Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR'DAN / Mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) dairdir – XII / Mektubat; 19. Mektub; 16. İşaret

Mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) dairdir – XII / Mektubat; 19. Mektub; 16. İşaret

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

On Dokuzuncu Mektup

On Altıncı İşaret

İrhasat denilen, bi’set-i nübüvvetten evvel fakat nübüvvetle alâkadar olarak vücuda gelen hârikalar dahi delail-i nübüvvettir. Şu da üç kısımdır:

BİRİNCİ KISIM: Nass-ı Kur’an’la; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuf-u enbiyanın, nübüvvet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâma dair verdikleri haberdir.

Evet, madem o kitaplar semavîdirler ve madem o kitap sahipleri enbiyadırlar; elbette ve herhalde onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nur ile ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri, zarurî ve kat’îdir.

Evet, küçük hâdiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı haber vermemek kabil midir?

İşte madem bilbedahe haber verecekler, herhalde ya tekzip edecekler tâ ki dinlerini tahripten ve kitaplarını neshten kurtarsınlar veya tasdik edecekler tâ ki o hakikatli zat ile dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzip emaresi hiçbir kitapta yoktur. Öyle ise tasdik vardır.

Madem mutlak bir surette tasdik vardır ve madem şu tasdikin vücudunu iktiza eden kat’î bir illet ve esaslı bir sebep vardır, biz dahi o tasdikin vücuduna delâlet eden üç hüccet-i kātıa ile ispat edeceğiz:

Birinci Hüccet: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Kur’an’ın lisanıyla onlara der ki: “Kitaplarınızda, benim tasdikim ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.”

قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ ۞ قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبٖينَ

gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor. “Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; biz çoluk ve çocuğumuzu alıp Cenab-ı Hakk’ın dergâhına el açıp yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz!” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrani bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inatlı ve hasedli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilan edeceklerdi.

Hem demiş: “Ya yanlışımı bulunuz veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim!” Halbuki bunlar, harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsaydı onlar kurtulurlardı.

İkinci Hüccet: Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri; Kur’an gibi i’cazları olmadığından hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabani kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur) kütüb-ü sâbıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasâra ulemasına ispat ederek iskât etmiş.

İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî rahmetullahi aleyh o kitaplardan yüz on dört delil nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. “Risale-i Hamîdiye”de yazmış. O risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse ona müracaat eder, görür.

Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasâra uleması, ikrar ve itiraf etmişler ki: “Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın evsafı yazılıdır.” Evet, gayr-ı müslim olarak başta meşhur Rum meliklerinden Hirakl itiraf etmiş, demiş ki: “Evet İsa aleyhisselâm, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan haber veriyor.”

Hem Rum meliki Mukavkis namında Mısır hâkimi ve ulema-i Yehud’un en meşhurlarından İbn-i Suriya ve İbn-i Ahtab ve onun kardeşi Kâ’b Bin Esed ve Zübeyr Bin Bâtıya gibi meşhur ulema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki: “Evet, kitaplarımızda onun evsafı vardır, ondan bahsediyorlar.”

Hem Yehud’un meşhur ulemasından ve Nasâra’nın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsaf-ı Muhammediyeyi (asm) gördükten sonra inadı terk edip imana gelenler, evsafını Tevrat ve İncil’de göstermişler ve sair Yahudi ve Nasrani ulemasını onunla ilzam etmişler.

Ezcümle, meşhur Abdullah İbn-i Selâm ve Vehb İbn-i Münebbih ve Ebî Yâsir ve Şâmul (ki bu zat, Melik-i Yemen Tübba’ zamanında idi. Tübba’ nasıl gıyaben ve bi’setten evvel iman getirmiş, Şâmul de öyle.) ve Sa’ye’nin iki oğlu olan Esid ve Sa’lebe ki İbn-i Heyban denilen bir ârif-i billah bi’setten evvel Benî-Nadîr kabilesine misafir olmuş. قَرٖيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هٰذَا دَارُ هِجْرَتِهٖ demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile harp ettikleri zaman Esid ve Sa’lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar: وَاللّٰهِ هُوَ الَّذٖى عَهَدَ اِلَيْكُمْ فٖيهِ ابْنُ هَيْبَانْ Yani “İbn-i Heyban’ın haber verdiği zat budur, onunla harp etmeyiniz!” Fakat onlar onları dinlemediler, belalarını buldular.

