Mufassal Tarihçe-i Hayat – 3

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bediüzzaman

Said-i Nursî

MUFASSAL TARİHÇE-İ HAYATI – 3

 

Abdülkadir BADILLI

***

Mufassal Târihçe-i Bediüzzaman III. Cild

ONİKİNCİ BÖLÜM

AFYON HAPİS FASLI

(23 Ocak 1948 – 20 Eylül 1949)

 

AFYON HAPİS HAYATI

(En ağır ve en uzun tecrid ve işkencelerin uygulandığı plânlı, ma’hud hadise)

Afyon hapis hadisesi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Emirdağ hayatının son aylarında kasd-ı mahsusla ihdas edilmiş ve nümûnelerini üstte gösterdiğimiz hadiseler behane edilerek, vücuda getirilmiştir. O bahaneler neticesinde tazyik ve ihanetlerle sıklaştırılmış ve nihayet 1948 yılının başında soğuk bir kış ve zemheririn en sert-soğuk günlerinde, ellerine kollarına kelepçeler vurularak Afyon’da tevkif edilmesiyle başlamıştır.

Evvela: 17.1.1948 günü Üstad Bediüzzaman ile birlikte, Emirdağ’ından on beş kadar Nur talebesi evlerinden, iş yerlerinden alınarak, Afyon vilâyet merkezine götürülmüş ve bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde(1) durdurulmuş, göstermelik isticvablar, sorgulamalar yapılmış.. ve nihayet 23.1.1948’de resmen tevkifleri kesilerek cezaevine konulmuşlardır.

Bu elim ve çok zâlimane hadise, umum Türkiye Müslüman halkının, özellikle milyonlarca Nur talebelerinin ciğerlerini sızlatmış ve ağlatmıştır. C.H.P iktidarının dine ve din ehline karşı tatbik ettiği benzeri muameleleri yanında. bu son hunharca ve çok merhametsiz olan o hadiseden, Türkiye çapında onlara karşı umumî bir nefret ve adavet uyandırmış ve belki de 1950 seçimlerinde hezimet-i fahişe ile mağlubiyetlerine sebeb olmuştur denilebilir.

Bu hadise tarihinden dört sene önce, aynı mes’eleler ve aynı maddelerle, Denizli’de hapsedilip mahkemeye verilen Bediüzzaman ve altmış dokuz Nur talebesi, o dâvadan ittifakla beraet etmiş ve bu beraet kararı Temyiz Mahkemesi 1. Ceza Dairesi’nce aynen ve ittifakla onaylanmış ve bil’umum Risale-i Nur kitapları sahiplerine iade edilmişti. Bu kaziye-i muhkeme halini alan umumî beraet kararına rağmen, C.H.P iktidarı idari koğuşturma adıyla, gizli dinsiz ve müfsid komitelerin oyununa gelerek, -beraet etmiş mazlum ve ma’sum olan Bediüzzaman’a beraet ve mahkeme ve temyiz kararlarını hiçe sayarak- Emirdağ’ında her türlü işkence, ihanet, keyfî ve kanunsuz muameleler uygulamakla kalmayıp, sonunda yetmişbeşlik ihtiyar, hasta, garip bir din âlimini, bir hakikat rehberini, bir istikamet önderini tekrar aynı eski maddeler ve uydurulmuş aynı bahanelerle alıp Afyon hapishanesinde sebebsiz bir şekilde yirmi ay tecrid içinde durdurmuşlardır.

(1)Avukat Hikmet Gönen’in ifadesinde, “bu otel Ankara palas otelinde” şeklindedir. (Bkz. Son Şahitler-3, S: 176

1552

Afyon hapis hadisesinde, taktik değiştirilerek, daha önceki hapislerinde olduğu gibi; ellerindeki büyük ve uzun listelere göre değil, daha çok yeni ve genç Nur talebelerini toplatma ve hapse tıkma şeklinde tezahür etmiştir. Bundan gayeleri ise; herhalde yeni ve tecrübesizlerden belki konuşturup bazı şeyleri ve hayalî bazı iddiaları tesbit eder, alırız idi. Afyon hapsine toplattırılan Nur talebeleri, bir çoğu yeni vilâyet ve yerlerdendi çünkü… Hem bu hadisede hedef, doğrudan doğruya Üstad’ın şahsiyeti idi.

Evet, yine başta Isparta olamak üzere Kastamonu, İstanbul(2) Safranbolu, Konya, Balıkesir, Kütahya, Aydın ve Afyon’dan yüzde doksanı yeni ve genç kırksekiz masum, Afyon hapishanesinde toplattırılmıştır.

AFYON HAPİS HADİSESİNİN UMUMİ BİR ŞEMASI

Tafsilâta girişmeden, vesika ve belgelerin ibrazına da geçmeden önce, bu elim, ciğer-sûz hadisenin genel bir haritasının tasvirini Hazret-i Üstad Bediüzzaman’dan dinleyelim.. Onbeşinci Rica’da şöyle diyor:

“…Sonra gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem dahiliye vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen Risaleler’i müsadereye başladılar. Nur şâkirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmi memurlar, hiç kimsenin inanmıyacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlâhiyye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: “Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizli’deki sıkıntınızdan bin derece ziyade, hem ferah, hem manevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlar’dan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurlar’ın fütûhatı gibi neticeler; size şekva yerinde binler şükrettirdi. Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi. O fânî saat-

(2) Bu defa İstanbul’dan sadece genç üniversiteli Nur talebelerinden Mustafa Ramazanoğlu ile Ziya Arun’u getirmişlerdi.

1553

leri bâkileştirdi. İnşaallah bu üçüncü medrese-i yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlar’dan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek.. ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmiyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün i’dam-ı ebedisi ile kabrin haps-i münferidine girip, dâimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fânî saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun!” diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle Elhamdülillah dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım. “Ya Rabbi onları ıslâh eyle'” diye dua ettim.

Bu yeni hadisede, ifademde dahiliye vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki: Risale-i Nur’a ve şâkirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinden imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki; “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.” O pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve serhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârane “Gel bunu imza et!” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi, bu acib yalanı kim imza edebilir?” onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.

İkinci bir numune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını beni gezdirmek için vermiş.. Ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdıyla ekser günlerde yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz vermiştim. Taki kaidem bozulmasın ve minnet altına girmiyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, “O at kimindir?” diye elli defa bizlerden hem Vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hadise-i siyasiye ve asayişe temas eden bir vakıâdır.. Hatta bu manasız soruşların kesilmesi için, iki zat, hamiyeten biri “At benimdir,” diğeri “Araba benimdir” dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler.

Bu numunelere kıyasen çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup, gülerek ağladık.. Ve anladık ki: Risale-i Nur’a ve şâkirtlerine ilişenler maskara olurlar…

O numunelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebeb: Emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müd-

1554

de-i umuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet Müdürü hesabına beni konuşturan bir polise; Eğer bin müdde-i umumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemiş isem, -üç defa-“Allah beni kahretsin” dedim.

Sonra bu sırada, bu soğukta en ziyade istirahata ve üşümemeye ve dünyayı duşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bir tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyika sevkedenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi.. Bir inayet imdada yetişti; manen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri aynı zulümlerinde, aynı adalet olan keder-i İlâhinin büyük bir hissesi var.. ve bu hapiste yiyecek rızkın var, o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım… Hikmet ve Rahmet-i rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki; bu hapistekileri nurlandırmak ve tesellî vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hadiseye karşı sabr içinde binler şükretmek lâzımdır. Hem senin nefsinin bilmediği kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine “bu tokada müstehak oldun” demelisin. Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı sâfdil ve vehham me’murları iğfal ile o zulme sevketmek suretiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur’un münafıklara vurduğu dehşetli manevî tokadlar. senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vasıta olan resmi memurlardır. Bu hisseye karşı, onların NurIar’a tenkid niyetiyle bakmalarında, ister istemez şüphesiz iman cihetinde istifadelerinin hatırı için وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla; onları affetmek bir uluvv-u cenablıktır.”

Ben de bu hakikatlı ihtardan kemal-i ferah ve şükür ile, bu yeni medrese-i Yusufiyede durmağa, hatta aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim. Hem benim gibi yetmişbeş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişden ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmişbin nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar.. ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama; kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır.. ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faydalıdır. Çünki, haricinde tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız Müdür ve Başgardiyan gibi bir iki zatın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşane taltifler, teselliler görür.

1555

Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada zaafiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının hâricinde bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârane dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım; Pek çok Müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârane bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi.

Birincisi: Benim ve Nurlar’ın gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde, hakkımdaki teveccüh-ü ammeyi kırmak ile Nur’un fütûhatına sedçekilir diye, bazı sâfdil ve resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı inayet-i ilâhiyye, Nurların iman hizmetine mukabil bir ikram olarak; O bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak,alâkadarane sizi istikbal ve teşyi’ ediyorlar. Hatta ikinci gün, ben müstantık dairesinde müdde-i umumînin suallerine cevab verirken, hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali, kemal-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile; “Bunları sıkmayınız!” dediklerini vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bakiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki; benim ehemmiyetsiz şahsıma imana bir parça hizmetkârlığım için haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci Hakikat: Emniyeti ihlâl tevehhümüyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü ammeyi kırmak kasdıyla, tahkirkârane aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil; hadsiz ehl-i hakikatın ve nesl-i âtinin takdirkârane alkışlamaları var, diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şâkirtleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi te’mine çalışıyorki; pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları; emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.. ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkiki ile, Nur’u okuyan her

1556

adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar”

Bunun bir numunesi Denizli hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaâtli, dindarane bir salâh-ı hal aldılar ki; üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nafi’ bir uzv-u olmaya başladı. Hatta resmi memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız. Ta onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış.. veya bilerek veya bilmiyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz: Madem ölüm öldürülmüyor ” ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telâşla kafile, kafile toprak arkasına girip kayboluyor… Elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette çekeceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün idam-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fânî zevkler, bakî ve elim elemlere dönecek.

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon Velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gâzilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-ı İslâmiyete bazen “Târikat” namını takıp ve o güneşin tek bir şûa’ı olan tarikat meşrebini, o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-ı Kur’aniyeye ve hakik-i imaniyeye te’sirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçı ve siyasî cemiyetçi”namını vererek,aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem onlara hem onları aleyhimizde dinliyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde de dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsi hakikata başımız dahi feda olsun. Dünvayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zendekaya teslim-i silah etmiyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmiyecekler inşaallah!..(3)”

(3) Lemalar: Envar Neşriyat S:258

1557

AFYON HAPSİNE TOPLATTIRILAN MAZLUM NUR TALEBELERİNİN İSİM VE KÜNYELERİ

Arzedeceğimiz bu liste, Afyon sorgu mahkemesince 26.5.1948’de verilen gerekçeli uzun kararnameden alınmıştır. Bizdeki “Denizli Afyon dosyasında” mevcuttur.

İSİM LİSTESİ

İSMİ D.T. BABA ADI ANNE ADI MEMLEKETİ İŞİ T.TARİHİ

S.Nursi Bediüzzaman 1293 Mirza Nuriye Bitlis Yok 23.1.948

Halil Çalışkan 1930 Osman Sultan Emirdağı Terzi 23.1.948

Mehmet Çalışkan Osman Sultan Emirdağı Bakkal 23.1.948

Osman Çalışkan Osman Sultan Emirdağı 23.1.948

Hasan Çalışkan Osman Sultan Emirdağı 23.1.948

Mustafa Acet 23.1.948

Ceylan Çalışkan Mehmet 23.1.948

Hıfzı Bayram (4)

İ.Ethem Talas 1313 Adem Şehriban Balıkesir İmam

Husrev Altınbaşak 1313 Mehmet Ayşe Isparta 17.2.948

Burhan Çakın 1310 İsmail Sıddıka Isparta Berber 17.2.948

Tahiri Mutlu 1316 H.Hüsnü Zeynep Isparta Zıraat 28.2.948

Mustafa Usman 1330 Osman Hayriye Safranbolu Hırdavatçı 1.3.948

Sabri Halıcı 1303 Hüseyin Zeliha Erzurum Halıcı 4.3.948

Mehmet Feyzi Pamukçu 1328 İzzet Ayşe Kastamonu İşsiz 9.2.948

Ali Akdağ 1321 Mehmet Meryem Aydın Müftü 20.2.948

Re’fet Barutçu 1302 H.Hüsnü Fatma İstanbul E.Yüzbaşı 12.3.948

Ahmet Feyzi Kul 1314 Mehmet Vesile Isparta Çiftçi 22.3.948

Rı’fat Filizer 1340 Mehmet Sıddıka Konya Halenasker 26.2.948

Ahmet Söker 1323 Beytullah Selime Emirdağ Nalbant 23.1.948

Hasan Hüseyin Ertman 1330 Ali Aliye Bolvadin Berber 23.1.948

İbrahim Kantar 1336 Ahmet Emirdağ Bakkal 23.1.948

Mustafa Akça 1316 İbrahim Esma Aydın Bakkal 7.2.948

Mehmet Yayla 1328 Hamza Fatma Menemen Tren şefi 9.2.948

Osman Canatan 1313 Mehmet Ayşe Kütahya Vaiz 12.2.948

Ali Rıza Eren 1302 Ahmet Ümmühan Tavşanlı Müftü 12.2.948

Ali Osman Şentürk 1301 Mustafa Fatma Uşak Vaiz 12.2.948

Mehmet Sost 1322 İsmail Emine Emirdağ Camcı 18.2.948

Ali Savran 1311 Muslihuddin Saniye Eğridir Çilingir 26.2.948

Mustafa Gül 1315 Ahmet Fatma Isparta Çiftçi 28.2.948

Yusuf Çakır 1324 Mehmet Rukiye Denizli Kunduracı 2.3.948

Zübeyr Gündüzalp 1336 Mehmet Seyyide Ermenek PTTme: 4.3.948

Ali Osman Öztop 1329 Mustafa Emine Isparta yok 6.3.948

Nebi Uluçay 1326 Mehmet Hacer Konya Bekçi 9.3.948

Emin Çayır 1310 Mekaat Hanım Kastamonu Çaycı 9.2.948

Bekir Palas 1286 Mehmet Edibe Bulgaristan Bekçi 9.2.948

Ahmet Ali Özel 1324 İsmail Ayşe Korkuteli Demirci 13.3.948

(4) Bu altı zatın künyelerini ihtiva eden kararnamenin o sahifesi eksik olduğu için yazamadık.

1558

Hayri Gençer 1327 Zafir Hatice Afyon Sağlıkçı 16.3.948

Ali Şahin 1331 Hüseyin Emine Emirdağ Yok 12.3.948

Edhem Emirdağlı 1329 Mehmet Fatma Kütahya Bakkal 12.3.948

Ahmet Urfalı 1340 Hamdi Ulviye Emirdağ Terzi 12.3.948

Hüsnü Güranlı 1341 Hasan Ayşe Kastamonu Ün.Talebesi 16.3.948

Rasih Çetin 1305 Mustafa Hatice Tefenni Rençber 15.3.948

Hakkı Güranlı 1337 Hasan Ayşe Kastamonu Dr.Üsteğmen

Hamid Gürsun 1296 Allahverdi Ümmügülsüm Manyas Çiftçi 11.2.948

Mehmet Tanrıverdi 1298 Murad Peri Manyas Rençber 11.2.948

Ahmet Nazif Çelebi 1307 Mehmet Fatma İnebolu Hırdavatçı 22.3.948

Selahaddin Çelebi 1329 A.Nazif Saide 23.3.948

Hasan(5) Güranlı 1303 Hüseyin Hatice Daday Emekli 23.3.948

Böylece Afyon hapishanesine toplattırılan Üstad Bediüzzaman ve kırksekiz nur talebesinin davalarına Afyon adliyesinde başlanmış oldu. İlk önce tahkikatı yürüten Afyon C.Savcılığı 22.3.1948’de masum Nur talebelerinden otuzu hakkında takipsizlik kararı alarak, serbest bırakmıştır. Bunlar tutuklanma tarihlerine göre kimisi iki ay kadar, kimisi bir ay kadar hatta bazısı bir hafta kadar hapiste kalıp çıkmışlardı. Amma bilâhare incelemeyi yürüten Afyon Sorgu Hakimliği ise, yeniden Üstad’la beraber kırkdokuz maznunun evrakını incelemiş ve 26.5.1948 günü verdiği kararında. Savcının takipsizlik ile serbest bırakdığı otuz kişinin men-i mahkemelerini reddederek, gayr-ı mevkuf şekilde ağır cezada muhakeme edilmelerini karara bağlamıştır.

GAYR-İ MEVKUF OLARAK MUHAKEMELERİNE YENİDEN BAŞLANAN OTUZ MAZNUNUN İSİM LİSTESİ

1-Ahmet Söker, 2- Hasan Hüseyin Ertman, 3-İbrahim Kantar, 4- Mustafa Akça, 5-Mehmet Yayla, 6- Osman Canatan, 7- Ali Rıza Eren, 8- Ali Osman Şentürk, 9- Mehmet Sost, 10-Ali Savran, 11-Mustafa Gül, 12- Yusuf Çakır, 13-Ziver Gündüzalp, 14- Ali Osman Öztop, 15- Nebi Uluçay, 16-Emin Çayır, n17- Bekir Palas, 18-Ahmet Ali Özel, 19- Hayri Gençer, 20- Ali Şahin, 21- Edhem Emirdağlı, 22- Ahmet Urfalı, 23- Hüsnü Güranlı, 24- Rasih Çetin, 25- Hakkı Güranlı, 26- Hamid Gürsun, 27- Mehmet Tanrıverdi, 28Ahmet Nazif Çelebi, 29- Salahaddin Çelebi, 30- Hasan Güranlı.

(5)Afyon hapsi başlangıcında Muallim Mustafa Sungur’un da evi aranmış, ifade için o zaman Eflani’nin bağlı olduğu Safranbolu’ya getirilmiş ve savcılıkça ifadesi alınarak serbest bırakılmıştır. Fakat bilahere kendisi de Afyon hapsine getirilmiş, izahı gelecektir.

Üstad Bediüzzaman’la beraber mevkuf olarak muhakemeleri devam edenlerin isimleri

1-Said-i Nursi Bediüzzaman, 2- Halil Çalışkan, 3- Mehmet Çalışkan, 4-Osman Çalışkan, 5- Hasan Çalışkan, 6- Mustafa Acet, 7-Ceylan Çalışkan, 8-Hıfzı Bayram, 9- İbrahim Edhem Talas, 10-Hüsrev Altınbaşak,11- Burhan Çakır, 12-Tahiri Mutlu, 13-Mustafa Usman,14- Sabri Halıcı,15- Mehmet Feyzi Pamukçu, 16- Ali Akdağ, 17-Re’fet Barutçu, 18- Ahmet Feyzi Kul, 19- Rıf’at Filizer.

Üstad’la beraber mevkufiyetleri devam eden onsekiz Nur talebesi mahkemenin karar günü olan 6.12.1948 tarihinde çoğunun cezası altı ay olduğız için, -Ahmet Feyzi Kul hariç- hepsi tahliye edilmiştir.

Fakat bu defa, gayr-i mevkuf olarak mahkemeleri devam edenlerden: Zübeyr Gündüzalp, Ahmet Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı(*), Salahaddin Çelebi ve Hüseyin Tabancalı ise mahkemece verilen altışar aylık cezalarını tamamlamak üzere içeri alınmışlardır. Ceylan Çalışkan ise, başka bir meseleden de cezası olduğu için tahliye edilmemiştir.

İşte bu duruma göre Afyon hapsi maznunlarından, bir kısmı, bir hafta ile iki ay arasında değişen bir mevkufiyetten sonra; Üstad’dan başka, kırksekiz kişilik büyük fırtınalı ve yaygaralı bir davanın böylece otuz sanığının hemen ilk başta tahliye edilmesi, hatta savcılıkça takipsizlik ile adem-i muhakemeleri istenmesi göstermektedir ki; hükümetin ve zabıtanın geniş bir evham rüzgârına kapılarak, Türkiye çapında operasyon ve taharrilere girişmesinin, velveleler koparmasının mahiyeti yalnız bu kadarcıkmış!..

Lâkin burada bir mühim taktik vardır ki: Afyon hadisesinde bütün hücum ve taarruz Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın şahsiyetine karşı olmasından, göstermelik birkaç kişiye de ufak-tefek bazı cezalar vererek asıl maksad; Onlara göre Türk milletinden olmıyan birisini, yani Bediüzzaman’ı ezmek ve ağır ceza ile cezalandırmak suretiyle, Türk olan talebelerini de ondan koparmak ve ürkütmek ile soğutmak plânıydı. Nitekim Afyon Ağır Ceza Mahkemesi kararnamesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin Kürtlüğü çok açık şekilde mesele edilmiş ve hatta mahkûmiyetine en büyük sebeb gösterilmiştir. Hazret-i Üstad da Afyon Mahkemesinin bu zalimane ve kaba ve adaletsiz durumunu ilk başından beri hemen sezmiş ve bütün hedef kendisinin şahsiyeti olduğunu anlamıştır. Bundan dolayı da hapisteki talebelerine müdafaat vesaire işlerin ifası hususunda selâhiyyet vermiş ve havale etmiştir.

(*) Ancak İbrahim Fakazlı Ağabey der ki; Ben Afyon hapsine 10 Eylül 1948 Cuma günü alındım, 9 Mart 1949’da tahliye edildim. Böylece tam 6 ay yattım.

1560

Tutuksuz olarak mahkemeleri devam eden otuz kişiden Zübeyr Gündüzalp ve dört Nur talebesi de mahkemenin kararından sonra tekrar tevkif altına alındıkları gibi (6) , Muallim Mustafa Sungur ve Safranbolulu Emin Hoca da hâkimlere yazdıkları birer mektuplarından ötürü, mahkemenin karar tarihinden sonra tevkif ettirilerek Afyon hapishanesine getirilmiştir. Yukarda kayıdlı listenin dışında olarak bir de Isparta’dan Nuri Benli ve İnebolu’dan İbrahim Fakazlı da hapsedilmişlerdir. Böylece Afyon hapsinde Nurcu maznun sayısı elliüçü bulmuş idi.

Kitaplar Diyanet İşleri Riyasetine gönderiliyor.

Evrak ve dosyalar henüz savcılık tahkikatında iken, müsadere edilen Nur risaleleri yeniden Diyanet Reisliği’ne tetkik ettirilmek üzere gönderilmiş. Din İşleri Müşavere Kurulu’nca başta Zülfikar, Asa-yı Musa, Sirac-ün Nur ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitapları ile birlikte, diğer el yazma kitap ve defterler de tetkike alınmış ve 16.3.1948 tarihinde rapora bağlanmıştır. Amma maalesef bu defa hârici baskılar ve hükûmetin maksatlı operasyonuBilhassa o sıra dindarlara karşı- hadisesinden dolayı hırçın durumu ve Nur talebelerinin Afyon hapis hadisesi ile kopan ve yayılan evhamlı dalgaların verdiği geniş çaplı terör yüzünden; Diyanet Hocaları istenilen hizmet, himaye ve tam bir âlicenaplık gösterememiş.. zulmen Afyon hapsinde zâlimlerin ellerinde ezilmekte olan Nur talebelerini kurtarma cihetinde layıkıyla el uzatamamıştır. Halbuki bu tarihten üç ay önce, (Afyon hapsinden evvel) yani 6.12.1947’de Isparta C. Savcılığınca Ankara’ya, Diyanet’e tetkik için gönderilen aynı kitaplar hakkında ise, Diyanet Reisliği gayet müsbet bir rapor vermiş ve kitapların ve maznunların beraetlerine sebebiyet vermişlerdi. Hem yine o tarihlerde, başta Diyanet Reisi Ahmed Hamdi efendi olmak üzere,tüm Diyanet hocaları son derece takdir hissi içerisinde Risale-i Nurlar’dan birer ikişer takım ısrarla istemişlerdi.

Amma bu defaki raporları ise dediğimiz gibi evham ve hârici baskılar te’sir ederek, güya kendi resmi makamlarına şüphe celbetmemek için, dinsiz veya müteassıp bazı zâhirperest kimselere bir nevi rüşvet ve hakk-ı sükût kabilinden; Nurlar’ın ve Nur talebelerinin cemiyetçilik, tarikatçılık ve siyasetçilik cihetini tebrie etmekle beraber, yer yer bazı ilişmeler de raporla-

(6) Zübeyr Gündüzalp’ın ikinci mevkufyeti evrak temyiz mahkemesine gittikten sonra 1949’un beşinci ayında temyiz rrtahkemesince tahliyesine emir verilinceye kadar devam etmiştir. (Bkz. Şualar Envar Neşriyat S: 517) Ayrıca Merhum Zübeyr Ağabey Üstad’ın ilk mevkufiyetinden tahliyesine kadar hep Afyon’da, gerek dışarda gerekse içerde Üstad’ının hizmetinde beklemiş kalmıştır. Allah ebeden razı olsun. Sungur Ağabey der ki: “Zübeyr Ağabey, 20 Eylül 1949’da Afyon hapsinden tahliyesinden sonra, Afyon’da tuttuğu evinde Sungur ve Ziya da beraber bulunuyordu.

 1561

rında yer almıştır. Diyanet’in bu raporu uzun zaman Afyon Mahkemesi’nin ve Savcısının ellerinde bazı bahaneler teşkil edecek maddeleri muhtevi idi. Halbuki, Diyanet’ten sorulan sadece kanunlar çerçevesinde siyasi cemiyetçilik,tarikatçılık ve umumî emniyet ve asayişi bozmaya yönelik durumun bulunup bulunmaması gibi maddelerdi. Fakat Diyanet hocaları ise, Hadis-i şeriflerin mertebelerinden, tevillerin yanlışlığından, Cifir ve Ebced ilminin su-i isti’male müsaid taraflarından ve hülâsa ahir zaman hadiseleri hakkında vürûd eden ve Risale-i Nur’da bahsi yapılan bazı hadislerin zaafiyetinden vesaireden bolca bahsettiler, hocavarî ilmî tenkidlerde bulundular.

Aslında ortada ne bir zaif hadis var, ne de yanlış bir te’vil mevcuddur. Lâkin muhterem hocalarımız bu gibi hususî ve ilmî meseleleri mahkemenin eline vermekle, mahkemenin elinde uzun zaman bahanelerine sebep teşkil etti. İlerde, bu meseleye belki ayrıca temas ederiz diye kısa kesiyoruz.

Afyon Savcısı ve Sorgu hâkimliği Diyanet’in mezkûr raporuna dayanarak, uzun iddianameler ve kararnameler hazırlayıp, mazlum Nur talebelerinin uzun zaman hapis ve zindanlarda kalmalarına zahiri bir sebeb oldu denilebilir.

Amma bu raporun vesile olduğu ilmî münakaşalar neticesinde, Bediüzzaman Hazretleri; Denizli hapis hadisesinde oldub’u gibi, Ankara yüksek ilmî heyetin verdiği raporda bazı tenkid noktalarına verdiği cerhedilmez ilmî cevablar tarzında; Bu raporun da Afyon Mahkemesi’nde uzun ilmî tartışmalara sebeb olmasıyla, Hazret-i Üstad bilmecburiye buna karşı da ilmî ve keskin cevablar ve izahlarda bulunması neticesinde, gayet güzel ilmî ve tahkikî mübaheseler olmuş ve müşkil bir çok meseleler bu arada halledilmişti.

Zaten Hazret-i Üstad, Nur Risaleleri’nde yaptığı râsih te’viller ve izah ettiği mantıkî tahkikatı, hep ilmî mesnedlere ve göz önünde olan canlı misallere dayandırarak yapmıştır. Bilhassa Beşinci Şua’ Risalesi’ndeki meselelerin tamamını, ta 1908-1920 arası “Muhakemata bir tetimme” adıyla bir risale içinde yazmış ve o Risaleyi o zaman büyük Osmanlı âlimleri ve Şeyh-ül İslâmları görmüşler, son derece hayranlık içinde o ilmî tahkikatı takdir etmişlerdi. Hatta bu kabilden olarak Cumhuriyet’in ilk Millet Meclisi Kayseri meb’usu Meşhur Alim Efendi, bazı kimselere -Üstad’ın o eserini gördükten sonra- demiş ki: “Bediüzzaman Deccalın ve Süfyanın şemasını o derece bâriz bir şekilde çizmiştir ki, hiçbir müşkilâta mecal bırakmamıştır”

Hem Risale-i Nur gerek Ebced ve cifir meselesinde olsun, gerekse “Beşinci Şua” gibi risalelerinde geçen tüm hadis-i şeriflerin sened ve te’yillerinde olsun; doğru, müstakim, râsih ve sihhatlı olduğunu, bir nur talebesi “R.N.K. kaynaklı kitabında ispat etmiş, meydandadır. İlerde Afyon

1562

mahkemesi safahatında Diyanet hocaları tarafından medar-ı tenkid görülen mes’eleleri ile, Savcının zaman zaman onu kendisine dayanak ittihaz ederek ileri sürmesinde, Bediüzzaman Hazretleri’nin karşı ilmî cevablarını yer yer kaydetmek va’diyle burada bu meseleyi kapatıyoruz.

-Dava Ağır Ceza Mahkemesine Sevkediliyor

Az yukarda kaydedildiği üzere, evvela savcılık tahkikatı, daha sonra da Sorgu hâkimliğinde yapılan toplam dört aylık araştırma ve soruşturmalar neticesinde, davanın Ağır ceza mahkemesinde başlanmasına dair karar 26.5.1948’de verilmiş ve dosya Afyon Ağır Ceza Mahkemesine intikal etmiştir. Bu tarihten mahkemenin karar günü olan 6.12.1948 tarihine kadar altıbuçuk ay kadar da Ağır Ceza Mahkemesi safahatı sürmüştür.

Hazret-i Üstad, dava dosyasının Ağır Cezaya intikali üzerine mahkemeye şu ilk istid’asını vermiştir:

“Afyon Mahkeme ve Ağır Ceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı tamamıyla alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşıyamıyacağım. Hapsin hâricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini, hatta bekçilerin, jandarmaların ve polislerin tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Şahsıma karşı eşedd-i istibdat içinde bu tarz hayattan bıktım.

Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. hapiste kalmak bana lazımdır. Makam-ı iddianın isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki yok ve beni cezalandırmaz. Fakat beni cezalandıracak kanununuzca büyük kusurlarım var… Sorunuz, söyliyeceğim.

Afyon Ceza evinde mevkuf

Said-i Nursi (7)

“Sual: Nedir kusurun ki, seni onunla cezalandıracağız?

Cevab: En büyük kusurumdan bir tek suçum budur: Yirmi seneden beri bana edilen eşedd-i zulüme karşı tahammül edip sükût ettiğimden.. ve Şer’an ve vicdanen vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi yapmadığımdan af olunmaz bir suç olduğu.. ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatım geldi. Şöyle ki:

(7) Denizli- Afyon Dosyası-1, 2. Kısım S: 45

1563

Yirmi seneden beri hayat-ı siyasiyeye dikkat etmediğim için, büyük bir tehlikeyi göremedim, lâkayd kaldım. O tehlike de budur: (Şimdi bu dakikada o tehlikeyi yazmamağa ihtar-ı kalbî ile sükût edip) Yalnız yüzer numûnesinden cüzî bir numûnesi budur ki; İmam-ı Ali Radiyallahü anhü Hilafetinde âdi bir yahûdî ile mahkemenin huzurunda oturup muhakeme olmasının delâletiyle, mahkeme-i adalet hiçbir garaza. hiçbir tarafgirliğe.. ve hâkimlerinin hiçbir hissiyat-ı hususiyelerine müsaid olmadığı, hatta bir hâkimin kendi kardeşiyle, en şedid bir düşmanına mahkemede musavat nazarıyla bakması kanun-u adaletin muktezası olduğu halde, bir yerde gördüm ki, altmış yetmiş yaşında bir ihtiyar, başı nezleli olduğu için, yasak olmıyan bir örme takkeyi kendi oturduğu menzilinin avlusunda giyerken, adliyenin mühim bir memurunun emriyle men’edildiğini gördüm.

Acaba hiçbir kanunla böyle kabir kapısında bir adamın veya mahpusun başına, 1350 senede bütün ulema-i İslâmın yasak ettiği bir serpuşu giydirmeye sırf tarafgirane ve bid’iyata mutaassıbane ve bazı söylenmiyecek dalaletkâr hissiyatla mahkeme kanunları namına ve hiçbir şeye alet olmıyan adliye adaletinin hesabına olan bu acib muamele, şimdiye kadar benim bunları bilmiyerek ve bu acib marazın tedavisine çalışamadığımdan, en ağır cezaya müstehak olduğumu i’tiraf ediyorum.. ve dünyada hiçbir kanun Risale-i Nur’u mes’ul edemediğini ve Nurlar kuran’ın hakikatını tefsir ettiği için, hiç bir kusuru ve suçu olmadığını iddia ediyorum ve ispatına da hazırım.

Mevkuf

Said-i Nursi(8)”

(8)Denizli- Afyon Dosyası-1,2 Kısım S: 46

1339

1564

1340

1565

Hazret-i Üstad’ın bu dilekçesindeki ifade tarzından fehmettiğimiz mana budur ki: Türkiye’de bazı kanunlar tatbik edilirken, bazı ehl-i hüküm ve idare o kanunları şahsî ve keyfî arzularına ve intikamkârane hisiyatlarına alet ederek uygulaması tarzından bir çok zuIümlerin, kanunsuzlukların vücuda gelmesi gibi, Müslüman milletin dinî akidesiyle bir istihza ve terzil keyfiyetinide aldığı için; dinen ve şer’an bu durumların ıslâhına müteveccih bazı irşad ve ikazları yapmadığı ve görüşmek, konuşmak, yanaşmak suretiyle bazı lüzumlu ıslâh hizmetlerini yapmadığından dolayı şahsi itibarıyla mes’ul olduğunu söylemek istiyor.

