve duygulara; sonra akla hitab edilir.

Bedüzzaman’ın meşrebinde ise, kalp ile beraber akla, ruha ve bütün duygu ve hissiyatlara birlikte hitab edilir. Özellikle kolay ikna olmayan aklın önüne birçok deliller bürhanlar görünür âlemden şahitler ve mantıki mizanlar getirilir.  

Fakat bazen anlatılan mücerret manalar aklın idrakini zorlayacak kadar çetin ve gizemli ise işte o zaman, teşbihler kıssalar ve temsili hikâyelerden aklın gözünün önüne dürbünler, ayaklarının altına merdivenler kurulur.

Temsil teşbih ve hikâye anlatımında zaman ve mesafe kullanım tekniği:

Kur’an’da zaman ve mesafe kullanımı: (distans tekniği)

Himmet UÇ Hocamızın Kur’an da temsil teşbih ve kıssa anlatımında, mesafe (distans) kullanım metoduyla ilgili makalesinden özetlenerek iktibas edilmiştir.

“1. Mesafe kullanımı bugün kamera olarak yorumlanır. Kamera ne kadar yakın olursa olayın ayrıntısı o kadar iyi gösterilir, kamera uzaklaştıkça ayrıntı azalır.

2. Allah kelamının canlılığını sağlamak için olayları mesafesiz yüz yüze anlatımlarla yapar.

3. Allah anlattığı şahısları, gördüğü olayları farklı mesafelerden anlatır. Mesafe, olay ile anlatıcının bulunduğu noktadır, anlatım ve gösterim sanatının önemli unsurudur. Anlatılan şeye ne kadar yakın olursa anlatılan bahis o kadar canlı olur, sürekli şimdiki zaman maziye ve geleceğe taşınmayan ama her yerde her an canlı olan zamandır. Allah olayları naklederken sürekli bir anı kullanır. Yakın mesafeli ve anı kullanan konuşmalar, her zaman canlıdır.

Sürekli şimdiki zaman, zamanı eskitmez, maziye ve geleceğe intikal ettirip tesiri soğutmaz, sıcaklığını bütün zamanlara taşır. Mesafeyi sıfırlayarak anlatım tarzı, sürekli şimdiki zaman, klasiklerin zamanıdır, zihinde her zaman şu an cereyan ediyor gibi izlenimini verir.

Allah bazan da bize göre cansız olan varlıklarla konuşur, tıpkı bir insan gibi. Mesela Nuh tufanından sonra: “Ey yer, suyunu yut ve ey gök suyunu tut” demesinde onlarla arasında mesafe yoktur. Kur’an insanlar arası kıssaların naklinde:  Olayın can damarını ve yoğunlaştığı kısmı anlatırken kendi aradan çekilir. Büyük anlatıların canlılığı buradan gelir.

4. Peygamberler de mesafe ilkesine dikkat ederler.

5. Bu tarz anlatımlar sinema ve tiyatro, roman sanatının henüz anlatımı keşfetmediği ve ortaçağın karanlıklarında yapılmıştır. Klasik roman, romans, roman ve modern romana kadar anlatım bin yıllık bir serüven geçirmiş, onların birbirini doğurması beklenmiş, hâlbuki Allah kendi kelamını bu yüzyılların itekleme ile getirdiği vadiyi daha yüzyıllar öncesinden kullanmış ve canlılığını bugün dahi korumaktadır.”98

Himmet UÇ hocamızın Kur’an ile ilgili tesbitleri muvacehesinde, Mevlana ve Bediüzzaman’ ın eserlerine bakıldığı zaman temsil ve hikâye anlatımında yakın mesafe tekniğinin (distans)  çok iyi kullanıldığı görülmektedir. Bu yakın mesafe tekniği ile gaybi olan iman hakikatleri ve mücerret manalar “temsilât-ı Kur’aniye” usulüyle ifade edildiğinde ortaya “sehl-i mümteni” derecesinde bir tesir ve muvaffakiyet çıktığını Bediüzzaman Tarihçe-i Hayat ta şöyle ifade eder:

“Risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Hâlbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.99

“İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve hakikatları dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş”100 bir adamın eliyle ortaya çıkması “temsilât-ı Kur’aniye” usulünün ne kadar müessir olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir. Ve yine Mektubat’da: “Bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. 

Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, (temsilât-ı Kur’aniye usulüyle) herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat”101 etmesi, “Yakın mesafe” tekniğinin ne kadar müessir olduğunu göstermektedir. 

Mevlana ve Bediüzzaman’ın, teşbih ve temsillerinde, ehl-i sünnetin Tevhid akidesine göre; sıfatların Zât’a nisbeti: 

Mevlevî ekâbirinden İsmail Ankaravî’nin Mesnevi Şerhinde anlattığı bir kıssaya göre özetle: “Hilkat-i Âdem’ den evvel melekler, Canab-ı Hakkı yalnız sıfât-ı selbiyye ile takdis ve tesbih ediyorlardı. Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan sonra,  melaikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan, talim-i esma hadisesinden sonra, Canab-ı Hakk’ı sıfât-ı selbiyye ile beraber sıfât-ı vücudiyye ile de takdis ve tesbih etmeye başladı. Melekler de Âdem’den (as) öğrendikleri bu yeni usulle yani, sıfât-ı selbiyye ile beraber sıfât-ı vücudiyye ile de Canab-ı Hakkı takdis ve tesbih ile zikretmeye başladılar.