Hem ulema-i Yehud’dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’bü’l-Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarında gördüklerinden imana gelmişler; sair imana gelmeyenleri de ilzam etmişler.

Hem ulema-i Nasâra’dan, bahsi geçen meşhur Buheyra-i Rahip ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşında idi. Buheyra-i Rahip onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. “Demek, aradığım adam orada kalmış!” Sonra adam göndermiş, onu da getirtmiş. Ebu Talib’e demiş: “Sen dön, Mekke’ye git! Yahudiler hasûddurlar, bunun evsafı Tevrat’ta mezkûrdur, hıyanet ederler.”

Hem Nasturu’l-Habeşe ve Habeş reisi olan Necaşî, evsaf-ı Muhammediyeyi (asm) kitaplarında gördükleri için beraber iman etmişler.

Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrani âlimi; evsafını görmüş, iman etmiş; Rumlar içinde ilan etmiş, şehit edilmiş.

Hem Nasrani rüesasından Hâris İbn-i Ebî Şümeri’l-Gasanî ve Şam’ın büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlya ve Hirakl ve İbn-i Natur ve Cârud gibi meşhur zatlar, kitaplarında evsafını görmüşler ve iman etmişler. Yalnız Hirakl, dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.

Hem bunlar gibi Selmanü’l-Farisî, o da evvel Nasrani idi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsafını gördükten sonra, onu arıyordu.

Hem Temim namında mühim bir âlim hem meşhur Habeş reisi Necaşî hem Habeş Nasâra’sı hem Necran papazları, bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik.”

Üçüncü Hüccet: İşte bir numune olarak Tevrat, İncil, Zebur’un Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma ait âyetlerinin birkaç numunesini göstereceğiz:

Birincisi, Zebur’da şöyle bir âyet var:

اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُقٖيمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ

“Mukîmü’s-Sünne” ise ism-i Ahmedîdir.

İncil’in âyeti:

قَالَ الْمَسٖيحُ اِنّٖى ذَاهِبٌ اِلٰى اَبٖى وَ اَبٖيكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْلٖيطَا

Yani “Ben gidiyorum tâ size Faraklit gelsin!” Yani, Ahmed gelsin.

İncil’in ikinci bir âyeti:

اِنّٖى اَطْلُبُ مِنْ رَبّٖى فَارَقْلٖيطًا يَكُونُ مَعَكُمْ اِلَى الْاَبَدِ

Yani “Ben Rabb’imden, hakkı bâtıldan fark eden bir peygamberi istiyorum ki ebede kadar beraberinizde bulunsun.” Faraklit اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَ الْبَاطِلِ manasında Peygamber’in o kitaplarda ismidir.

Tevrat’ın âyeti:

اِنَّ اللّٰهَ قَالَ لِاِبْرَاهٖيمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَمٖيعِ وَيَدُ الْجَمٖيعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ

Yani “Hazret-i İsmail’in validesi olan Hacer, evlat sahibesi olacak ve onun evladından öyle birisi çıkacak ki o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşû ve itaatle ona açılacak.”

Tevrat’ın ikinci bir âyeti:

وَقَالَ يَا مُوسٰى اِنّٖى مُقٖيمٌ لَهُمْ نَبِيًّا مِنْ بَنٖى اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْرٖى قَوْلٖى فٖى فَمِهٖ وَالرَّجُلُ الَّذٖى لَايَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِىِّ الَّذٖى يَتَكَلَّمُ بِاِسْمٖى فَاَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ

Yani “Benî-İsrail’in kardeşleri olan Benî-İsmail’den senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım, benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”

Tevrat’ın üçüncü bir âyeti:

قَالَ مُوسٰى رَبِّ اِنّٖى اَجِدُ فِى التَّوْرٰيةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّتٖى قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ

İhtar: Muhammed ismi, o kitaplarda “Müşeffah” ve “El-Münhamenna” ve “Hımyata” gibi Süryanî isimler suretinde “Muhammed” manasındaki İbranî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarîh Muhammed ismi az vardı. Sarîh miktarını dahi hasûd Yahudiler tahrif etmişler.