Nitekim Afyon hapis hadisesinden bir müddet sonra, yani 1950 seçimleriyle başlıyan yeni devre hükûmetlerine ve hükûmet ricaline ve idarecilere karşı yirmi altı seneden beri yapmadığı halde ve bir tek yazısı o noktada vârid olmamışken: bazı ikaz ve irşad yazılarını gönderdiğini ve ehl-i idare ile bir derece ıslâh için konuşmak istediğini görmekteyiz. Ayrıca da o ana kadar hiç karışmadığı ve düşünmediği ve bakmadığı siyaset-i âleme taalluk eden bazı yol gösterici irşadlarını ve alâkadarlıklarını da görüyor ve siyasetçilere az da olsa o hakikatları telkin etmek için yanaştığını müşahede ediyoruz.

Hazret-i Üstad mahkemeye verdiği bu dilekçesinde çok samimi olarak mezkûr noktalardan kendini mes’ul bildiği ve o noktalardan dolayı kader-i ilâhîce adaletli olarak ma’ruz kaldığı beşerin zulümlerine kendini müstehak addederek suçu kendisinden kabul ettiği halde; iki sene sonra, yani 1951’de Eskişehir’de bulunduğu günlerde kaleme almış olduğu “Kaderin Adaleti” ve yahut “Hakikat Konuşuyor” başlıklı yazısında ise, bütün yapılan o zulümlerin, ihanetlerin, hapis ve çilelerin, kader-i ilahînin adaleti noktasından; kendisinin bilerek veya bilmiyerek hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesini şahsî kemalâtına şuuru ermeden alet yapmak olduğunu bilmiş ve tam kanaat getirmiştir.

Hazret-i Üstad’ın üstte kaydedilen Afyon Ağır Ceza mahkemesine verdiği dilekçesinin bir eki de şu gelecek parçadır. Bu parça da, Afyon Savcısının Hazreti Üstad’a karşı ne kadar zulümkâr, kanunsuz davrandığının bir numunesini göstermektedir. Ek parça şöyledir:

“Benim şahsıma karşı eşedd-i zulümün ikinci bir numunesi şudur ki: Büyük mahkememizden (9) ve Ramazan-ı Şeriften iki gün evvel, hem Emirdağı’nda bir iki defa benden sorulup bildiğim miktarı söylediğim ve Hüsrev’e gönderdiğim bir mektupta bir ihsan-ı ilâhi olarak o cüz’î hadiseye Nur talebelerini bulaştırmamış diye yazdığım mektup bahanesiy-

1341

(9)Yâni dava Afyon Ağır Ceza Mahkemesine intikal etmeden önce. A.B.

1342 1566

le, müdde-i umumi geldi, Üç ay evvel müdürlük odasında şâhidlik sıfatıyla benim ifademi aldığı halde; beni bu gün Temmuzun beşinde (10)sorguya çağırdılar. Aynı mesele, aynı şâhidliği bahane edip, beni ömrümde görmediğim bir sıkıntılı vaziyete soktular. Nezaret menzilinde Iüzumsuz durdurdular. Yirmi dakika kadar beklettiler. Ben bir dakika böyle yerlerde sabır ve tahammül edemediğim halde, sıkmak için kapıyı kapadılar.

Sonra, yirmi seneden beri üç mahkemenin huzurunda ve üç vilâvetin zabıtalarının nezareti altında, başım nezleli olduğundan, başımdaki bereyi kaldırmağa mecbur edilmediğim, hatta Ankara’ya; beni Denizli hadisesinde sevkettikleri vakit, emniyet-i umumiye dairesinde Ankara Valisi Nevzat, kendisi Emniyet dairesine geldi. O mesele için beni çağırdı, yine başımı açtıramadığı halde; mükerrer bir şâhidlik için “Başını aç!” diye damarlarıma dokundurmaya.. ve Nurlar’a ve talebelerine zarar gelmemek için tahammüle karar verdiğimi bilmediklerinden, kanunsuz keyfî bir tarzda beni hiddete getirmeye.. Hem mükerreren mahkemelerde bahsedip, mahkemece beraetimizle ve hiçbir vukuât Nur şakirtleri hakkında kaydedilmemesiyle tasdik edilen; emniyeti te’min, asayişi muhafazaya olan Nur şâkirtlerinin hizmetini lekedar etmek bahanesiyle, bir âdi yaralamak hadisesi ki, yaralanan ne bana, ne mahkemeye, ne hükûmete söylemediği ve hiçbir emare, bir şâhid bulunmadığı, hatta işa’a olan iftiralar içinde bir Nur talebesi de tahminî bir ittiham sırasında, o yaralanan adam, o işa’a ile ittiham edilen talebe ile yanıma geldiIer, kardeş gibi oturup, bir tatlı yeyip, elimi öpüp, kardeş gibi gittikleri halde; güya adliyenin büyük bir mes’elesi imiş gibi, beni ağır bir vaziyetimde ve ağır bir mahkemeye (*) hazırlığım sırasında, sırf bana ihanet ve ikiyüz bin talebesi içinde hiçbir vukuâtlarını ne mahkemeler, ne zabıtalar kaydetmedikleri halde Nurlar daima asayişe hizmet ettiklerini ispat ettiğimiz bir davamızı cerh etmek için, bu iki dost Nur şâkirtleri içinde bazı işa’alarla, belki başka bir maksad için ve onların bazı akrabalarına telâş vermek fikriyle; işa’a edilen bu küçücük hadise ile o hükmümüzü cerhetmek, şahsıma karşı eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat değil de nedir? Çünki madem yaralanan, müdde-i umumi ve doktora haber vermedi. Israrlarına karşı söylemedi. Hiçbir şâhid, hiçbir emare bulunmadı. O yaralı da iyi olduktan sonra yanıma geldi, ısrar ettim, bana söylemedi. Elbette memleketimde bir kardeşim farz-ı muhal olarak gelseydi, onu yaralasaydı, mahkemece bizi hiçbir suretle alâkadar edemez. Mahkeme bizi bununla münase-

(10)Temmuz 5, yani 1948’de… Bu dilekçenin de yazıldığı tarih böylece belli olmuş oluyor. A.B.

(*) Afyon Ağır Ceza Mahkemesi, en ağır ve en uzun ve en sudan bahanelerle ittihamkâr olacağına, daha ilk günlerinde haber vermektedir A.B.

1344 1567

bettar sayamaz. Demek her bir bahane ile şahsıma karşı eşedd-i istibdat içinde, eşedd-i zulüm ile bir muameleye hedef oluyorum. Sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmıyan şeylere ehemmiyet verip, dağ gibi hizmet-i milliye ve vataniyemizi çürütmeye çalışan ve bazı resmî memurları igfal edenler, kat’î kanaatımız gelmiş ki; bunlar vatan ve millet aleyhinde, komünistlik perdesiyle anarşiliğe çalışıyorlar.

Biz de onları mahkeme-i kübra-i Uhrevide ittiham edeceğimiz gibi, mahkemenizde de onları bütün kuvvetimizle komünist ve anarşistlikle ittiham ediyoruz.

Madem hakikat budur, şefkat-i Kur’aniye bizi maddî mübarezeden men’ ettiği ve intihar hiç bir cihetle câiz olmadığı ve ecel de vakti bilinmediği için, şimdilik kabri bırakıp işkenceli tecrid ve haps-i münferidi kabul ediyorum.

Mevkuf Said-i Nursi (11)”

6 Temmuz 1948 gününde, yani üstteki dilekçenin verilmesinden bir gün sonra Üstad’ın mahkemeye vermiş olduğu iki dilekçesi daha:

“Nur şâkirtlerinin hâlis ve sırf uhrevî, Nurlar’a ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip, onları mes’ul etmeye çalışanlar, ne kadar hakikattan ve adaletten uzak düştüklerini üç mahkemenin o cihette beraet vermesiye beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssül esası: Akrabalar içinde ve kabile ve taifeler içinde alâkadarane irtibat.. ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı muavenetkârane bir uhuvvet.. ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka.. ve hayat-i ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlarına ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle; ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle, ancak Nur şâkirtlerine medar-ı mes’uliyet “Cem’iyet” namını verebilir.

Onun için,Nur şâkirtleri çekinmiyerek Kur’an hakikatlarına karşı alakalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar edi-

(11)Denizli- Afyon Dosyası-1 2. Kısım S: 47

1345 1568

yorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her cezayı memnuniyetle kabul ettiklerini mahkeme-i âdilenizde hakikat-ı hali olduğu gibi i’tiraf ediyorlar. Hile ile. dalkavuklukla, yalanlar ile kendilerini müdafaa etmeye tenezzül etmiyorlar. 6.7.1948.

Mevkuf Said-i Nursi(12)”

Yine aynı tarihte, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne verilen ikinci istid’a:

“Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yüksek katına!

Bir ay evvel bize verilen kırk sahifelik iddianameyi birisi yanıma gelip, bana okumağa imkân bulamadığından, bugün Haziranın onbirinde yeni olarak iddianameyi bana okudular, ben dinledim, gördüm ki: Size iki ay evvel i’tiraznamemin tetimmesi ve lahikası, Ankara’nın altı makamatına ve makamınıza da verilmiş olan bu itirazname, iddianameyi esasıyla kesiyor ve reddediyor. Yeniden iddianameye karşı itirazname yazmaya hiç lüzum görmüyorum. Yalnız iki üç noktayı hatırlatmak nev’inden derim ki:

Ben iddianameyi nazar-ı itibara alıp cevab vermediğimin sebebi: Bizi beraet ettiren üç âdil mahkemenin haysiyetini kırmamak ve ihanet etmemek içindir. Çünki o mahkemeler şimdi iddianamedeki esasları tamamıyla inceden inceye tetkikten sonra bize beraet vermişler. Onların beraetlerini hiçe saymak, adliyenin şerefine ilişmektir.

İkincisi: Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde bir iki meseleyi, hatırımıza gelmeyen bazı manalar vererek, hem ilmî mesaildeki o meseleler ve Nur’un büyük mecmuaları Mısır Cami-ül Ezher uleması ve Şam-i Şerif büyük alimleri ve Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’nin müdakkik hocaları ve Halep ve hususan Diyanet Riyaseti’nin muhakkik âlimleri bunları görüp kemal-i takdir ile tahsin ve tasdik ettikleri halde, hocavarî ve âlimane bazı ilmî itirazları o iddianamede hayretle ve taaccüble gördüm. Haydi bazı yanlışlarım bulunsa; ve yüzbinler âlimlerin görmedikleri veya ilişmedikleri, iddianamedeki o yanlışlıklar hakiki olsa da, bu bir suç olamaz. Yâlnız ilmî bir hata olabilir.

Üç mahkeme bütün Risale-i Nur’u ve bizleri beraet ettirdiği,yalnız Eskişehir Mahkemesi bir Tesettür-i Nisvan meselesine dair yirmidördöncü Iem’anın onbeş kelimesini sebeb gösterip, bana ve yüzde onbeş arkadaşıma hafif bir ceza verdi. Size takdim ettiğim tetimme-i i’tirazım

(12)Denizli- Afyon Dosyası-1 2. kısım S: 50

1569

da; Üçyüz ellibin tefsirin hükmüne ittiba’ ile o tefsirim için mahkûmiyetim, ruy-i zeminde adalet varsa, o hükmü kabul etmez diye yazmışım.

Ben Makam-ı İddianın bin dereden su getirir gibi, yirmi seneden beri yazılan kitap ve mektupların bazı cümlelerini zekâvetiyle aleyhimize çevirmeye çalışmış. Halbuki bu noktalarda bizi beraet ettiren üç değil, beş altı mahkeme bu mevhum suçta bize şerik oluyorlar. Ben bu âdil mahkemelerin haysiyetine ilişmemek lâzım geliyor diye makam-ı iddiaya hatırlatıyorum.

Üçüncüsü: Ölmüş, gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılaptaki bazı kusurata sebep olmuş bir reisi sarihan tenkid ve itiraz da olsa, kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahet değil.. O, kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş. O mahrem ve herkese bildirmediğimiz manaları izhar ve teşhir edip umumun nazar-ı dikkatini celbediyor. Eğer onda bir suç varsa, o makam-ı iddia suçlu olur. Çünki halkı ona teşvik edip, nazar-ı dikkati celbediyor.

Dördüncüsü: Üç mahkeme cem’iyyet noktasında kat’î beraet verdiği halde, yine eski nakarat gibi, “gizli cem’iyyet” vehmini, bin dereden su toplamak gibi emareleri araştırmış. Halbuki siyaset ve vatan ve millete zararları olan müteaddit cem’iyyetler varken: onlara müsaade ve müsamahakârane bakmak ile beraber, bizim gibi binler şâhidlerin ve emarelerin ve altı vilâvetin ilişmemeleriyle sâbit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlarını ve sırf vatan ve millet ve din menfaatına ve saadet-i dünveviye ve uhreviye hesabına ve hâriçten ve dahilden ifsad cereyanlarına karşı mücâhidâne tesanüdlerine “Gizli cem’iyvet” namını vermek ve yirmi senede yüzbinler şâkirtlerinin emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuâtı kaydedilmediği halde; “Dini alet ederek emniyeti ihlâle halkı teşvik ediyor” diye makam-ı iddia onları ittiham etmesi, değil nev’i beşeri, belki zemini de hiddete getirip o ittihamı reddeder. Her ne ise, daha fazla söylemek lüzum görmüyorum. İddianameden çok evvel yazılan itirazname ve tetimmesi ona bir cevabımızdır. 6. 7.1948.

Mevkuf

Said-i Nursi(13)

(13) Denizli- Afyon Dosyası 2. Kısım S: 51

1347

1570

1348

1571

1349

1572

Böylece Afyon Ağır Ceza Mahkemesi safahatı ve Hazret-i Üstad’ın ön zemin hazırlığı için sunmuş olduğu istidalarıyla, başlanmış oldu. Mukaddeme olarak Hazret-i Üstad’ın mahkemeye verdiği üstteki iki üç parça istidalarla mahkeme safhasını burada muvakkaten bırakarak; takip eden günlerde, yani 6.7.1948’de Avukat Abdurrahim Zabsu’nun, Üstad’ın lisaniyle yazdığı istid’a ve 29.8.1948’de Üstad’ın mahkemeye verdiği müdafaat parçası, daha sonra 22.9.1948’de ve 2.12.1948’de mahkemeye verilen ayrı ayrı müdafaat parçalarını ve mahkeme safahatını müdafaalar bölümünde, diğer müdafaa kısımlarıyla birlikte ele alacağımızdan, burada bir fasıla vermek istiyoruz. Ama bu arada hadisenin içinde bulunmuş veya şâhidi olmuş bazı zatların hatıra ve müşahedelerinden bazı mühim bölümler dercetmek istiyoruz.

Hatıralar bölümüne girmeden önce de,1948-1949’daki dünya ve hükûmetler ve dahilî hadiseler ahvalinden çok kısaca bazı şeyler kaydetmek yerinde olur.

1- Hazret-i Üstad Afyon hapsine alındıktan üç gün sonra, yani 26 Ocak 1948’de Kazım Karabekir Paşa öldü.

2- 10 Şubat 1948’de C.H.P Meclis Kurulu -dini siyasete alet ederek göz boyama nev’inden- ilk okullarda ihtiyarî din derslerini okutmak kararını aldı. Bu hadise Üstad’ın on dokuz günlük hapsi olan şu ilk günlerine tetabuk etmesi tesadüfi değildir.

3- Başbakan Hasan Saka Hükûmetinin ilki 10.9.1947’den, 8.6.1948’e kadar sürmüştür. İkinci Hükûmeti 10.6.1948’den başlayarak,14.1.1949’da sona ermiştir. Ve altı gün sonra, yani 16.1.1949’da Şemseddin Günaltay Başbakan olmuş, Hükûmeti 22.5.1950’ye kadar sürmüştür.

4- Hasan Saka’nın ikinci Hükûmeti sonlarına doğru 1948’in içinde C.H.P iktidarı dindarlar aleyhinde bir kanunu meclise getirmiş, muhalif partililerin çok sert tenkidleri içinde meclisten geçirilmiştir. Amma bu kanunun çıkmasıyla birlikte, az zaman sonra Hasan Saka hükümeti ile el değiştiren yeni başbakan Şemseddin Günaltay o kanunu tatbik etmiyeceklerini va’detmekteydi.

Adı geçen kanun mecliste tartışılırken, esbab-ı mucibe olarak Hasan Saka ikinci Hükûmeti adliye vekili Fuat Sirmen şu sözleri söylüyordu:

1573

“….Mesela biz yirmibeş senedir Said-i Nursi’nin dinî faaliyetlerine mani’ olamıyoruz (14)” Hazret-i Üstad da Afyon hapsinde bu hadiseyi duyduğu zaman talebelerine şu mektubu yazmıştı:

Aziz Sıddık sarsılmaz kardeşlerim!

Mecliste muhalif partilerin şiddetli tenkidleri içinde dindarlara temas eden bir kanunun kabulü ve adliye vekili o gürültülere karşı: “Mesela biz Said’in faaliyetine mani’ olamıyoruz” demesi iki cihetle lehimize dönecek.

Birincisi: Kemiyeten kesretli muhalifler, Nurlar’ın lüzumuna ve intişarına taraftar olmalarına bir vesile oldu.

İkincisi: Madem adliye vekili “Nurun neşrine mani, olamıyoruz” diyor. Demek mevcud kanunlar bizi mes’ul etmezler. Zaten meselemiz eski kanunla olacak.. ve Başvekilin(*) “Belki bu yeni kanunu tatbik etmiyeceğiz” dediği ve çok gürültülere sebeb olan aynı kanunla, yeni bir mesele gibi muamele görmesi bütün bütün kanunsuzdur.

Said-i Nursi(15)”

-Afyon hapis hadisesiyle ilgili hatıralar 

1- Afyon hapis hadisesinde maznun olarak bulunmuş ve hadiseden sonra Üstad’ın hem hususî. hem daha çok haricî hizmet ve işleriyle meşgul olmuş ve Üstad’ın vefatına kadar hizmetinden ayrılmamış, şimdi aynı tarz ve azimle Nur hizmetinde devam eden Muallim Mustafa Sungur Ağabey, Afyon hapsi ile ilgili olarak şunları anlatıyor:

(14) İkinci Hasan Saka Hükümeti, 10 Haziran 1948’den 14 Ocak 1549’a kadar icraatta kalmış ve bu dönemde dindarlar aleyhindeki mâ’hud kanun meclisten geçirilmişti. Fakat bu kanun hangi madde ile ilgili ve gün olarak hangi tarihte olduğunu bilemiyorsak da; fakat adliye vekili (Rize Milletvekili) Fuat Sirmen’in Bediüzzaman hakkında konuştuğu o sözleri üzerine, Mecliste ekseriyete sahip olan C.H.P meb’ usları tarafından meclisten geçirilmiş olan kanunun o maddesine Bediüzzaman Hazretlerinin ismi ve hareketi hususî sekilde, amma gülünç olarak kaydedilmişti ki, her halde 163. maddenin bir bendi olsa gerekir. Bu hakikatı gösteren şu gelecek mektuptaki ifadedir:

“… Yeni çıkan kanunlarla cabbar ve zalimlerin evvelce sevg’ili Üstad’ımızı ve Risale-i Nuru imha için, çok lastikli ve dindarlara bir köstek olan 163. maddeye ek olarak “Said-i Kürdî’nin faaliyetine mani olmak için” kaydıyla mecliste alenen ilân edilip, kanun maddesine geçirilen fıkraya mukabil:

“Hürriyet-i fikir ve kelâm ile, müellifin kanaatlarına hürmet ve onu siyanet” fıkrası D.P’lilerce bilahere 1950 den sonra kanun altına alınıp ve kat’ileşmek üzere oluşu..” İnebolu’lu İbrahim (Bak. Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra, mektuplar defteri S: 18).

(15)Afyon hapsi-mektupları defteri-2, Zübeyr S:109

1574

“…Hazret-i Üstad’ı ilk ziyaretimden beş ay sonra Afyon hadisesi vukuâ geldi. Hadisede bizim evimiz de arandı. Ve Safranbolu kazasına sevkedildim. O zaman muallimliğimin üçüncü senesi idi. Savcı bana sordu:

“Said-i Nursi’yi nasıl tanıyorsunuz?”

Henüz on sekiz yaşını yeni doldurmuştum. O zaman Savcının sualine şöyle cevab verdim:

-Kemalât-ı insaniyyenin zirve-i bâlâsında biliyorum…

Aynı sözü bir sene sonra, Afyon sorgu hâkimine de söylemiştim. Hâkim ifademi alırken, Hazret-i Üstad’ın aziz şahsına çok acı hakaret ediyor, galiz tabirler kullanıyordu(16) dayanamadım:

-Haşa!.. Bediüzzaman kemâlat-ı insaniyyenin zirve-i bâlâsındadır… ve bir ara yine hâkimin garazkârane, Üstad’ın şahsına karşı hakaret-amiz itale-i lisanda bulunması üzerine:

-O, baştan başa bir nurdur!…” diye haykırmıştım.

Hâkim çok kızdı, hatta ne yapacağını şaşırdı, hiddetinden var kuvvetivle bağırdı ve haykırdı: “Çık!…” diye.

Beni dışarı çıkardılar. Nezarete koydular. Kısa bir müddet sonra, hâkim yine beni çağırdı, ifademi almaya başladı ve ben ne dedimse, kâtibe onu yazdırdı… ve tevkif edildim.

…Afyon hapsi bizim için hapis değildi. Sanki cennet bahçelerinden bir köşe… Edebiyat yapmak için söylemiyorum bunları… Cidden büyük bir bahtiyarlık içindeydik. Çünki Hazret-i Üstad’la aynı çatı altında bulunuyor, hiç olmazsa, haftada kaçamaklı da olsa bir ziyaret ediyorduk.

Onun koğuşu, kapı altının üstünde, altmış kişilik büyük bir koğuştu. Lâkin kendisi orada tek başına kalıyordu, yani orada tecrid içinde bırakmışlardı. Yan taraftaki odada berber vardı. Salı günü “Traşa çıkıyoruz” diye kapı altında nöbetçi gardiyandan izin alır, yukarı çıkardık. Beri tarafa dönerek Üstad’ımızı ziyaret ederdik. Üstad’ımızın iltifatları ruhumuza gıda olur, ölüm de gelse pervasız ona koşarız gibi, metanet elde ederdik.

Benim Üstad’ın yanında ve hizmetinde kalışım, Üstad’ımızın hapsinin ikinci senesine rastlar. Çünki Afyon mahkemesi, (Üstad’ın ilk mevkufiyet tarihi hesabıyla) onbuçuk ay mevkufiyetinden sonra karar vermiş ve Üstad’ımıza yirmi ay, Ahmed Feyzi’ye on sekiz ay diğerlerine altışar ay ceza

(16)Afyon sorgu hâkiminin bir kitap kadar uzun safsatalı kararnamesi de gösterir ki, bu gibi adamlar komünist, sivonist odaklarına vicdanları satılmış kişilerdir. Zira muhakeme safahatı boyunca mültezemlik ve peşin kararlılıktan gelen tüm muameleleri bunu öyle gösteriyordu. A.B.

(*) Bu baş vekil, Şemseddin Günaltay olabilir.. Ki 16.1.1949 da kabinesini kurmuştur.A.B.

1575

vermişti. Mevkuf olanların hemen hepsi bu suretle tahliye edilmiş, gayr-ı mevkuf olan Zübeyr’de yeniden tevkif edilmişti.

Nur talebelerinin tahliyelerinden sonra, içerde Üstad’ımız, Ahmed Feyzi, Ceylan, Zübeyr, İnebolulu İbrahim Fakazlı kalmışlardı. Bir hafta sonra da Nazif Çelebi ile oğlu Selahaddin Çelebiler de geldiler.

Biz, yani ben ve benimle beraber gelen Emin Hoca ayrıca muhakeme olunduk. Bana da altı ay ceza verdiler. Yaşım yirmibiri doldurmadığı için bir ayını çıkarıp, beş aya indirdiler.

Hapishanede ruhî lezzetimizle beraber, Üstad’ımızın hastalığı ve sıkıntılara maruz bırakılması, bizi de müteessir ediyordu. Yanına girmeye izin vermiyorlardı. Savcı ile müdür, ziyaretten men’ etmişti. Gardiyanlara baskı yaparak, Bediüzzaman’la görüştürmeyi yasaklamışlardı. Bu yüzden gardiyanlar, kapı altından yukarı çıkarken bizlere dikkat ederler, berbere mi gidiyoruz, yoksa Üstad’ımızın kapısına mı dönüyoruz kontrol ederlerdi.

Hapiste Üstad’ımız bizimle çok alâkadar olur, başımız ağrısa veya birimizi mahzun görse, hemen haber gönderir, soruşturur, mektup yazar ve teselliye çalışırdı. Mutlaka talebelerin derdiyle yakından ilgilenirdi. Bu da Hazret-i Üstad’ın büyük bir mazhariyeti idi ki; En büyük hizmeti yaptığı esnada, zahiren küçük gibi görünen meseleleri de ihmal etmezdi.

Hapishane hatıraları ayrı bir âlem… Burada Üstad’ımızı gayet şefik olarak görmekteyiz. Hapishanede daha ziyade lüzum eden sebat, sadakat, metanet, fedakârlık gibi ulvî hasletlerin en ilerisinde olduğu, oralarda yaşıyan ve Üstad’ın haline yakından ve derinden aşina olanlarca malûmdur.

Daimî mücadelesi, bilhassa evrad ve ezkârını mutlaka devam ettirmekteki azm-i metini, onun Allah’a iltica ve yönelmesinin ve yalnız ona güvenip ondan yardım istemesinin en bariz delilleridir. Zaten uzun yılların böyle sonu gelmiyen ızdırap ve elemlerini yudum-yudum içerek, sabır ve metanet göstermesi ve bütün varlığıyla Hakk’a iltica ve tevekkülüdür ki; İnayet-i ilâhiyye kendisine yâr olmuştur.. (17)”

2- Afyon hapsine o zaman başka bir sebebten girmiş; hapisten sonra askerlik günleri hariç, hep Bediüzzaman’ın hususî hizmetlerinde bulunmuş Emirdağlı Muhterem Bayram Yüksel ağabey ise şunları anlatıyor:

“…O zaman henüz onaltı yaşındaydım. Bilhassa Zübeyr Ağabeyin benim üzerimdeki te’siri çok fazladır. Risale-i Nur’un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyr Ağabeyden çok istifade ettim. Ahmet Feyzi Ağabey, Mustafa Usman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur, Çalışkanlar hanedanından Osman Çalışkan, Mehmet Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylan Çalışkan, Mus-

(17) Aydınlar konuşuyor S: 369-371

1576

tafa Acet, İbrahim Fakazlı vesaire. Çok ağabeylerle hapishanede meşguliyetimiz daima Nur Risaleleri’ni yazmaktı. Üstad’ın bulunduğu koğuşa gittiğimizde arı kovanı gibi seslerin geldiğini duyardık. Bu sesler Üstad’ımızın evrad, ezkâr, dua ve niyaz sesleriydi. Gecenin hangi saatinde baksak, ışığının yandığını görür, zikir seslerini işitirdik.

Devamlı Üstad’ımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar bize mani’ olurlar, hakaret ederlerdi. “Sende mi bunun arkasından gidiyorsun” diye bana tokad atarlardı. Şefkatli Üstad’ımız da benim gibi bir biçareyi teberrükleriyle taltif ederlerdi. Maddi kıymeti küçük olan bu hediyeler hayatımın en kıymetli nâdide yadigârlarıdır.

Hapishanede idareciler bize eziyet ettikleri zaman, üstadımız çok üzülürdü. Ceylan Ağabey çok şefkatli, çok cesur, çok tedbirliydi. Bizleri şevklendirir, daima hizmete teşvik ederdi.

Onbeşinci Şua’ olan Elhüccet-üz Zehra Afyon hapishanesinde te’lif edilmişti. Te’lifi esnasında, zamanzaman Üstad’ın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda, bulduğu küçük kâğıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak bize atardı. Biz de bu parçaları hemen çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı, diğerimize verir, o gün bütün hapisteki ağabeylere ulaşırdı. Böyle böyle yazılanlar muhafaza edilip çoğaltılırdı.

-Hapishanede Kur’an yazısını öğrendim

Hapishanede Kur’an yazısı yazmayı Ceylan Çalışkan Ağabey bana öğretiyordu. Gardiyanlar bizi yazarken gördükleri zaman, korkutmak isterler, tehdit ederler, bize hakaret ederlerdi. Biz Üstad’ımızı gördüğümüz zaman, Üstad’ımız bana: “Korkma, seni buraya Allah gönderdi. Sen çok bahtiyarsın, çok şükür et!” diye teselli ve iltifat ederdi.

Bizler gece-gündüz yazardık, Üstad’ımız tashih eder, bizlere iade ederdi. Üstad’ın bir kalemi vardı, beş renk yazardı. “Ya Erhamerrahimin İsm-i A’zam hürmetine bu Risaleyi yazan Bayram’ı Cennet-i Firdevs’de, saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de daima muvaffak eyle. ”Bazen de babamın ve annemin ismini de yazar, onlara ismiyle dua ederdi. Bizler de çok şevklenir, gece gündüz yazardık. Hemen bu risaleyi bitirelim de Üstad’ı ziyaret edelim, hem de dua yazdıralım diye… Üstad’ı görüp elini öpmek, duasını almak, bizim için dünyanın en bahtiyar halleriydi.

1577

Çeşitli bahanelerle Üstad’ın yanına gitmek için fırsat kollardık. Daha çok traş olma bahanesini kullanırdık. Hapishanenin berber odası Üstad’ın odasıyla karşı karşıya idi. Cevizli Mahmut isminde Emirdağlı otuz senelik emektar bir berber vardı. Traş olma bahanesiyle gider, fakat Üstad’ın odasına girerdik.

Bir gün yine bu şekilde Üstad’ımızın yanına gitmiştim. Üstad usturasını bana verdi, berbere keskinlettirmek için gönderdi. Usturayı götürürken başgardiyan ve diğer gardiyanlar beni gördüler. Hiddetle üzerime doğru gelirlerken, tam o esnada beşinci koğuşta bir hadise haberi gelmesi üzerine, koşarak oraya gittiler. Ben de dayaktan kurtuldum. Hemen geri Üstad’ın yanına sığındım, usturayı geri verdim. Üstad kapının arkasında durup, bana “Buraları temizle!” dedi. Üstadın odasını süpürdüm. Sonra beni yerime gönderdi. Kapıdan çıktığımda baktım ki, bu sefer altıncı koğuşta hadise çıkmış, gardiyanlar oraya doğru koşuyorlar. Ben fırsattan istifade edip, hemen koğuşuma gittim ve dayaktan kurtuldum…(18)”

Üstte geçen hatıra vesilesiyle, bizzat Sungur Ağabeyden dinlediğim hapishaneye aid elim bir hadiseyi kaydetmek icab etti:

“Hapisde Kerim isminde genç bir mahpus vardı. Refet ağabeyden Kur’an-ı Kerim öğrenmiş ve Nur talebelerine muhabbet bağlamış ve Hazret-i Üstad’a gönül vermişti. Bu genç bir ara hastalığı dolayısıyla üç ay rapor almış, hapisten ayrılacağı zaman Hz. Üstad’ı ziyaretle ellerini öpmek isterken, birden adî bir gardiyan gelmiş, Üstad’ın yanında, yani kapıda tebdil-i hava için ayrılacak olan Kerim’i tokatlamış.”

Hz. Üstad, bu hadiseyi zaman zaman anlatırken şöyle derdi: “Ben Rus’un cabbar kumandanına ehemmivet vermediğim, kıyam etmediğim ve ölüme gülerek gitmeye hazır olduğum halde, şurada bir adî gardiyan benim yanımda talebemi tokatlayıp hakaret etmesine seyirci kalmamın ve tahammül etmemin elbette sebebi vardır. Asayişi muhafaza…”

3- İnebolulu İbrahim Fakazlı Ağabeyin hatırası: (mealen)

“Afyon hapis hadisesinde (dışarıdan)hapisteki Nur kardeşlerime tesellici mektuplar yazmiştım.Bunlar Hapishane idaresini eline geçirmiş.Ayrıca benim Afyona gidip hapistekilerle görüşmem dahi tesbit edilmiş.Afyon mahkemesi 17 Ağustos 1948 Perşembe günü yapılan gizli bir celsede benim tevkifimede karar verilerek, İneboluya bildirilmişti. Bunu duydum ve 10 Eylül 1948 Cuma günü sabahı Afyon savcısına gittim ve teslim oldum.

(18) Son Şahitler-1 S: 381

1359

1578

Afyon hapsimde iken, gaz tenekelerinden mamul herkesin mangalları vardı.Benim birgün mangalım unutularak avluda kalmıştı.Bunun için bir gardiyan cezalandırmak için çağırdı.Mmanğalın benim olduğunu söyleyince,o gardiyan bana vurmak için elini kaldırdığı sırada,bir baktım, hz.üstadın sarmaşıklar ortasından bana bakan mubarek gözleri projektör gibi parlıyor.Aynı anda Baş gardiyanın bağıran sesi.. ve “vurma bırak gitsin” müdahalesi duyuldu.. öylece hz. üstadın yardımıyla dayaktan kurtuldum .” (Son Şahitler-5 sh. 24-34)

4- Afyon hapsinde Nurcu olarak maznun bulunmuş ve Hazret-i Üstad’ın “Akrabam” diye talebeliğ’ine ve hizmetine kabul ettiği Emirdağlı merhum Hattat muhterem Mustafa Acet şunları söylüyor:

“Afyon hapsine Üstad’la birlikte girdiğimiz zaman yirmiüç yaşında idim. 1947’de askerden yeni gelmiştim. Ceylan Çalışkan benim akrabamdı. İlk defa Üstad Bediüzzaman’a beni o götürdü. Heyecanla bu görüşme gününü beklemiştim. Daha önce Üstad’ın kıymetli eserlerini biraz okumaya başlamıştım.