Sıfât-ı Selbiyye ile tesbih: Mesela: Yâ Rabbi; Sen her türlü; acz, fakr ve kusurdan, mukaddes ve mualla, her türlü şerik, muin, zeval ve fena gibi çirkinliklerden sonsuz derece münezzeh ve müberra ve kâinat cinsinden herhangi bir şeye benzemekten nihayetsiz,  derece mukaddes ve münezzehsin gibi. (Sıfât-ı Selbiyye: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetun lil-Havadis, Kıyam bi Nefsihi;)

Sıfât-ı vücudiyye ile tesbih ise: Yâ İlâhel âlemin; Sen, Vahidsin, Ehadsin, Hayyûl Kayyumsun, Hâlıksın, Rezzak’sın ve Kadir-i Mutlaksın gibi.102 (Sıfât-ı vücudiyye: Hayat, İlim, Sem, Basar, İrâde, Kudret, Kelâm)

Sıfatların Zat’a nisbeti:

Meleklerin Âdem (as) yaratılıncaya kadar selbî olan tesbihleriyle, tâlim-i esma hadisesinden sonraki Sıfât-ı vücudiyye ile de tesbih etmeleri, arasındaki farklılık vede Halk-ı Kur’an meselesi, ulama mabeyninde farklı itikadi görüşlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Çok geniş ve farklı boyutları olan bu müzakerenin merkezinde; “isim ve mûsemma ile sıfatların Zat’a nisbet” edilme konusu vardır.103

İsim ve mûsemma ile Sıfatların Zat’a nisbeti meselesinde, hemen hemen bütün itikadi ve ameli mezhepler ile akaidi ekollerin, farklı görüşleri vardır.  Biz bunların bahsimizle ilgili en önemli kısmını teşkil eden, ehl-i sünnet ve ehl-i tasavvufun itikadi görüşlerine kısaca temas edip asıl konumuza devam edeceğiz. 

Ehl-i sünnet kelam âlimlerinin genel kanaati: İlâhî Sıfatlar Zatın aynı olmadığı gibi gayrıda değildir.” Veya  “Cenab-ı Hakk’ın Sıfatları Zât üzerine zaittir.” (yani ilave edilmiş)104 derler. Bu konuda Bediüzzaman Hz. İ.İcaz isimli eserindeki Besmelenin tefsirinde özetle şöyle der:

هِ daki lafza-yı celal olan اَللّه Allah lafzı Zat’a bakar. Lafza-yı celalin içindeki Vücûd, Kıdem, Beka, Muhâlefetün lil-havâdis, Kıyâm Bi-nefsihî, Vahdâniyet gibi, selbî veya tenzihî olan Sıfatlar için, sıfât-ı ayniye der.  Sıfât-ı ayniye tabirinden tenzihi sıfatların Allah’ın Zâtının aynısı olduğu anlaşılıyor. Bu selbi veya tenzihi olan sıfatlar, Zat-ı Akdesi, her türlü eksik, kusur, acz ve noksanlık gibi, meayıbtan tenzih etmek içindir.

 الرَّحِيم er-Rahim fiilî olan sıfât-ı gayriyeye îmadır. Yani Canab-ı Hakk’ın, kudret sıfatının muhtelif mevcudat üzendeki tecellilerine ve tasarruflarına denilir. (rızıklandırma, şifa, Muhyî ve Mûmit  gibi)

اَلرَّحْمن  er-Rahman isminin içindeki Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Tekvin, Sem, Basar ve Kelâm gibi yedi sıfat için ise Ne ayni, ne de gayri olan sıfatlara ancak birer remiz olduğunu söyler.105

“Soru: Bir şey diğer bir şeyin aynı değilse gayri olması, gayri değilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre bu iki cümle arasındaki zıddiyet açık bir tenakuz değil midir?  

Cevap: Değildir çünkü: Ehl-i Sünnet âlimleri: “Sıfat zatın aynı değildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezile kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar.  “Gayrı değildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düşüncesinden kaçınmışlardır. Veya: “Gayri değildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Hz. İsa (A.s) bedeninde maddileştiren Hıristiyanların yanlış inançlarından (teslis) kaçınmak istemişlerdir.”106

Ehl-i sünnet âlimlerinin bu konuya yaklaşımlarında çok az bir kanaat farkı olsa da hepsi de: “Bu sıfatlara bilâ keyf ve bilâ teşbih “mahiyetini sormaksızın ve teşbihte bulunmaksızın” inanmak gerekir derler.)107

Tasavvuf ehli ise: Genel olarak isim ve sıfatların Zat’ın aynı olduğuna inanırlar.

Özellikle vahdet-i vücud görüşünü ilk defa ortaya atan Muhyiddin-i Arabî bu görüştedir. 108 Bazı araştırmacılara göre, Mevlana Hz. de Muhyiddin-i Arabi’nin vahdet-i vücud görüşünden etkilenerek, Onun yüksek irfan sahiplerine hitab eden görüşlerini hikâye ve temsillerle halkın seviyesine indirerek anlaşılır kılmıştır.109 Mevlana Hz. bu etkilenmenin tabii sonucu olarak, Sıfatların Zat’a nisbeti meselesinde Muhyiddin-i Arabi gibi düşündüğü anlaşılıyor.110

Çünkü Mevlana Hz. bu görüşüne müsteniden, Mesnevi külliyatında, Cenab-ı Hakk ile ilgili getirdiği birçok temsil, teşbih ve hikâyelerinde sıfatlardan kısmen bahsetmekle beraber, Zât ve sıfat ayırımı yapmaz. Bazı yerlerde kısaca temas etmekle yetinir. Bu tercih ise onun içinde bulunduğu tasavvuf ekolunun tabii bir sonucu olarak anlaşılmaktadır. 