Zebur’un âyeti:

يَا دَاوُدُ يَاْتٖى بَعْدَكَ نَبِىٌّ يُسَمّٰى اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ

Hem Abâdile-i Seb’adan ve kütüb-ü sâbıkada çok tetkikat yapan Abdullah İbn-i Amr İbni’l-Âs ve meşhur ulema-i Yehud’dan en evvel İslâm’a gelen Abdullah İbn-i Selâm ve meşhur Kâ’bü’l-Ahbar denilen Benî-İsrail’in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevrat’ta aynen şu gelecek âyeti ilan ederek göstermişler. Âyetin bir parçası şudur ki: Hz. Musa ile hitaptan sonra, gelecek peygambere hitaben şöyle diyor:

يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذٖيرًا وَحِرْزًا لِلْاُمِّيّٖينَ اَنْتَ عَبْدٖى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَلٖيظٍ وَلَا صَخَّابٍ فِى الْاَسْوَاقِ وَلَا يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتّٰى يُقٖيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

Tevrat’ın bir âyeti daha:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ بِالشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ

İşte şu âyette “Muhammed” lafzı, Muhammed manasında Süryanî bir isimde gelmiştir.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha:

اَنْتَ عَبْدٖى وَرَسُولٖى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ

İşte şu âyette, Benî-İshak’ın kardeşleri olan Benî-İsmail’den ve Hazret-i Musa’dan sonra gelen peygambere hitap ediyor.

Tevrat’ın diğer bir âyeti daha:

عَبْدِىَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَلٖيظٍ

İşte “Muhtar”ın manası, “Mustafa”dır hem ism-i Nebevîdir.

İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” unvanıyla müjde verdiği Nebi’nin tarifine dair: مَعَهُ قَضٖيبٌ مِنْ حَدٖيدٍ يُقَاتِلُ بِهٖ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ İşte şu âyet gösteriyor ki: “Sahibü’s-seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir.” Kadîb-i hadîd, kılınç demektir.

Hem ümmeti de onun gibi sahibü’s-seyf, yani cihada memur olacağını, Sure-i Feth’in âhirinde وَ مَثَلُهُمْ فِى الْاِنْجٖيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِهٖ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغٖيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, İncil’in şu âyeti gibi başka âyetlerine işaret edip Muhammed aleyhissalâtü vesselâm sahibü’s-seyf ve cihada memur olduğunu İncil ile beraber ilan ediyor.

Tevrat’ın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Babında şu âyet var: “Hak Teâlâ, Tûr-i Sina’dan ikbal edip bize Sâîr’den tulû etti ve Fâran Dağlarında zahir oldu.”

İşte şu âyet nasıl ki “Tûr-i Sina’da ikbal-i Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i Museviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan “Sâîr’den tulû-u Hak” fıkrasıyla, nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de bi’l-ittifak Hicaz Dağlarından ibaret olan “Fâran Dağlarından zuhur-u Hak” fıkrasıyla, bizzarure risalet-i Ahmediyeyi (asm) haber veriyor.

Hem Sure-i Feth’in âhirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ hükmünü tasdiken, Tevrat’ta Fâran Dağlarından zuhur eden peygamberin sahabeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin bayrakları beraberindedir ve onun sağındadır.” “Kudsîler” namıyla tavsif eder. Yani “Onun sahabeleri kudsî, salih evliyalardır.”

Eş’iya Peygamber’in kitabında, Kırk İkinci Babında şu âyet vardır: “Hak Sübhanehu âhir zamanda, kendinin ıstıfa-gerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona Ruhu’l-Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp din-i İlahîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi Ruhu’l-Emin’in talimi vechile nâsa talim eyleyecek ve beyne’n-nâs hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabb’in bana kable’l-vuku bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.”

İşte şu âyet gayet sarîh bir surette, Âhir Zaman Peygamberi olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın evsafını beyan ediyor.