Afyon hapsine benim girişim, bir isim benzerliğinin neticesidir. Terzi Mustafa gidecekti, benim de adım Mustafa olduğu için, bu piyango bize isabet etti. Kader-i İlahinin bir rahmeti oldu. Hapishanede Kur’an harflerini öğrendim. Yazı yazmaya başladım. Kur’an okumayı ilerlettim. Afyon hapishanesi gerçekten benim için bir Yusufiye medresesi oldu. Hapishaneden çıktıktan sonra, on yıl Emirdağı’nda imamlık yaptım. On dört yıldır da, Diyanet İşleri’nde hattat olarak görev yapıyorum. İşte bunlar, Üstad’la beraber olmanın, ona gönül vermenin sadece dünyada görülen küçük bir meyvesidir….

Hapis hayatımız onbir ay sürdü. Üstad, gazetelerden bilhassa İslam Dünyası ile ilgili haberleri takib ederdi. Büyük Cihad, Hür Adam, Ehl-i Sünnet, Sebilür-Reşad ve Büyük Doğu mecmualarını takib ederdi, okuttururdu. Ben de bazen kendilerine okurdum….

Afyon mahkemesinde bir duruşma esnasında namaz vakti geçiyordu. Üstad çok hiddetlenmişti. Savcıya hitaben: 1360

“Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Başka bir suçumuz yoktur.” dedi ve durmadan yürüyüp çıktı. Mübaşir de arkasından gitti. Kalem odasında namazını kıldı….(19)”

(19) Son Şahitler-1 S: 28

1579

1580

5- Merhum Albay Hacı Hulusi Bey’den Afyon hapis hadisesiyle ilgili bazı rivayetler: (Bu rivayetler Hazret-i Üstad’dan duyulmuştur.)

“1948 yılında Afyon’da, hapishaneye seni de yanıma almak istedim. Fakat sonra vazgeçtim” dedi.

İkinci rivayet: “Afyon’da savcının ısrarla Nur talebelerinin isim ve sayılarını sorması üzerine, Hazret-i Üstad:

“Afyonu hapishane yap, ben de talebelerimin hepsinin ismini söyliyeyim” diye cevab vermiş.(20)”

6- Afyon hapis hadisesinde müdafi’ Avukat sıfatıyla mahkeme safahatını takib etmiş ve Hazret-i Üstad ve Nur talebeleriyle çok yakından alâkadar olmuş Afyonlu Avukat Ahmet Hikmet Gönen’in uzun hatıralarından bazı kısımlar:

“Bediüzzaman Emirdağ’ından Afyon’a getirildi. Kendisini daha evvelinden ziyaret edip görmek istediğim halde, maalesef imkân bulamadım. Afyona getirildiğinin haberini amcazadem Mehmet Erkoşar’dan öğrenince, adliyeye gittim. Saat on ikide umumî kapıdan içeri girerken, Bediüzzaman sorgu hâkimliğinden çıkıyordu. Beni gördü. bana doğru yöneldi. Ben de ona doğru gidiyordum.

-Hoş geldiniz! dedim.

Sen kimsin? dedi.

-Ben “Avukat Ahmet Hikmet Gönen..”dedim.

-O, çok güzel isabet oldu. Benim vekâletimi sen deruhde et! dedi.

-Hay hay efendim!.. dedim.

-Tamam! dedi.” Benim hakkımda açtıkları dava yersizdir. Bu davayı açtıkları için haksızlık yaptılar. Amma biz muvaffak olacağız. Teşekkür ederim. Otele gel, görüşürüz,” dedi.

(20) Son Şahitler-1 S: 40-45

1581

-Hay hay efendim, deyip kısaca ayaküstü bir görüşmemiz oldu. Otele gittim. Ankara Palas oteliydi.

Orada bana: “Ben Allah rızası için çalışıyorum. Benim zikrim, fikrim Allah’tır. Benim talebelerim de Allah yolunda, din, iman yolundadır. Başka bir maksadımız yoktur. Binaenaleyh bu dava yersizdir. Siz benim vekilliğimi yapın!” dedi.

-Pekâlâ efendim, dedim.

Tam yirmidört kişinin vekâletini aldık. Sonra dava açıldı. Tevkif ettiler. Yirmidört kişiyi içeri aldılar. (21)” –

Mahkeme safahatı

Bilâhare, mahkeme sırasında bazı olaylar cereyan etti. Mübarek Ramazan ayında idik. (1948 senesinin Ramazan ayı Temmuz ayı içindedir.) Millet dinlemeye gelmişti. Bediüzzaman’a soruyorlardı:

-Ne kadar talebeniz var?

Bediüzzaman:

-Bilmiyor musunuz!

-Bir de siz söyleyin.

(21)Bu yirmidört kişi, ilk tevkif edilen Emirdağ ve civarı kafilesiyle beraber olanlardır. Daha sonra bu sayı 49’a tamamIandı. A.B.

1582

-Çok… Binlerce… dedi.

Bir gün mahkeme seyri sırasında boğazına bir şey takılmış olacak ki; hemen sol tarafındaki pencereye doğru “Tuh!..” diye tükürdü.

Müdde-i umumi: Hakaret ediyorsun! dedi.

-Neye hakaret edeyim? Ben size cevab verirken boğazıma birşey takıldı”

Bediüzzaman’ın tekrar tekrar mahkemeye verilmesinin sebebi, Cumhuriyete aykırı hareket ediyor demeleridir. Bu bahane ile mahkemelerde süründürdüler. Halbuki, Bediüzzaman ömrü boyunca hiçbir zaman Cumhuriyet düşüncesine ters düşmemiştir.(22)

Afyon’da Nur talebelerinin mahkemedeki müdafaaları

Maznunların her birisi şifahi olarak birer müdafaada bulundular. Ayrıca istid’a da yazmışlardı. Onların müdafaalarını dinlemenizi isterdim. En hafif müdafaa yapacak diye beklediğimizin müdafaası şahâne oluyordu. Tam sekiz buçuk saat müdafaa oldu. Hele Ahmet Feyzi Kul’un müdafaası bir başka idi. Onun için Bediüzzaman Ona: “Nur’un Manevi Avukatı” derdi…

Biz usul bakımından vekil idik. Amma asıl vekil, ilmî ve meslekî bakımdan vekili olan talebeleriydi.

Bizi tehdit edenler

O zamanlar Bediüzzaman’ın müdafaasını üzerimize aldığımız için bize çok gözdağı verdiler. Davayı bırakmamı söylediler. Ayrıca hususi olarak tehdit ettiler. Birkaç kişi beraber gelip tehdit ettiler. Hatta onlardan birisi bizim büroya hiç gelmezken, bir kış günü bir de baktık, bu adam odamıza geldi. Kendi kendime bu adam bizim odaya hiç gelmez diye düşündüm. Hemen hoş geldin deyip, yer gösterdim.

Adam: “Bediüzzaman’ın ve arkadaşlarının müdafaasına galiba bir hafta kaldı” diye sordu.

Ben, evet, dedim.

Adam: “Benim eğer yetkim olsa, onu müdafaa eden avukatları keserdim “

(22) Evet, amma gerçek Cumhuriyet manasına… ki hakikat olarak bir Müslüman halkın Müslümanca yaşamasının bir düşünce hâkimiyetidir. A.B.

1583

Biz iki kişi idik. (Avukat olarak) Diğer arkadaş Halil Hilmi Bozcalı idi. Bu arkadaş, Afyon’un en ünlü avukatlarındandı. O “keserim” diyen adam, sözünü yine tekrarladı.

Evvelâ: “Onu müdafaa eden avukatları asmalı!” dedi.

Biz bir iki cevab verdikten sonra, kendisine neden bu mesele üzerinde durduğunu söyledik.

Efendim. “Sen de mi mürteci’sin?” Ne mürteci’i? Ne irtica’ı? dedim.

“Görmedin mi bayramda?… Hem bu sene Arapça serbest bırakıldı diye iyice azıttılar. Nasıl da içten-içe tekbir alıyorlardı. Ramazan bayramında görmedin mi, içten tekbir almalarını?… Yoksa sen içinde yok muydun?.. ” dedi.

Evet, ben de vardım, dedim. İşte bu irtica’ yoludur dedi.

Sabrım taşmıştı: “Yok!.. Din yolunda, dinin senede iki defa gelen bayramında müsaade edilmiş tekbirleri, özellikle içten gelen tekbir almayı siz irtica’ mı sayıyorsunuz? Eğer bu bir irtica ise. ben mürtecilerin de mürtecisiyim. Şimdi sen beni tehdit ediyorsun, ben vazife almışım.. Biz canilerin vekâletini de alıyoruz. Hepimiz aynı durumdayız. Bu davanın manevi tarafı da var. Şimdi ben doğrudan doğruya vazifemi ifa ediyorum. Tâ emr-i hak vaki’ olur, müdafaaya giremem. Yahut da bu davayı mümkin olduğu kadarıyla müdafaa edeceğim. Ondan sonra isterseniz beni asın, ipi kendim boğazıma takarım… Var mı bir başka diyeceğin?.. deyip kapıyı çarptım, dışarı çıktım. Hamdolsun hiç kimse bir şey diyemedi. Mahkemeden sonra (Yani mahkemenin neticelenmesinden sonra) onlara şunu dedim:

“Nasıl. nasıl?.. İşte böyle olur mahkeme. Dinî cemiyet kurmak cemiyyet rejimine muhalefet, derken netice ne oldu?.. Bunların ne gizli bir teşkilâtları var, ne de toplantı ve kararları… Bunların Allah’ın yolunda yürüyenleri irşad etmek arzusuna matuf hareketlerde bulunmaktan başka bir gayeleri yoktur.

Harareti kırk dereceye çıkmıştı 

Zaman zaman hapishaneye gider, Üstad’ı ziyarette bulunurdum. Bir seferki ziyaretimde harareti kırk dereceye çıkmıştı. Böylesi bir halde bile yine te’lif, tashih işiyle meşguldü. Talebeleri yanında idi. Zaten Üstad çok hastalık çekmişti…

Bediüzzaman Hazretlerine bir defasında bir hediye götürdüğümde, bana şunları söylemişti:

1584

“Halkın bana gösterdiği alakadan dolayı sıkılıyorum. Ben de bu milletin bir ferdi. bu memleketin bir vatandaşıyım. Ben hem sıkılıyorum, hem de idarenin gözünde başka manalar aranıyor, bende üzülüyorum.

Namazına savcı mâni olmak istedi 

Bir celsede namaz vakti girmişti. Müsaade istiyen Bediüzzaman’a savcı hemen:

“Olmaz efendim, usule aykırıdır” diyerek homurdandı. Ben yerimde duramadım:

“Ne usulü?” diye bağırdım. Sizden usul hakkında bir şey istemiyor. Sizden Allah’ın yolundan ayrılmama gayretinde olan bir şahıs, bu yoldan ayrılacağından endişe edip, sizden beş dakika müsaade istedi ” dedim.

Hâkim izin verdi. Bediüzzaman Hazretleri dışarı çıkıp namazını kıldı.

Ben Bediüzzaman’ı yirmibeş sene evvelinden tanıyorum.

Mahkemede, Ceza Hâkimi bir gün bana şöyle demişti: “Ben bundan yirmibeş sene evvel İstanbul’da talebe iken Bediüzzaman’ı duymuştum. “Doğudan bir âlim gelmiş” dediler.”Her sorulan suale cevab veriyormuş.. Bir gün bir kalabalık gördüm, ne oluyor? diye sorduğızmda “Bediüzzaman gidiyor” dediler. Ben de yaklaştım, tam bir Şarklı kıyafetindeydi. Belinde hançeri vardı. Genç idi. İlmine o kadar güveniyorduki; kapısının üstüne “Her soruya cevab verilir” levhası astırmıştı “

Allah Aşkına Durun 

Afyon Ağır Ceza Reisi “Tevfik Onen” izne ayrılmıştı. Kendisi muhterem bir adamdı. Onun yerine bir hâkim vekâlet ediyordu. Mahkemede kalan kitapların alınması için müdafaada bulunmuştum. Hâkim “Ali Bayram” kızdı. Bütün Nur talebelerinin tevkifi için emir verecekti. Çok heyecanlanmıştım, yerimden fırlayıp:

“Durun, Allah aşkına durun!.. bu karda kışta, bayramdan etmeyin. Bir de bunların muhafazası için bir o kadar asker gerekecek, yazıktır. Mahkemenin ibtalini rica ediyorum” dedim.

Çok heyacanlı konuşmanın ardından arkadaşlar, gidip yüzümü yıkamamı söylediler. Aynada rengimin bembeyaz kesildiğini gördüm.

Netice olarak şunu ifade edeyim ki:

1585

Bediüzzaman denilince, aklıma Bediüzzaman için açılan mahkemelerin yersizliği gelir. Ne kadar çektirmişlerdi!. Allah yolunda ilim yapmış bir zat, bu yolun mensublarını geliştirmek ve yetiştirmek için gayret sarfetmiş, insanlığa hitab etmiş, vatan için, din için çalışıp ömrünü bu ulvi gayelerle geçirmiştir.

Bediüzzaman tamamen manevi yolda çalışmış bir şahsiyettir. “Sen bu yolda çalışıyorsun” diye rahatsız etmişlerdir. Halbuki anayasada “Kimse dini duygularından dolayı kınanamaz(23)” denmektedir.

Bediüzzaman’a bunca yapılan tahdit, tehdit ve eziyetlerden sonra, ona açılan davaların yersiz olduğunu anladım. Büyük adamdır.. Din için çekti, Allah için çekti. Allah gani gani rahmet eylesin…(24)”

7- Afyon hapis hadisesi sırasında. hapishane müdürü olarak bulunmuş Uşaklı Mehmet Kayhan, ibret verici şu hadiseyi anlattı:

“-Ben eskiden Uşak’ta savcılık başkâtibi idim. Daha sonra müracaat ederek Çorum Cezaevi müdürlüğüne tayinimi çıkarttım. Sonra Balıkesir ve 1947 senesinde de Afyon’a tayin oldum.

Bu yıllarda Emirdağ’da oturan Bediüzzaman Said-i Nursi isminde bir vatandaşımız vardı. Bu adamın din propagandası yaptığı hükûmetçe tesbit edildiği için, polis memuru Uşaklı Sabri Banazlı’yı ve diğer arkadaşlarını sivil elbiselerle Emirdağ’a göndermişlerdi.

Bir gün polis Sabri Banazlı Cezaevine gelerek bana: “Yakında sana Bediüzzaman isminde birisini getireceğiz” diye haber verdi.(25) Daha sonra da Said-i Nursi’yi hapishaneye getirdiler.(26)

(23)Anayasada mezkur hükmün mevcudiyeti ile beraber, bir de onun karşısına 163. madde diye lastikli ve dindar Müslüman halkı kıskıvrak bağlamak ve ezmek için tuzaklı bir maske de oraya konulmuştu. O hükmün manası da: “Namazını kıl, orucunu tut, fakat dinin ahkâmına, dinin kudsiyetine dair sakın hiç birşey konuşma!.. İmandan ve kur’an’dan hiç bahsetme, onları hiç methedme” şeklinde anlıyanlar çoktur. A.B.

(24) Son Şahitler-3 S: 176-185

(25)Müdürün polisten rivayet ettiği husus, çok önceden Bediüzzaman’ın hapsedileceğinin planlandığ’ını göstermektedir. Yoksa bir polis nereden bilir ki Bediüzzaman hapsedilecektir? Demek ki. Üstad hakkında hazırlanan plân son günlerde artık aleniyete çıkmıştı. Polisler, bile biliyorlardı. A.B.

(26) Son Şahitler-1 S: 15

1586

8-Üstad Bediüzzaman’ın Afyon hapsinde bulunduğu sıralarda baş gardi yan yardımcısı Hasan Değirmenci’nin anlattıkları:

“Hapishane müdürü “Deli Müdür” adıyla ma’ruf Mehmet Kayhan’dı. Sert bir adamdı…

Bediüzzaman’ın hiçbir kimseye zararı yoktu. Kendi halinde, kendi âleminde bir din adamıydı…

Sabahlara kadar kendi halinde, kendi vicdanıyla kalır, başbaşa dua eder, ibadet eder, Allah’ı zikrederdi. Geceleri bir saat ya uyur ya uyumazdı. Biz haliyle görevli olduğumuz için onun bütün yaşayışına dikkat ederdik. Her halini rapor ederdik.

İğne yaptırmak istemedi 

Bir gün mahkûmlara iğne yapılacaktı. Kendisini iğne bahanesiyle birkaç defa zehirlemişlerdi. Bu sebebten haklı olarak iğne yaptırmak istemedi. Ben de

“Hocam önce bana yapsınlar, ondan sonra size yapsınlar” dedim. Bunun üzerine kabul etti. Aynı ilaç ve aynı iğneden önce kendime yaptırdım. Sonra da kendisine vurdular…

Biz o zatın hep iyiliğini, hep insaniyyetini gördük. Biz ondan kötülük görmedik. Duası, himmeti yetti bize gayrı…

Çeşitli hadiseler olmuştu. Hapishanede büyük kavgaların içine düşmüştük. Onun himmetiyle hiçbir şey olmadı. Burnumuz bile kanamadı. Yüzümüzün akıyla kurtulduk o meslekten…

Zaman zaman bazıları gelip onu rahatsız etmek isterlerdi. Aylarca yattı. Tahliye edildikten sonra, iki defa hapishaneye geldi. İçerdeki mahkûmları ziyaret edip görüşmek istedi. Fakat Deli Müdür razı olmadı, görüştürmedi.(27)”

9- Emirdağ hayatı bölümünde bir kısım hatıralarını kaydettiğimiz emekli komiser Abdurrahman Akgül, hapis hadisesiyle ilgili şu hatırasını kaydeder:

”-Ben namaz kılacağım

”Mahkeme sırasında akşam namazı vakti girmişti. Bediüzzaman ayağa kalkarak: “Ben namaz kılacağım” dedi.

(27)Son Şahitler-1 S: 31

1587

Hâkim: “Kaza edersin…” diye cevab verdi.

Bediüzzaman: “Hayır kaza olmaz, ben kılacağım” diye ısrar etti ve yürüdü. Sonra savcı bana işaret etti. Ben de koluna girdim. Kalemde namazını kıldı.

Mahkeme safahatı esnasında, hâkim kendisine:

”-Bizler sivil olduğumuz halde- Nasıl ve nereden polis olduğumuzu öğrendiğini sordu. O da: “Gece rü’yamda gördüm” diye cevab verdi.

Mahkemenin karar vereceği celsede, Bediüzzaman’ın son sözü nedir diye sorulduğunda:

“Eğer suç varsa bütünü benimdir. Diğer arkadaşlarımın hiçbir suçu yoktur. Biz Kur’an’ın hizmetkârıyız, asayişin manevi muhafızlarıyız…” dedi (28)”

10- Jandarma İbrahim Mengüver’in hatıralarından Afyon hapis hadisesiyle ilgili kısmı şöyledir:

“…Üstad’ın mahkemesi olacaktı. Şarktan garbtan insanlar Afyon’a akın ettiler. Sokaklar, caddeler mahşer gibiydi. Yol değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Üstad’ı elli tane, yüz tane adamı öldürmüş, kâtilmiş gibi, bir mahkemeye götürüyorlardı. Ben de o zaman vazifeliydim. Bediüzzaman’la çarşıda karşı karşıya geldik. Hemen selâm çaktım. O sırada bizim süvari bölük kumandanı muavini geçiyormuş, Üstad’a selâm verdiğimi görmüş. Meydanda bana bağırdı çağırdı. “Yakalayın şunu askerler” dedi. Beni yakaladılar. Bölük kumandanının odasına soktular. Süvari muavini, olanı biteni anlattı. “Bu jandarma Bediüzzaman’a selâm vermiş” dedi.

Komutan. muavinden de betermiş.. Olduğu yerde deliriyor, tepiniyor.. saçını, başını yolacak oluyordu neredeyse…

“Sen hocaya selâm vermişsin!” dedi.

Ben de “Gâvur muvum yahu?.. Ben bir Müslümanım” dedim.

Falakaya yatırın, diye deli gibi bağırdı. Beni falakaya yatırdılar. Onlar kızılcık sopasıyla ayaklarıma vurdukça, ben “Üstad’la konuştum ya, ona selâm verdim ya, feda olsun herşeyim…” diyordum.

Bu sefer Komutan daha da çıldırıyor ve bağırıyordu: “Asker hocaya selâm veremez.”

Ben de: “Nasıl vermezmiş, asker gâvur mudur? Elbette verir.” diyordum. Bölük komutanı öfkesini alamadı. Beni bir hafta hapsetti. Bir hafta

(28) Son Şahitler-1 S: 29

1588

sonra hapisten çıktım. Bu defa yine dışarda Üstad’la karşılaştık.Bir yanımda alay kumandanı, bir yanımda da tabur komutanı olduğunu unutarak; Yine Üstad’a asker gibi selâm çaktım. Artık hiçbir şey umurumda değiIdi. Hocam nasılsın? dedim.

Üstad: “İyiyim evlâd, geçmiş olsun” dedi.

Hapishaneye bir hafta önce girdiğimi ve başıma gelen hadiseyi nereden öğrenmişti bilmiyorum. Üstad devam ederek: “Zalimler belâlarını bulacaklar. Hem bu dünyada, hem de ahirette.”

Üstad hiç hediye kabul etmezdi. Pek az yemek yerdi. Saçı bıyığı süt beyazdı. Vücudu da bembeyazdı.

Saçları arkaya doğru uzundu (29)”

11-Bolvadin’li Şahide Yüksel demiş ki:

“1948’de Üstad Afyon hapsinde iken, bir gün mahkemeyi dinlemeye gitmiştim.Hakim, üstada:” Sanatın nedir?” diye sorunca, üstad: “Sanatım iman kurtarmaktır” diye cevap verdi.

Yine hâkim:”Neden Sakal bırakmadın, niçin evlenmedin” diye sordu.

Üstad:”Sakal bırakmadım, hapse girince siz kesmiyesiniz diye… Evlenmek ise, O Sünneti yerine getirenlerden bazıları, dokuz farzı terkettiler” dedi. (Son Şahitler-4 sh. 234)

TEKRAR BAŞTAN ALIYORUZ

Burada, tekrar Afyon hapis hadisesinin başına dönerek. evvelâ Hazret-i Üstad’ın hapishanedeki tecridli,azaplı yürekler acısı hapis hayatına; ve mahkemenin gadirli, kanunsuz zulümlü safahatına.. ve bu arada Üstad’ın mahkemede yaptığı müdafaalarının geniş bölümüne, hem hapisteki talebeleriyle olan gizli muhabere mektuplarına ve eski mahpuslarla olan irşadkârane alâkalarına ve saireye bakacağız.

Evet, Hazret-i Üstad Bediüzzaman önceki hapislerinde -Özellikle Denizli hapsinde- olduğu gibi, Afyon hapsinde de tek başına, fakat bu defa küçük ve ısınabilen bir odaya değil, altmış kişilik köhne, yarık, dökük büyük bir koğuşa tek başına konulmuştur. Bunun yanında hiç kimseyle sûret-i kat’iyede görüştürmemek üzere çok sıkı bir kontrol altına alınmıştır. Üstad’ın tek başına konduğu bu büyük, soğuk, boş koğuşta, zemherîrin en soğuk günlerinde ve Afyon’un ünlü çok soğuk yakıcı, dondurucu kış günlerinde, ilk iki gün iki gece sobasız, ateşsiz, mangalsız bulundurulmuştur. Bundan maksad da, herhalde burada kendi kendine ölüp gitsin idi. Yoksa,

(29) Son Şahitler-1 S: 123

1589

bu muameleye başka hiçbir mana verilemez.

Evet, yetmişbeş yaşında, çok zaif ve hasta haliyle Üstad’ın bu tarz zulümlü muameleye tâbi’ tutulması, elbette hiç şüphesiz kasdî olarak en zalim ve en acı bir ihanet ve hıyanetin bâriz bir numunesi idi bu…

Hazret-i Üstad, konulduğu bu koğuşta tam on dört ay tecrid içinde bekletilmiştir. Halbuki Üstad, diğer tutuklular gibi maznun bir tutuklu idi, hem de siyasi tutuklu… O ise hapis usulünde tecrid hali, ilk mevkufiyet günlerinde azamî haddi onbeş gün idi. Üstad’a yapılan bu kanunsuz keyfi muamelelerin manası ne idi?..

Gerçi C.H.P. iktidarı hep böyle keyfî ve zorbalık üstünde duran bir iktidardı. Üstad hakkında bütün hapislerinde ona uygulanan bu bed muamelelerin başlıca üç hedefi vardı.

1- Talebe ve dostlarıyla görüşüp de, müdafâat vesair tedbirler hususunda onlara yol göstermesin, tedbirler almasın.

2- Görüşüp de yeni yeni Risaleler te’lifatıyla irşad ve ıslâh mümkin olmasın.

3- Kendisine müdafaât işlerinde yazı hususunda yardım edecek talebeleri yanına varmasın, müdafaasız ve çaresiz kalsın.. ta ki onu tecziye için ellerinde bir ipucu olsun.

Fakat bu plânlar, Üstad’ın bütün hapislerinde Allah’ın inayetiyle başarılamamış, tam aksiyle tezahür etmiştir. Müdafaalarını talebelerine zor ve çetin şartlar altında gönderme imkânını bulup yazdırma işini başardığı gibi, sair irşad ve ıslâh için yazılan Risale ve mektuplar da durmadan talebelerine ulaştırılmıştır.

Evet, bilhassa Afyon hapsinde savcı tarafından Üstad’ın talebeleriyle görüştürülmemesi için şiddetli tedbir ve emirleri var idi. Şayet mahkûmların traş gününde, Berberhanenin yanıbaşındaki Üstad’ın koğuşuna gizlice girip görüşebilen talebeler gardiyanlarca görülmüşse, mutlaka falakalara yatırılıp, ağır dayaklar attırılmıştır. Bu falakalara birkaç kere yatırılan bilhassa kahraman Zübeyr Gündüzalp ve Mustafa Sungur’dur. Özellikle Merhum Zübeyr Gündüzalp birkaç defa bu zulme maruz kalmıştır.

Bizzat kendisinden birçok defa dinlemiş olduğumuz merhum Zübeyr Gündüzalp bir hadiseyi şöyle anlatıyordu:

“Üstadımızla görüştüğümüzde, beni falakaya yatırmak için yakalıyan iki gardiyana ilkin teslim olmadan bir müddet mücadele ettim. Fakat başıma dört beş kişi üşüşünce, beni yıkıp ayaklarıma sopa ile vurmaya başladılar. Onlar vurdukça. ben “Vurun, vurun!. Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırırdım.

1590

Mustafa Sungur Ağabey ise, bir macerasını şöyle anlattı:

“Bir defa bir fırsatta Üstad’ımızın koğuşuna girdim. Odasını, etrafını süpürüp temizledim. Yanında biraz oturdum. Üstadımız da yanındaki bisküvileri kendi mübarek elleriyle ceblerime dolduruverdi. Çok iltifat etti. Meğer gardiyanlar beni görmüş, gözetliyorlarmış. Üstad’ın odasından çıkınca beni yakaladılar ve falakaya yatırdılar. Çok vurdular. Ben ayaklarımın ağrısından çok, o vahşice zulmün şeklinden çok müteessir olarak; hapishanenin, Üstad’ın koğuşuna bakan kısmın üst katına çıktım. Tessürümden orada gezine gezine ağlıyor ve Üstad’ın ceblerime doldurduğu bisküvileri de yiyordum.”

İşte bütün bunlar ve benzeri vahşice ve kanunsuz, keyfî zulümlü muamele ve tedbirlere rağmen, Üstad’ın fedaî talebeleri bu zulümleri, bu vahşilikleri gördükçe, daha çok Üstadlarına ve Risale-i Nur’a perçinleşiyorlardı. Hatta değil yalnız hapisteki Nur talebeleri, eski mahpuslar da bu gaddarca muamelelerden her gün biraz daha Hazret-i Üstad’a ve Nur talebelerine yaklaşıyorlardı. Bu hal öyle bir durum almıştı ki; Üstad bazen hapishane avlusuna bakan penceresini açtığında bütün mahpuslar pencerenin altına yığılıveriyor ve Üstad’ı görmek istiyorlardı. Hatta bir ara idarece Üstad’ın bu penceresi mıhlanarak kapattırılmıştı. Ta ki, mahpuslar onu görmesin, uzaktan da olsa selâmlaşmasın ve alâkadar olmasınlar diye…

ÜSTAD’DAN BU MEZKÛR HADİSAT HAKKINDA BAZI MEKTUPLAR

Üstad penceresinin mıhlanıp kapattırılması hadisesi üzerine, talebelerini teskin etmek için şöyle bir mektup yazdı:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi; mahpuslarla muarefe ve selâmlaşmamaktır. Zahirde başka bahane gösterdiler. Hiç merak etmeyiniz. Bilâkis benim ehemmiyetsiz şahsım ile meşgul olup Nurlar’a ve talebelerine çok sıkıntı vermediklerinden, benim cidden ve kalben onların şahsımı ihanetler ve işkencelerle ta’zib etmeleri, Nurlar’ın ve şâkirdlerin ve bizlerin bedeline olduğu ve bir derece Nurlar’a ilişmemeleri cihetinde memnunum ve sabır içinde şükür ederim, merak etmiyorum. Siz dahi hiç müteessir olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazar-ı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurlar’ın ve talebelerinin selâmet ve maslâhatları noktasında bir inayet ve bir hayır var diye kanaatım var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar.

1591 

Hem ihtiyatla hareket etsinler, telâş etmesinler. Hem herkese bu meseleden bahis açmasınlar. Çünki safdil kardeşlerimiz, ihtiyata daha alışmıyan veni kardeşlerimizin sözlerinden mana çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe yapar, ihbar edebilir.

Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber hiç endişe etmeyiniz, biz inayet-i ilâhiyye altındayız.. ve bütün meşakkatlere karşı kemal-i sabır ile, belki şükür ile mukabeleye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet ve sevabı netice verdiğinden şükretmeye mükellefiz.

Said-i Nursi (30)”

Daha sonra bu zulümlü muameleyi Üstad Hazretleri ağır Ceza reisine de bildirdi. Herhalde çok utanç verici, çok fahiş bir kanunsuzluk olduğu için, Reis müdahalede bulunmuş ve bir zaman sonra, -amma ne kadar sonra bilemiyoruz-Üstad’ın pencerelerini açtırıvermişlerdir.

Evet, Üstad’ın pencerelerini açtırmışlardı amma, müdde-i umumi Üstad’ı gerek dışardan hiç bir ziyaretçi ile, gerekse hapisteki talebe ve hizmetkârlarıyla görüştürmemeye kesin emirler vermiş ve aynı zulümlü muameleye devam ediliyordu. Bu tamamen kanunsuz ve keyfi muamelenin de, Hazret-i Üstad, mahkeme reisine bildirilmesini talebelerinden istemiş ve bu mevzuda Şunları yazmıştır:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Son iki parçayı, ya eski harf veya makine harfiyle beray-i malûmat gayr-ı resmi mahkeme reisine, münasip gördüğünüz bir ciddî adamla verdiğiniz vakit, ayrı bir pusula da ona yazınız ki; “Said size teşekkür eder der: Pencerelerimi açtılar… Hiç bir kardeşim ve hizmetçilerimin yanıma gelmesine müdde-i umumi müsaade vermiyor. Hem zatınızdan çok rica eder ki; mahkemede bulunan mu’cizatlı ve antika Kur’anını ona veriniz ki: bu mübarek aylarda okusun. O harika Kur’an’ından üç cüz’ü Diyanet riyasetine numûne için göndermişti, ta fotoğrafla tab’ına çalışsınlar. Hem onunla beraber Risale-i Nur’un mahkemedeki mecmualarından birisini sizden istiyor ki; bu tecrid-i mutlakta ve yalnızlıkta ve şiddetli sıkıntılarında mütalâasıyla, bir medar-ı teselli ve arkadaşı olsun.(31)”

Fakat mahkeme Reisi, Hazret-i Üstad’ı Dar-ül Hikmet’ten tanıdığı ve çok iyi bildiği(32) halde, evhamından ve korkusundan buna müdahale edip

(30)Afyon Hapis Mektupları- Siyah defter Zübeyr- S: 63

(31)Afyon Hapis mektupları- siyah defter Zübeyr- S: 187

(32)Avukat Ahmet Hikmet Günen’den riyavettir. Üstte bahsi geçmiştir. A.B.

1592

bir şey yapamadı ve Üstad’ın bu ikinci kanunî isteğini yerine getiremedi. Savcı keyfî ve kanunsuz muamelelerine devam ededurdu.

Hazret-i Üstad bu keyfî muamele ve taziblerin esas mahiyeti hakkında bilâhare talebelerine şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“…Saniyen: Zülfikâr ve Sirac-ün Nur elbette gizli düşmanımız mason ve komünist maskesi altında anarşist ve mürted münafıklara çok dehşet verip, bellerini kırdıklarından; herhalde Beşinci Şua’ı bahane ederek, eski kabinenin bir kısım erkânını aldatmışlar. Fakat bu plânları dahi âkimdir.

Neşir olan ve istinsahla ziyadeleşen kısım, millete kâfidir. Hükûmetin elindeki kısmın, hükûmet memurlarına lüzumu var ki, kader-i ilâhi bu hale müsaade ediyor.

Salisen: … Benim kanaatım gelmiş ki; beni merhametsizce tazib edenlerin bir kısmı Yahudî komitesiyle ve mürted, komünist ve zındık ve anarşist komitesiyle bilerek veva bilmiyerek bir alâkaları var.. ve Türk milletinden değildirler. Çünki Türk’te ve İslâmiyet’te, belki insaniyette fıtrî bir tarzda, ihtiyarlara, hem gariplere, hem hastalara, hem zaiflere, hem mazlumlara hem münzevilere, hem ciddî âlimlere karşı şefkat, hürmet, acımak, dostane bakmak hasleti var olduğu halde; Şimdi benim gibi bütün o acınacak haller birden üstünde var iken; tam bir kin, bir adavet, bir gayz ile ihanetleri, beni sıkanların içinde görüyorum. Fakat merak etmeyiniz. Onların hiç ehemmiyeti yok. Ben aldırmıyorum, beş para kıymet vermiyorum….