Hâlbuki Buhârî ve Müslim gibi kaynaklarda yer alan birkısım “Hadislerde (ise) açıkça sıfat kavramı geçer ve zat-sıfat ayrımı yapılır. Bu hadislerde “Zatullah” terkibi kullanılmış; Allaha ilim, kudret, kelam yed, kadem, hicab, yakınlık, nüzul, istiva, gibi sıfat ve filler nisbet edilmiştir.”111

Ehl-i sünnet itikadına bağlı olan Bediüzzaman ’ın eserlerinde ise bazen misal getirmeden doğrudan doğruya Canab-ı Hakkın Zâtı ve sıfatlarının arasını çok açık bir şekilde ayırarak kâinattaki tecelli ve tezahürlerinden bahseder. Bazen de isim ve sıfatların Zat’a olan nisbeti ile kâinatı nasıl idare ettiğine dair temsil ve teşbihler getirir. R. Nur külliyatında çokça yer alan güneş misali ile sultan ve padişah misalleri sıfatların Zat’a olan nisbeti ile ilgilidir.

Mevcud-u meçhul:

Mesela: Mesnevi Nuriye’de Zâtın ve sıfatların ayrı ayrı ele alındığı bir bölümde derki:Cenab-ı Hakk’a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. 

Ancak Zât-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o ünvandan tulû’ etmesi ağır gelmez.”112

Üstad Hazretlerinin “Zât-ı Akdes’i mevcud-u meçhul” diyerek ifade etmesi “Zât-ı Akdes’in” ancak selbi sıfatlarla bir derece ifade edilebileceğini, çünkü:  Zat’ının mevcut oluşu dışında, mahiyeti ile ilgili meçhuliyetten başka hiçbir bilgi yoktur. (Zaten bu hususta konuşmak ve bilgi edinmek hadislerde yasaklanmıştır.)

Zât-ı Akdes’in malûm ve maruf ciheti ise, Sıfât-ı vücudiyye ile ifade edilen Sıfât-ı sebadır: (Hayat, İlim, İrâde, Sem, Basar, Kudret, Kelâm, gibi)  Ancak bu sıfatlarla bir derece Zât-ı Akdes’i mülahaza etmek mümkün olabilmekte ve bunun dışında da Cenab-ı Hakk’ı hiçbir tanıma imkânı kalmamaktadır.  Yani O Zât-ı Akdes’e ancak esma ve sıfatlar penceresiyle ve dürbünüyle bir derece bakıla bilinir.113

Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.

Ve yine Bediüzzaman’ın Mektubat’ında yer alan bir soruda ise: “Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? Soruyor”.114 Bu mektubun devamında Muhyiddin-i Arabî diyor ki “Akıl, ancak Allah’ı var olması bakımından ve selbi sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilebilir. Hâlbuki keşf yoluyla Allah müşahade edilerek tanınır.”115

Fahreddin-i Râzî’ bu soruya nasıl bir cevap verdi, bilmiyoruz. Fakat Bediüzzaman Hz İlm-i Kelâm ulaması namına Muhyiddin-i Arabî’ye keşif yoluyla Allah’ı bilme metodunun hususi bir yol olduğu cihetiyle ümmet-i Muhammed’e Cadde-i kübra olamayacağını söyleyerek, şu kısa cevabı vermiş:

“Evet, İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. (Fakat) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır.”116

Hem de Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit:   “Medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmın da bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş,”117 der. 

Kuranda zât sıfat ayırımı:   

 Bediüzzaman Hz Sözler’de Besmelenin tefsirinde: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” (Şûrâ Sûresi,42: 11.ayet) ayetini tefsir ederken;  ayetin ilk cümlesini Zatî sıfatlarla ilgili, ikinci cümlesinin ise vücudî sıfatlarla ilgili olduğuna işaret ederek, birinci cümlede tenzih, ikinci cümlede teşbih olduğunu şu cümlelerle ifade eder: 

Birinci cümlede: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli, misali, olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz.” (Şûrâ Sûresi,42: 11.ayet) 

İkinci cümlede ise: وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” aynı manada diğer bir ayette de: 

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır.”118 (Rum Sûresi, 30: 27.)  ayetlerinin: “sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır”119 der.

İlâhî hakikatleri ifadede teşbih ve temsil:  

Mevlana’nın Mesnevisinde teşbih ve temsil ile ilgili şu örnek verilir. “Mesela: Toz şekeri tuza benzer, fakat o tuzlu değildir.” Cümlesinin birinci kısmı teşbih ikinci kısmı tenzihtir.”120

Şadi Eren hocamız ise aynı bahisle ilgili şöyle der: “İlâhî hakikatler (gerçekler)” ifadesiyle Cenab-ı Hakk’ın zat, sıfat, isim ve tasarruflarını kastediyoruz. “O’nun misli gibi bir şey yoktur.”[335] ayeti Cenab-ı Hakk’ın Zatı itibariyle misli olmadığını beyan eder. Bununla beraber “O Semi’dir, Basirdir. Ahirete inanmayanlar için kötü mesel var. Allah için ise, en güzel mesel.”[336] ayeti ise,

Allah için meseli kabul eder. Demek Cenab-ı Hak için misil olmamakla beraber, mesel vardır. Yani, O’nun dengi hiçbir şey yoktur. Ama O’nun tasarruflarına O’nun şanına uygun misallerle bakılabilir.