Mişail namıyla müsemma Mihail Peygamber’in kitabının Dördüncü Babında şu âyet var: “Âhir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup orada Hakk’a ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhid’e ibadet ederler. Ona şirk etmezler.”

İşte şu âyet, zahir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.

Zebur’da Yetmiş İkinci Babında şu âyet var: “Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden, arzın makta’ ve müntehasına kadar mâlik ola.. ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler götüreler… Ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler… Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna… Ve envarı Medine’den mütenevvir ola… Ve zikri ebedü’l-âbâd devam ede… Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuddur. Onun adı, güneş durdukça münteşir ola…”

İşte şu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud aleyhisselâmdan sonra Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan başka hangi nebi gelmiş ki şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve her gün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envarı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?

Hem Türkçe Yuhanna İncili’nin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem, zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende, onun nesnesi aslâ yoktur!” İşte “Âlemin Reisi” tabiri “Fahr-i Âlem” demektir. Fahr-i Âlem unvanı ise Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın en meşhur unvanıdır.

Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i âlem ve insanlara hakiki teselli veren, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim gelmiş?

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: “Zira bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte “Âlemin Reisi” (Hâşiye[5]) elbette Seyyidü’l-beşer olan Ahmed-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve on üçüncü âyet: “Amma o Hak ruhu geldiği zaman, sizi bi’l-cümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bi’l-cümle işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.” İşte bu âyet sarîhtir. Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan başka kimdir ve kim olabilir?

Hem kütüb-ü enbiyada, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Muhammed, Ahmed, Muhtar manasında Süryanî ve İbranî isimleri var.

İşte Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed manasında “Müşeffah”tır. Hem Tevrat’ta yine Muhammed manasında “Münhamenna” hem Nebiyyü’l-Harem manasında “Hımyata” Zebur’da “El-Muhtar” ismiyle müsemmadır. Yine Tevrat’ta “El-Hâtemü’l-Hâtem” hem Tevrat’ta ve Zebur’da “Mukîmü’s-Sünne” hem Suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta “Mazmaz”dır. Hem Tevrat’ta “Ahyed”dir.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm demiş: اِسْمٖى فِى الْقُرْاٰنِ مُحَمَّدٌ وَ فِى الْاِنْجٖيلِ اَحْمَدُ وَ فِى التَّوْرٰيةِ اَحْيَدُ buyurmuştur.

Hem İncil’de, esma-i Nebevîden صَاحِبُ الْقَضٖيبِ وَ الْهَرَاوَةِ yani seyf ve asâ sahibi. Evet, sahibü’s-seyf enbiyalar içinde en büyüğü; ümmetiyle cihada memur, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdır.

Yine İncil’de “Sahibü’t-taç”tır. Evet “Sahibü’t-taç” unvanı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma mahsustur. Taç, amâme yani sarık demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran, kavm-i Arap’tır. İncil’de “Sahibü’t-taç” kat’î olarak “Resul-i Ekrem” aleyhissalâtü vesselâm demektir.

Hem İncil’de “El-Baraklit” veyahut “El-Faraklit” ki İncil tefsirlerinde “Hak ve bâtılı birbirinden tefrik eden hakperest” manası verilmiş ki sonra gelecek insanları, hakka sevk edecek zatın ismidir.

İncil’in bir yerinde, İsa aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim tâ dünyanın reisi gelsin.” Acaba Hazret-i İsa aleyhisselâmdan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsa aleyhisselâmın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim gelmiştir? Demek, Hazret-i İsa aleyhisselâm ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki: “Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben, onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.” Nasıl ki şu âyet-i kerîme:

وَاِذْ قَالَ عٖيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنٖٓى اِسْرَٓائٖيلَ اِنّٖى رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتٖى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُٓ اَحْمَدُ ([6])

Evet, İncil’de Hazret-i İsa aleyhisselâm, çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini ve o zatı da bazı isimler ile yâd ediyor. O isimler elbette Süryanî ve İbranîdirler. Ehl-i tahkik görmüşler. O isimler “Ahmed, Muhammed, Farikun beyne’l-hakk-ı ve’l-bâtıl” manasındadırlar. Demek İsa aleyhisselâm, çok defa Ahmed aleyhissalâtü vesselâmdan beşaret veriyor.