Said-i Nursi(33)”

AFYON HAPSİNDE ÜÇ DEFA ZEHİR(34)

Yukarda temas ettiğimiz bütün o vicdansızca ve hiçbir mahkeme ve hapis kanununun usulüne uymayan muameleler, tecrid ve ta’zibler, konuşturmamak ve görüştürmemek vesaireler yetmemişcesine, Hazret-i Üstad’ın o tek başına işkenceli tecrid koğuşundaki yürekler acısı durumu yanında, bir de onun vücudunu ortadan kaldırmak için zehirlerle su-i kasdlerin yapılmasıdır. Bu zehir hadiseleri üç defa tekrarlanmış olup kesin bilinenleridir. Belki ayrıca daha da var. Afyon hapsinin tecrid koğuşunda Üstad’a icra edilen bu üç defa zehir hadisesiyle, o ana kadar kesin bilinen zehirlerin ondördüncüsü oluyordu.

(33 Afyon Hapsi mektupları -2, Kırmızı defter Zübeyr, S: 40

(34)Üç defa zehir hadisesini, Mustafa Sungur Ağabeyin hapisten sonra İstanbul’a gidip Av. Mihri Helav’la görüştükten sonra, Üstad’ına yazdığ’ı mektukıunda hususiyle ifade edilmiştir. (Bakz Emirdağ-2 dosyası S: 14)

1384

1593

Son derece dikkat ve tefekkür yeridir ki; Üstad’a verilen hemen her zehirin akabinde müthiş ölüm-kalım hastalıkları içerisinde, Üstad’a çok muazzam ve harika imanî Risaleler yazdırılmıştır.

Mesela 1923’de Ankara’da verilen ilk ve birinci zehir akabinde Arapça “Zevl-ül Habab” eserini Ankara’da te’lif ettiği gibi, Kastamonu’da verilen bir zehirin hemen sonrasında, da emsalsiz olan Ayet el-Kübra Risalesi yazılmıştır. Keza Emirdağ’ında 1944 yılı güz aylarında verilen zehirlerin ve Emirdağındaki birincisinin akabinde, Meyve Risalesinin onuncu meselesi yazıldığı gibi, yine Emirdağ’ında bir başka zehirden sonra da, Arabi “Hülâsat-ül Hülâsa” adlı risalecik ki, tefekkür virdi olan Hizb-ün Nuri’nin hülâsasının hülâsası kaleme alınmıştır. Öyle de şu Afyon hapsindeki birinci zehir hadisesinde Üstad “ElHüccet-üz Zehra” nın bir parçasını te’lif etmiştir. Hatta Afyon hapsinden sonra da 1950’de verilen müthiş bir zehirin akabinde de, ikinci gününde hastalıktan ayıldığı zaman, Arabi “El- Hutbetüş Şamiye” Risalesinin türkçe tercümesini yaparak te’lif etmiştir ve hakeza…

Şimdi Afyon hapsinde verilen üç zehir hadiseleri hakkında Hazret-i Üstad’ın kendi hapisteki talebelerine yazıp gönderdiği mektuplarını okuyoruz:

Birinci zehir hadisesi hakkında:

Aziz Sıddık çok halis, çok eski kardaşım ve hizmet-i Kur’aniyede çok fedakâr arkadaşım Ahmet Nazif!

Evvelâ: Hiç hayatımda görmediğim ve her gün ondan vefatımı beklediğim bu semli, pek ağır ve sıkıntılı hastalığımdan kalben diyorum ki: Ben ölsem çok Hüsrevler, Tahiriler, Nazifler gibi benden daha kuvvetli kardeşlerim kalıyorlar. Bana ihtiyaç kalmadı. Elhükmü-lillah diyerek, ölümü kemal-i ferahla karşılamak suretini Rahmet-i ilâhiyyeden niyaz edip istiyorum.

Saniyen: Şimdiye kadar hakkımızda kanunsuz, şiddetli muameleler hizmet-i imaniye ve Nuriyemize başka bir ehemmiyetli sahalarda daha parlak ve te’sirli inayetlerin tezahürü, bizi şimdilik pek ağır sıkıntımızda sabra, tahammüle da’vet eder.

Salisen: Bu üçüncü musibetimizde bana karşı bütün bütün kanunsuz ve garaz ve aks-ül amel ile mukabele ve beni mahkemede haklı müdafaatımdan men etmek ve ondört ay tecrid-i mutlakta ta’zib etmek ile, bildim ki; benim onlara müracaatım lüzumsuzdur, belki zararlıdır. Onun için senin ve Abdurrahman’ın iki ehemmiyetli fikrinize cevab vermedim.(35)”

(35)Afyon Hapis mektupları -2, Kırmızı defter Zübeyr, S: 57

1594

Bu birinci zehir hadisesi içinde “El Hüccet-üz Zehra”nın birinci kısmının yazıldığını beyan eden Üstad’ın şu gelecek mektubu da şayan-ı hayret ve tefekkürdür:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Yarım felçli ve yarım nüzûllü ve semli hastalığım, kırk seneden beri hiç terketmediğim hususî evradıma mani’ olduğu ve kuvve-i müfekkiremi ve cesedimin her tarafını atalete uğrattığı halde, ihtiyarsız teşehhüd ve fatihaya dair parça yazıldı. Kalben derdim: “Bundan bir fayda çıkmaz: ‘ Halbuki benim namazıma öyle parlak bir huzur ve tefekkür verdi ki; Gafleti dağıttı ve beni hayrette bıraktı. Zaten az bir intibah dahi ibadette büyük ehemmiyeti var.

Acaba o son parçayı nasıl görüyorsun? Namazınızda o kelimeler o beyandan sonra sizde bir değişiklik yaptı mı?

Said-i Nursi(36)”

Afyon hapsinde Üstad’a verilen zehirlerden bu birinci zehir hadisesi ile ilgili olarak, İnebolulu merhum Ahmet Nazif Çelebi’den bizzat duyduğum elim ve yürekler parçalayıcı bir hatırasını burada nakletmek istiyorum:

“1962’de merhum Nazif Çelebi Hac’ca giderken Urfa’ya uğramıştı. Bana aynen şöyle anlattı:

“Afyon hapsinde bir gün bir fırsatta Üstad’ın koğuşuna girebildim. O sıra Üstad’ı zehirlemişlerdi. Kışın da en soğuk günleriydi. Yüzüne baktım, adeta simsiyah kesilmiş, dudakları çatlamış, ateşler içinde kıvranmaktaydı. İhtiyarlık ve çok fazla zafiyetiyle beraber, o ağır zehirlenmeden mütevellid çok perişan, odasında kimsesiz, yalnız, hizmetçisiz bulunduruluyordu. Üstad Hazretleri beni görünce ağlamaya başladı. Ben de ağladım. İkimiz bir müddet ağladık. Dedi: “Kardeşim, ben çok perişan bir durumdayım. Seni Allah gönderdi..”

Sağını solunu aceleden düzelttim, etrafını süpürüp temizledim. Zaruri ihtiyaçlarını gördüm ve çıktım.” İnebolulu İbrahim fakazlı da, Hz. Üstadın bir zehirlendirmesini (Afyon hapsinde) söyle anlatmış:

“Kışın son derece soğuk bir günde Üstadın yanına gizlice çıkmıştım.Hz. Üstad çok hastaidi. Bana elini uzattı “Tut” dedi. Bende tuttum ve öptüm.Ateşler içindeydi, elim onun sıcağına tehammül edemiyordu. “İbrahim çok hastayım.. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum.”

(36)Aynı eser S: 67

1595

derken Ceylan da geldi. Aynı şeyleri onada tekrarladı. Biz şaşkın bir halde ağlıyorduk. Üstad da ağladı. “Ne yapalım?” diye çaresizlik içinde Ceylanla birbirimize sarıldık, ağlaştık, helallaştık. Üstad bize çok dua etti ve sonra bizi gönderdi.Dönüşte kardeşlere meseleyi anlattık, çok dualar ettik. Cevşenler okuduk.Sonradan anladıkki Üstadı zehirlemişler…” (Son Şahidler-5 ,sh. 35)

İkinci kez bir zehir hadisesi için Hazret-i Üstad şöyle diyor:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Benim kalbime bu gece bir mana geldi, Size beyan edeyim. Evvelâ, ben tahammülüm fevkindeki şimdiki azabım ve ikinci olarak öldürmiyecek fakat kuvvetten tam düşürecek bir nevi semli ilacıyla şiddetli sıkıntılarım ile, ben temyiz mahkemesinin çabuk bizi kurtarmasını istemiyorum, uzatmasını istiyorum..Ta hakikat tam tezahür etsin. Milyonlar başlar fada oldukları o hakikata, değil muvakkat rahatımız ve fani dünya hayatımız, belki lüzum olsa başımızla beraber bütün şeref, mal, rahat. haysiyet, maddi manevi makamât kemal-i iftiharla feda edilse, yine kazanıyoruz ve vazifemizdir…(37)”

Üçüncü zehir hadisesi hakkında da Üstad Hazretleri şunu yazdı: (Bu üçüncü defaki zehir, Afyon hapsinin son günlerinde vuku bulduğu anlaşılıyor)

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvela: Ruh-u canımla bayramınızı tebrik ederiz.

Saniyen: Belki beni uzak bir yere gönderirler. Veyahut bu defaki zehir beni kabre sevkedecek. Ben de herbirinizi kendi yerimde birer Said ve Nur’a birer bekçi ve muhafız olarak vâris bırakıyorum. Bir bekçiye bedel, binler muhafızlar olursunuz. Hem sizler dahi benim yerimde her bir mecmua-i Nuriyeyi birer manevî Said görüp, benim bedelime ondan ders almaya çalışınız!..

Sarsılmayın!. Fânî zahmetlerin ehemmiyeti yoktur. Bizim manevî sohbetimize hiçbir şey mani’ olmaz. Hatta berzahtaki merhumlar ve yirmi sene sureten görmediğim Nur kardeşlerimi her zaman görür gibi bir nevi beraberlik hissediyorum (38)”

(37)Afyon Hapis mektupları -2 Kırmızı defter Zübeyr, S: 85

(38) Eski Cild Afyon Dosyası S: 27

1596

Afyon Savcısının sair ma’rifetleri

Bütün bu zehirler, işkenceler, tazyik ve tecridler şüphesiz ki; Savcının eli altında cereyan ediyordu. Bu durumdaki Afyon Savcısı, gerçekten gizli münafık din düşmanlarına tamamıyla engaje olmuş olarak; Bediüzzaman’ı ne yapıp yapıp, ya hapiste öldürtmek veya mutlaka mahkûm etmek için her plân ve desiseye baş vuruyordu. Bu gaye ile el altında icra ettirdiği acib, merhametsiz ve dünyada hiç bir hukuk ve kanun adamına yaraşmıyan hal

1597

ve hareketlerle, hukuk dışı, insanlık dışı muamelelerinden bir kısmını özetle şöyle sıralayabiliriz:

1- Üstte kaydedilen maddelerde geçtiği gibi, ne dışardan gelen ziyaretçileri, ne de içerdeki mahpusları onunla görüştürmemek.. Ayrıca da müdafaâ ve yazılarını zamanında yetiştirip verdirmemek için kimseyi yanına bıraktırmamak.

2- Hazret-i Üstad’ı ve Nur talebelerini siyasî cem’iyyet maddesine sokmak için herşeyi, en küçük ve cüz’î olan her hadiseyi değerlendirerek büyütmek ve manalandırmak.. Mesela Afyon hapsinden ortalama bir sene önce alınan ve fakat bir gün sonra Üstad tarafından geri gönderilen Otomobil meselesini gündeme getirmek gibi…

3- Hapisteki Nur talebelerini Hazret-i Üstad’dan soğutmak ve ayrıca da aralarına ikilik sokmak için her desiseyi isti’mal etmek..

4- Hapishanede kargaşa ve kavgaları gizlice bazı tertiblerle tahrik ederek, bir isyan havasına büründürüp, sonra da bunu Risale-i Nur talebeleriyle, daha doğrusu Üstad’ın şahsı ile alâkadar göstermeye çalışmak..

5- Dışarda vicdanı satılmış, karaktersiz altıok zihniyeti uşakları bazı gazetecileri elde edip, Risale-i Nur talebeleri aleyhinde, bilhassa Üstad’ın şahsiyeti aleyhinde neşriyat yaptırmak… Ta ki, kafasına koyduğu ve plânını çizdiği mahkümiyet tasarısına ilerde hem destek olsun, hem de efkâr-ı umumiyede kendi haklılığını göstersin.

Bu mezkûr maddelerin dışında, bir de mahkemeye karşı iddianamesini, kanunların suç saydığı müşahhas fiili vukuat ve durumlar üstüne bina etmek değil, hayalî ve imkânî isnadlara bina ettirmek…

Ayrıca, Afyon Savcısının bir iddianamesinin en garip ve mütazat ve düşündürücü bir yanı da, mahkeme, lâik düzeni benimsemiş ve din işlerini devlet işinden tamamen ayırmış ve dinî meselelerde asla ve kat’a bir hakemlik yapıp da karışması mümkin olmıyan bir devlet modelinin mahkemesi iken ve buna rağmen; mahkeme safahatında en çok mevzu’ olmuş olan şey, dinî mes’elelerde tartışmalar ve hadislerin mertebelerinde yanlış-doğru münakaşası ve zaif veye mevzu’ hadislerin mertebeleri gibi hususlar üzerinde tartışma cihetine mahkemenin cereyanını çekmesi olmuştur. Bu da savcının ve sorgu hâkiminin iddiânâmelerindeki hoca-vârî olan iddia ve isnadları sebeb olmuştur.

Evet bu, gerçekten garib bir durumdu. Mahkeme, sanki dinî meselelerde hakemlik vazifesiyle görevlendirilmiş gibi bir pozisyona girmişti. Hani Türkiye bir laik devletti? Dini devlet işlerinden tamamen ayırmıştı? Bu gibi mes’elelerle alâkadar olup karışmıyacaktı?..

1598

Denizli Savcısı da, Bediüzzaman ve Nur talebelerini mevcud kanunlar muvacehesinde mes’ul edecek kanunî bir madde bulamayınca, o da bunun gibi bu yola baş vurmuştu. Bu durumlardan anlaşılıyor ki; Bediüzzaman ve Nur talebelerini mahkemelere vermelerinin, sadece mevcud kanunlar muvacehesinde hareketlerine uyan suç mevzularını araştırıp, ona göre tecziye veya tebri’e mahkemeleri değildi. Belki o mezkûr zulüm ve gaddarlıklar içerisindeki şatafatlı yaygaralı muhakemelerden belli ve plânlı bir maksad vardı. O da eğer mevcud kanunlara göre suç unsuru bulunmazsa, mahkemelerin huzurunda, Nur talebelerine karşı Bediüzzaman’ın ilminde, mesleğinde ve te’lifatında yanlışlıklar (!) gösterip, Nur talebelerini Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve dağıtmak plânıydı. Bu sinsî, iblisane plânlara çok üzülerek söyliyelim ki; maalesef bazı resmî hocalar veya enaniyetli bazı sofi meşrebliler de alet oluyorlardı.

Amma bu tip desiseli plânların tezgâhlandığı her defasında; Bediüzzaman, allâme-i cihan, hadim-i Kur’an’dan balyoz gibi öyle müskit ilmî cevablar alıyorlardı ki; ilim meydanında, hakikat sahasında rüsvay ve perişan olup gidiyorlardı. Her ne ise…

Şimdi az üstte sıraladığımız, hususî plânlar dahilinde olarak uygulanan maddelerin delil ve belgelerine geçiyoruz. Benzeri bütün uygulamaların kimisini önceden. kimisini de tatbik safhasına konulmasından sonra, Hazret-i Üstad’ın hassas ferasetiyle hissedip sezdiği ve talebelerine bunları zaman zaman bildirdiği Afyon hapsi mektuplarından okumaktayız. ve işte az üste sıraladığımız maddalere geliyoruz.

MADDE-1: Bu maddenin delilleri az üstte kaydedildiği için tekrar etmeden, yalnız Hazret-i Üstad’ın şu mektubunu okuyalım:

“Bu gelen noktalara dair hem buradaki dostlar ve avukatlar, hem Emirdağı’ndaki kardeşlerim çalışsınlar:

Birinci Nokta: Bana hapis kanunuyla muamele etsinler. Keyfî ve tahakkümî tazyiklere tahammülüm kalmadı.

İkinci Nokta: Onlara desinler ki; Said kendine hürmet, muhabbet istemiyor. Hatta talebelerini de kendini medhetmekten men’ediyor. Yalnız der: Bana eziyet ve hakaret edilmesin… Halbuki evham yüzünden beni hem mahpuslara hem kapıya hariçten gelen dostlarıma bakmaktan ve onlara merhaba işaretini vermekten men’ edip yasak etmişler. Dünyada emsali bulunmayan bir tecrid içindeyim.

Üçüncü Nokta: Ta bayrama kadar mümkin olduğu kadar beni dünya ile meşgul etmemek ve ta’ciz ve eziyet vermemek pek çok ihtiyacım var.

Said-i Nursi(39)

(39) Afyon Hapsi Mektupları – 2. Kırmızı defter Zübeyr, S:73

1599

MADDE-2: Bu maddenin delilleri Afyon Mahkemesi müdafaatı kitabında (40)genişçe mevzu’ olup, Hazret-i Üstad’ın cevablarını kısmını ilgilendirdiği için oraya bırakıldı.

MADDE-3: Bu maddenin delil ve emareleri çoktur. Hatta plânlar tatbik sahasına konmadan çok önce Hazret-i Üstad o noktalardan talebelerini bir kaç defa ikaz etmiştir. Ezcümle bir mektubunda şöyle der:

“Aziz Sıddık sarsılmaz kardeşlerim!

Mücmel bir manevî ihtar ile bir meseleyi kısaca kalbe geldiği gibi beyan edeceğim:

Altı makamata gidip galebe eden müdafaatım cevabı gelmiş. Ve bize tecavüze çare bulamamışlar. Yalnız bir makamdan gizli bir iş’ar ile, benim fedakâr kardeşlerimi benden soğutmak ve şiddetli alâkalarını gevşetmek plânı var. Zaten çoktan beri beni ihanetler ve iftiralar ve tecridlerle bu kudsî ve uhrevî ve imanî alâkayı bozmaya çalıştılar. muvaffak olamadılar.

Şimdi Nurcuları ürkütmek ve zaif bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneler buluyorlar. İnşaallah demir gibi metin Nurcular’ın kahramanâne sebatları ve tahammülleri ve bir mücahid-i ekber olan Nur’un hakikatları, onun elinde birer elmas kılınç bulunan şâkirtlerin şahs-ı manevisinin pek harika fedakârlığı onların bu plânını da akim bırakacak…

Evet, cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil… Sizlere tekrar ile beyan edilmiş: Eski zamanın kahraman mücahidlerine nisbeten, en az zahmet çeken ve ağır şerait altında ve bu zamanın şiddet-i ihtiyaç cihetiyle çok sevab kazanan inşaallah halis Nurculardır… Ve boşu boşuna bad-ı heva belki zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle bir kudsî hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede sarfeden ve onun ile ebedî bir ömrü kazanan Nur talebeleridir.

Ben kendi hisseme düşen bütün hücumlarına karşı pek çok zaafiyetimle beraber tahammüle karar verdim. İnşaallah kuvvetli, fedakâr, kahraman kardeşlerim benden geri kalmazlar ve kaçmazlar. Ve kaçanları da geri çevirmeye şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışacaklar.

Said-i Nursi(41)”

(40)Osmanlıca Afyon mahkeme müdafaatı S: 67

(41)Afyon Hapsi mektupları -2, Siyah defter Zübeyr, S: 114

1600

Yine aynı plânın bir parçası olan Nur talebelerini birbirlerine karşı i’tiraz ve tenkide sevketmek olan sinsice çalışmalarına karşı Hazret-i Üstad talebelerini o cihette de şöyle ikaz etmiştir:

Kardeşlerim!

Hücum edenlere karşı şimdilik bizim mabeynimizdeki uhuvvetimizde en kuvvetli kuvvetimiz tesanüd ve birbirinin kuvve-i manevivesini takviye etmek ve müdafaatta yardım ile tenkidlerden memnun olmak, hiçbir vecihle gücenmemek ve telâş etmemek.. ve ihtiyatla beraber aleyhimizdeki işa’alara kulak vermemek, demir gibi sebat etmektir. Yoksa üç elifin yüzonbir kuvvetini, üç kuvvete tebdil etmek ile, hücum edenlerin plânlarına karşı mağlubiyete sebebiyet verir.

Hatta yirmi dakika evvel yazdığım mahrem müşahede-i hayaliyede iki zat tahmin etmiştim. Şimdi başka iki ehemmiyetli kardaşımız pek ehemmiyetsiz bir tenkid yüzünden birbirlerine bir gücenmek hissettim.

SAİD-İ NURSİ(42)”

Fakat maattessüf gizli zendeka, bu sinsi planlarında. Denizli hapsindekinden biraz daha fazla muvaffak oldular. Afyon hapsinde talebeler arasında bazı nazlanmalar, tenkidler ve bazı küskünlükler baş gösterdi. Hatta bir ara şiddetlendi. Hazret-i Üstad bu durumdan çok fazla üzüldü ve onu izale etmek için üzerinde çok fazla durdu. Hatta bazen yalvararak, bazen de şiddetli ikazlar yaparak beyanlarda bulundu. Hadise, yüzde yetmişi zail oldu. Amma onun -maalesef- bazı izleri devam etti. Her ne ise. Bu hususlar Afyon hapsi mektuplarında ve Şualar kitabında mevcuttur.

MADDE- 4: Hapiste sinsice kargaşa ve kavgaların gizlice tahrikini yürütmekle; Nur talebelerini onunla alâkadar göstermeye dair çalışmalarıdır. Bu hususta Hazret-i Üstad hem mahpuslara, hem Nur talebelerine ayrı ayrı hitap eden irşadkâr nasihatları yazdı ve bilfiil te’siri de görüldü. Bu noktadaki Üstad’ın nasihatları, özellikle Nur talebelerine müteveccih olan irşadlarının neticesini bildiren beyanlarından bazı numûneler kaydedelim:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı(43) bütün ruh-u canımla tebrik ederim.

(40)Osmanlıca Afyon mahkeme müdafaatı S: 67

(41)Afyon Hapsi mektupları -2, Siyah defter Zübeyr, S: 114

(42)Aynı defter S: 148

(43)1948’in mi’raç gecesi 28.5.1948’dir. Her sene on gün kısalan hicrî hesabı tahminine göredir. A.B.

1601

Saniyen: Yirmi seneden beri bir davamız ki: asayişe mümkin olduğu kadar Nur şakirtleri dokunmuyorlar.. ve bize hücum edenlerin, en başta “Emniyeti ve asayişi bozmak” davalarına bir emare ve davamızı cerhetmeye bahane olması kuvvetle muhtemel bulunan bu hapis hadisesi inayet-i ilâhiyve ile harika bir tarzda sizin sadakat ve ihlâsınızın bir kerameti olarak yüzden bire indi. Kubbe, habbe edildi. Yoksa hakkımızda habbeyi kubbe yapanlar bundan istifade edip aleyhimizdeki iftiralarını çoklara inandıracaklardı..

……….

Hamisen: Nur’un dersleri vasıtasıyla geçen musibet, yüzden bire indi. Yoksa zemin ve zamanın nezaketi cihetiyle, baruta ateş atmak hükmünde onun habbesi kubbeler olacaktı. Hatta resmi bir kısım memurlar demişler ki: “Nur’un dersini dinliyenler, hapiste vukuâ gelen fırtınaya karışmadılar. Eğer Nur’un dersi dinlense idi, hiçbir şey olmazdı.”

Siz mümkin olduğu kadar ikiliğe meydan vermeyiniz. Hapis sıkıntısına başka sıkıntı ilave olmasın. Mahpuslar dahi Nurcular gibi kardeş olsunlar, birbirinden küsmesinler.

Said-i Nursi(44)”

Yine aynı mesele için yazılmış Üstad’ın başka bir mektubu:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Ehemmiyetli bir manevî ihtara binaen, size şimdilik yeni bir vazife-i Nuriye var ki; Bütün kuvvetinizle bu üçüncü medrese-i Yusufiyede musibetzede biçare mahpuslar içinde ikilik ve garazkârane tarafgirlik düşmemek için Nur dersleriyle çalışmaktır. Çünki ihtilâftan ve garaz ve kin ve inaddan istifadeye çalışan perde altında dehşetli müfsidler var. Madem bu hapis arkadaşlarımız lüzum olsa vatanına, milletine ve ahbabına fedakârane ruhunu feda ettiren kahramanlık damarını taşıyorlar. Elbette o civanmerdler inadını ve garazını ve adavetini milletin selâmeti ve bu hapsin istirahatı ve perde altında anarşiliğe çabalayan ve bolşevizmi aşılıyanların ifsadlarından kurtulmak için, hiç menfaatı bulunmıyan ve bu fırtınalı zamanda zararı çok olan adavetini ve inadını feda etmeleri lâzımdır. Yoksa bu zamanda baruta ateş atmak gibi, hem bu biçare mahpuslara, hem Nur’un masum talebelerine, hem bu Afyon memleketine ehemmiyetli zahmetlere, sarsıntılara. belki memlekete giren ecnebî komitesi parmaklarının ilişmesine bir vesile olur.

(44) Afyon Hapsi mektupları -2 Siyah defter Züheyr S:169

1602

Madem biz onların hatırları için kader-i ilahi ile buraya girdik.. ve bir kısmımız onların saâdeti ve manevî rahatları için buradan çıkmak istemiyor ve istirahatını onlar için feda edip her sıkıntıya sabır ve tahammül ediyoruz. Elbette o yeni kardeşlerimiz dahi Denizli mahpusları gibi kardaşlığımızın hatırı için; ve Şa’ban, Ramazan hürmetine birbirine küsmemek ve kardeş olup barışmak lâzım ve elzemdir. Zaten biz ve ben onları talebeler dairesinde biliriz ve dualarımıza girmişler.

Said-i Nursi(45)”

Yine aynı manada:

“…Saniyen: Bu medrese-i Yusufiye’nin nâzırına yazdım: “Ben Rusya’da esir iken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi,. Fransız ihtilâl-i kebiri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yâdedilen mahpuslardan çıkmasına binaen; Biz Nur şâkirtleri hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkin oldukça mahpusların ıslâhına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faydası görüldü. İnşaallah burada daha ziyade fayda olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nur dersleriyle, geçen fırtınacık yüznden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hadiselerden istifade eden, fırsat bekliyen haricî muzır cereyanlar o baruta ateş atıp, bir yangın çıkacaktı. ”

Said-i Nursi(46)”

MADDE-5: Bazı gazetecileri elde edip. kasdî şekilde yanlış malûmat vermek suretiyle, Risale-i Nur ve Üstad aleyhinde neşriyat yaptırmakla; Ma’hud ve mültezem mahkûmiyet kararı niyetine kendine destek toplamak ve saireye dair hususlar için tezgahlanan işlerden bir kısmı şöyle: O sırada Afyon`da çıkan “Kocatepe” gazetesi, “Son Posta” gazetesi ve nihayet “Vatan” gazetesi gibi maksadlı neşriyat yapan gazetelerin yalan dolan yaygaraları başlatıldı. Bu işin Afyon mahkemesinin karar tarihine pek yakın günlerde vuku, bulması. herhalde bir tesadüf işi değildir.

Mesela. Afyon’da çıkan Kocatepe gazetesinin, Üstad’ın hayatını ve harekâtını tahrif ederek başlattığı neşriyat, 29 Teşrin-i evvel (12 Kasım) 1948’de ki yazısı..

Keza Vatan gazetesinin aynı günlerde, Üstad’ın eski hayatını yanlış yalan ve iftiralarla ele alarak neşriyat yapması..

Hem yine, mahkemenin karar gününe yakın, Son Posta gazetesinin Hazreti Üstad’la ilgili bazı mevzuları ele alarak yanlış ve yalan ve iftiralı neşriyat yapması gibi, hadiseler davamızı ispat eder.

(45) Afyon Hapsi mektupları -2 Siyah defter Zübeyr. S: 178

(46)Aynı defter S: 183

1603

Hatta bu gazeteler, Afyon Mahkemesinin menfi kararından sonra da, temyiz mahkemesini de te’sir altında bulundurmak için, aynı iftirakâr ve maksadlı yazılarına devam ettiler.

VE DOST GAZETELER

Lâkin aynı günlerde bu müfterî ve yalancı gazetelerin yalan neşriyatlarına mukabil, dost gazetelerin de neşriyatı başladı. “Ehl-i Sünnet” mecmuası, “Sebilür Reşad” mecmuası ve daha sonraları “Büyük Doğu” mecmuası gibi mücahid gazeteler; Yalana, iftiraya, maksadlı karalamaya karşı: Hakkı, hakikatı, doğruyu ve gerçeği yaymaya başladılar.

Ayrıca o sıra hapsin haricinde olan Nur talebelerinden başta kahraman Zübeyr’in tekzib yazıları da, herhangi bir gazetede değil de, fakat neşredilip, Nur talebelerine ulaştırılmaktaydı.

Adı geçen müfteri gazetelerin maksatlı neşriyatlarıyla mahkeme üzerinde te’sir oluşturmaya ma’tuf hadiseden bahseden Hazret-i Üstad’ın şu gelen yazısıdır. Baş tarafında şöyle diyor:

“Son Posta gazetesine yazdıranlar ve ihbar edenlerin ve mahkemeyi mecbur edip bize ceza verdirenlerin beşinci iltibas ve sehivleri ve yanlışları” diye birkaç madde halinde temyiz mahkemesine bir layiha olarak gönderilmiş olan bu yazı, haylice uzun olduğundan buraya alınmaya lüzum görülmedi.

Keza, Afyon’da çıkan Kocatepe gazetesinin hükümden önce mahkemeyi te’sir altında bırakmaya matuf garazkâr neşriyatına karşı, kahraman Zübeyr’in tekzib cevablarını da buraya alamadık. Çünki hayli uzun şeylerdir. Bunlar Afyon hapsi mektuplarında mevcutturlar.

Evet, plânlanan o mahud ve peşin ve mültezem karar nihayet verilmişti. Herşeye, her türlü ispatlı, delilli müdafaalara ve menfi isnadları çürütücü cerhedilmez vesikalara rağmen!.. Evet o karar peşin hükümlüydü. Mültezemdi hatta o sıra Hükümet kabinesinin müdahaleli gizli iş`arları da o kararda hüküm-ferma idi diyebiliriz.

DOST GAZETELERİN MÜSBET NEŞRİYATI

Gazete neşriyatının bahsi dolayısıyla, Afyon mahkemesinin ilk karar ve hüküm tarihinden önce ve sonrasında çok önemli ve tarihî ve hakikatlı yazılar neşreden Sebil-ür Reşad ve Ehl-i Sünnet mecmualarının bazı yazılarını burada kaydetmek münasib görüldü. Sebil-ür Reşad ‘ın yazılarından birisi, Ocak 1949,Sayı: 27, cilt:1, Sh: 27 de: sadece mehkemenin devam ettiğini..

1604

Nisan 1949, sayı:41 ,cilt: 2, Sh :243 teki yazısı ise , vatan geztesi Üstad Bediüzzaman hakkında iftiralı neşriyatına, tarihî hakikatlara dayanan susturucu bir cevep yazısı olup, bu cevabı da, Nur talabeleri hazırladıkları için buraya derc edilmedi ..Fakat ehemmiyetine binaen Risale-i Nur içinde kaydedilen Ehl-i Sünnet mecmuasının bir iki yazısını dercediyoruz:

Birinci yazısı: 6.7.1948’de Abdurrahim Zabsu’nun (Ehl-i Sünnet mecmuası sahibi) Bediüzzaman’ın lisanıyla kaleme alıp Üstad tarafından bazı bakanlıklara göndirilen yazısıdır ki; kısaca Üstad Bediüzzaman’ın hayat tarihçesi ve ilim seyri vesaireden bahseder. Bu yazı Ehl-i Sünnet mecmuasında da o sıra neşredilmiştir. Ancak bu yazı daha çok müdafaalar kısmıyla alâkadar olduğu için o fasılda ele almayı düşünüyoruz.

İkinci yazısı: 15 Ekim 1948 tarihli Ehl-i Sünnet nüshasında neşredilmiştir, şöyle:

Bediüzzaman’ın akıllara hayret veren bir seciyesi 

Ben Birinci Cihan Harbi’nde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir düşerken, Bediüzzaman’da o gün esir düşmüştü. O Sibirya’ya gönderilmiş, en büyük esir kampında idi. Ben “Bakü”nün Nargün adasında idim.

Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman’ın önünden geçen Nikola Nikolaviç’e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor…” Bu yazı dahi Üstad Hazretlerinin esaret günlerine ait bölümünde yazıldığı için burada tekrar edilmedi.

Üçüncü yazısı: Kasım 1948 tarihinde neşredilen “Av. Hulusi Bitlisi’nin makalesi” dir. Bu makele şöyledir:

“Said-i Nursi’nin Ehl-i Sünnet’te intişar eden bir arzuhalini, sonra da esaret hayatını okudum.

Hayatta dervişlik, şeyhlik, tarikatçılık ile alakası olmıyan, her maddeyi mana ile te’lif eden bu din âliminin devamlı menfa ve muhakeme safahatı üzerinde durmak taraftarı değilim.