Allah için en güzel meselin olduğunu bildiren üstteki ayetle, “Allah’a emsal getirmeyin”[339] ayeti ilk nazarda birbirini nakz eder görülür. Hâlbuki “Allah’a emsal getirmeyin” ayeti, “O’nu başkalarına kıyaslamayın, O’nu mahlûkatına benzetmeyin” manası taşır.[340] 

Yaratan, yaratamayana benzer mi?”[341] ayetinin de belirttiği gibi, Hâlık ile mahlûk arasında bir benzerlik söz konusu değildir. “Fakat her ne kadar tamam-ı mahiyette muhalif de olsa, mahiyetten hariç olarak bazı sıfatlarda iştirak mümkündür. “Çünkü: isimde müşterek olmak mahiyette aynı olmayı gerektirmez.” 

“Yani, bazı mesel ve temsillerle Cenab-ı Hakk’ın sıfat, isim ve tasarruflarına bakılabilir. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki tasarrufu, bir padişahın tahta oturup memleketi idare etmesi misaliyle anlatılsa, daha kolay anlaşılır. Nitekim “Rahman Arş’a istiva etti” ayeti genelde bu şekilde tefsir edilmiştir.”121

Nur külliyatında Sıfatların Zat’a nisbetini özetle ifade edecek olursak:

  • “İlahi Sıfatlar, Zatın aynı olmadığı gibi gayrı da değildir.”122
  • Besmele, Şûrâ ve Rum Sûrelerindeki ayetlerden Üstadın yaptığı tefsire göre mahiyet ve keyfiyet açısından değilde, konuyu bir derece anlama, mülahaza ve müzakere edilebilirlik açısından;  Zat, sıfat ayrımı yapılabilinir.
  • Zâtına, şuunatına, sıfatlarına, esmasına ve ef’âline asla; nazîr, misil, misal, şebîh, şerîk getirilemez.123
  • Ancak; Zât, şuun, sıfat, esma ve ef’âlinin, tecellilerine ve kâinat üzerindeki tasarruflarını anlamak ve ifade etmek için mesel ve temsil getirilebilir.124
  • Mesel ve temsil ile şuunatına, sıfât ve esmasına bakılır. Şuunat, esma ve sıfât dürbün ve pencereleriyle de Zat’a bakılır.125
  • Getirilen mesel ve temsiller Zât, şuun, sıfat ve esmaların mahiyeti ile ilgili değildir. Zât, şuun, sıfat ve esmaların tecelli ve kâinat üzerindeki tasarruflarıyla ilgilidir. 
  • Çünkü: Zât-ı Akdes ve  “Sâni’-i Kâinat, kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.”126

Mevlana ve Bediüzzaman ın tefsirleri niçin çok etkilidir?

Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın sözleri bugün dünya üzerinde bir evrensel değer haline gelmiştir. Doğu dünyasında da batı dünyasında da Mevlânâ‘ya ve Bediüzzaman’ın eserlerine gösterilen ilgi gün geçtikçe artmakta ve geniş halk kitlelerini etkilemektedir. Onların sözlerinin çok farklı coğrafyalarda bu kadar etkileyici olmasının din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı gözetilmeksizin herkes tarafından kabul görmesinin çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenler de hiç şüphesiz onların sözlerinin etkileyiciliği kadar önemlidir. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla bu sebeblerin bir kısmı şunlardır:

 1.Her ikisi de doğrudan Kur’an’a ve sünnete yönelerek dinin bu iki kudsi kaynağını eserlerine ve hizmet prensiplerine birinci me’haz ve merci kabul etmişlerdir. Bu tercihi Bediüzzaman “me’hazdaki kuvvet (ve tesir) bin bürhan kuvvetindedir” diye ifade eder.

2. Ayrıca Mevlânâ ve Bediüzzaman her vesile ile Kur’ana ve sünnete olan hürmetlerini ve bağlılıklarını belirterek, asıl tesirin bu iki kaynaktan geldiğini ifade etmeleridir. Mesala:

Mevlânâ: “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım” beytiyle bunu dile getirmiştir. Bediüzzaman da aynı sözleri teyid ve tekrar etmekle beraber, “Ben Kur’an’ın elmas ve mücevherat dükkânının bir hizmetkârı hâdimi ve dellâlıyım” diyerek altı bin sahifelik külliyatının dörtte birini nübüvvete ve Resülü Ekrem (as) ayırmıştır.

3.Bediüzzaman, bu tesirin sebebiyle ilgili sorulan bir soruyu şöyle cevaplandırır:  “Neden senin Kur’an’dan yazdığın sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var, bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?

“Elcevap: -Güzel bir cevaptır- şeref, i’câz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bila-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünkü yazılan sözler (Nur risaleleri) tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil, tahkikdir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâva değil, dâva içinde burhandır.” 