Sual: Eğer desen: “Neden Hazret-i İsa aleyhisselâm, her nebiden ziyade müjde veriyor; başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sureti azdır.”

Elcevap: Çünkü Ahmed aleyhissalâtü vesselâm, İsa aleyhisselâmı Yahudilerin müthiş tekzibinden ve müthiş iftiralarından ve dinini müthiş tahrifattan kurtarmakla beraber; İsa aleyhisselâmı tanımayan Benî-İsrail’in suubetli şeriatına mukabil, suhuletli ve câmi’ ve ahkâmca şeriat-ı İseviyenin noksanını ikmal edecek bir şeriat-ı âliyeye sahiptir. İşte onun için çok defa “Âlemin Reisi geliyor!” diye müjde veriyor.

İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var. Nasıl bir kısım numunelerini gösterdik. Hem çok namlar ile o kitaplarda mezkûrdur.

Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyada bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri, Âhir Zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan başka kim olabilir?

İKİNCİ KISIM irhasattan ve delail-i nübüvvetten maksat şudur ki: Bi’set-i Ahmediyeden evvel, zaman-ı fetrette kâhinler hem o zamanın bir derece evliya ve ârif-i billah olan bir kısım insanları; Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini haber vermişler ve ihbarlarını da neşretmişler, şiirleriyle gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur; biz, ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur ve münteşir olan bir kısmını zikredeceğiz. Ezcümle:

Yemen padişahlarından Tübba’ isminde bir melik, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsafını eski kitaplarda görmüş, iman etmiş. Şöyle bir şiirini ilan etmiş:

شَهِدْتُ عَلٰى اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّٰهِ بَارِى النَّسَمِ

فَلَوْ مُدَّ عُمْرٖى اِلٰى عُمْرِهٖ لَكُنْتُ وَزٖيرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ

Yani “Ben Ahmed’in (asm) risaletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim ona vezir ve ammizade olurdum.” Yani Ali gibi ona fedai bir hâdim olurdum.

İkincisi: Meşhur Kuss İbn-i Sâide ki kavm-i Arab’ın en meşhur ve mühim hatibi ve muvahhid bir zat-ı ruşen-zamirdir. İşte şu zat da bi’set-i Nebevîden evvel risalet-i Ahmediyeyi şu şiirle ilan ediyor:

اَرْسَلَ فٖينَا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ § صَلّٰى عَلَيْهِ اللّٰهُ مَا عَجَّ لَهُ رَكْبٌ وَ حُثَّ

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadından olan Kâ’b İbn-i Lüeyy, nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) ilham eseri olarak şöyle ilan etmiş:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبٖيرُهَا

Yani “Füc’eten, Muhammedü’n-Nebi gelecek, doğru haberleri verecek.”

Dördüncüsü: Yemen padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen, kütüb-ü sâbıkada Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın evsafını görmüş; iman etmiş, müştak olmuş idi. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ceddi Abdülmuttalib, Yemen’e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış. Onlara demiş ki:

اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ الْاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ

Yani “Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak!” Sonra gizli Abdülmuttalib’i çağırmış “O çocuğun ceddi de sensin.” diye kerametkârane, bi’setten evvel haber vermiş.

Beşincisi: Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş: بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنّٖى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عٖيسٰى

Yani “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa seninle müjde vermiş.”

Altıncısı: Askelânu’l-Hımyerî nam ârif-i billah, bi’setten evvel Kureyşîleri gördüğü vakit “İçinizde dava-yı nübüvvet eden var mı?” “Yok.” derlerdi. Sonra bi’set vaktinde yine sormuş; “Evet” demişler “Biri dava-yı nübüvvet ediyor.” Demiş: “İşte âlem onu bekliyor.”

Yedincisi: Nasâra ulema-yı be-namından İbnü’l-Alâ, bi’setten ve Peygamber’i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı görmüş, demiş:

وَالَّذٖى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى الْاِنْجٖيلِ وَبَشَّرَ بِكَ ابْنُ الْبَتُولِ

Yani “Ben senin sıfatını İncil’de gördüm, iman ettim. İbn-i Meryem, İncil’de senin geleceğini müjde etmiş.”