Ancak hâkim ve efendi halkın(1) her zaman ve zeminde ilim ve ahlakça yükselmesini istiyen bu zatın esaretinden evvelki hayatına temas edeceğim:

Birinci umumi harbin iptidalarında Bitlis Bidayet Mahkemesi aza mülazımıydım. Bu günün Çankırı Millet Vekili Abdülhalık Renda, geçen günün Bitlis Valisi bulunuyordu. Ordunun iaşesi hesabına kurulan peksimet

(1)”Hâkim ve Efendi halk” tan muradı, Türk unsurudurki öteden beri bu memlekette hâkim unsur olarak buluna gelmiştir iste,Bediüzzamanın yükselmesini istedigi bu millettir diyor. A.B.

1605

ambarlarına beni me’mur etmişti. Bu vatanî ve fahrî vazifeyi ifa ederken, Bediüzzaman da bir takım talebeleriyle Van cebhesinde din ve vatan müdafaası uğrunda silâhla, nasihatla mücadele ediyor, bir taraftan da bir tefsir kaleme alıyor, talebelerine de okutturuyordu.

Bir zaman kendilerine uğradım. Oturduğu muvakkat ve metrûk bir evde
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ayet-i kerimesinin tefsirine intikalen bazı talebelerini tenvire çalışıyordu.

Bu dersde pek derin inceliklere temasları hayretimi mucib olarak ayrıldım. Hicretten sonra,(47) Kerkük’ün “Havadis” gazetesinde intişar eden bir takrizimi, ertesi günü kendisine götürdüm. Dersten fariğ olunca verdim.

“O nedir? oku dinliyelim” dedi. Okudum. Aldı bir tarafa bıraktı:

“Azizim, tavsifinize lâyık değilim. Büyük Allah’tan dilerim ki, lâyık olayım.” dedi.

Bir kaç mısra’ımı bu yazının tarih-i beyyinesi olarak gösteriyorum:

“Said-i Nursi’sin el-hak Bedi’üd-dehri vel-ezman

Bu tefsir-i şeriftir kudret-i ilmiyene bürhan

Ulûm-u evvelîn u ahirîne mazhar olmuşsun,

Şefi’u hafîzindir Fahr-ı âlem, Hazret-i Kur’an.

Senin şehzadeden, Ruh-ul beyan, Ruh-ul me’âniden,

Nedir fark-ı tefasirin bilir ancak hakim Sübhan”

Av. Hulusi Bitlisi’nin yazısının devamı ve diğer bölümleri, bu kitabın ilgili yerlerinde kaydedildiği için tekrarına lüzum görülmedi.

Ehl-i sünnet mecmuasını” dördüncü yazısı: 29 Aralık 1949’da, temyiz mahkemesi kararından sonra neşredilen şöyle bir yazıdır.

 Bediüzzaman Said-i Nursi ne olacak…?

Memleketimizde cereyan eden bazı işler ve haller vardır ki, insan bunların imkân âleminde geçip geçmediğini anlamak için, beynini, kalbini, gözlerini ve kulaklarını muayene ihtiyacındadır. Öyle bilinmez, öyle inanılmaz, öyle görülmez, öyle duyulmaz işler!..

Bir Said-i Nursi Bediüzzaman vardır. Son derece muhterem ve muazzez bir din adamıdır. En ileri yaşlardan birinde mübarek bir ihtiyardır. Dinin ruhî ve ahlâkî kıymetlerini, ince ve derin hikmetlerini, en mücerred ifade ile yazarak, anlatarak neşretmekten başka bir fazileti, yahut günümüzün

(47)Bu hicret. Bitlis halkının şehrin sukûtundan az önceki birinci göçüdür. İkinci göç, Bitlis sukûtunun arefesinde olmuştur. A.B.

1606

tabiriyle kabahati yoktur. Nur Risalesi isimli de bir seri makale ve mektuptan ibaret birkaç cildlik resmen basılmamış bir eseri mevcuddur. Bu zavallı yıllardan beri kanunsuz, hakikat siz, mesnedsiz, ispatsız olarak hapishane köşelerinde çürütülmektedir. Zira tek suçu, bulundugu muhitlerde halkın kendisine gösterdiği büyük saygı ve itibardır.

“Vay tarikat kuruyorsun!.. Gizli cemiyet tesis ediyorsun!.. Dini siyasete alet ediyorsun!.. Fesad çıkarmaya çalışıyorsun!… ” Vesaire vesaire…

Vaktiyle Eskişehir’de muhakeme edilmiş, hüküm giymiş, çilesini doldurmuş, uzun zaman göz hapsi altında yaşamış… Sonra tekrar yakalanmış, Denizli’de muhakeme edilmiş, oradan da kurtulmuş, Derken; ayni fiilinden dolayı tekrar Afyon`da muhakeme edilerek yıllardan beri zindanlarda çürütülmüştür. Halbuki kanun sarihtir. Bir fiilden muhakeme edilmiş ve hüküm almış bulunan bir adam, başka bir mahkeme tarafından ve aynı fiil veya isnad etrafında muhakeme edilemez. Bunu ne akıl, ne hayal, ne rü’ya kabul edebilir.

Fakat Said-i Nursi mevzuunda bu olmuştur. Nihayet muhterem zat bir sene sekiz aya mahkûm edilerek(48) ancak bu müddeti hapishanede doldurduğu için tahliye edilebilmiştir. Temyiz Mahkemesi ise, aynı fiilin ikinci bir muhakemeye mevzu’ teşkil edemiyeceği ifadesiyle hükmü bozmuştur. Şimdi yine muhakeme edilecek. Fakat neticede beraet de etse, mahkûm da olsa, çekmiş olduğundan daha fazla bir şey çekemiyecek ve zararını ona kimse tazmin edemiyecektir.

Bu ne haldir?

Bu ne haldir?.. İlim ve faziletten başka hiçbir suçu olmıyan ve gizli cemiyetle, tarikatla, siyasetle hiçbir alâkası bulunmıyan bu zat, mevsimlerce her noktasından rutubet muslukları akan büyük bir hücreye kapatılmış ve “şu odaya bir soba kuralım da rutubeti çeksin” diye müracaat eden bazı merhamet ve alâka sahiblerinin teklifleri reddedilmiştir.

Bu ne haldir?

Bu vatanın mukaddesatına, tarihine, istiklâline, istikbaline maddî ve manevî ırzına musallat komünistlik liderlerini müdafaa sesleri çıkarken, bütün bu ölçülerin bir zübdesi ve âbidesi halindeki mübarek bir ihtiyarı müdafaaya cür’et edebilecek ağız kalmamıştır.

Abdurrahim Zabsu”

(48)Sözü edilen hüküm temyizce bozulmakla beraber, Afyon Mahkemesi kendilerince onu “Kürtçü”addettiği için, o bahane ile şiddet sebeblerinden sayarak Bediüzzaman’a verdiği bir seneyi on sekiz aya cıkarmıştır. Temyiz bu hükmü nakzettiğ`i halde, yine de çektirilmiştir. A.B.

1607

İşte nümûnelerini arzettiğimiz şehadete dayanan, ispatlı, doğru ve hak yazıları gibi makaleler, özellikle Afyon Mahkemesi’nin kararından önceki yazılar, mahkemeye zerre kadar bir tesir etmemiş , bir hakperestlik hissini vermemiştir.

Tam aksine yalan, dolan ittihamlarla dolu olan kararını vermekte hiçbir hicab duymamıştır. Amma temyiz mahkemesi hakka, hakikata, kanuna uymaktan çekinmemiş ve o mahud kararı esastan bozmuştur.

HAPİSHANENİN İÇ DURUMU VE ISLÂH HAREKETİ

Afyon hapsinin iç durumu, Denizli hapsinden hayli farklıdır. Çünki Denizli hapsinde ıslâh, irşad ve tenvirden hem hapishanenin tüm idarecileri hem mahkeme heyeti -savcı hariç- çok takdirkârlık içinde memnun olmalarına karşılık, burada bilâkis savcının gizli anlaşıp oluşturduğu ifsad kadrosuyla bir kargaşa, bir isyan bekliyor ve istiyorlardı. Onun için Afyon hapsinde Denizli’den daha farklı bir tarzda ve çok önemle, Hazret-i Üstad burada hem talebelerini yukarda geçen numunelerde görüldüğü gibi, gayet ciddi şekilde asayiş için vazifeye davet etmiş, hem eski mahpuslarla daha çok alâkadar olmuş ve onlara hitab eden bir çok irşad ve îkaz yazılarını kaleme almıştır. Nitekim Hazret-i Üstad’ın çok önceden sezdiği gizli bir ifsad hareketine karşı yaptığı irşad ve ıslâh mukabeleleriyle, bütün o gizli ifsad faaliyetlerine rağmen, hapishanedeki mahkûmlar, -Denizli hapsi kadar olmasa da- çok büyük çapta Üstad’ın irşadlarına kulak vermiş ve plânlanan mahud kargaşa ve isyana uymayıp sonunda umumî bir barışı gerçekleştirmişlerdir. Gerçi idarecilerden, döndürülen gizli plânı bilmiyenler kısmı Üstad’ın bu irşadlarını takdir etmişler ve kargaşanın olacağını öğrenmişler.

1608

Hatta bir ara bütün koğuşların kapılarını gece güdüz kilitli bulundurmuşlardı. Fakat sonra kapılar açıldığında da fırsat var iken, birbirini öldürmeye azmetmiş olan kimselerin herhangi bir menfi hareketlerinin görülmediğini gören gardiyanlar çok hayret etmişler ve bu ıslâhın Bediüzzaman’dan geldiğini anlamışlardır.

Hazret-i Üstad’ın, eski mahpusların birbirine düşman adamlarının irşad ve ıslâhı için kaleme almış olduğu nurlu ve tesirli yazılarından az ilerde bazı örnekler vereceğiz. Ancak hemen burada mahpusların umumî barış gününde vuku’ bulan bir hatırayı ve Hazret-i Üstad’ın o hadise üzerine kaleme almış olduğu hakikatli ilmî bir yazısını kaydetmek istiyoruz, şöyle ki:

Tahminen 1948,in güz aylarında o nurani ve güzel umumî barış üzerine, koğuşların kilitli kapıları açılmasıyla, barış şenliğini düzenliyen eski mahpus ve mahkûmlar, her türlü çalgı aletlerini çalıyor ve neşe içinde oynayıp keyf ediyorlarmış.

Bir çok Nur talebeleri ağabeylerden duyduğum kadarıyla; o günü Merhum Tahirî Mutlu Ağabey, o umumî çalgı ve neşe seslerini duymamak için bir rivayette, ûmumî helaya giderken, diğer riveyette, kilim üzerinde oturmuşken kulaklarını kapamış imiş.

Tahirî Ağabeyin bu masumâne hareketi, Hazret-i Üstad’ın dikkatini çekmiş ve uzaktan, penceresinden onu seyretmiş.. Bunun üzerine Hazret-i Üstad şu gelen yazıyı kalame alarak, takva ehli olan talebelerine göndermiştir. Mektup aynen şöyledir:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Bu medrese-i Yusufiye’nin koğuşlarının birden açılmaları, biçare mahpuslara bir bayramdır.. ve çobanların kavalı ve Mevlevîler’in neyi ve dervişlerin tekyelerde def çalmaları gibi, burada düdük ve def çalınması dinliyenlere, ya Şâfiî mezhebini takliden ve ehl-i tarikatın ve Mevlana Celâleddin’in fetvalarına.. ve Kur’an’ın neş’e ve şevk-i uhrevî veren edebiyatının, toprağı altın yerine çeviren bir nevi müsaadesine.. ve ehl-i kalbe mahsus haram olmıyan ayn-ı sefahet ve lehviyatta bir çeşit zevk-i manevî te’minine binaen muvakkaten dinlenebilir. İnşallah hüsn-ü niyete göre ve إِنَّمَا الأَعْمَالُ بِالنِّيَّةِ sırrıyla zararı olmaz. Hem istemeden kulağa kendi kendine gelen çalgı seslerinin zararı yoktur.

Fıtratımda ziyade şefkat bulunmasından, hapistekilerin sıkıntıları ve teneffüse beraber çıkmamaları beni sıkıyor, sıkıntılarıma yüz sıkıntıları ilâve ediyordu. Bu hal beni o sıkıntıdan kurtardığı için, hem kendimi hem onları tebrik ederim.

SAİD-İ NURSİ(49)”

(49) Afyon Hapsi mektupları -2,Siyah defter Zübeyr,S:123

1609

Hz. Üstad’ın verdiği şu fetvanın icmali daha evvel “Lemaat ” eserinde ve “Yirmibeşinci Söz”de ve “İşaratül İ’caz” eserinde de geçmektedir. Ancak buradaki ifade daha sarih,ta’yin edici ve şümullüdür.

KASAP TAHİR’İN HİKÂYESİ

Denizli hapsinde, efeliğiyle, pervasızlığıyla meşhur olan Süleyman Honkâr’dan en çok bahsedildiği gibi; şu Afyon hapsinde de eski mahpusların içinden en çok Kasap Tahir diye bir adamdan bahsedilir.

Kasap Tahir adıyla anılan bu cesur adam, aslında bir ayakkabıcıdır. Tahiri Mutlu Ağabeyin bizzat anlattığına göre, namusuyla oynıyan ve sarkıntılık etmek isteyen bir adamı; Kasap Tahir kendi dükkânında çalışırken, dükkânına gelen o adamı bir bahane ile bir başka şeye baktırmış ve eğilmesini sağlamış, o anda ânî şekilde elindeki keskin kösele bıçağıyla kellesini gövdesinden ayırıp intikamını almış ve namusunu temizlemiş olduğu için, hapishanede ona “Kasap Tahir” diye ad koymuşlardır.

Kasap Tahir, mahkemece idamına hükmedilmiş ve karar temyiz edilmiş.. Hapishane usûlünde idamına karar verilen adamlar, ağır zincirlerle bağlarlardı. Tahir de öyle zincirlerle bağlanmış, hatta teneffüse o haliyle çıkar gezinirmiş.

N. Şahiner’in “Nurs Yolu” kitabında, bazı Nur talebelerinden duyduğu şekliyle kaydettiğine göre: Bir gün Kasap Tahir o halde iken, hapishane avlusunda Bediüzzaman’la karşılaşırlar. Tahir, Üstad Bediüzzaman’a ağlıya-ağlıya yalvarmaya başlar: “Ne olur hocam, beni kurtarın bu halden” diye tazallum ve arz-ı hal eder.

Kasap Tahir’in bu yalvarış ve tazallum-u hali bir inanıştan gelmektedir ki; Bediüzzaman Allah’ın dostu ve sevgili velî kuludur. Eğer benim için Allah’a dua ederse, Allah kudretiyle her müşkili halleder, ben de mutlaka kurtulurum diye,..

Hazret-i Bediüzzaman’da, bir iki dakika Tahir’in halini ve samimi iltica ve yalvarışını durup seyreder. Sonra Tahir’i teselli eder: “Bu sana takılan şeyler senin idam mahkûmiyetinin zincirleri değil, senin tesbihindir. Onunla namazının tesbihini çek!. Söz ver, namazını kılmaya başla.. Ben de sana dua edeceğim. İnşaallah kurtulursun.” der.

Kasap Tahir, manevî büyüklüğüne inandığı Bediüzzaman Hazretlerinin o tesellidarane sözüne itimad eder. Namazını kılmaya başlar ve Üstad’ın dediği gibi, ayağına omuzuna takılan kalın zincir halkalarıyla tesbihini çekmeye başlar. Bir gün aklına gelir, bu zincirin halkalarını bir sayayım der.. Sayar bakar ki; tam otuzüç halka…

1610

Bilâhare temyiz mahkemesi Tahir’in idam kararını bozar ve Tahir zincirlerden kurtulur. Tabii Tahir hiç ihtimal vermediği bu bozma kararını Bediüzzaman Hazretlerinin duasından bilir.

Tahir’in can hasımları dost oldular

Tahir’in gerek Afyon şehrinde, gerekse hapishane içerisindeki efelik ve cesurluğuyla birçok rakipleri vücuda gelmiş, onun karşıki hasımları onu öldürme plânı kurmuşlarmış.Hapis hanenin bir umumî aramasında , her taraf akşama kadar toz-duman kargaşası içerisinde iken, onun düşmanları onu o ortamda öldürme plânını yapmışlar. Kamalar, hançerler arama esnasında bulunamamış.. ama yanlarında herşey hazır…

Plân şöyle yapılmıştır: Tahir’in hapisteki can hasımlarından olan Çobanlarlı Ahmed’in eliyle Tahir öldürülecekti. Fakat hadiseye aşina olanlar, bakıyorlar, hiçbir teşebbüs yok.. Halbuki bunu bilen herkes Çobanlarlı Ahmed’in işaretine muntazırdı. Fakat hayret, Ahmed hiç oralı olmuyordu. Meğer Ahmed bir kaç gün önce Hazret-i Üstad’a ahd ve peyman vermiş. Ahmed, Elhüccet-üz Zehra’nın derslerini dinlemiş ve Bediüzzaman’la görüşmüş. Artık değil adam öldürmek, tahta kurusunu dahi öldüremiyor Ahmed…

Kasap Tâhir’in bir hatırası

Afyonlu Hallaç Hilmî Pancaroğlu, tanıdığı kasap Tahir’den şunları duymuş:

“Ben, işlemiş olduğum suçumdan mutlaka yine idam bekliyordum. Bediüzzaman bir gün bana: “Sen idam olmıyacaksın. Benimle birlikte tahliye olacaksın” demiş. Halbuki sebeblere göre bu iş mümkin değildi. Hem benim duruşma günümle onunki arasında birkaç ay fark vardı. Fakat hayret, Bediüzzaman’ ın dediği gibi oldu.(50)”

Kasap Tahir’in hatırasının altına şu notu ilâve etmek gerekir ki; Tahir 1950 Temmuzunda Demokratların çıkarttığı umumi af ile tahliyesi gerçekleştiği gibi, Bediüzzaman Hazretleri o tarihten on ay önce tahliye olmuşsa da, muhakemesi bitmemiş ve Afyon Mahkemesi temyizin iptaline rağmen yine hüküm vermeyi tasarlarken; 1950 affında Üstad’ın şahsî ceza dosyası ortadan kalkmış olmasıyla; Üstad’ın o ihbarının, yani “beraber kurtuluruz” sözü gerçekleşmiştir denilebilir.

(50)Son Şahitler-3 S:170

1611

Bayram Yüksel ağabey, Kasap Tahir ve diğer mahpusların durumu ile ilgili şunları anlatır:

“Kasap Tahir Afyonlu bir eşkiya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon’u haraca kesmiş, herkes ondan korkuyordu. Hanımına sataşan birinin kafasını kopardığı için kendisine “Kasap Tahir” diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için, temyizin kararını bekliyordu. Elinde ayağında ve boynunda demir parangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Hapishanenin hâkimi o idi.

Bir gün Üstad’ımızı ziyaret etmiş, Üstad’ımız kendisine “Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. İnşaallah kurtulacaksın” demiş. Bunun üzerine Kasap Tahir hemen namaza başlamıştı.

O vahşî insan, nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu. Ağır başlı, kimseyi incitmez bir hal aldı. Artık Nur talebeleriyle yemek yiyor, onlara hürmet ediyordu. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları “Bu adam nasıl bu hale geldi?” diye hayretlerini izhar ediyorlardı.

Nihayet temyiz mahkemesinden cevab geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu: Temyiz Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin idam kararını bozmuş, otuz yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950 yılında umumi af çıkınca, Kasap Tahir tahliye oldu.Tâhir bu kurtuluşu için: “Benim kurtuluşum Hoca efendinin kerametidir.” diyordu.

Çobanlarlı Ahmet ile Kıldereli Ahmet isimli iki mahküm daha vardı ki; bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstad’a çok hürmet ederler ve ona çok yardımları olurdu. Üstad’ın yanına kimsenin sokulmadığı sıralarda bu zatlar kimseden perva etmeden Üstad’a gider hizmet ederlerdi:(51)” (52)… “

MAHPUSLARIN İRŞADI İÇİN

Afyon hapishanesinde Hazret-i Üstad’ın mahpusların irşad ve ıslâhı için yazdığı mektup ve yazılar, çok mühim, çok te’sirli ve çok nurlu olmakla beraber; mecmuu bir araya gelse bir Risale kadardırlar. Bunlar birkaç tanedir. Bunların ziyade ehemmiyetlerine binaen, Hazret-i Üstad bilâhare “Onüçüncü Söz” ün ikinci makamı olarak Sözler sırasında kaydettiği gibi, bir kısmı da Gençlik Rehberi eserinde dercedilmişlerdir. Bu mektuplardan

(51)Belki de bu efeler ve cesur adamlar vasıtasıyla, Üstad’ın yazdığı o kadar mektup ve müdafaalar engelsiz olarak Nur talebelerine ulaştırılabiliyordu. A.B.

(52) Son Şahitler-1 S: 382

1612

bir iki tanesini burada kaydetmek zarureti vardır. Çünki hem bu mektuplar, hem Elhüccet-üz Zehra Rialesi ve Üstad’ın mahpuslarla hususî ve şifahî kısacık sohbetleri ve hapishane içindeki Nur talebelerinin gayretleri sayesinde, Afyon hapsinde hazırlanmakta olan büyük bir infilak önlenmiş, yüzden bire inmiştir.

MAHPUSLARA HİTAP EDEN İRŞAD MEKTUPLARINDAN

BİR İKİ NUMÛNE

“Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar, hususan gençlik darbesini yiyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlar’a ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise, kördür. Ahireti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ilerde bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzetiyle katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen gençlerin çok vartaları var ki; en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.. ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki âkibeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençler, ehl-i nâmusun güzel kızlarını ve karılarını ibaha eder, belki hamamlarında erkekkadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde, bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu sırada İslâm ve Türk gençleri kahramanca davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini ve mes’ud hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayatı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder.. ve su-i isti’mal ve sefahatle hastahanelere ve hissiyat taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlıyacak…

Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatlarıyla kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir Müslüman vesair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç hapiste yirmidört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarfetse ve ekser günahlardan hapis mani’ olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekinse; Hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanı-

1613

na hem milletine, hem akrabasına büyük faydası olması gibi; o on-onbeş senelik fâni gençlikle ebedî, parlak, bakî bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’ciz-ül beyan bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyor.

Evet, o şirin, güzel gençlik ni’metine istikametle, taatla şükretse; hem ziyadeleşir, hem safileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur.. hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise: farz namazını kılmak şartıyla her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve iman hakikatlarına müştak ise; farz namazını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, her bir saatleri dahi yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hâricindeki müşevveş, her tarafta günahların hücumlarına maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapistan tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir katil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.

Hatta Denizli hapsindeki zatların az bir zamanda nurlardan fevkalade hüsnü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki:

“Terbiye için onbeş sene hapse atmaktansa, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslâh eder.”

Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir.. ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasından gelenler oraya gidip kayboluyorlar.. ve madem bu hayat-ı dünyeviye gayet sür’atle gidiyor.. ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında i’dam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiğini hakikatı Kur’aniye ile Risale-i Nur güneş gibi göstermiş.. ve ehl-i dalâlet ve sefahat hakkında göz ile göründüğü gibi, bir i’dam-ı ebedîdir. Bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâ-yezalidir. Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki; sabır içinde şükredip, hapis müddetinden tam istifade ederek, Nurlar dersini alarak, istikamet dairesinde imanına ve Kur’an’a hizmete çalışır.

Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşında binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle avn-el yakin bildim ki: Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir

1614

lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve tatlı hayatınız acılaştı.. çalışınız, ahiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bakiyeniz gülsün, tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında, düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de sizin ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri Rahmetlere çevirir.

SAİD-İ NURSİ(53)”

“EY HAPİS ARKADAŞLARIM VE DİN KARDEŞLERİM!

Size, hem dünya azabından hem ahiret azabından kurtaracak bir hakikatı beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ: Birisi, birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker.. ve maktûlün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor.

Bunun tek bir çaresi var. O da; Kur’an’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet’in iktiza ve teşvik ettikleri olan “Barışmak ve musalâha etmektir.”

Evet hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktûl, her halde ecel geldiğ’inde, daha dünyada kalmıyacaktı. O kâtil ise, o kazayi ilâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki: “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmiş ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. yoksa o cüz’î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktûle her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i ilâhiyeye teslim olup, düşmanını afveder.. ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar.

(53) Sözler Envar Neşrivat S: 148

1615

Nasıl ki denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar’ın dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraetimize bir sebeb olup hatta dinsizlere. serserilere de o mahpuslar hakkında: ” Maaşallah, Barekallah” dedirttiler. O mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki; bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulmolur. Mert, vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse; çabuk tevbe etmek lâzımdır.

SAİD-İ NURSİ(54)

Bu iki numûne gibi Afyon hapsinde yazılmış bir çok parçalar var. Onüçünçü sözde ve Onıdördüncü Şua’da ve Gençlik Rehber’inde ve ElHüccet-üz Zehra risalesinde bulundukları için oralara havale ederek bu kadarıyla iktifa ettik.

HAPİSHANEDE GÖRÜLEN ISLAHÂT

Az üstte Kasap Tahir’in hikâyesi içinde naklettiğimiz ıslâhat numûneleri gibi; Üstad’la beraber hapiste bulunmuş Safranbolulu Mustafa Usman’ın anlattığı bir iki ıslâhat numûnelerini de buraya kaydedelim:

“Adam öldürme suçundan yatan bir adam, mescide gidip gelmeye başlamıştı. Fakat namazın sadece farzlarını kılıyor, çekip gidiyordu. Adamın bu garip hareketi nazar-ı dikkatimi celbetti. Bir ara, tenha bir yerde kendisinden sordum: “Neden namazın sünnetlerini ve tesbihatı yapmadan kalkıp gidiyorsun?”

– Adam: “Ben hoca efendiyi ziyaret ettiğimde, bana: “Kardeşim, sen farzlarını kıl, ben sünnetlerini senin yerinde kılarım” dediği için böyle yapıyorum” dedi.

Sonra bu adam, hem sünnetlerini kılmaya, hem de kazaya kalmış namazlarını kaza etmeye başladı.

Bir adam da çeşitli suçlardan hapishanede idi. Kabadayı, külhanbeyi idi. Bu adam bir gün ben Üstad hazretleriyle görüşmekte iken geldi, Üstad’a bir kutu baklava da getirmiş, vermek istiyordu.

En yakın talebelerinden bile mukabelesiz bir şey almıyan Hazret-i Üstad; Bu kâtil, kabadayı adamın baklavasından “Bismillah” diyerek bir dilim aldı ve yedi. Biz şaşırmıştık. Adam ise, “Hoca Efendi, benim baklavadan yedi” diye sevincinden uçuyordu.

(54) Sözler Envar Neşriyat S: 155

1616

Bilâhare bu adam, hapishaneye Risale yazmak için kâğıt, kalem ve Risalelerin hapishaneye girip çıkmasını temine sebeb oldu.

Hazret-i Üstad bu adam için, bize: “Bu dehşetli zamanda, bunun bu şekildeki hizmeti, ona cehennem hapis azabının hafiflemesine sebeb olur”diyordu(55)”

BAŞKA BİR MAHPUS UN HATIRASI

Afyonlu Kemal Bayraklı der ki:

Ben bir cinayete sebebiyetten dolayı hapse düşmüştüm.Duydukki, Bediüzzaman Hocada hapiste… İlk fırsatta ziyaret ettim.Beni görünce yüzüme tebessümle baktı ve : “Hey Çilin oğlu! Namazın farzını terkedersin, ondan sonrada cinayet suçuyla hapse düşersin değilmi?” dedi.

Babamın Lakabı “ÇİL” olup, üstadla beraber ruslara esir düşmüş. Ama ilk fırsatta kaçmıştı. Çocukluğunda “Bediüzzaman” diye üstadın kahramanlıklarını ve manevî büyük şahsiyetini sıtayışlarla anlatırdı… Böylece , üstadın ilk anda benim kimin oğlu olduğumu, namaz kılmadığımı söylemişti.

Ben hocanın o ihtarına karşı, mahçub olmuş, hocaya büyük bir sevgi ile yanından ayrılmıştım.

Sonra, bir gün yanına giderek: “Hocam ben namaz kılacağım, Lâkin Kur’an okumayı bilmiyorum” dedim.”Peki”dedi. “Şimdi git abdest al ve gel!” dedi. Abdest alıp geldim. “Şimdi git , Halil İbrahim sana Kur’an’ı öğretsin” dedi. Ben gittim, durumu Halil İbrahime anlattım. O da hemen öğretmeye başladı. İkindiye kadar harfleri, başta ortada ve sonda yazılı şekillerini izah etti.

Sabahleyin kalkınca gayr-i ihtiyarî Kur’an’ı elime alıp okumaya başladım. Bana bir şeyler oluyordu “Acaba kafayımı oynatıyorum?” diye Halil İbrahim Hocaya gidip, durumu anlattım. Beni dinleyince, ”Yahu, sen Kur’an okumayı öğrenmişsin” dedi.. Ve böylece Elhamdulillah Kuran’ı okumayı öğrenmiş oldum. (Son Şahitler-4 ,sh. 287)

(55) Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi 6. Baskı S: 348

1617

AFYON HAPSİNDE YAZILAN ESERLER VE

TE’LİF MÜDDETİ MESELESİ

Te’lif müddeti mevzuunda, Üstad Hazretleri 1364 Rumî takvim karşılığı olan, Miladi 1945’de, Risale-i Nur’un te’lif faslı sona erdiğini ve fakat daha bazı tetimme ve haşiyelerin yazılabilmesine kapı açık olduğunu; ve eğer Arabî tarihi olsa, daha bir iki senesinin kalmış olduğunu, Afyon hapsinden iki-üç sene evvel Emirdağı lahika mektuplarında bir kaç defa beyan etmiştir. Bu mevzu’ Emirdağ hayatında bir nebze ele alınmış olmakla beraber, burada yine münasebet geldi.

Evet, eğer Nur’un te’lif müddeti için,1925 yılında Burdur’da ilk te’lifine başlanan “Nur’un İlk Kapısı” eseriyle, Nur Risaleleri’nin bir telif başlangıç senesi kabul edilirse, o vakit Hicrî takvime göre 1343 yılı olur. Bu takdirde, Rumî 1364’de (1945) te’lifin sona ermesi işine henüz Hicrîce iki senesi kalmıştır. Eğer sabit hesaba göre, yani mesela Rumi’ye göre olsa; ve başlangıç olarak 1925 hesabı-ki, bu tarih H.1341’dir.- Telifin bitiş tirihi yine Rumi olarak 1364’e göre hesaplansa; o zaman 1948 eder ki, henüz bitmesine üç sene vardır.

Hem Nur’un te’lif başlangıcı, kuvvetli bazı emarelerle ve Hazret-i Üstad’ın “Mesnevi-i Ârabî” deki Arapça olan Risalelerini Risale-i Nur silsilesine dahil etmesine binaen ve bu noktadan Nur’un te’lif başlangıcı 1921 yılının son ayları veya 1922 nin başı olmak hasebi le; Hicri takvimde bu tarih 1340 dır ki bitiş tarihi için yine Hicriye göre 1364’de, -ki miladî 1945 dir- te’ lifin tamamlandığını göstermektedir.

Nitekim Miladî 1944, Hicri 1364 tarihinde bir cihette Nur te’lifinin tamamlanmasını gösteren, Mevye’nin Onuncu ve Onbirinci mes’eleleri de te’lif edilmiş idi. Bu arada, ta 1948 yılına kadar daha Risale şeklinde herhangi bir te’lif vuku’ bulmamıştır.

Eğer Üstteki ikinci hesap, bir sâbit takvime göre hesaplansa, yani 1921’i başlangıç,1944’ü de sona eriş kabul etsek, hesap tam tamına çıkar ki; Hazret-i Üstad da bu hesaba dayanarak bir cihette te’lifin sonu olarak kabul etmiştir.

Amma eğer baştaki birinci hesapla değerlendirilirse -ki Risale-i Nur’un te’lif başlangıcı 1925 olarak kabul edilmiş -Bu hesaba göre, o tarihte hicri takvim 1343 olduğu için, yine Hicrînin 1364’ünde – ki Miladi 1945’dirte’lifin tamamlanmasına iki sene daha var olduğu görülmüştür.

Fakat bir üçüncü hesap ile asıl Risale-i Nur silsilesinin başlangıç tarihi olan 1926 tarihidir-ki Barla’da Onuncu Söz’ün te’lifiyle başlar-1926’nın Hicri karşılığı ise, 1344’dür. Yirmi üçü buna ilave etsek, hicri takvim 1367 olur

1618

ki tam tamına Elhüccet-üz Zehra’nın te’lif tarihi olan 1948 tarihidir. Lâkin sabit hesap olan Miladi 1926 üzerine yirmi üçü daha koysak,1949 olur ki; Allahü a’lem Elhüccet-üz Zehra’nın son kısmının te’lif tarihi ve artık Risale olarak Nur’un te’lifinin sona erme tarihidir.

HAPİSTE TELİF EDİLEN RİSALELERE GELİNCE

Afyon hapsinin yirmi aylık müddeti içerisinde, Risale olarak te’lif edilenler, başta üç bölümlü Elhüccet-üz Zehra ve Yirmialtıncı Lem’anın onbeşinci Rica’sıdır.

Bunların dışında, küçüklü-büyüklü, umumî-hususî yüzdoksanbir adet küçük mektuplar da yazılmıştır. Ayrıca müdafaaların yirmibir adet parçaları da kaleme alınmıştır ki; bütün bunlar Ondördüncü Şua’ olarak Şua’lar dizisine ilhak edilmiştir. Ayrıca Afyon hapsinin mühim bir kısım mektupları, Risale makamına kâim edilerek, Gençlik Rehberi ve Onüçüncü Söz’ün ikinci makamı olarak kaydedilmiştir.