4.Bazı araştırmacıların Mevlânânın Mesnevi’sindeki hikâyelerin etkileriyle ilgili tespitlerine göre özetle: Mevlânâ, Mesnevi’sinde yer alan uzun bir hikâyede Yahudi bir vezirin bilinçli olarak Hıristiyanlığı nasıl tahrif ettiği anlatılır. Yine Fîhi Ma Fih‘de Hıristiyanların hz İsa ‘as ile ilgili inançlarını eleştiren önemli bir pasaj yer alır. Mevlânâ da aslında kelamcılarla benzer bir şeyi yani hali hazırdaki “Hıristiyanlığın” Hz. İsa’nın (as) gerçek tebliğ ettiği dini olmadığını ve İsa’nın (as) İlah olmadığını söyler. 

Ama bunu hikâyede karikatürize bir dille anlattığı ve kelamcılar kadar sert bir dil kullanmadığı için onlar kadar tepki çekmez. Aksine Mevlânâ’nın bu hoşgörüsü onların eleştirilerini bastırır ve kelamcıların ördüğü kalın duvarların yıkılmasına neden olur. Onun amacı muhatabının pabucunu pazara çıkarmak değil, muhatabını anlamak ve yanlışlığını göstermektir.”127

Bediüzzaman’ın R.Nur külliyatında ise Kur’ani bir usul olan kavl-i leyyin ana prensiptir. Muhatabı önce ilmi ve akli delillerle izah, isbat ve iknaa çalışır. Bütün bunlara rağmen muhatab küfr-i inadi ile ikna olmuyorsa o zaman ilzama başvurulur. Yani ilzam etmek istisnai bir durumdur.

5. “Özellikle Mesnevî‘de Mevlânâ‘nın anlattığı hikâyelerde hemen hemen her hikâyede Kur‘an‘a direk veya dolaylı olarak bir işaret mevcuttur. Hatta bu noktada Mesnevî‘nin manzum Kur‘an Tefsiri olduğu düşünceleri de ileri sürülmüştür. 

Mevlânâ‘nın etkisinin nedenlerinden birisi de çeşitli bilim dallarına olan geniş ve derin hâkimiyetidir. Mevlânâ âlim olmasının yanında aynı zamanda arif, fakih, vâiz, filozof vasıflarını da taşımaktadır. Mevlânâ, örneğin felsefeyi kabul etmemekle birlikte felsefeyi en iyi şekilde bilmekte ve bunu eserlerinde kullanmaktadır. Felsefi konuları en güzel bir şekilde irdelemekte ve düşüncelerini bu yolla ifade etmektedir”128

6. Bediüzzaman’ın kendi tanımlaması ile onun şuhudî tefsirinde ise: “Ne sarf ve nahiv gibi dil ıstılahları, ne akıl, mantık, kelâm ve felsefe ilimlerinin terimleri; ne de fıkıh, usul ve maksat ilimlerine dair mezheplerin tafsilatı vardır. Ayrıca onda tasavvuf ve tarikatların detayları da ve tarihî çekişmelerin ayrıntıları da bulunmaz. Hem âyetlerin sebeb-i nüzullerine ve dinlerin mukayesesine de rastlanmaz. 

Bilinen tefsirlerin, özellikle eskiden yazılanların içi pek çok ilimlerle doludur. Fakat bu ilimler Kur’ân-ı Hakîm’in üzerinde kalın bir örtü teşkil ediyor. Bu örtü onun kendisine, nuruna, maksatlarına, kâinata ve insana yönelik bakış açısına ve insanların kalplerine İlâhî bir üslûp ile nüfuz eden şer’î kanunlarına ulaşmaya engel oluyor.”129

Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın çok etkili olma sebeplerinden birisi de onların, ufuklarının ve bakış açılarının lokal olmayıp, bütün insanlığı kuşatacak kadar geniş olmalarıyla ilgilidir. Çünkü “Mevlânâ (akıldan ziyade duygu ve hissiyatlara) hitap ettiğinden her kesimden insan kendinden bir şeyler bulmaktadır. 

Bu sözlerin adeta kendi duygularının ifadesi olduğunu hissetmektedir. Mevlânâ bunu şu şekilde ifade eder: Yetmiş iki milletten insan, sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz. veya Bir pergel misali bir ayağım İslam’da sabit dururken diğeri 72 milleti dolaşır.130

Bediüzzaman ise irşad ve tebliğ noktasında bütün insanlara ulaşmayı iki merhalede mütalaa eder. Önce bütün semavi dinleri kapsayan; kim olursa olsun madem imanı var o noktada kardeşimizdir, onlarla mutlak küfre karşı ittifak etmek lazımdır, der. 

Sonra da “İnsan, fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken ihtiyarsız dalalet, başına düşer; hakikat zannederek başına”131 giydiğini söyleyerek onlara da doğru tebliğ ve temsilin yapılmasını şu cümlelerle ifade eder. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlarında fevc fevc dâhil olacakları” gibi..

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”132

Hem fıtraten her zaman, hakkı arayan: “Nev’-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddi veya manevi bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi ruy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri Kur’an-ı mucizul beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar”133 der. 

Risale-i Nur’da Kuran kıssaları ve peygamber mucizeleri nasıl güncellenmiştir?

A-  Risale-i Nur’da: “Kıssaların teferruatını, hikâyelerin tamamını göremezsiniz. Fakat o kıssaların ana felsefesini ana temasını belki en önemlisi, hikmetini çok iyi kavrarsınız.