Sekizincisi: Bahsi geçen Habeş padişahı Necaşî demiş: لَيْتَ لٖى خِدْمَتَهُ بَدَلًا عَنْ هٰذِهِ السَّلْطَنَةِ Yani “Keşke şu saltanata bedel Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir.”

Şimdi ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra; gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kâhinler, pek sarîh bir surette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini ve nübüvvetini haber vermişler. Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve manevî tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. Onların uzun kıssalarını ve sözlerini siyer kitaplarına havale edip yalnız icmalen bahsedeceğiz.

Birincisi: Şıkk isminde meşhur bir kâhindir ki bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış. Âdeta yarım insan… İşte o kâhin, manevî tevatür derecesinde kat’î bir surette tarihlere geçmiş ki risalet-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı haber verip mükerreren söylemiştir.

İkincisi: Meşhur Şam kâhini Satih’tir ki kemiksiz, âdeta azasız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acube-i hilkat ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hattâ Kisra yani Fars padişahı gördüğü acib rüyayı ve veladet-i Ahmediye (asm) zamanında sarayın on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satih’ten sormak için Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satih demiş: “On dört zat sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte o, sizin din ve devletinizi kaldıracak!” mealinde Kisra’ya haber göndermiş. İşte o Satih, sarîh bir surette, Âhir Zaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş.

Hem kâhinlerden Sevad İbn-i Karibi’d-Devsî ve Hunafir ve Ef’asiye Necran ve Cizl İbn-i Cizli’l-Kindî ve İbn-i Halasate’d-Devsî ve Fatıma Bint-i Nu’man-ı Neccariye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitaplarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere; Âhir Zaman Peygamberinin geleceğini, o peygamber de Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğunu haber vermişler.

Hem Hazret-i Osman’ın akrabasından Sa’d İbn-i Bint-i Küreyz kâhinlik vasıtasıyla, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetini gaibden haber almış. Bidayet-i İslâmiyet’te Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e demiş ki: “Sen git iman et.” Osman bidayette gelmiş, iman etmiş. İşte o Sa’d, o vakıayı böyle bir şiir ile söylüyor:

هَدَى اللّٰهُ عُثْمَانًا بِقَوْلٖى اِلَى الَّتٖى بِهَا رُشْدُهُ وَ اللّٰهُ يَهْدٖى اِلَى الْحَقِّ

Hem kâhinler gibi; hâtif denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın geleceğini mükerreren haber vermişler.

Ezcümle, Zeyyab İbnü’l-Hâris’e hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslâm’ı olmuş:

يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ

بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلَا يُجَابُ

Yine bir hâtif-i cinnî, Sâmia İbn-i Karreti’l-Gatafanî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir: جَاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَ دُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ

Bu hâtiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.

Hem nasıl kâhinler, hâtifler haber vermişler, öyle de sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini haber vermişler.

Ezcümle, kıssa-i meşhuredendir ki Mâzen kabilesinin sanemi bağırıp demiş:

هٰذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ diyerek risalet-i Ahmediyeyi (asm) haber vermiş.

Hem Abbas İbn-i Mirdas’ın sebeb-i İslâmiyet’i olan meşhur vakıa şudur ki: Dımar namında bir sanemi varmış; o sanem, bir gün böyle bir ses vermiş:

اَوْدٰى ضِمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ

Yani “Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu, şimdi Muhammed’in beyanı gelmiş; daha o dalalet olamaz.”

Hazret-i Ömer, İslâmiyet’ten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:

يَا اٰلَ الذَّبٖيحِ اَمْرٌ نَجٖيحٌ رَجُلٌ فَصٖيحٌ يَقُولُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

İşte bu numuneler gibi çok vakıalar var, mevsuk kitaplar kabul edip nakletmişler.

Nasıl ki kâhinler, ârif-i billahlar, hâtifler, hattâ sanemler ve kurbanlar, risalet-i Ahmediyeyi (asm) haber vermişler; her bir hâdise dahi bir kısım insanların imanına sebep olmuş.