Afyon hapsinde te’lif edilen bütün bu Risaleler, Mektuplar ve Müdafaa parçalarının mecmuu beşyüz büyük sahifeden fazla olduğu gibi; Risale-i Nur’un te’lifinin başlangıcından Afyon hapsi sonuna kadar te’lif edilen umum Risale, mektup ve müdafaaların tamamı da beş bin sahifeyi bulmaktadır. Hem, o ana kadar parçalar hesabıyla müdafaaların tamamı altmış küsür parçayı bulur. Yine o ana kadar mektup olarak yazılan lahika ve saire sadece Üstad’a ait kısmı, yediyüz yirmiyi bulduğu gibi, Risale olarak parçaların adedi ise, yüzelliyi geçmektedir.

1619

1620

1621

1622

AFYON HAPSİNDE YAZILAN MEKTUPLARIN MUHTEVİYATI

Tesbit ettiğimiz kadarıyla Afyon hapsinde yazılan mektupların yüzdoksan bir adedinin(56) muhteva ve mahiyetleri hakkında umumî bir tesbit yapılması icab ederse şöyle olur: (Gerçi mezkûr mektupların tamamının muhteviyatı kısa ve az kelimelerle fihristvâri tasnifi mümkin değilse de, ama umumî bir endeksi şu şekilde olabilir:) Nasıl ki Eskişehir ve Denizli hapislerinde yazılan mektuplar için de benzeri bir fihriste yapıldı:

  1. İhtiyat ve temkin
  2. Cesaret, metanet ve fedakârlık
  3. Sabır ve sekinet
  4. Teselli ve teskin
  5. Desise ve plânlara karşı dikkat ve teyakkuz.
  6. İhlâs, uhuvvet, tesanüd hakkında ikaz ve irşadlar
  7. Siyaset ve tarafgirliklerden tecennüp ve sakınma

Bu mektuplardan birkaç tanesi de ilmî bazı mes’elelere dairdir. Bazıları da mahpuslara hitap eden mektuplardır. Bu kısmı daha başka sahada umumî ikaz ve irşad dersleridir ki, kısmen numûneleri az yukarıda kaydedildi.

İşte Afyon hapis hadisesiyle ilgili, hapsin içinde yazılmış mektuplardan üstte sıralanmış yedi maddenin her birisinin altına birer ikişer numûnelerini veriyoruz.

Birinci madde olan ihtiyat ve temkînin örneklerinden:

Çok aziz, tam sıddık, halis, çok cesur kardeşim!

Senin bu yeni müdafaatını haklı ve hakikatlı ve kanunî gördüm. Fakat bir derece mübarezekârane olmasından, şimdilik onlara izhar zamanı

1434 gelmemiş. Çünki mesleğimiz müsbet harekettir. Menfi tarzda hücuma halimiz müsaid değildir.

Bin barekallah! çok ince tetkikatla hakiki hukukumuzu müdafaa etmişsin. Fakat bu kudsî hakikatlara kulak verecek başlar lazımdır.. Ve bu güzel manaları tasdik edecek kalbler gerektir. Bizi adliye eliyle ezdirmeye çalışanlar, o kulakları ve kalbleri buluncaya kadar ihtiyatkârane sabretmek lâzımdır.

SAİD-İ NURSİ(57)”

(56)Tesbit edilebilen şu yüz doksan bir adet mektupların tamamı, merhum Zübeyir Ağabeyin o sıra bizzat kendi eliyle gün-gün iki defterine kaydettikten sonra, Hazret-i Üstad da bunları görmüş ve tashih etmiştir. Adı geçen yüzdoksan bir adet mektuplar bu iki defterin içinde mevcutturlar. Bu defterler de yanımızda mahfuzdur.

(57)Afyon mektupları -2, Siyah defter Zübeyr, S: 273

1623

“…Her doğruyu söylemek doğru değil.. ve hususan Üstad’ı hakkında hususî fikrini ve mübalağakârane medhini izhar etmek, aleyhimizdekilere bir yardım hükmüne geçebilir. Hem burada en lüzumlu vazifemiz, Nurlar’ı yazmak ve tashih etmek ve yazdırmaktır. Bunun hâricinde böyle hodfuruşane yazılar zararlı bir münakaşaya sebeb olur. Ben yazılarınızda bazı israf görüyorum, malda israf olduğu gibi, kelâmda dahi israf câiz olmaz, bize zarardır. Çabuk bu dedikoduları kesiniz, Nurlar’la meşgul olunuz!..(58)”

İkinci madde olan cesaret, metanet ve fedakârlık hakkında:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: hiç telâş ve merak etmeyiniz. Hakkımızdaki her hadisede hem perde altında, hem neticeler itibariyle; Hem rahmet ve inayetin iltifatları ve tebessümleri, hem kader ve kısmetin adalet ve şefkat ve terbiyeleri var olduğu, kat’î ve mükerrer tecrübelerle tahakkuk ettiğinden; biz en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı kemal-i sabr içinde şükretmekle mükellefiz.. ve cildleri ve derileri soyulan Cercis Aleyhisselâm gibi binler milyonlar hakikat mücahidlerinin hakaik-i imaniyyenin kudsî hizmetinin bir numûnesine mazhar olan Nur şakirtlerinin çektikleri zahmetler, o eski zatların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz.. ve ücret ve kazanç cihetinde inşaallah birdirler ve beraberdirler.

Saniyen: Onbir defa bana su-i kasd eden ve dört defa mahkemeleri aleyhimize sevkedip üç hapse sokan gizli düşmanlarımızın Nurlar hakkında plânları akim kaldığından, bütün desiseleriyle ehemmiyetsiz şahsıma karşı sıkıntı ve tecrid-i mutlak ve kimseyle temas etmemek ve damarıma dokundurmakla işkenceler verdirmeye çalışıyorlar. Ben de o işkencelerin altında inayetin iltifatını görüp, tahammül ederek şükür ederim.

Zannederim; her birinizden vücudça on derece zaif ve on derece ziyade sıkıntılarıma karşı tahammülüm, sizin gibi kuvvetli, âlicenab zatların küçücük ve geçici ve cüz’î sıkıntılarınızı nazarınızda hiçe indirir. Daha size teselli vermeye lüzum görmüyorum.

Salisen: Şimdi şahsımı çürütmek ve sıkmak ve ihanet etmekten sıkılmayın. Çünki Nurlar’a ve talebelerine ilişilmediğine bir alâmettir ve tam aldandıklarına bir emaredir. Yani kıymeti, hüneri şahsımda zannedip be-

(58)Afyon mektupları -2, Kırmızı defter, S: 61

1624

ni sıkıyorlar, çürütmek istiyorlar. Bu aldanmalarında pek büyük bir maslahat ve Nurlar’a çok faydası var. Benim yapamadığım vazife-i şahsiyem ve hizmet-i nûriye bu suretle menfî bir tarzda yapılıyor. İnşaallah o nisbette sevab kazandırarak kusûratlarıma keffaret olur.

Rabian: Gizli münafıklar her nasılsa, bazı resmî memurları aldatıp ki; “Said ile görüşen dost ve Nurcu olur. Kimse temas etmesin!” Onları evhamlandırmışlar. Hatta hey’et-i idare ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar. Ben de memnun olurum ve bu hale şükür ederim. Sizlerle sureten görüşemediğimden zararı yok. Çünki bir hânede maddeten ve manen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten daima beraberiz, manevî görüşüyoruz, yeter…

SAİD NURSU (59)”

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Böyle sıkıntılı hüzünlü vakitlerde ve yerlerde mümkin olduğu kadar birbirine teselli vermek ve kuvve-i maneviyesini kırmamak, belki takviye etmek ve tesanüdü kuvvetleştirmek ve keder verecek sözleri ve hadiseleri lüzum-u kat’î olmadan söylememek, hususan bana keder verecek hiçbir şey dememek, bizlere şimdi gayet elzemdir. Aleyhimizde olanlar istifade ediyorlar. Daha ziyade sıkıntı vermeye başlıyorlar.

Madem sizin için istirahatimi, izzetimi, haysiyetimi, hatta lüzum olsa canımı feda ediyorum.. Siz dahi binler masum kardeşlerimiz ve Nurlar için sabır ve tahammüle çalışınız ve çirkin hallere ve sözlere bakmayıp kulak vermeyiniz. Nur dersleri ve yazılarındaki kedersiz zevk size yeter. Biz vazifemizi vapıp vazife-i ilâhiyyeye karışmamak ve inayet-i rabbaniyenin imdadımıza gelmesini beklemektir.

SAİD-İ NURSİ(60)”

Ve bu arada hapisteki Nur talebelerinin kuvve-i maneviyelerini takviye edici birçok Nurlu dersler vermiştir. Hatta Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ve onun mümessili olan zatın yüce makamlarını hatırlatmak ve düşündürmek üzere, Ayet-el Kübra risalesinin sonunda yer alan “Manevi bir muhavere” mektubunu okumalarını da tavsiye etmiştir. Ta ki, Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın yolunda ve uğrunda mücahede etmenin, hapis olmanın, hatta ölüme bile gitmenin ne kadar büyük bir şeref, bir manevî fazilet, bir âli makam olduğu bilinsin.

(59)Afyon mektupları, Siyah defter Zübeyr. S: 77

(60)Afyon mektupları. Kırmızı defter Zübeyr, S: 33

1625

Yine bu arada talebelerin cesaret ve kuvve-i maneviyelerini takviye babında, Taşköprülü Kahraman Sadık Bey’in, Afyon hapsi başladığı günlerde yazdığı acib ve halisane ve merdane manzumeciği de talebelerine okutmayı ihmal etmemiştir.

Hazret-i Üstad, Sadık Bey’in mezkûr manzumeciği hakkında bir mektubunda şöyle demiştir:

“Rabian Taşköprülü Sadık Bey’in mukaddemesini istinsah için Sabri’ye vermiştim. Eğer yazılmış ise, tashihimden geçen parça ona gönderilecek. Yeni yazıların bir sureti bana gönderilsin. Hem Sadık’ın manzumeciğinin yanımda bir sureti var. Sizde yoksa göndereceğim.(61)”

Sadık Bey’in adı geçen manzumeciği ve mukaddemesi tamamını değil, fakat Sadık Bey’in onun sonuna ilâve ettiği şu gelecek satırlar, onun aziz, bahadır ruhunun tercümanı olması hasebiyle buraya alıyor ve arkasında manzumeciğinden sadece iki babdan bazı bölümler kaydediyoruz. Şöyle diyor Sadık Bey:

“Ecdadımızın kanıyla yoğurulmuş memleket ve vatanımızda, öz dinimizi ve salâbet-i imaniye ve an’ane-i milliyemizi muhafaza ederek gezememek, bize vediatullah olan ve ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz mukaddes dinimizi evlâdlarımıza ta’lim ve tedris ettirememek, sokakta giden kadınlarımızın başlarındaki haya örtülerinin parçalanmasına ağız açamamak.. ve ecnebilere bile reva görülmiyen bu gibi ağır muamelelere maruz kalmak olan bu çarik asrın bu acı yaralarının tabibi ve bu karanlık günlerin siracı ve bu elim hatıraların tesellicisi Nur şâkirtlerine dünya ve ukbasını medyun bulunan ve Allah’tan başka hiçbir kuvvetin, hiçbir elin koparamıyacağı bir bağla bağlanarak cisim ve ruhî yaralarının tedavi ve şifasını ancak ve ancak Nuru a’zamının teveccüh ve rızasında arayan biçare aciz bir talebenin bu derece acı ve can-hıraş haber-i elimin (Afyon Hapis hadisesinin) üzerine tahammül derecesini katkat aşan, hususan mukaddes tahrir vazifesini muvakkatan da olsa ta’til etmek mecburiyetinin ikinci yarası da inzimam ederse; candan duyacağı ruhî acıların tercümanı olan satırları okurken, okuyucu kardeşlerimin zayi edecekleri kıymetli zamanlarını işgal ettiğimden dolayı, af ve müsamahalarını rica ederim.

M.Sadık(62)”

(61)Afyon mektupları, Siyah defter Züheyr, S: 217

(62)Emirdağ Lahikası-1 (Zübeyr-1) S: 207

1626

SADIK BEY’İN MANZUMECİĞİNDEN

Cihana sultan idin, oldun denî soysuzlara zimmî

Seyfullah idin, tarihe sığdıramazdı fütuhatını ravî

İdrak et, terk eyle hatanı, kerimdir ihsan eder Barî

Tarik-i Süfyan püsküllü belâdır, mekâyidle memlu hem ne kadar vahî

Yıktı Süfyan putunu, tarik-i necati Risale-i Nur açtı

Toprak kabul etmedi, laşe-i Süfyan esfel-i safiline kaçtı

Zulm-u cehildir tarik-i Süfyan, Nur-u hidayettir Risale-i Nur

Maye-i musibettir tarik-i Süfyan, sermaye-i saadettir Risale-i Nur

Püsküllü belâdır tarik-i Süfyan, bir zıll-ı hümadır Risale-i Nur

Zehr-i memattır tarik-i Süfyan, ab-ı hayattır Risale-i Nur

Mahv-u pâ-mal eder tarik-i Süfyan, i’lâ ve iclal eder Risale-i Nur

Hacalet palanıdır tarik-i Süfyan, celadat kaftanıdır Risale-i Nur

Zindan-ı esarettir tarik-i Süfyan, gülistan-ı hürriyettir- Risale-i Nur

Menba-ı rezaildir tarik-i Süfyan, maden-i fazaildir Risale-i Nur

Berbad-u perişan eder tarik-i Süfyan, ma’mur-u âbâd eder Risale-i Nur

İki kardeşi hasm-ı can eder tarik-i Süfyan, hasm-ı canı ihvan eder Risale-i

Nur

Sade işi teşviş eder tarik-i Süfyan, müşkili teshil eder Risale-i Nur

Saadeti ihlâl eder tarik-i Süfyan, selamete îsal eder Risale-i Nur

Ulemayı tezyif eder tarik-i Süfyan, cühelayı talim eder Risale-i Nur

Yıkar, iftihar eder tarik-i Süfyan, yapar i’tizar eder Risale-i Nur

Görmez berbad eder tarik-i Süfyan, görür tamir eder Risale-i Nur.

İyiliğe kötülük eder tarik-i Süfyan, kötülüğe iyilik eder Risale-i Nur

Halktan korkar, Haktan korkmaz tarik-i Süfyan, Haktan korkar, halktan korkmaz Risale-i Nur.

Zinayı ibaha eder tarik-i Süfyan, namusu takviye eder Risale-i Nur

İffeti cefa, şehveti safa görür tarik-i Süfyan, İffeti safa görür Risale-i Nur

Zilletler ocağıdır tarik-i Süfyan, salâh u revh ocağıdır Risale-i Nur

Felâketler miftahıdır tarik-i Süfyan, felâhın anahtarıdır Risale-i Nur

İki zıddın vasfını “Sadık” ettin mizan, okuyanı teshir ediyor Risale-i Nur,

Mülevvestir mizane değer mi tarik-i Süfyan, mağlub olmaz husamaya Risale-i Nur

M. Sadık (63)”

(63) Emirdağ Lahikası-1 (Zübeyr-1) S: 205

1627

Merhum Taşköprülü Sadık Bey’in manzumesi, hece harflerine göre, her bir harfi bir bab olarak ele almış, her bir bab Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman’ın ve mesleğinin tavsifini yapmıştır. Allah Rahmet eylesin amin.

Üçüncü madde ki sabır ve sekinet dersleri:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Sizi ta’ziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i ilâhî bizi tekrar bu üçüncü medrese-i yusufiyeye bir hikmet için sevketti.. ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı.. ve madem şimdiye kadar kat’î tercübelerle sırrına inayet-i ilâhiyye bizi mazhar etmiş.. ve madem medrese-i yusufiyedeki yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade Nurlar’daki teselliye muhtaçtırlar.. ve adliyeciler sair memurlardan ziyade Nur’a ait faydalarına ve sair kudsî kanunlarına ihtiyaçları var.. ve madem Nur nüshaları pek kesretle hâriçteki vazifenizi görüyorlar ve fütûhatları tavakkuf etmiyor.. ve madem burada her bir fanî saat bâki ibadet saatleri hükmüne geçer.

Elbette, biz bu hadiseden mezkûr noktalar için kemal-i sabır ve metanet içinde mesrurâne şükretmeliyiz. Denizli hapsinde tesellî için yazdığımız bütün o küçük mektupları, size de aynen tekrar ederim. İnşaallah o hakikatlı fıkralar sizleri de müteselli ederler.

Said-i Nursi (64)”

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Bugün birden hatıra geldi ki; Mes’ele-i Nuriye münasebetiyle bu medreseye kader-i ilâhî ve kısmetin sevkiyle gelenleri taziye yerine tebrik eyle. Çünki ekseriyetin her biri yirmi otuz, belki yüz, belki bin masum kardeşlerimize bedel gelip, onları bir derece zahmetten kurtarıyor. Hem Nur ile imana hizmetleri devam etmekle beraber, her biri az zamanda çok hizmet etmiş. Bazıları on senede, yüz senede iş görmüş gibidir. Hem bu yeni medrese-i yusufiyenin imtihanında bulunup, onun geniş ve küllî ve kıymettar neticelerine bilfiil hissedar olmak için bu zahmetli mücahedeye giriyorlar ve kolayca görmelerine müştak oldukları halis, Sadık kardeşlerini görüp tatlı bir ders alıp veriyorlar.

(64) Afyon Hapsi mektupları -2, siyah defter Zübeyr, S:13

1628

Hem madem dünyanın istirahat zamanları devam etmiyor, boşu boşuna gidiyor. Elbette böyle zahmetle çok kâr kazanırlar, tebrike layıkdırlar.

Kardeşlerim! Bu geniş hücum, Risale-i Nurun fütûhatına karşıdır. Fakat anladılar ki; Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlub olmaz. Yalnız “Sırren Tenevveret” perdesi altına girer. Onun için plânını değiştirdiler. Zahiren Nurlar’a ilişmiyorlar. Biz madem inayet altındayız, elbette kemal-i sabır içinde şükretmeliyiz.

SAİD-İ NURSİ(65)”

Dördüncü Madde: Bu maddedeki manalar üçüncü maddenin aynı manalarına benzediği için, ince farkları belki bilinmez diye yazmadım.

Beşinci Madde ki, sinsi desiselere karşı dikkat ve teyakkuz hakkındadır.Bazı nümuneleri kaydediyoruz:

“13.12.1948’de yazılmış ve sureti imha edilmiş bir mahrem mektubun tetimmesidir.

(Dünkü mahrem mektubun tetimmesidir)

Rabian: Bu defa taarruz pek geniş dairede… Reis-i Hükûmet ve hazır kabine plânıyla dehşetli bir evham ile hücum edildi. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle, gizli münafıkların yalan jurnalleri ve desiseleriyle bizi hilâfet komitesiyle ve Nakşî tarikatının gizli cemiyetiyle tam alâkadar, belki pişdar gösterip hükûmeti büyük bir telâşa sevkederek; Nur’un büyük mecmualarının İstanbul’da cildlenip âlem-i İslâmda intişarını ve gayet makbuliyetlerini bir zemin gösterip, hükûmeti korkutup, kıskanç resmî hocaları ve vehham memurları aleyhimize insafsızca çevirdiler. Tahminlerince herhalde çok vesikalar,emareler görülecek, hem eski Said damarıyla tahammül etmiyerek ortalığı karıştıracak diye kanaâtları varmış…

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire indirdi. Bütün taharrilerinde hiçbir cemiyet ve komitelerle hiçbir alâkamızı bulamadılar. Yoktur ki bulsunlar. Onun için Savcı iftiralara ve yanlış manalara ve medar-ı mes’uliyet olmıyan cüz’î isnadlara mecbur olmuş.

Madem hakikat budur: Nurlar ve biz, yüzde doksan dokuz derece musibetten halâs olduk. Öyle ise değil şekva, belki binler şükretmek ile inayet-i ilâhiyyenin bu cilvesinin tamamını sabır, şükür, istirhamla beklemeliyiz ve Nur dersleriyle bu medresenin mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarına teselli vererek vardım etmeliyiz.

SAİD-İ NURSİ (66)”

(65)Afyon Hapsi mektupları, Siyah defter Zübeyr, S: 41

(66)Afyon Hapsi mektupları. siyah defter Zübeyr, S: 353

1629

(Bu mektubu benim için Feyzi yazsın. Eğer bu defterdeki ehemmiyetlilerini dahi yazsa daha iyidir:) “Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Bir ehemmiyetsiz meseleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli düşmanlarımızın telkinâtıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmiyen propaganda yapılmış. Mahkemeyi ve makam-ı iddiayı şaşırtmışlar.

Mesela birisi şudur: Müslüman memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler: “Said bize dinsiz der.” Hatta Savcının doksan hatasını gösteren cedvelde, otuzaltıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevab verildiği halde, yine o propaganda kimseyi kandıramadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim:

Evvelâ: Ben fıtratımda ziyade şefkat itibarıyla eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkin olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tam tanıyan bilir.

Saniyen: Mezheb-i Hanefi’de çok maddelere küfür denildiği halde, mezhebi Şâfiî’de o günahlara küfür denmez, günah-ı kebire denilir. Eğer sarih küfür görse o vakit hükmeder.

Ben Şâfiî iken, yine te’vili mümkin olsa, hüküm etmekten çekinirim. Çünki tekfir bana çok ağır geliyor.

Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri bu milletde iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarını bildiğim. kökü Avrupa’da bir komite efradına diyorum. Bana zulmedenlerin çoğunu masumlarının hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazen hiddet ettiğim vakit, “Ehl-i dalâlet” derim. Yâni harekatında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa, küfre düşer demek değildir.

Rabian: Gayr-ı muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmiyen insanlara dair bazı fena sıfatlar için: “Böyle yapan münafıktır veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur” denilse, hatta gıybet dahi sayılmaz. Kur’an-ı 1448

Hakim’de böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabirat gibi, bir tabir olduğu halde, savcı o tabiratı kendine ve muayyen şahıslara alsa, o kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.

SAİD-İ NURSİ (67)”

(67)Afyon Hapsi mektupları. kırmızı defter Zübeyr, 521

1630

Altıncı Madde: İhlâs, tesanüd ve ittifak hakkındaki ikaz ve irşadlara dair: (Mahremdir)

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Sobamın ve Feyzilerin bir su testisi ve Sabri ve Hüsrev’in iki su bardakları parça parça olması, dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler.

Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakikî tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanından benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevisinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir. Ben birkaç gündür, dehşetli bir sıkıntı ve me’yusiyet hissettiğimden, düşmanlarımız bizi mağlub edecek bir çare bulmuşlar diye çok telâş ederdim. Hem sobam, hem hayalî ve ayn-ı hakikat müşahadem doğru haber vermişler.

Sakın, sakın, sakın: çabuk bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz. Vallahi bu hadise bizim hapse girmemizden daha ziyade Kur’an ve iman hizmetimizde, hususen bu sırada zarar vermek ihtimali kavidir. Hatta Sabri, bilmiyerek iki kahraman Feyzileri sarstığını müşahede-i hayaliye ile gördüm.

SAİD-İ NURSİ (68)”

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlerde ve bilhassa Nur şakirtlerinde dehşetli sıkıntılara ve me’yusiyetlere karşı en te’sirli çare: Birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek.. ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır.

Mabeynimizde hakikî ve uhrevî uhuvvet gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için değil yalnız istirahatımı ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hatta kasem ile temin ederim ki; Sekiz gündür Nur’un iki rüknü zâhirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadise,bu sırada benim kalbime verdiği azab cihetiyle: “Eyvah! eyvah!.. El-eman! Eleman!. Ya Erhamerrahimin meded! Bizi muhafaza eyle! Bizi cin ve ins şeytanların şerrinden kurtar! Kardaşlarımın

(68)Aynı defter S: 148

1631

kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur!..” diye hem ruhum, hem kalbim. hem aklım feryad edip ağladılar.

Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim! Bana yardım ediniz!.. Meselemiz çok nâziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı manevinize bırakmıştım. Siz de bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor. Gerçi hadise pek cüz’î ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zenbereğine ve gözümüzün hedakasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu nokta ehemmiyetlidir ki; maddî üç patlak ve manevi üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.

SAİD-İ NURSİ (69) ”

Aziz sıddık muhlis kardeşlerim!

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle lem’a-ı ihlâsın düsturlarını ve hakikî ihlâsın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı isti’mal etmek vücûb derecesine gelmiş.

Kat’î haber aldım ki; Üç aydan beri buradaki hâs kardaşları birbirine karşı meşreb veya fikir ihtilâfıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin Nurcular’ı usandırmakla sarsmak ve nâzik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak ve hizmet-i Nuriye’den vazgeçirmek için sebebsiz mahkememizi uzatıyorlar.

Sakın, sakın, şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakârane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar da olsa, bize büyük zararı olur. Çünki pek az bir sarsıntı Denizli’de (Ş.Şef. Tev.) gibi hocaları yabanileştirdi. Bizler birbirimize lüzum olsa, ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur’aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şevlerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmek değil, belki mahviyet ve tevazu’ ve teslimeyetle kusuru kendine alır. Muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe, kubbe olup tamir edilmiyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum.

SAİD-İ NURSİ (70)”

Yedinci Madde: Siyasetten tecennüb ve sakınmak hakkında:

 

(69) Afyon Hapsi mektupları, siyah defter Züheyr. S: 161

(70)Afyon Hapsi mektupları. siyah defter Zübeyr, S: 173

1632

“Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Gerçi Nur talebeleri tam bîtaraf kalmak ve siyasete girmemek mesleğimizce lâzım ve elzemdir. Fakat hem avam, hem siyasetçiler bizi siyasî bir cereyana alâkadar tevehhüm ederler, o cereyanın seyyiatında hissedar tahayvül edebilirler. Her nasılsa, Emirdağ’ında bir kısım kardeşlerimiz eski parti ile bir maslâhata binaen münasebettar olmuş ve merhum bir dostumuz oradaki parti reisinin kardaşı olmasından bırakmadı ki; aleyhimizde hareket etsinler. Hem Nur’la alâkadar ve derd-i maişet için muvafık siyasete girmiş çok zatlar bulunması, hem Emirdağı’nda bir iki muzır münafık ve bize çok zararı dokunan ve zahiren kendilerini muhalif partiden gösterip, ta bize yardımları olmasın ve yardımımız dahi onlara olmasın; Ve çok iftiralarla bu yeni hadisede bir te’sir yaptı ve Emirdağı’nda bir kısım kardaşlarımız hakikaten bitaraf iken, siyasetçi tevehhüm edildiler.

İşte bu hadisede, Nurcular’ı siyasetin şimdiye kadar bu dindar millette ettiği seyyiatlarından tebrie etmek ve o zulümlere hiçbir cihette taraftar olmadıklarını, razı olmadıklarını göstermek ve hiçbir garaz ve başka maksadlar karışmadan kemal-i ihlâsla hakaik-i imaniye hizmetini yaptıklarını herkese bildirmek ve bizi temizlemek için inayet-i ilâhiye şefkat tokadıyla bu çiIehaneye bizi topladı. SAİD-İ NURSİ (71)”

Kardaşlarım!

Sebilürreşad’ın bu sırada bizim lehimizde yazıları bize zararlı idi. Çünki Risale-i Nur’a dahi dünyevî ve siyasî bir mecmua nazarıyla bakmağa sebeb olup, kabinenin dikkatini celbedecekti. Hem bu fırtınalı sırada evrakımız temyize gitmediği hayırlıdır.

Demek kabinenin dindarlar aleyhindeki şiddeti, komünistleri aldatmak ve Rus’a bir rüşvet için idi. Dünki beyanname hangi gazetenin ve kimindir?

SAİD-İ NURSİ?(72)”

(71)Aynı defter S: 49

(72)Kırmızı defter S: 30

1633

BİR EK İZAH

Târafgir, partizan, mübarezekâr durumların kesinlikle Üstad tarafından daima ve her zaman reddedilmiş olması, Risale-i Nur’da asla değişmiyen küllî bir kaidedir. Üstad bunu hayatının her devresinde yazmış ve yaşamıştır. Ancak buna karşılık, hak ve hakikat etrafında ve Kur’an ve iman hizmetinde de daima en şiddetli bir irtibat ve uhuvveti ve en sağlam ve metin bir alâka ve samimiyeti ve en köklü ve halis ve civanmerdane bir muhabbet ve bağlılığı da her zaman istemiş ve aramış, yazmış ve söylemiştir. Bunu takviye etmek yolunda her türlü iknâ’, irşad ve ikaz metodlarını da uygulamıştır. Fakat beşer olarak, nefis ve şeytanın hilelerine mübtelâ olarak Nur talebeleri, zaman zaman -Hususan hapishanelerdebunu zedeleyici hal ve tavırlar göstermelerine, Üstad -üst tarafta numuneleri görüldüğü gibi- çok üzülüyor ve feryad ediyordu. O gibi hallerin düzeltilmesi yolunda her çeşit ikaz ve irşadlarda bulunuyordu.

Evet, Afyon hapsinde yine uhuvveti ve samimi ihlâs ve tesanüdü zedeleyici haller zuhur etmişti.Hem de diğer hapislerinden biraz daha fazla olarak… Hazret-i Üstad’ın o yürekler acısı hapis tecridinde , bir de bu gibi kederler de kendisine yüklenmişti. Üstad feryad edip bağırdı ve yalvardı. Nihayet Allah’a şükür yüzde doksanı düzeldi. Amma maalesef bazı izler de kalabilmişti.

İşte bu hiç beklenmiyen hallerin zuhuruyla, Hazret-i Üstad Nur talebelerini -küskünlük hallerinin izalesinden sonra da- şöyle bir iki mektupta meselenin ciddiyeti noktasından uyarıyordu:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Ehemmiyetli bir taraftan, ehemmiyetli ve manidar sual edilmiş, bana sordular ki; “Siz cemiyet olmadığınıza üç mahkeme o cihette beraet vermesiyle; ve yirmi seneden beri tarassud ve nezaret eden beş altı vilâyetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcular’da öyle harika bir alâka var ki: hiçbir cem’iyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkili halletmenizi isteriz” dediler.

Ben de cevaben dedim ki: Evet, Nurcular cem’iyyet-memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaâtî, menfaat için teşekkül eden cem’iyyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat bu vatanın eski kahramanları kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları o fedailik damarını da irsiyet almışlar ki; bu harika alâkayı gösterip; Denizli mahkemesinde bu aciz biçare kardeşlerine bu gelen cümleyi söylet-

1634

tirdiler:

“Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş.

Demek Nurcular’da hakiki, halis. sırf rıza-i ilahî için müsbet ve uhrevî fedâiler var ki; Mason, Taşnak ve Komünist ve ifsad ve zendeka ve ilhad gibi dehşetli komiteler o Nurcular’a çare bulamayıp, hükûmeti ve adliyeyi aldatarak, lâstikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nur’un ve imanın fedâilerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.

SAİD-İ NURSİ (73)”

İKİNCİ BİR İKAZ VE BİR DERS

“(Hem bu, hem dünkü pusula bir parça mahremdir. Yalnış mana verilmemek için herkese okunmasın.)

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Dünki sual-cevaba benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual-cevabı size hikâye edeceğim.

O eski zamanda Eski Said’in talebeleri Üstadlarıyla şiddetli alâkaları, fedaîlik derecesine geldiğinden: Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Tâşnak fedâileri çok faaliyette bulunmasıyla; Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi, silahlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hadisesi münasebetiyle evhama düştü, (74)emretti: “Onun silâhlarını alınız!” bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i umumi patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…

Bu haller münasebetiyle benden sordularki; dehşetli fedâileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki; siz Van’da Erek dağına çıktığınız zaman, sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki, öyle oluyor?

(73)Afyon Hapsi mektupları, siyah defter, S: 278

(74)Bu hadisenin 1914 yılı içerisinde vuku’ bulduğu anlaşılıyor. “bir iki ay sonra harb-i umumi patladı” tabiriyle de Bitlis hadisesinin 1913’de vuk bulduğunu doğruluyor. A.B.

1635

Ben de cevaben diyordum: “Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin muvakkat menfâati ve selâmeti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bakiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müsbet menfaatlerine çalışan, “Ecel birdir” itikad eden talebeler o fedailerden geri kalmazlar (haşiye) luzum olsa, o kat’î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşlarının selâmetine ve menfaatine tereddütsüz müftehirane feda ederler”

(Haşiye): Kardeşlerim namına acizane diyorum ki: Lüzum olsa, inşaallah çok ileri gideceğiz. Bizler dinde olduğu gibi. kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.

SAİD-İ NURSİ (75)”

Üçüncü sarih bir ikaz ve irşad dersi:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Haccı men eden, Zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsaadekâr davranan ve Zülfikâr ve Siracun-ün Nur’un müsaderesine ehemmiyet vermiyen ve bizi garazkârane kanunsuz ta’zib eden memurları terfi’ ettirip, hadisemizden çıkan mazlumane lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmiyen bir kabinenin zamanında en rahat yer, hapistir. Yalnız mümkin olsa başka hapse nakil olsak, tam selâmet olur.

Saniyen: Onlar nasıl zorla en mahrem Risaleleri en nâmahreme okuttular.. Öyle de zorla ısrar edip bizi cem’iyyet yapmaya mecbur ediyorlar. Halbuki cem’iyet ve komiteciliğe hiç ihtiyaç hissetmiyorduk. Çünki ittihad-ı ehl-i iman cemaatındeki uhuvvet-i İslâmiye, Nurcular’da pek halisane ve fedakârane inkişaf ettiği gibi; ve eski ecdadımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikata Nur şâkirtleri o milyonlar kahraman ecdadlarından irsiyet aldıkları kuvvetIi bir fedailik ile o hakikata bağlanmaları şimdiye kadar resmî veya siyasî gizli ve âşikâr cem’iyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki; kader-i ilâhî onları bize musallat ediyor.

Onlar, mevhum bir cem’iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanüd ile, tam bir Hizbullah olmadınız!” diye

(75) Şualar Envar Neşriyat S: 488

1636

bizi onların eliyle tokadladı, adalet etti.