B- Âdem (As) hikâyesinin tamamı yoktur amma Onun kulluk vazifesi için dünyaya gönderilişini cevap olarak idrak edebilirsiniz. (12, Mektup, R.N.Küll,71)  

C- Eyyub (as) kıssasını tam bulamazsınız. Fakat hastalığın büyük hikmetini ve günahların insanı imandan nasıl uzaklaştırdığını, sabrın doğru kullanışını tam tamına kavrarsınız. (R.N.Küll,580)  

D- Yunus (as) kısasından yine birkaç kelime ile işin özünü anlar, Rahman ve Rahim olan, ilmi ve hikmeti sonsuz bir Zata itiraz etmemeyi, hikmetiyle kabul eder, siz de Mevlam görelim neyler, (Neylerse güzel eyler) demeyi bütün manasıyla yaşayarak diyebilir, rükû, secde ve namaz sonrası tesbihatta subhanallah derken bu hali (sizde) bütün lezzet ve haşmetiyle yaşayabilirsiniz. (R.N.Küll,579)”134

Bediüzzaman ve Mevlana’nın imanî ve İslâmî görüşleri ile temsil, teşbih ve hikâyelerinin farklılıklarına genel bakış:

1.Mesnevi’de hikâyeler genelde uzundur 10-15 sahifeyi bulanlar vardır. Bazen anlatılan bir hikâye içinde ikinci bir hikâye bile anlatıldığı olur. R.Nur daki hikâye ve teşbihler ise bir ikisi istisna edilirse genelde kısa hatta çok kısadır iki ve üç cümlede biten hikâyeler bile vardır. Hikâye metni adeta geçiştirilir. Çünkü temsil getirmekten maksat kıssalardan alınacak hisseler ve hikmetlerdir. 

2.Mevlana teşbih ve temsillerinde karşılıklı konuşmalar insanların dışında sadece hayvan figürleri ile sınırlı iken, Bediüzzaman da ise, genel olarak insanlar arasında cereyan etmekle beraber canlı cansız maddi ve manevi bütün varlıklar konuşur veya konuşturulur. (özellikle Ayet ül Kübra ve 32. Söz’de)

-Mesela: Melek-i ra’d olan İsrafil (as) baharda nefh-i sur nev’inden gök gürültüsü ve şimşeğin gümbürtüsüyle yağmura bağırmasından,  yağmurun şıpıltılarına, denizlerin dalgalarına, dağların tekbirlerine,  rüzgârların hu hularına Kuşların cıvıltısına,   yaprakların hem hemelerine, kedilerin mırmırlarına, bülbülün nağmelerinden,  ahırdaki atın kişnemesine kadar her şey, hem mütekellimdir hemde müsebbih.  

“Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve enva’ının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.”135

3.Mevlana Mesnevisindeki iç disiplini sağlama amaçlı ahlaki hikâye ve temsillerin,  bir kısmı şeyh- murid ilişkisi ve bu yakınlığın hiyerarşik yapısıyla ilgilidir. R. Nur’un bu husustaki temsil ve teşbihleri, şeyh -mürit ilişkisi veya hoca- talebe ilişkisinden ziyade uhuvvet ve ihlas düsturları çerçevesinde cereyan eder.

4.Bediüzzaman: Cenab-ı Hakkın mutlak ve muhit olan, ilim, irade, kudret ve saltanatı karşısında, aciz, zayıf ve fakir olan insanın itaat etmesi gerektiğini, padişah, sultan ve askerlikle ilgili, misaller vermiştir. Çünkü bu misaller, herkesin gerçek hayatta yaşadığı ve karşılığı olan misallerdir. O bu misallerle Allah ile kul arasındaki nisbeti mücerret manadan müşahhas bir alana taşımıştır.

5. R. Nurdaki hikâye, temsil ve teşbihlerin nihai hedefi iman hakikatları nın akla yaklaştırılmasıyla, akrebiyetin inkişaf ettirilerek esma ve sıfatlara yolculuk yaptırmaktır.136 Mevlana Mesnevisindeki misallerinde ise kurbiyet esasları ve prensipleriyle saliki, Zat’a yolculuk yaptırmayı nihai hedef ittihaz eder.

6.R. Nur’daki kurbiyet ve akrebiyet yolculuklarıyla Canab-ı hakkın mekândan münezzeh oluşuyla ilgili en çok güneş misali verilir. Çünkü zatın sıfatlara olan nisbeti ile kâinat üzerindeki tasarrufunu anlatan herkesin anlayabileceği en güzel temsil güneş misalidir.           

7.Bediüzzaman hazretlerinin bütün temsil, teşbih ve temsili hikâyelerinde “Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir” prensibiyle genel âdab-ı mueşeret kaidelerine ve mahremiyete çok dikkat edilir. Mevlana Hz. ise bu konuda daha rahat davranır. Eserlerinde ekseriyetle derin hikmetli temsiller olmakla beraber, bazende daha geniş kesimlere ulaşabilmek için; el âlem ne der kaygısından uzak, mizahtan, müstehcenliğe varan birkısım temsiller vermekten çekinmez. Çünkü o gelecekte eserlerinin birçok yerlerde okunacağını (hatta işret meclislerinde bile) söyler.