Öyle de bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında hatt-ı kadîm ile مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمٖينٌ gibi ibareler bulunmuş, onunla bir kısım insanlar imana gelmişler.

Evet, hatt-ı kadîm ile bazı taşlarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمٖينٌ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan ibarettir. Çünkü ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” tabirine liyakatleri yoktur.

ÜÇÜNCÜ KISIM irhasattan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın veladeti hengâmında vücuda gelen hârikalardır ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmiş. Hem bi’setten evvel bazı hâdiseler var ki doğrudan doğruya birer mu’cizesidir. Bunlar çoktur. Numune olarak meşhur olmuş ve eimme-i hadîs kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç numuneyi zikredeceğiz:

Birincisi: Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi hem annesinin yanında bulunan Osman İbni’l-Âs’ın annesi hem Abdurrahman İbn-i Avf’ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki üçü de demişler: “Veladeti anında biz öyle bir nur gördük ki o nur, maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı.”

İkincisi: O gece Kâbe’deki sanemlerin çoğu başı aşağı düşmüş.

Üçüncüsü: Meşhur Kisra’nın eyvanı yani saray-ı meşhuresi o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir.

Dördüncüsü: Sava’nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahr-Âbad’da bin senedir daima iş’al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ateşin veladet gecesinde sönmesi.

İşte şu üç dört hâdise işarettir ki o yeni dünyaya gelen zat; ateş-perestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahî ile olmayan şeylerin takdisini men’edecektir.

Beşincisi: Çendan veladet gecesinde değil fakat veladete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki (asm) Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ de nass-ı kat’î ile beyan edilen “Vak’a-i Fil”dir ki Kâbe’yi tahrip etmek için Ebrehe namında Habeş meliki gelip Fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları mağlup etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur.

İşte şu hâdise Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın delail-i nübüvvetindendir. Çünkü veladete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.

Altıncısı: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm küçüklüğünde Halîme-i Sa’diye’nin yanında iken, Halîme ve Halîme’nin zevcinin şehadetleriyle; güneşten rahatsız olmamak için çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.

Hem Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahip’in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.

Hem yine bi’setten evvel Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra’nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra’ya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”

Yedincisi: Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, bi’setten evvel bir ağacın altında oturdu; o yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.

Sekizincisi: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ufak iken, Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit o zat yemekte bulunmazsa tok olmuyorlardı. Şu hâdise hem meşhurdur hem kat’îdir.

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demiş: “Hiçbir vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm açlık ve susuzluktan şikayet etmedi, ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde.”

Dokuzuncusu: Murdiası olan Halîme-i Sa’diye’nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur hem kat’îdir.

Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübareğine ve libasına konmazdı. Nasıl ki evladından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (ks) dahi ceddinden o hali irsiyet almıştı, sinek ona da konmazdı.

Onuncusu: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyaya geldikten sonra, bâhusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki şu hâdise On Beşinci Söz’de kat’iyen bürhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir.

İşte madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına set çekmek lâzımdır ki vahye bir şüphe îras etmesinler ve vahye benzemesin.

Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’an hâtime çekmişti.

İşte eski zaman kâhinleri gibi şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa’da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise…

Elhasıl: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zatlar zahir olmuşlar.

Evet, dünyaya manen reis olacak (Hâşiye[7]) ve dünyanın manevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlukatının kıymetlerini ilan edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlakını ve muammasını açacak ve Hâlık-ı kâinat’ın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlık’ı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zat; elbette o daha gelmeden her şey her nevi her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlık’ı tarafından bildirilirse o da bildirecek. Nasıl ki sâbık işaretlerde ve misallerde gördük ki her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu’cizatını gösteriyorlar; mu’cize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Lâtif Nükteler

Risale-i Nur Külliyatından Lâtif Nükteler Müellifi Bediüzzaman Said Nursi   *** Sadakatta namdar, safvet-i kalbde …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Filipinler’den Hizmet Mektubu

Muhterem Ağabeyler, Elhamdulillah aynelyakin müşâhede ettiğimiz bir hususu arzetmek istedim: Hakikaten Üstadımızın beyan buyurdukları Tarihçe-i …

Kapat