SAİD-İ NURSİ (76)”

Hazret-i Üstad’ın bu son ikazındaki ders; herhangi siyasî bir teşekkül veya particiliği ders veriyor değildir. Sair Risale ve mektuplardaki gibi hakikî, halis, metin ve esaslı bir uhuvveti, tesanüd ve samimi ittifakı ders veriyor. Bunun vürud sebebi olarak az üstte kaydettiğimiz vechiyle, hapiste vuku’ bulan bazı ihlâssız hallerle Risale-i Nur’un ve Nurculuğun icabı olan hakikî bir ittifak ve tesanüdün bir derece zedelenmesiydi.

Ayrıca bu hadiseden sonra, Hazret-i Üstad’ın onbir senelik hayatında, maddî cemiyet ve particilik teşekkülü gibi şeylerden hiç bahsetmediği ve ders vermediği gibi; tam aksine yine siyasî hallerden ve tarafgirliklerden ve mübarezekârane hallerden hep nehy ve zecretmiştir. Hem bu iki üç dersin evvelinde yazılan derslerle de; siyaset meselesini ve anlatmak istediği şeyi birbirinden ayırmıştır.

AKİDEYE, FIKHA VEYA İÇTİMAÎ, İLMÎ

BAZI MES’ELELERE DAİR DERSLER

Afyon hapsinde yazılan yüzdoksanbir adet mektupların mevzular itibarıyle aksamı içinde, bir de akide, fıkıh ve içtamaî, ilmî hakikatlara dair bazı mektuplar da yer almıştır. Bunların çoğu gerçi neşredilmiş malum mes’elelerdir. Fakat onları bir arada görmenin ve okumanın daha ayrı bir lezzeti olur ve Hazret-i Üstad’ın hayatının bu faslında verdiği derslerin tatlılığı biraz daha da tezahür eder kanaâtıyla buraya derci uygun görüldü.

AKİDEYE TAALLUK EDEN BİR MES’ELE

” وَ ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ

Ayet-i celilesinin bir nüktesi:

Aziz Nur Kumandanı ve Kur’an’ın hadimi kardeşim Ref’et Bey! Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünya perestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu “Filistin”‘ (77)mes’elesinde hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle: bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokad yemiyorlar.

(76)Şua’lar-Envar Neşriyat S: 498

(77) Hz.Üstad’ın bu mektubu, Filistin’de 14 Mayıs 1948’de yeni kurulan İsrail devleti günlerinde ve Üstadın Afyon hapsine alınmasının 5. ayında yazılmıştır. A.B.

1637

Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamıyacaktı, çabuk meskenete girecekti.

SAİD-İ NURSİ (78)”

FIKHA BİR DERECE TAALLUK EDEN BİR İKİ MES’ELE

1- Hac Mes’elesi:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Bu sene serbest olsaydık, belki bir kısmımız hacca gidecekti. İnşaallah bu niyetimiz bilfiil gitmiş gibi kabul olup, bu sıkıntılı halimizde hizmet-i imaniye ve nuriyemiz öyle büyük bir Hac sevabını verecek.

SAİD-İ NURSİ (79)”

2- Arefe gününde bin İhlas:

(12.10.1948)

Aziz Sıddık Kardeşlerim?

Eski zamanda, memleketimde, medrese talebeleri Arefe gününde bin İhlas-ı şerif okuyup, birer hatme-i ihlâsiye ile hacıların sevablarına ve dualarına hissedar olmağa çalışıyordular. Ben şimdi zaafiyetim için iki günde okuyorum.

SAİD-İ NURSİ (80)”

3- Teşehhüd ve Fatiha’nın kelimeleri:

“Kardeşlerim!

Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil, belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilatı değil, belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır; ubudiyeti, münacaatı parlatır görüyorum. Namazın ve fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir.

İkinci kısmın (Elhüccet-üz Zehra’nın ikinci kısmının) ahirinde kasden meşgul olmamaktan murad ise; O manaların tafsilâtı ile bizzat iştigal, bazen namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faydalarını hissediyorum.

SAİD-İ NURSİ (81)”

(78)Şua’lar Envar Neşriyat S: 474

(79)Afyon Hapsi mektupları, siyah defter, S: 237

(80)Şualar Envar Neşriyat S: 271

(81))Kırmızı defter. S: 69

1638

İLMÎ VE İÇTİMAÎ BAZI MES’ELELER

1- Bir kaç Deccal mes’elesi:

Evvela bid’atkâr bazı hocaların telkinatıyla, iddianamede İslâm Deccalının ve müteaddit bir kaç Deccalin gelmesini kabul etmiyor gibi Beşinci Şua’nın bir mes’elesine itiraz etmişler.

Buna cevaben: Gayet parlak, kat’î bir mu’cize-i peygamberîyi (A.S.M.) gösteren bu hadis-i sahihte:

لَنْ تَزَالَ الْخِلَافَةُ فٖى وِلْدِ عَمّٖى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّالِ

“Yani benim amcam ve pederemin kardeşi Abbas’ın veledinde hilafet-i İslâmiye devam edecek, ta o hilâfeti Deccal’ın muharrip eline geçecek.”

Yâni uzun zaman, beşyüz sene kadar Hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek ve devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgu denilen üç Deccaldan birisi o saltanat-ı hilâfeti mahvedecek. Deccalâne İslâm içinde hüküm sürecek.

Demek, İslâm içinde müteaddit hadislerde, bazı üç Deccal geleceğine, bazı da yirmi yedi Deccal geleceğine dair zahir bir delildir ve bu hadisdeki ihbar-ı gaybî kat’î iki mu’cizedir:

Biri: Hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, beşyüz sene devam edecek.. İkincisi de: Sonunda en zalim ve tahripçi Cengiz ve Hülâgu namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak.

Acaba kütüb-ü hadisiyede Kur’an’a ve Şeair-i İslâma ait, hatta en cüz’î şeyleri de haber veren sahib-i şerait, hiç mümkiümüdir ki bu zamanımızdaki pek acib bir zamanda, en ağır şerait altında hizmet eden ve o hizmetin semerelerini dost ve düşman tasdik eden Risale-i Nur’a ve şâkirtlerine işaretleri bulunmasın!.

SAİD-İ NURSİ (83)”

2- Dünyamızın yuvarlaklığı hakkında:

“Sual: Küre-i Arzın kürevî olduğuna dair bir ayet var mı ve hangi surededir? Kürevî veya müstevî olduğunda tereddüdüm vardır. Her hükûmetin bulunduğu arazî deniz ortasındadır. Bu denizlerin etrafını muhafazakâr neler var!?.. Lütfen beyanını rica eder, ellerinizden öperim.

Emirdağlı Ali Hoca

(82)Târih-i Hulefa-Suyuti. S: 6 ve Rûmuz-ul ahadis S: 304

(83)Şualar Envar Neşrivat S: 473

1639

Cevab: Risale-i Nur bu çeşit mesaili halletmiş. Küreviyet-i arz ulema-i İslâmca kabul edilmiş. Dine muhalefeti yok. Ayetteki “Sath” demesi, kürevî olmadığına delâlet etmiyor.

Müçtehidlerce “İstikbal-i Kıble” Namazda şart olması ve şart ise, bütün erkânda bulunması sırrıyla; Secde ve rükû’da istikbal-i kıble lâzım geliyor. Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle ve şer’an kıble, Ka’be-i mükerremenin üstü, ta arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amud-u nuranî olması, küreviyetle istikbal, erkânda bulunabilir.

SAİD-İ NURSİ (84)”

3- Tefsir nevileri meselesi:

“Saniyen: “Risale-i Nur Kur’an’ın kuvvetli, hakiki bir tefsiridir” Tekrar ile dediğimizden bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikatı beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur:

Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malum tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsirler ise: Kur’an’ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var.

Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylosofları susturan bir manevi tefsirdir…(85)”

HAPİSTE İKEN DIŞARDA GÖRÜNMESİ

Üstad Bediüzzaman Hazretleri her üç hapsinde de, hapiste iken, dışarda camilerde görünmesi gayet meşhurdur. Hatta resmen şikâyetlere mevzu olmuş ve resmî adamlarca da tesbit edilmiş bir hadisedir. Bu mevzuun uzunca tafsilatını Eskişehir hapis faslında kaydettiğimizden, Afyon hapsine ait kısmına kısaca bir temas etmeyi uygun bulduk. Ayrıca da Afyon hapsine ait kısım için iki üç şahidin şehadetini de kaydedeceğiz.

Evet, Hazret-i Üstad’ın Afyon’da hapsin içinde ve tecridinde iken, dışarda görünmesi büyük şayialara ve resmî şikâyetlere mevzu olduktan sonra. Hazret-i Üstad hadiseyi gayet zarif bir te’vil içerisinde talebelerine şöyle anlatmıştır:

(84)Şua’lar S: 475

(85)Afyon Hapsi mektupları, siyah defter. S: 240

1640

“…Bir zaman meşhur bir allâmeyi harbin müteaddit cephesinde cihada gidenler görmüşler. Gelip ona demişler…

O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar, benim yerimde işler görmüşler.”

Aynen bunun gibi, DenizIi’de camilerde beni gördüklerini hatta resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana da aksetmiş.. Bazıları telâş ederek:

“Kim ona hapishane kapısını açıyor” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor…

Halbuki, benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î bir harika isnadına bedel, Risale-i Nur’un harikalarını ispat edip gösteren “Sikke-i Gaybî” mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlar’a itimad kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nur’un kahraman talebeleri harika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.

SAİD-İ NURSİ (86)”

HADİSENİN ÜÇ ŞAHİDİ

1- O sıra Afyon hapsi baş gardiyan yardımcısı Hasan Değirmenci şöyle demiştir:

“Hapishanede olduğu halde, camide, çarşıda görülüyor” diye şayialar çıkıyordu. Ben de o zaman bir cahillik yaptım. Ayakkabısını iyice sildim. Temizledim, acaba tozlanıp kirlenecek mi diye…(87)”

2- Afyonlu Hallaç Hilmi Pancaroğlu’nun ifadesi:

“…Bediüzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemişti. Ancak bu izin verilmeyince, birara gardiyanlar onun koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda “İ’marat”, “Ot pazarı” ve “Mısırlı” camilerinde namaz kılarken görmüşler. Fakat cemaat camiden çıkarken kendisini bir daha bulamamışlar… Hapishaneye döndüklerinde Üstad’ı koğuşunda duruyor görmüşler. Bu hadise ekser Afyonlular’ca bilinmektedir.. (88)” 

3-Hz. Üstadın Afyon hapsi sırasında hapishane mahkumlarından Afyonlu İbrahim Arman bu hadise için şunları söylemiş: “ Bir Ramazan bayramı idi, Savcı ile hapishane Müdürü “Ot pazarı” Camiine Bayram namazı

(86) Şualar Envar Neşriyat S: 453

(87)Son Şahitler-1 S: 31

(88)Son Şahitler-3 S: 169

1641

kılmak için gitmişler. Cami’e girdiklerinde bakıyorlarki; Bediüzzaman en ön safta oturuyor. Namazdan sonra Savcı ve Müdür Cami’ kapısının iki tarafında durarak Hocayı beklemeye başlıyorlar. Herkes çıkıyor fakat bir türlü Bediüzzamanı kapıdan çıkarken göremiyorlar. En son Cami’ imamı çıkıyıyor, ona soruyorlar:”içerde başka kimse varmı?” imam: “Hayır, hiç kimse kalmadı” diyor.

Savcı ve Müdür şaşkınlık içerisinde hapisaneye acele geliyorlar. Ben o sıra yatıyordum . Gardiyan bana : “Koş İbrahim (*) Savcı ile Müdür çağırıyorlar.” dedi. Koşa koşa gittim, hocanın koğuşunun kapısı önünde beni bekliyorlardı. Bana hiddetli bir şekilde “Aç şu kapıyı!” dediler. Kapıyı açtım.Bediüzzaman elinde tesbih,Cubbesini önüne almış oturuyordu. Bana hiddetle çıkışan Savcı ve Müdür her ikiside üstadın elini öptüler.. Ve artık üstadın odasına kalem,kağıt gibi şeylerin girmesine müsaade ettiler.

Ben birkaç gün sonra müdüre sordum.“Bu değişiklik ne içindir?”, Müdür: “kardeşim, biz onu Bayram namazında camide gördük. Buraya geldiğimizdede onu koğuşunda bulduk” dedi. (Son Şahitler-5 ,sh.136)

ÜÇÜNCÜ SAİD VE BELİRTİLERİ

Afyon hapsinin birinci senesinde Üstad’da başlıyan yeni bir halet-i ruhiye,1949 yılı başlarında kemalini bulmuş ve kendisini bir “Üçüncü Said” merhalesine yöneltmiştir. Bu halet-i ruhiye evvelâ maddî sebeblerden kaynaklanmış, bilâhare ruhî ve kalbî bir halete inkilâb etmiş olduğu görülüyor. Hazret-i Üstad bu halet-i ruhiyesini talebelerine tavsif edip bildirirken, -az ilerdeki mektuplarından görüleceği üzere- evvelâ maddî sebebleri nazara vermiş ve bundan sonra artık Risale-i Nur’un hizmet tedbirlerini, hususan müdafaalar işini hâs talebelerine bırakacağını yazmıştır. Daha sonraki aylarda inkişaf eden bu halet-i ruhiye, kendisini tamamen ahiret ehli olan bir üçüncü Said şeklinde gösterdiğini kaydetmiş.

Ancak, Hazret-i Üstad’ın bu açık ifadeleriyle birlikte, Afyon hapsinden sonra, özellikle 1950 D.P iktidarı iş başına geldikten sonra, Hazret-i Üstad bu yeni iktidarın bazı iç ve dış dünya ve siyaset mes’elelerinde takib edecekleri metodlara dair onları ikaz ve irşad eden beyanları sudur etmesiyle; Bu halet-i ruhiye ile, Üstad’ın bu tarz ehl-i idareye yaklaşımları arasında bir ilişki kurularak, Üçüncü Said safhası “Ehl-i siyaseti irşad dönemi” diye yorumlanmaya sebeb teşkil etmiştir. Bu münasebet kurma ve yorumlar, bilhassa Hazret-i Üstad’ın yanındaki hâs talebelerinden gelmesi ve Tarihçe-i

(*) İbrahim’in ifadesine göre Savcı kendisine Hz. Üstadın koğuşunun kapısının anahtarını vermiş. Üstadın yemek ve sair ihtiyaçlarını kendisi ğötürüp veriyormuş. A.B.

1642

Hayat’ta o şekil kaydedilmesi elbetteki şayan-ı dikkattir. Ayrıca Üstad’ın 1950’den sonra, bir iki hizmetçisini, -hayatının o güne kadarki âdetine muhalif olarak- kendi oturduğu evinde yatıp kalkmalarına izin vermesini de mezkûr yoruma ek bir delil sayılmıştır.

Lâkin Hazret-i Üstad’ın o güzide hâs talebe ve hizmetkârlarının “Üçüncü Said” merhalesinin maddî tezahürlerini o şekilde yoruma tabi’ tutmalarına son derece hürmet etmekle beraber; Üstad’ın şu üçüncü Said şahsiyyeti hususundaki açık ifadeleriyle, o yorumlar arasında tam müntenasib bir ilişki zahirde görünmediğine binaen; ve bu mevzuda müdekkik bazı gençlerin suallerine bazen muhatap olduğumuz için, bazı tetkik ve araştırmalara girme hususunda bizi mecbur eylemiş ve şöyle birkaç istifhamlı sual ile karşı karşıya bırakmıştır:

1- Acaba Afyon hapsinde, evvelâ maddî ve mücbir sebeblerden başlayıp, yine Afyon hapsinde manevî yönde kemalini bulan Üçüncü Said merhalesinin tezahürü gibi ve Üstad’ın haber verdiği şekildeki halet-i ruhiye, hep devam etmiş midir? Hapisteki talebelerin birbirlerine karşı nazlanma hadisesinden sonra ve hadisenin yatışmasını takip eden günlerde ve hapisten tahliyelerinden sonra ve daha sonraları da devam etmiş midir?

2- Üçüncü Said halet-i ruhiyesi, tam bir târik-i dünya ve büsbütün ahiret ehli olmakla birlikte, Allah’ın lütuf ve inayetiyle -az da olsa- bir derece hakikatları dinliyecek ehl-i siyasetten bazı hamiyetli zatların meydana çıkmasıyla; onlara mühim bazı irşad ve ikazların tebliğ edilmesinde, o halet-i ruhiye mani midir? Hem bunda Eski Said, Yeni Said veya Üçüncü Said için bir engel teşkil eder mi?

3- Afyon hapsinin ve mahkemesinin başlangıcında mahkemeye sunduğu istid’alarında: “O vazifeleri yapamadığım için kusurlarım var” şeklinde nitelediği vazife ve meselelerin ifası için, zaman ve zeminin bir nebze hazırlanmasıyla, bazı girişimlerde bulunmasının, büsbütün bir ahiret ehli ve târik-i dünya olsa bile hangi Said merhalesi olursa olsun- vazifeleri çerçevesinde değil midir?

4- Üstad’ın sıddık talebelerinin o halisane yorum ve ifadelerinden nem kapan ve hududsuz bir siyasetin kapısının tamamen açıldığını sanan bazı kimselerin, yorum üstüne yorumlarının ve bize göre mes’elenin hakikatını tamamen hudut ve çizgisinden aşırıp çıkaranların ve işi tamamen bir particilik ve siyasî bir pozisyona götürenlerin fiillerinin bir münasib manası ve değeri, Üstad’ın o irşadkâr ikazlarıyla bir bağlantısı var mıdır?

5- İşin hakikatı ise, 1946 yılında, Emirdağı’nda Hazret-i Üstad’da mukaddemeleri başlıyan, yeni ve küllî ve muazzam bir terakkî merhalesinin yükseliş belirtilerini gösteren ve hava unsuruyla Nur unsurunun lâtif, nu-

 1643

ranî âlemlerinin kapılarının açılmasını ve bunlarda tecelli eden Ehadiyyet ve Samediyyetin delil ve hüccetlerini ibraza matuf marifet-i ilâhiyyede yeni yeni terakki merhalelerinin görünmesini bildiren o kudsi haletin mukaddemesinin, Afyon hapsinde doruk noktasına ulaşan kemalatının halâtı tezahür etmesi içinde; ehl-i siyaseti de irşad ve ikaz vazifeleri arasında bir tenakuz var mıdır?

İşte bu istifhamların cevablarını bulmadan önce, Üçüncü Said ve mukaddemeleri hakkında sudûr eden Üstad’ın bazı açıklamalarını arzedelim:

Evvela: Afyon hapsinde mezkûr haletin ilk mukaddemeleri hakkında Üstad’ın talebelerine haber verdiğ’i mektubu şöyledir:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

İki ehemmiyetli sebeb ve bir kuvvetli ihtara binaen, ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan (H.R.T.F.S.(89))

Birinci Sebeb: Ben hem sorgu dairesinde, hem çok emarelerden bildim ki; bana karşı ellerinden geldiği kadar müşkilât yapmağa ve fikren onlara galebe etmemden kaçmaya çalışıyorlar.. ve resmen onlara iş’ar var ki; güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam edecek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmî ve siyasî göstereceğim diye benim konuşmama bahanelerle mani’ oluyorlar. Hatta sorguda bir suale karşı dedim: “Tahattur edemiyorum” O hâkim, taaccüb ve hayretle dedi: “Senin gibi fevkalâde acib zekâvet ve ilim sahibi nasıl unutur?” Onlar Risale-i Nur’un harika yüksekliklerini ve ilmî tahkikatını benim fikrimden zannedip dehşet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar.

Hem güya benim ile kim görüşse, birden Nur’un fedakâr bir talabesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hatta Diyanet reisi dahi demiş: “Kim onunla görüşse ona kapılır, cazibesi kuvvetlidir”

Demek, şimdi işimi de sizlere bırakmaya maslahatımız iktiza ediyor.. ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım benim bedelime sizin meşveretinize iştirâk eder, O kâfidir.

İkinci Sebeb: Başka vakte bırakıldı…

Amma ihtar-ı manevî’nin kısacık bir işareti şudur:

(89) Birer harfle isimleri yazılan zatlar sırasıyla şunlardır: Hüsrev, Re’fet, Tahiri, Fevzi, Sabri… A.B,

1644

Bana yirmibeş sene siyaseti ve gazeteleri ve sair çok fânî şeyleri terkettiren ve onlarla meşguliyeti men’ eden gayet kuvvetli bir vazife-i uhreviye ve te’sirli bir halet-i ruhiye, benim bu meselenin teferruatıyla iştigal etmeme kat’iyyen mani oluyorlar. Sizler bazen ara sıra yeni dava vekilinizle meşveretle benim vazifemi dahi görürsünüz.

SAİD-İ NURSİ (90)”

Saniyen: Üçüncü Said mukaddemelerinin hikmet ve belirtilerini daha etraflıca beyan eden Üstad’ın ikinci mektubu şöyledir:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Şimdi namazda bir hatıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin.

Aynen öyle de: Uhrevî ve Kur’anî ve İmanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şâkirtlerinin şahs-ı manevilerini tevkil eyle!.. O halis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeyi kendi vazifeleri ile beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar.

Meselâ, senin ile görüşen, muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa; Risale-i Nur’dan bir cüz’ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şâkirtlerinin hâsları bu vazifeni her vakit yapıyorlar ve inşaallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevileri daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.

ELBAKİ HÜVELBAKİ

SAİD-İ NURSİ (91)”

Hazret-i Üstad’ın bir başka mektubunda şöyle bir cümlesi vardır:

“…Demek iki mahkemede ben size bedel; ve bu üçüncü mahkemede sizler benim bedelime de müdafaa etmekte bir hayr, bir inayet var ki; beni bahanelerle konuşturmuyorlar…(92)”

Ve salisen: Üçüncü Said merhalesinin kemalini bulduğu veya mukaddemelerinden sonra, asıl olarak başladığı halet-i ruhiyesi hakkında Hazret-i Üstad şöyle diyor:

(90) Afyon Hapsi mektupları. siyah defter. S: 69

(91)Afyon Hapsi mektupları, siyah defter, S: 73

(92)Aynı defter S: 134

1645

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

İki üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa’ dağına çıkarıp, İstanbul’un, Dar-ül Hikmet’in câzibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hatta İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şâkirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmiyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılâb-ı ruhinin bir misli şimdi mukaddematı bende başlamış.. ve üçüncü bir Said, bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.

Demek, Nurlar ve kahraman şâkirtleri benim vazifelerimi yapacaklar. Daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir câmi’ cüz’ü ve sarsılmıyan halis şâkirtlerinin her birisi benden daha mükemmel ders verir.

SAİD-İ NURSİ (93)”

Bu mektubun hemen akabinde “Hüve Nüktesi” ile alâkadar mektubun yazılması da; Hazret-i Üstad’ın bu halet-i ruhiyesinin mukaddematının 1946’larda başladığını ve latif ve nûranî olan hava ve Nur unsurlarına müteveccih olarak, o zaman Hüve nüktesiyle kendini göstermesi ve sonra hapiste “Elhüecet-üz Zehra”nın mevzuları da ekseriya bu kabilden olması, hem hapisten sonra “Nur Âleminin Bir Anahtarı” eserinde mevzu teşkil eden parçaların tamamına yakın o çeşitten yazılması delildir ki; Hazret-i Üstad’ın “Üçüncü Said” diye vasıflandırdığı yeni halet, maddîlikten çok, manevî ve ruhanîdir. Dolayısıyla inkişaf eden bu yeni haletle beraber, ehl-i siyasete müteveccih olup hamiyetkar kısımlarını irşad ve tenvire yönelik bazı beyanlarının bu haletine zıd olmadığı gibi, bu irşadların yapılmasına da eski Said veya üçüncü Said olup olmamasına da bir lüzum yoktur kanaatindeyiz.

Üstad’ın Hüve Nüktesi’nden bahseden mektubu:

Aziz Sıddık hakikatlı kardeşlerim!

Evvelâ: Ben bazı emarelerle tahmin ediyorum ki: Neşredilen mecmualarımızdan en ziyade “Rehber”e (Gençlik Rehberi’ne) ehemmiyet veriyorlar. Hatta iki Rehberi birleştirip, Ceylan’a vererek davasını kubbe yapıp, o yaralanan adamı bir sene sükûttan sonra o iftiralara sevkettiler.

(93)Afyon Hapsi mektupları. siyah defter. S: 335

1646

Ben zannederim ki; “Hüve Nüktesi” gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış. Onların istinadgâhı olan tabiat tâğutunu, kesif toprakta bir derece saklanabilirken, şeffaf havada, Hüve nüktesinden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki; küfr-ü inadî ve temerrüd-i irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevkediyorlar. İnşaallah Nurlar adliyeleri lehine (94) çevirip bu hücumunu dahi akim bırakacaktır…(95)”

İşte Hazret-i Üstad’ın üçüncü Said mevzuundaki ifade ve beyanları böyle… Şimdi gelelim istifhamlarımızın netice ve cevablarına:

Az üstte bir nebze temas edilen ve Üstad’ın mektuplarında da görüldüğü üzere, bu hususta kanaatımızın neticesi şöyledir:

Maddî ve mücbir sebeblerden neş’et eden ve fakat bilâhare kader hikmeti nokta-i nazarından maslahatlı o haletin Üstad’da başlaması ile; mektuplarında talebelerine bıraktığı veya bırakmak istediği büyük vazifeler, müdafaa işleri ve kendisinden istenilen tedbir mes’eleleri; bir müddet sonra hapiste Nur’un rükünleri arasında başlıyan nazlanma ve küskünlük ve tenkid hallerinden sonra da: Hazret-i Üstad’da zuhur eden o haletin, onun ruh âleminde ve kalb dünyasında manevi olarak devam etmiş ve onun eserlerini de göstermiş olmakla beraber: maddi tedbirler, meşveretler vesaire işler ve hususlarda kendisine olan ihtiyacın zail olmayıp, tam aksine vacib ve zarurî şekilde devam ettiğine kanaat getirmiş, hadisat da onu te’yid etmiştir. Hapishanede, önceleri vermiş olduğu büyük ve küllî selâhiyetlerde bir kısım talebelerin henüz o yükü ve o büyük idare ve tedbir işlerini yüklenecek duruma gelmediklerini ve o kabiliyete henüz erişmediklerini anlamış, yine vazifelerinin başında kalmayı zarurî görmüştür.

Nitekim 1950 yılında bu hususlara ait yazdığı çok mühim bir mektubunda kendisinin vazifesinin bitmediğini açıkça yazmıştır. Şöyle diyor:

“…Şimdi seksen yaşına girdiğim halde, gayet derecede bir ihtiyat ve hayatımı muhafaza, hatta vesvese derecesinde tehlikelerden çekinmek haleti,acib bir tezad göründüğünden; elbette o gençlik hayatını pervasızca feda etmek, bir iki sene ihtiyarlık ve zevksiz hayatını bu derece muhafaza etmek büyük hikmet içindir ve iki üç kudsî maksad içinde vardır:

(94)Burada gizli bir imay-ı gaybi vardır ki; Hazret-i Üstad. sadece içinde bulunduğu Afyon mahkeme ve adliyesini nazara vermek değ’il, belki “Adliyeler” tabirini kullanmasıyla; ilerde vatan sathındaki bütün adliyelerin hakikatı anlıyacaklarını ve nurları koruyacaklarını bildirmektedir. Nitekim Allah’a şükür hem o hadisede temyiz mahkemesinin merdâne ve hakperestâne kararı, hem ondan sonra devam eden otuz sene zarfında bin kadar adliyelerin müsbet kararları. Üstad’ın bu gaybî işaretini te’yid etmiştir. A.B.

(95)Siyah defter, S: 337

1647

Birincisi: Gizli, gayr-ı resmî ve bir kısım resmî insafsız düşmanlarımızın desiseleriyle, Nur şâkirdlerinin bedeline bütün hücumları benim şahsıma ve benimle meşgul olmasına ve bilmiyerek ehemmiyeti benden bilmekle, Nur şâkirdlerinin bir derece desiselerden ve hücumlardan kurtulmalarına bu ihtiyar ve perişan hayatım vesile olduğundan: Eski Said’in on gençlik hayatı kadar kardeşlerimin hatırı için şimdilik ona muvakkatan ehemmiyet veriyorum. Eğer ben ortadan çekilsem, bana verdidikleri zahmet, ruhumdan ziyade sevdiğim hâs kardeşlerime verilecekti. O halde bir zahmet yüz adet zahmet olurdu.

İkincisi: Gerçi hâs kardeşlerim her birisi mükemmel bir Said hükmünde Nur’a sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tenasüdde bulunduğundan ve meşreblerin ihtilafı ile -Hapiste olduğu gibi- bir derece tesanüd kuvveti sarsılmasıyla hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen, bu biçare ihtiyar hasta hayatım, ta Lem’alar, Sözler mecmuası da çıkıncaya kadar ve korkaklık ve kıskançlık damarıyla hocaları Nurlar’dan ürkütmek belası def’ oluncaya kadar ve tesanüd tam muhkemleşinceye kadar, o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum. Çünki uzun imtihanlarda mahkemeler, düşmanlarım; benim gizli ve mevcud kusurlarımı göremediklerinden, hıfz-ı ilâhî ile bütün bütün beni çürütemediklerinden, Risale-i Nur’a galebe edemiyorlar. Fakat hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmiyen, benim vârislerim genç Saidler’in bir kısmını, Nur’un zararına iftiralarla çürütebilirler diye o telâştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum. Hatta yanımda bir rovelver varken. ikinci bir kuvvetli rovelver daha tedarik etmeye lüzum gördüm. Düşmanların zehirleri kardeşlerimin duasıyla kırıldıkları gibi, sair su-i kasdları dahi inşaallah akim kalacaktır…..(96) “

Hazret-i Üstad’ın bu mektubu 1950 içerisinde yazıldığına binaen mektuptaki “Lem’alar ve Sözler çıkıncaya kadar” tabiri, teksir makinesiyle İslâm hattıyla o sıra yazılmakta olan Lem’alar ve Sözler demektir.Fakat bilâhare 1956’dan sonra resmen matba’larda nurlar intişara başladığı zamanlarda da,. Hazret-i Üstad’ın bu kabil temennileri ve bütün Risale-i Nur matbaadan çıkıncaya kadar ve tesanüd tam yerleşinceye kadar Allah’tan hayat istedim tarzında ifadeleri de sadır olmuştur. Bunlar lahikalarda ve hatıralarda geçmektedir.

(96) Yeni yazı Emirdağ-2 S: 13

1648

1649

Bu nokta içindir ki; Hazret-i Üstad henüz hapiste iken, gerek müdafaaların tarz ve şekilleri hakkındaki tedbirlerde olsun, gerekse temyiz mahkemesine gönderilecek layiha ve evraklar işinde olsun bigane kalmamış, tedbir ve meşveretlerde daima talebelerine yol gösterici dikteler vermiş ve işi tamamen talebelerinin re’yine bırakmamıştır.

Hapisten sonra, özellikle D.P iktidarı iş başına geldikten sonra; daha önceleri yapmadığı ve yapmadığı için de kendini suçlu bulduğu, amma hakikatta ise, Demokratlar’dan önceki hükûmetler döneminde o hakikatları dinleyecek baş ve kulakların mevcud olmayışı sebebiyle; Demokratlar’ı bazı müsbet icraatlarından dolayı tebrik ve teşvik işini yaptığı gibi; yapmaları lazım gelen bazı mühim ve memleket ve millet için can damarı hükmünde olan iş ve vazifeleri de Demokratlar’a tebliğ etmeyi kendine bir vazife bilerek onları uyarmak ve dikkatlerini o hakikatlara çekmeye çalışmak işini de ihmal etmemiştir.

Ayrıca da CHP’nin 1950 seçimlerinde fahiş yenilgisinden sonra, çok müntakimane ve son derece muhteris ve diş bileyerek hınç içindeki iktidar olma faaliyetlerini.. ve iktidar olmaları durumunda bu memlekete komünizm tehlikesini beraberlerinde getirme durumunu (97)bir mektubunda, hem Demokratlar’a hem talebelerine ve dolayısıyla hamiyetli olan milletin efradına duyurup ikaz etmeyi de ihmal etmemiştir.

Bizce meselenin esası ve hülâsası budur. Üstad’ın bu dönemde yaptığı ihtarlar ve ettiği nasihatlarla ilgili olarak D.P döneminde olan bu vazifeleri, sadece bir üçüncü Said merhalesine bağlamayı ve sanki eğer üçüncü Said merhalesi tahakkuk etmemiş olsaydı, Hazret-i Üstad o mühim ve tarihî ve her zaman taptaze ders-i ibretlerle dolu olan o beyanatları ve nasihatları yapmıyacaktı ve yazmıyacaktı gibi, bir fikri şahsen uygun bulmuyoruz. Hazret-i Üstad 1950’de açılan dönem için hangi Said safhası olursa olsun, bunları yapmak icab edecekti. Başkaca bir yolu da yoktu. İnşaallah Hazreti Üstad’ın Afyon hapsinden sonraki son hayat döneminde, bunu ayrı bir fasıl içerisinde, ehl-i siyasete bakan o mektuplarının vürud sebeplerini, hem de toptan gösterdiği mana ve hadiselere mutabakatlarını genişçe ele almayı düşündüğümüzden bu mevzuu burada böylece kapatmak istiyoruz.

(97)Çünkü C.H.P 1950 yenilgisinden sonra, çekinmeden ve gayet aleni olarak kendisinin yerini “ortanın solu” diye göstermiş ve ilân etmiştir. A.B.

1650

MAHKEME SAFAHATI VE MÜDAFAALAR

“Çok müthiş bir zulüm ve işkence çemberi” tabirine şayeste bulunan Afyon hapis hadisesinin muhakeme safahatı ve müdafaalar bölümünü, tam ve etraflıca kaydedip seyretmek için, yeniden hadisenin başına dönmek mecburiyeti vardır sanırım. Zira Afyon hapis hadisesinin baş tarafında kısaca ve fezlekeli şekilde icmali kaydedilen mahkeme safahatı ve müdafaaların iyice anlatılıp anlaşılabilmesi için ancak böyle mümkin olabilir.