8.Bediüzzaman’ın eserlerinde şatahat sayılabilecek hiçbir cümlesine rastlanmaz. Zat, sıfat ve şuunatına ait bazı kudsi manaları zikrederken çok dikkatlidir. Su-i telakkiye yol açabilecek ifadelerden şiddetle kaçınır. Zat, sıfat ve şuunata ait bazı kudsi manaları bazan çok kısa olarak zikrederken de  “tabiri caiz ise veya tabirine mezun olmadığımız” gibi temkin cümleleri kurar. 

Mevlana Hz. ise içinde bulunduğu tasavvuf ekolu ve aşk meşrebi gereği kendisinden zahiri şeriata uymayan ancak “şatahat” sayılabilecek bazı sözle rastlanır. Mesela: “Hak yolunun yolcusu küfürden de, dinden de beridir. Gönlüme baktım: Allah‘ı orada buldum. Yoksa başka yerde değil. Ben ne Hıristiyan‘ım, ne Musevi, ne de Zerdüşt, ne de Müslüman. Ne şarktanım, ne Garptanım, ne topraktan, ne de denizden. İkiliği bir yana attım. İkinin bir ettiğini gördüm. Bir‘i arar, Bir‘i yaşar, Bir‘i çağırırım ben. Maksadım da birle bir olmaktır” der.137

Dipnotlar

1. Mesnevi Nuriye. 7
2. Sözler: 509
3. Sözler. 536
4. Asa-yı Musa. 126
5. Sözler. 185
6. Hakkı Bursevi Ruhul- Beyan. 3.Cilt: 236
7. Barla Lahikası: 130
8. Şerh-i Mesnevi. 9.cilt.45
9. İbrahim. Canan Hadis. Küllyt,1. Cilt,538
10. d.i.a: 43.cilt,74
11. Dr. Ali TENİK, Mevlânâ‘nın mutasavvıf şairlere etkisi. Harran Üniv İlahiyat Fakültesi Dergisi, Şanlıurfa 2007, Sayı: 18, s. 14-. 22
12. Prof. Dr. Şuayip Özdemir Mevlana’nın eğitimci kişiliği. Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu, 26-28 Ekim, Şanlıurfa, 2007. 5
13. Dr. Ali TENİK, Mevlânâ‘nın mutasavvıf şairlere etkisi. Harran Üniv İlahiyat Fakültesi Dergisi, Şanlıurfa 2007, Sayı: 18, s. 14-. 22
14. Dr. Hasan Almaz Mevlana’nın sözlerindeki çekiciliğinin nedenler. Uluslararası “Mevlana ve Mevlevilik” Sempozyumu, 26-28 Ekim 2007, Harran Üniversitesi, Şanlıurfa
15. Şualar. 727
16. Yrd. Doç. Dr. H. Serdar Mutlu. Toprağın ateşle semasında Mevlana. I.Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik. Sempozyumu-Harran Üniversitesi. 2007
17. Elmalı. H.Yazır.Hak Dili Kuran Dili.8. cilt.443- 9. Cilt.321- Prof. Dr. Bedreddin Çetiner. Esbab-ı Nüzûl.2. cilt. 925-959
18. Necmeddin Şahiner. Son Şahitler, 1/318
19. Sözler. 836
20. Mektubat.531
21. Sözler. 48.
22. Bilim fili: https // bilim fili. Com/ hikaye-okuma –evrensel bir-deneyim/ 15Ekim 2017
23. Lem’alar. 156
24. d.i.a: 40. cilt sh: 436
25. Âdem BALKAYA. turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/adem_balkaya_temsil_getirme_gelenegi_mevlana. Â BALKAYA – ‎2003
26. Tahir-i Mevlevi. Şerh-i Mesnevi. 7. Cilt: 487
27. Şadi Eren. Kur’an’da teşbih ve temsiller, SH.29
28. Sözler. 804
29. ,, . 272
30. Muhakemat. 44
31. Sözler: 765
32. ,, . 394
33. İ.İcaz. 304
34. Lamalar:165
35. Şadi Eren İ.İcaz tefsiri. Sh: 200
36. ,, ,, ,, ,, . 201
37. Şadi Eren. Kur’an’da teşbih ve temsiller. 18
38. d.i.a: 40. cilt Sh: 434
39. Şadi Eren Kur’an’da teşbih ve temsiller, SH: 30
40. ,, ,, ,, ,, ,, .31
41. Şadi eren İ.İcaz tefsiri. 226
42. Lamalar. 189
43. Şadi Eren. Kur’an’da teşbih ve temsiller, SH: 34
44. d.i.a.40.cilt, Sh: 281
45. ,, ,, ,, ,, . 282
46. ,, ,, ,, ,, . 284
47. ,, ,, ,, ,, . 284
48. İbrahim Canan Hadis. Küllyt,1. Cilt,340
49. Doç. Dr. İshak ÖZGEL. Şuhûdî tefsir. e-posta: ishakozgel@hotmail.com 19 Eylül 2015
50. d.i.a.40.cilt, sh:284
51. Tarihçe-i Hayat. 603
52. ,, ,, .161
53. İşarat-ül İ’caz. 226
54. Kastamonu Lahikası. 188
55. Mesnevi-i Nuriye. 75
56. d.i.a, 40.cilt, 284-285
57. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid www.risalehaber.com/baska-tefsirler-gibi-risale-i-nuru-da-kisaltmak-istedim-basarama..24 Eki 2017 – RİSALEHABER
58. Doç. Dr. İshak Özge.(Şuhûdî tefsir) e-posta: ishakozgel@hotmail.com) 19 Eylül 2015
59. ,, ,, ,, ,, ,,
60. Mesnevi-i Nuriye. 108
61. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı. https://www.byv.org.tr/islam-ve-modernite-karsilastirması. 2 Mart. 2015
62. Prof. İsmail Hacınebioğlu…
63. Şualar.132
64. Prof. Himmet Uç. https://www.risalehaber.com/risale-i-nurda-modern-sanat-78533h.htm
65. İ.Rabbani. Mebde ve Mead:Terc. Mustafa Özgen. Sh. 143-144-145. Yasin-yayınevi.
66. Sözler. 583
67. Lemalar. 127-257-341-351
68. Tahir-i Mevlevi. Şerh-i Mesnevi. 7. Cilt: 487
69. İ.Gazzali. Kur’an Cevherleri. Terc. Ömer Türker. Sh. 66 hayyKitap.
70. Mesnevi Nuriye. 223
71. Kastamonu Lahikası: 77
72. Emirdağ Lahikası 2. 118
73. Mektubat. 375
74. Kastamonu Lahikası. 210
75. Şualar.711
76. ,, 690
77. ,, 714
78. Emirdağ Lahikası-1. 129
79. Lem’alar. 274
80. Kastamonu Lahikası. 11
81. ,, ,, ,,
82. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. 74
83. Mesnevi-i Nuriye: 75
84. ,, ,, 180
85. ,, ,, 320
86. ,, ,,. 213
87. ,, ,, . 212
88. Barla Lahikası. 54
89. Emirdağ Lahikası-2. 104
90. İbrahim Canan. Hadis. Külliyat, 3. Cilt,216
91. İşarat-ül İ’caz: 115
92. Lem’alar. 128
93. Sünuhat-Tuluat-İşarat. 46
94. Mektubat: 330
95. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid www.risalehaber.com/baska-tefsirler-gibi-risale-i-nuru-da-kisaltmak-istedim-basarama..24 Eki 2017 – RİSALEHABER
96. Mektubat. 288
97. Divan-ı Harbi Örfi. 81
98. Prof. Dr. Himmet Uç http://www.risalehaber.com/kuranin-anlatiminda-mesafe-distans-ilkesi-17774yy.htm. 26. Aralık. 2015
99. Mektubat. 373
100. Tarihçe-i Hayat. 199
101. Mektubat. 466
102. Tahir-i Mevlevi. Şerh-i Mesnevi, 4. Cilt,1262
103. d.i.a 2. Cilt,491
104. Aliyyül_Kâri Şerhi: Fıkh-ı Ekber. İmam-azam: 79
105. İşarat-ül İ’caz. 15
106. http://www.ihvanlar.net/2015.09.21/allahin-zati-ve-subuti-sifatlari/
107. Bünyamin Duran, İ.Gazali: 93
108. Dr. Mustafa Özgen. Tercüme. İmam-ı Rabbani. Mebde ve Mead, sh,74 Yasin Yay.2012,baskı
109. d.i.a.29.cilt,445
110. Şerh-i Mesnevi. 8. Cilt.849
111. d.i.a. 37.cilt,101
112. Mesnevi-i Nuriye. 131
113. Sözler. 262
114. Mektubat. 330
115. d.i.a.2.cilt,477
116. Mektubat. 330
117. Kastamonu Lahikası. 228
118. Rum Sûresi, 30:27.
119. Sözler. 14
120. Tahir-i Mevlevi, Şerh-i Mesnevi. 7. Cilt: 561
121. Şadi Eren. Kur’an’da teşbih ve temsiller, SH: 34,51
122. İ.İcaz.33
123. Sözler. 14
124. ,, . ,,
125. ,, .127-262
126. Mektubat. 249
127. Dr. Cengiz BATUK. https://media.turuz.com/…/0258-Mitolojya_Ve_Hermenotik_Sorunu-Rudolf_Bultman… 2010 yılında “Dinleri Anlamada Fenomenolojik Yöntem Sorunu” adlı tez.
128. Dr. Hasan ALMAZ. Mevlana’nın sözlerindeki çekiciliğin nedenleri. Uluslar arası “Mevlana ve Mevlevilik” Sempozyumu, 26-28 Ekim 2007, Harran Üniversitesi, Şanlıurfa
129. Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid. www.risalehaber.com/baska-tefsirler-gibi-risale-i-nuru-da-kisaltmak-istedim-basarama…24 Eki 2017 – RİSALEHABER
130. Dr. Hasan ALMAZ. Mevlana’nın sözlerindeki çekiciliğin nedenleri. Uluslar arası “Mevlana ve Mevlevilik” Sempozyumu, 26-28 Ekim 2007, Harran Üniversitesi, Şanlıurfa
131. Mesnevi-i Nuriye. 249
132. Tarihçe-i Hayat. 84
133. Hutbe-i Şamiy. 24
134. Halil Köprücüoğlu wwwsempozyum.com
135. Mektubat. 287
136. Sözler. 16-24
137. Erdem Prof. Dr. U. Erdem IŞIKAN. Mevlana ve özgür düşünce. * Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Uluslararası Mevlâna ve Mevlevilik Sempozyumu 26–28 Ekim 2007

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Feto’nun Dümen Suyuna Giren Dininden Olur

Feto’nun Dümen Suyuna Giren Dinsiz Olur 15 Temmuz 2016 Tarihi sadece Türk Milleti açısından değil …

Kapat