Evet, Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi ve ilk başta kırksekiz Nur talebesinin Afyon Adliyesinde açılan davaları ve intikal eden muhakemeleri, Üstad’ın şahsı ile Emirdağlı talebeleri noktasından 17.1.1948’de başlamış olup, sûreten cüz’î ve küçük bir hadise görünümünde bulunan Afyon mahkemesi ve “Üçüncü Medresei Yusufiye” diye Üstad’ın tarif ettiği Afyon hapis hadisesi ve mahkemesi, aslında dine ve din ehline, fakat Bediüzzaman Hazretleri’nin şahsında en ağır ve en zalimane ve en gaddarca ve siyaseti dinsizliğe alet ederek, dinsizce ve bolşevikçesine ayakta durmak istiyen bir devrin hükûmet idare sistemine sızan gizli dinsiz komite mensuplarının son bir taarruz ve hücumudur.

Evet, Afyon hadisesi; küfrî, batıl ve dinsizce prensiplerin müdafii, hatta belki tatbikçisi durumunda olan bir rejimle; Kur’an ve iman hakikatlarına dayanan ve kendi hususî âlemlerinde öyle yaşamak istiyen gerçek mü’min insanların bir mürafaa ve mücadeleleri örneğidir.

Fakat öyle bir mücadele ki, bir tarafın arkasında tüm maddî kuvvetler ve onları destekliyen hükûmet ve lastikli kanunlar ve hükümet kuvvetleri ve destekleri vardır.. ve hem mazlum ve fakat mücahid, azimkâr, müttakî, mü’min insanları ezmeye müsaid ve esnek bir idare tarzının zamanında vuku’ bulduğu gibi; bütün şiddet, fesad, iftira, yalan, bozgunculuk ve münafıklıkları mübah sayan, belki bunları bizzat yaşıyan ve yaşatan gizli din düşmanı komitelerin tedbir ve yardımları yanında, zamanın hemen bütün basını da bu mazlumlar gurubunu mahv ve perişan etmek, daha doğrusu din ve iman ve Kur’an müdafaasında, herkes susturulmuş olduğu halde, susmamış ve susmayan ve susmayacak olan bir iman ve Kur’an dilini (Bediüzzaman’ı) susturmak için bütün güçleriyle yüklendikleri halde….

Bu tarfta ise; maddeten ve zahir hale göre eli kolu bağlı.. ve fakat ma’nevî kuvvetiyle, beraber, eğer teşebbüs etseydi; maddi gücü, kuvveti de olduğu halde menfi mücadeleye girmiyen mazlum mü’minler gurubu vardır.

Evet manzara, sebebler dünyasında ve zâhir hale göre böyle… Lâkin bu mücahid mü’minler gurubunun ellerinde, dillerinde, kalb ve kafalarında

1651

öyle mağlub edilmez, karşı gelinmez, cerhedilmez manevî bir silâhları Ve Kur’an tezgâhından gelen öyle kuvvetli delinmez, yıpranmaz hüccet ve bürhan Nurları vardır ki; dünyanın bütün dinsizleri, şeytanları toplansa ve karşılarına dikilse, yine ilim meydanında ve hakikat noktasında onları mağlub edecek güçtedir.

Hem bu mazlum, fakat mücahid fedakâr müminlerin başlarında, öyle kudsî, nuranî, eşsiz bir dehayı taşıyan bir üstadları, bir rehberleri ve bir kumandanları vardır ki; şaşmaz, yanılmaz, yanıltmaz ilahî mevhibeli bir zekaya ve manevî ve melekûtî bir dehaya sahip ve mâliktir.

Evet, Afyon hadisesi ve mahkemesi işte bu kabil iki davanın ve mümessillerinin davası ve hadisesidir. Onun içindir ki; Türkiye’de dinsizlik mekanizmasını çeviren ve milleti bolşevikliğe doğru götürmeye çalışan ve hazırlık içinde olan, hatta bilfiil yer yer teşebbüse geçmiş bulunan tüm fesat odakları bu hadiseye yüklendiler ve Afyon hapsi içine alınan ve elleri kolları bağlattırılarak zindanlara atılan bu mazlum mücahid mü’minlerin, bilhassa Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mahkemeden mahkumiyetlerini sağlamaya yöneldiler. Öyle görünüyor ki, yukarda da zikri geçen birçok emarelerin de delâletiyle, Üstad Bediüzzaman’ın Afyon hapsi ve mahkemesinden mahkumiyet kararı çok önceden planlamış ve gizli talimatlar doğrultusunda yürütülmüş bir hadisedir. Hapiste, kanun ve usullere apaçık mugayir olarak, Hazret-i Bediüzzaman’a uygulanan gayr-i insanî ve keyfi muameleler, savcının tavır ve hareketleri ve mahkemenin bilâhare kararının gerekçesinde kaydettiği ifadeler bu meseleyi ve gerçeği doğruladığı gibi; o sıra Afyon hapishane müdürlüğünü yapmış Mehmet Kayhan’ın ifade ve hatırası da, meseleyi te’kid etmektedir. Bu münasebetle müdür Mehmet Kayhan’ın ifadesini buraya yeniden almak istiyoruz (Yâni bu hususa temas eden kısmını)

“…Ben daha önceleri Uşak’ta Savcılık baş kâtibi idim. Daha sonra müracaat ederek Çorum Cezaevi müdürlüğüne tayinimi çıkarttım. Sonra Balıkesir ve 1947 senesinde Afyon’a tayin edildim. Bu yıllarda Emirdağı’nda oturan Bediüzzaman Said-i Nursi isminde bir vatandaşımız vardı. Bu adamın din propagandası yaptığı hükûmetçe tesbit edildiği için, polis memuru Uşaklı Sabri Banazlı’yı ve diğer arkadaşlarını sivil elbiselerle Emirdağı’na göndermişlerdi. Bir gün Polis Sabri Banazlı Cezaevine yanıma gelerek bana: “Yâkında sana Bediüzzaman isminde birisini getireceğiz ” diye haber verdi. Bir müddet sonra da Said-i Nursi’yi hapishaneye getirdiler…(98)”

(98) Son Şahitler-1 S: 19

1652

İşte o sıra Afyon Cezaevi müdürünün şu enteresan ifadesi ve şâhitliği, iddiamızı te’yid ettiği ölçüde, Bediüzzaman’ın mahkûmiyetinin peşinen plânlı olduğu da kesin anlaşılmaktadır. Hatta az ilerde müdafaalar safhasında, Savcının kasd-ı mahsusla, usul dairesinde temyiz edilen mahkûmiyet kararının dosyasını ve temyiz lâyihalarını kanunsuz şekilde, üç ayı geçkin uzun bir zaman beklettirip, temyize göndertmediği de bu hususta ayrı bir delil teşkil etmektedir.

MAHKEME SAFAHATI

Bu mukaddemeden sonra, şimdi Afyon mahkeme safahatına ve başta Hazret-i Üstad Bediüzzaman olarak maznun ve mazlum Nur talebelerinin müdafaaları şekline geçiyoruz.

Evet, Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve Emirdağ’ı kazasından onbeş kadar ma’sum Nur talebeleri evvelâ 17.1.1948 günü Afyon vilâyet merkezine götürülmüş ve bir hafta kadar Emniyet Oteli veyahut Ankara Palas otelinde durdurulmuş.. ifadeler, sorgulamalardan sonra, 23.1.1948 günü tevkifleri kesilerek (99)hapishaneye tıkılmışlardır.

Daha sonra, gerek Afyon Savcılığınca tevkifleri istenen, gerekse daha önceleri Balıkesir ve Uşak’ta mevkuf bulunan ve yekûnu -ilk tevkif edilenlerle beraber- kırkdokuzu bulan Nur talebeleri sağdan soldan celbettirilerek Afyon hapishanesinde toplattırılmıştır.

İlk önce, tahkikat ve ifadeler savcılıkça yürütülmüş ve iki ay kadar devam etmiştir. Nihayet Savcı 22.3.1948’de, Üstad’la beraber kırkdokuz maznundan otuzunun (100) takipsizlikleriyle serbest bırakılmalarına karar vermiştir. Bu karardan sonra, aynı tarihte otuz Nur talebesinin tahliyesi mahkemece onaylanmış ve serbest bırakılmışlardır.

Savcılığın tahkikatından sonra, Üstad’la beraber mevkuf bırakılan ondokuz kişinin evraklarının incelenmesi için dosya, savcının ilk iddianamesi ile birlikte sorgu hâkimliğine tevdi’ edilmiştir.

Bu arada, evrak ve dosyalar henüz savcılık tahkikatında iken, kitap ve evrak Ankara’ya Diyanet Başkanlığı’na tedkik ettirilmek üzere gönderilmiş, Din İşleri Müşavere Kurulu Hey’eti tarafından tedkike alınan Zülfikar, Asayı Musa Sirac-ün Nur, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve diğer el yazma kitap ve mektuplar kısa bir zaman içinde okunur ve 16.3.1948’de hazırlanan rapor Afyon’a Mahkemeye gönderilir.

(99)Denizli ve Afyon Dosyası S: 67

(100)Denizli ve Afyon Dosyası S: 75 ve 116

1653

1654

Bu raporun mahiyeti: Denizli hadisesinde olduğu gibi, cem’iyetçilik, tarikatçılık ve benzeri siyasî şâibelerden Üstad Bediüzzaman’ı ve Nur talebelerini tebrie etmekle birlikte,ama maalesef raporda, Afyon Savcısı ve sorgu hâkimliğinin ve dolayısıyla Afyon Ağır Ceza mahkemesinin ellerinde bahane olacak ve mazlum Nur talebelerinin ezilmelerine yardım edecek nitelikte bazı ilmî ve dinî noktalardan ilişmeler de yer almıştır. Nitekim Afyon Savcısı ve Sorgu Hâkimi raporun bu gibi noktalarına dayanarak bir sürü safsatalı iddianame ve kararnameler tanzim etmişlerdir. Bu faslın başında bu mevzua biraz temas edildiği için kısa kesiyoruz.

Sorgu Hâkimliği de evrak ve dosyayı, iki ay kadar maznunların ifade ve sorgulamalarıyla yürütüp inceledikten sonra, kırkaltı büyük eb’atlı sahifelerle kararnamesini yazdı ve doldurdu. Kararnamenin mercii ve dayanağı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu son raporu idi.

Sorgu Hâkimliğinin kararnamesi şiddetliydi. Savcının takipsizlik ile serbest bıraktığı otuz maznunu yeniden gayr-ı mevkuf olarak taht-ı muhakemeye alıyor ve Üstad’la birlikte kırkdokuz kişinin hepsinin tamamı Ağır Ceza’ya sevki yapılmış oluyor, tecziyeleri isteniyordu. Sorgu Hâkiminin ismi, Abdullah Tevfik Öz-1950 diye kararın altında yazılıydı.(101)

Sorgu hâkiminin kararnamesiyle, savcının bilâhare tanzim edip Ağır Ceza Mahkemesi’nde okuduğu kırkaltı sahifelik iddianamesi, muhtevaca tıpa-tıp birbirinin kopyasıydı. Savcının ilk iddianamesi bunlardan farklıydı. Onda otuz sanığın takipsizlik kararı varken, bunda ise, bunu kabul etmeyip tutuksuz olarak tahliye edilenlerin tekrar muhakemeleri karara bağlanmıştı. Bunlardan başka, Afyon hapsi arefesinde İç İşleri Bakanlığı’nın 7.11.1947 gün ve 33311/2-63363 yazısıyla hiçbir mahkeme kararı olmadan bazı Nur Risaleri’nin toplattırılması ve yasaklanması kararı diye kanunsuz olan emrini, bilâhare aynı zihniyetle ki kabinenin Bakanlar Kurulu İçişleri Bakanlığı’nın bu kararını, yine herhangi bir mahkeme kararına dayanmadan kanunsuz bir şekilde 11.12.1948 günü onaylıyarak mezkûr eserlerin toplattırılmasına dair keyfî emirnameleri, çok maalesef ki, bir kanun mahkemesi olan Afyon Adliyesi Savcısının ve Hâkimlerinin ağızlarında sakız gibi çiğnenmesi de ibretli şekilde dikkat çekiciydi. Bakanlar Kurulu’nun mezkûr keyfi emri, Afyon Adliyesi Sorgu Hâkiminin kararnamesi ve Savcısının iddianamesinde kanunî büyük bir mesnedmiş gibi zikri tekrarlanıp duruyordu.

(101)Denizli Afyon Dosyası S: 75 ve 116

1655

DAVA AĞIR CEZAYA GİDİYOR

Nihayet Afyon Adliyesi Sorgu Hâkimliğinin az üstte vasfı ve mahiyeti yazılı kararnamesine göre, kırkdokuz maznun Nur talebesinden otuzunun tutuksuz olarak, ondokuzunun da tutuklu şekilde Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmalarına başlanmak üzere dava dosyası Ağır Cezaya intikaletti. Mahkeme 26.5.1948 gününden itibaren davaya bakmaya başladı.

Birkaç günde bir duruşmalarla devam eden Afyon Ağır Ceza Mahkemesi safahatı 6.12.1948 gününe kadar altı ay kadar devam etti. Afyon Mahkemesi’nin başlangıcından o ana kadar, tutuklu bulunan Üstad Bediüzzaman ve bir kısım Nur talebelerinin hapis müddetleri onbir ayı doldurmuştu. Mahkeme 6.12.1948’de karara vardı. Karar menfî idi. Kararlarının gerekçesini altmış sahife ile yazmışlardı. Az ilerde mahkemenin karar safhası faslında bu hususu genişçe ele alacağız.

MÜDAFAALAR VE NEVİLERİ

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı müdafaaların yekûnü yirmidört adet parçalardan ibaret olup, mevzuları itibarıyla şöylece sıralanabilir:

1- İddianamenin safsatalı gayr-ı ciddî iftiralarına karşı çeşitli itiraz ve cevablar..

2- Sorgu Hâkimliğinin kararnamesinde yer alan mesnedsiz kanaât ve hükümlere karşı itiraz..

3- Direkt Ağır Ceza Mahkemesi’ne karşı yapılan ilmî izahat..

4- Ehl-i vukuf raporunda yer alan bazı ilmî noktalar ve fakat hiçbir zaman kanunen suç sayılmıyan mevzulara karşı cevablar..

5- İddianamenin seksenbir hatasını gösteren tarihî ve ilmî pek mühim cedvel.

6- Temyiz Mahkemesi nezdinde yapılan itiraz ve ilmî cevablar layihaları. Bu yirmidört adet müdafaat parçalarından üç parçası, dava dosyası Ağır Ceza Mahkemesi’ne intikal ettiği ilk günlerde, mahkemeye meselenin ve davanın aslını teşkil eden esasları muhtevi istid’alardır. Bunlar Afyon hapis faslının başındaki fezleke içinde derc edilmişlerdir.

Müdafaatın diğer bölüm ve parçalarının yüzde sekseni, Denizli Mahkemesi’nde bakılmış aynı dava, aynı isnad ve aynı sual ve cevablar olduğundan Denizli müdafaalarının kısm-ı ekserisi, bazı cümle ve kelimelerle tanzim edilerek, yeniden Afyon Ağır Ceza mahkemesinde de okunmuş ve parça parça halinde mahkemeye sunulmuştur.

1656

İDDİANAME VE TECZİYE BAHANELERİ

Gerek Savcının iddianamesinde, gerekse Sorgu Hâkimliğinin kararnamesinde Üstad Bediüzzaman’ı ve bir kısım Nur talebelerini cezalandırma isteklerinin temas ettiği maddeler, başlıcası dört beş tanedir:

  1. Siyasi ve gizli cemiyet kurmak.
  2. Emniyet ve Asayiş aleyhinde faaliyette bulunmak.
  3. İnkılâpları beğenmemek ve kötülemek.
  4. Dini alet ederek şahsi nüfuz temin etmeye çalışmak.
  5. Kemal’in şahsını, beğenmemek ve kötülemek.
  6. Kürtlük ve ırkçılık yaparak, Türk milliyetçiliğini zedelemeye çalışmak.

Bu altı maddenin her birisi çeşitli yönleriyle iddianame ve kararnamelerde çok gülünç ve son dereace safsatalı bir şekilde ileri sürülmüş, bilhassa Bediüzzaman Hazretleri’nin Kürtlüğü çok vicdansızca ve iftirakâr bir şekilde ele alınmıştır.

Hazret-i Üstad Bediüzzaman, ilim ve hakikat ve mantık ve kanun sahasında, şâhitli, ispatlı olarak bunlara karşı geniş, ilmî izahlarla cevablar vermiştir.

Mahkeme safahatında ileri sürülen bu belli başlı maddeler etrafındaki çeşitli iddia ve ittihamlara karşı verilen cevablar ve yapılan itirazların tek tek parçalarından örnekler vermeden önce, veriliş tarihlerini tesbit ettiğimiz birkaç müdafaa parçalarından bazı numuneler arzediyoruz:

1- 6.7.1948 tarihinde, Av. Abdurrahim Zabsu’nun Hazret-i Üstad lisanıyla yazdığı ve Üstad’ın, bunun damga pulları üstüne eski harfle kendi ismini imza yerinde yazdığı istidasından bazı bölümler:

“Eski zamanımdaki talebe ve dostlarımdan şimdi Avukatlık eden bir zat (102) benim lisanımla Başbakanlığa yazdığı bir istid’adır. Lüzum olamadığı halde, onun hatırı için, i’tiraznamemin ahirinde yazılmıştır.

SAİD-İ NURSİ”

(Bu istida aynı zamanda Afyon Ağır Ceza Mahkemesine de verilmiştir.)

1496

“Muhterem efendiler!

Hürriyet İ’lanını, Birinci Harb-i Umumiyi, Mütareke zamanlarını, Millî Hükûmetin ilk teşekkülünü ve Cumhuriyet zamanını birden derk eden bütün hükûmet ricali beni pek iyi tanırlar. Bununla beraber müsaadenizle hayatıma sinema şeridi gibi göz gezdirelim:

(102)Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci Zeyli kitabının 230. sahifesinde yer alan bu istid’anın başında bu zatın Abdurrahim Zapsu olduğu yazılmıştır. A.B.

1657

Bitlis vilâyetine tabi’, Nurs köyünde doğan ben, talebelik hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i ilâhiye ile mağlub ede ede, İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederken, nihayet rakiblerimin ifsadatıyla, Sultan Abdülhamid’in emriyle tımarhaneye sevkedildim. Hürriyet ilânıyla ve Otuzbir Mart vak’asındaki hizmetlerimle, İttihad-Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Câmi-ül Ezher gibi, Medreset-üz Zehra namında bir İslam Üniversitesinin Van’da açılması teklifiyle karşılaştım. Hatta temelini attım. Birinci harbin patlamasıyla talebelerimi başıma toplıyarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirâk ettim , Kafkas cephesinde… nihayet Bitlis’te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul’a geldim. DarülHikmet-il İslâmiye’ye aza oldum. Mütareke zamanında istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım.

Milli Hükûmetin gâlibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara Hükûmetince takdir edilerek Van’da Üniversite açmak teklifi tekrarlandı…

Bu andan itibaren Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım… Fakat kaderin cilveleri beni menfi olarak muhtelif yerlerde bulundurdu.

Bu esnada Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan füyûzatı yanımdaki kimselere yazdırarak, bir takım Risaleler vücuda geldi. Bu Risaleler’in heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim…

Bu güne kadar yüzotuzu bulan Risaleler tamamen ahiret ve iman bahislerine aittir. Siyasetten ve dünyadan kasdî olarak bahsetmez. Buna rağmen bir takım fırsat düşkünlerinin iştiğal mevzuu oldu. Üzerinde tedkikat yapılarak, Eskişehir ve Denizli’de tevkif edildim. Muhakemeler oldu, neticede hakikat tecelli etti. adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon’a getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım. Bana şunları isnad ediyorlar:

  1. Sen siyasî bir cem’iyet kurmuşsun.
  2. Sen rejime aykırı fikirler neşrediyorsun.
  3. Siyasî bir gaye peşindesin.

Bunların esbab-ı mucibe ve delilleri de, Risalelerimin iki üçünde bulunan onbeş cümledir…

Benim gibi yetmiş beş yaşına varmış ve bütün dünya hayatından elini çekmiş, sırf ahiret hayatına hasr-ı hayat etmiş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrun olduğu için pervasız olacaktır. Bunları tetkik ile altında cürüm aramak, insafsızlıktan başka bir şey değildir…(103)

(103)Afyon Mahkemesi Müdafaatı birinci zeyl S: 230

1658

1659

1660

1661

2- 29.8.1948’de Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne verilen bir istida (104)”

“İtiraznamenin tetimmesi ve lâhikasıdır.

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki; artık yeter. sabır ve tahammülüm kalmadı. Yirmi iki sene sebebsiz bir nefy içinde, daima tarassudlarla hem tecrid-i mutlak ve haps-i münferid tarzında beni sıkmakla beraber, altı mahkeme iki-üç meseleden başka, Risale-i Nur’un yüz kitabında medar-ı mes’uliyet bulmadığı halde: evham yüzünden ve imkânâtı vukuât yerinde isti’mal etmek cihetiyle kanunsuz bizi üç defa hapse sokup, yüzbinler lira Nur şâkirdlerine zarar vermek, hiç dünyada emsali vuku’ bulmamış bir gadirdir ki; İstikbal ve nesl-i âtî pek şiddetli olarak o zalim müsebbiblerini lanetle yâd edecekleri gibi; mahkeme-i kübrada cehennemin esfel-i safilinine atmakla, o zalimleri mahkûm edeceklerine kat’î kanatımızla şimdiye kadar bir derece teselli bulup sükût ederek tahammül ediyorduk.

İşte onbeş senelik zarfında altı mahkeme, yirmi sene Nur Risaleleri’ni ve mektuplarımızı tetkik, beşi bizi her cihetle beraet vermek manasıyla ilişmediler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi tek bir mes’ele olan tesettür-i nisa hakkındaki bir küçük Risalenin beş-on kelimesini bahane ederek, Lâstikli bir kanun ile hafif bir ceza verdiği zaman; Mahkeme-i temyizden sonra, lâyiha-i tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir numunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: “Bin üçyüz elli senede, üçyüz elli milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir adet-i İslâmiye’yi ders veren ve emreden tesettür ayetini eskide bir zındığın Kur’an’ın bu ayetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için; bin üçyüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama, o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyetin dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakzedecek ve bu acib lekeyi bu hükûmet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek” diye lâyiha-i tashihimde yazdım.

İşte bu numune gibi, size ve Ankara makamatına takdim edilen müdafaanamemde böyle acib çok numuneleri elbette anlamışsınız. Ben Afyon mahkemesinden taleb ve ümid ederim ki: Bu millete ve bu vatana bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bulunan Risale-i Nur’un tam serbestiyetine karar vermenizi hakikat-ı adalet namına sizden bekliyoruz. Yoksa münasebetimle hapse giren beş on adam arkadaşlarımın gitmesiyle beraber, size haber veriyorum ki; beni büyük bir cezaya çarpacak bir suç işleyip bu çeşit hayattan veda edeceğime bir fikir kalbime gelmiş, şöyle ki:

(104) Afyon Mahkemesi kararnamesi Dosyası S: 70

1662

Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslâhatına ve vatanın menfaatına çok lüzumu varken, beni sıkması ima eder ki: Kırk seneden beri benim ile mücadele eden zendeka komitesiyle, şimdi onlara iltihak eden bir kısım komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise, ya bilmiyor veya aldırmıyor diye çok emareler bana endişe veriyor. SAİD-İ NURSİ (105)”

3- 22.9.1948’de (106) yineAfyon Ağır Ceza Mahkemesine verilmiş bir istidasından bazı kısımlar:

“Afyon Mahkemesine, iddianameye karşı verilen itirazname tetimmesinin bir zeylidir.

Evvelâ: Mahkeme-i âlinize beyan ediyorum ki: İddianame, Denizli ve Eskişehir mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde sathî ehl-i vukufların sathî tetkikatlarına bina edildiğinden, mahkemenizde dava ettim ki; Bu iddianamenin yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım. İşte o davamı ispat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cedvelini isterseniz takdim edeceğim.

Saniyen:…….

Salisen: Her bir hükûmette muhalifler var. Asayişe ilişmemek şartıyla kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş, kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüz elli senede ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüz elli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bakiyesine çalışmayı terkedip gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni, kısacık hayat-ı düyeviyesi için sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi, vahşiyane kanunlara, düsturlara taraftar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkin midir?. Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insaf bunları onlara kabul ettirmeve cebretmez. Yalnız o muhaliflere der: “Bize ilişmeyiniz, biz de size ilişmeyiz.”

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve amelen taraftar değiliz ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz.. ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde, siyasete karışmadık. idareye ilişmedik. Asayişi bozmadık. Yüzbinler Nur arkadaşım varken, asayişe dokunacak hiçbir vukuatımız kaydedilmedi…

(105)Afyon Mahkemesi Müdafaatı-Osmanlıca-S: 70

(106)Afyon Mahkemesi Kararnamesi kitabı S: 70

1663

Rabian:……

Hamisen: Kat’iyyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cem’iyetçilik ve cem’iyetler ile ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmıyan Nur talebelerini, cem’iyetçilik ile ve siyasetçilik ile ittiham etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslâmiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zendeka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmiyerek bizimle bir mücadeledir ki: Üç mahkeme cem’iyetçilik cihetinde bütün Nurcular’ın ve Nur Risaleleri’nin beraetlerine karar vermişler. Yalnız Eski şehir mahkemesi “Tesettür-ü Nisa” hakkında bir küçük Risalenin bir tek meselesini, belki bu gelen cümleyi: “Mesmuatıma göre merkez-i hükûmette bir kundura boyacısı çarşı içinde, bir büyük adamın yarım çıplak açık bacak karısına sarkıntılık edip o acib edebsizIiği yapması, tesettür aleyhinde olanın hayasız yüzüne şamar vuruyor.” diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle bir sene bana ve yüz yirmi adamdan onbeş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek şimdi Risale-i Nur’u ve şâkirtlerini ittiham etmek, o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve ittiham ve ihanet etmektir.

Sadisen: Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ulema-i İslâm, Kur’an’ın gayet hakikatlı bir tefsiri, yani hakikatlarının kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi; ve şimalden gelen tehlikelere, bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğundan, mahkeme-i âliniz bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u amme noktasında terğib etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz.

Millete, vatana, asayişe muzır dinsizlerin ve bazı siyasî zındıkların risalelerine ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde, ma’sum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlâktan kurtulmak için Nur’a talebe olması, elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif dairesi teşvik ve takdir edecek bir halettir…(107)”

EHL-İ VUKUFA CEVAPLARI

4- 2.12.1948 tarihli “Diyanet riyasetindeki ehl-i vukufun raporlarına bir teşekkürname” başlıklı cevabından bazı bölümler: (Bu teşekkürname Afyon Mahkemesine, menfi kararından dört gün önce verilmiştir.)

(107)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaası S: 981664

“…Tedkiklerindeki cüz’î ve cevabı zahir ve verilmiş tenkidlerine tashihle yardım etmek için üç noktayı beyan edeceğiz:

Birincisi: Üç cihetle o âlimlere teşekkür ederim, şahsım itibariyle minnettarım..

  1. Sirac-ün Nur mecmuasının Beşinci Şua’ından başka, onüç parçasını takdirkârane hülâsa etmeleridir.
  2. Medar-ı ittihamımız olan tarikatçılık ve cemiyetçilik ve emniyeti ihlâl bahanelerini reddetmeleridir.
  3. Benim mahkemedeki davamı tasdikleridir. Yâni Mahkemeye dedim:

“Kusur varsa, bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri halis ve masum olup imanları için nurlara çalışmışlar.”

İşte o ehl-i vukuf, Nurcular’ı kurtarıyor, bütün kusurları bana veriyorlar. Ben de onlara Allah sizden razı olsun derim.

İkinci Nokta: O ehl-i vukuf, Beşinci Şua’daki rivayetlerin bir kısmına zaif ve bir kısmına mevzu’ demişler.. ve te’villerinin bir kısmına yanlış demişler. -ki Afyon’da aleyhimizde iddianame o tarzda yazılmış-ve onbeş sahifede seksenbir yanlış yaptığını bir cedvelde ispat etmişiz. Muhterem ehl-i vukuf görsünler.

Bir tek numunesi şudur, iddiacı demiş: “Bütün te’viller yanlıştır ve o rivayetler ya mevzu veya zaiftir.(108)

Biz dahi deriz: Te’vil demek; bu mana, bu hadisden murad olmak mümkindir, muhtemeldir demektir. Mantıkça o mananın imkânını reddetmek ise, muhaliyetini ispat etmek ile olur. Halbuki o mana, göz ile göründüğü ve tahakkuk ettiği gibi; hadisin işarî tabakasının külliyetinde bir ferd oması bilmüşahede mu’cizane bir lem’a-i ihbar-ı gaybîyi bu asrın gözüne gösterdiğinden, hiçbir cihetle kabil-i inkâr ve i’tiraz olamaz.

Hem “Bütün o rivayetler mevzu’dur veya zaiftir” iddiacının demesi, üç vecihle yanlış olduğu cedvelde ispat edilmiş.

Birisi: Bir milyon hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve beşyüz bin hadisi hıfzeden İmam-ı Buharî’nin cesaret edemedikleri ve o nefyin ispatı kabil olmadığı ve bütün hadis kitaplarını görmediği.. ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin manalarının zuhurlarını ve o küllînin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telâkki-i bil-ka-

(108)Savcının bu eblehane ve cahilane iddiasına bakılsın ki; Diyanet riyasetinin bazı baskılar altında verdikleri son raporlarına dayanarak, hocavâri, âlimane tavır alarak kendisinin haddi ve hududu ve mahkeme ve kanunlann yetkisi dışına çıkarak o gibi büyük hatalarla ceffel kalem hükmetmesidir. A.B.

1665

bul derecesine yakınlaşmış ve aynı hakikat bazı nümune ve ferdleri meydana çıkıp görüldüğü halde; o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on vicihle hatadır.(109)

İkinci Vecih: “Mevzudur” manası; “Bu rivayet an’aneli senedli hadis değil” demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir.

Madem Ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşif ve bir kısım ehl-i hadis ve ehl-i içtihad kabul edip, manalarının vukuatlarını beklemişler. Elbette o rivayetlerin durûb-u emsal gibi umuma bakan hakikatları vardır.

Üçüncü Vecih: Hangi rivayet veya mes’ele var ki; Meşreb ve mezhebleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin. Meselâ İslâm içinde birkaç Deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi, bu hadis-i şerif, sarih bir surette, Cengiz ve Hülagu fitnesinden haber verir:

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ 1

Yani: “Uzun zaman Hilâfet-i Abbasiye devam edecek. Sonra o saltanat, Deccal eline geçecek diye, beşyüz seneden sonra İslâm içine bir Deccal gelecek, o hilâfeti bozacak” gibi ki, eşhâs-ı ahir zamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, “Mevzu’ veya zaiftir” demişler. Her ne ise, şimdi bu uzun kıssayı kısa kesmeme sebeb, Risale-i Nur ile alâkadar ve Nurlar’a hücumun aynı zamanda zeminin hiddetini gösteren dört büyük zelzelenin tevafuku gibi; Bu cevabı yazdığım aynı saatte burada iki şiddetli zelzele vuku’buldu (110)Şöyleki:

Akşamda elime verilen ehl-i vukufun raporundaki ameliyat-ı cerrahiyenin yaralarından elim bir teessür ve temassızlıktan hazin bir zahmetle kendim perişan kalemimle yazmaktan teellüm hissederken, iki zelzelenin tevafukudur.

Evet, sekiz ay tecrid ve sıkıntılar içinde en ziyade güvendiğim ve raporlarıyla imdadıma yetişmelerini beklediğim Diyanet Riyaseti dairesin-

(109)Hazret-i Üstad,Savcının şahsında verdiği bu cevab, aslında Diyanet işlerinden o zaman ehl-i vukuf hocalarına müteveccihtir. Hazret-i Üstad’ın cevabında kaydettiği gibi; Beşinci Şua’daki hadislerin ekserisi mesela Müsned-i İmam-ı Ahmed bin Hanbel’de mevcud olup. diğer kısımlarıda zaten meşhur hadislerdir. İlerde Allah izin verirse bu hadislerin me’hazlerini bir kitap halinde neşredeceğiz. A.B.

(110)Bu iki zelzele, Diyanet Îşleri Başkanlığından gelen, fakat kasd-i mahsusla Savcı, yanında alıkoyup ancak altı ay sonra Üstad’a gösterilen rapor, Üstad’ın eline verildiği gün olan 18.9.1948 Cuma günü kuşluk vakti vuku’ buldu. Şahitler: Hapisteki ondokuz Nur talebeleri adına Halil Çalışkan, Mustafa Acet, M.Feyzi Pamukçu Ve Hüsrev Altınbaşak’tır. (Afyon Mahkemesi müdafaatı S: 119) A.B.

1666

den gelen raporu akşamda aldım. Bu sabah bildim ki, pek ehemmiyetsiz şeylerle imdadıma değil, belki iddiacıya yardım ederek: “Geçen dört zelzele Nur’un kerametlerindendir, Said demiş ” dediklerini gördüm.

Cedvelde yazdığım gibi, Nurlar sadaka-i makbule misillü belâların def’ine bir vesiledir. Ne vakit Nurlar’a hücum edilse, musibetler fırsat bulup gelirler ve bazen de zemin hiddet eder, diye yazmaya niyet ederken, burada iki şiddetli zelzele beni o bahsi yazmaktan vaz geçirdi. Onu bırakıp üçüncü noktaya geçiyorum…..

İkinci Sual: Acaba ortalıkta din aleyhinde bu dehşetli Hücumlar ve dağ gibi dînî mes’eleler içinde Nur şâkirdlerinden bir hakikat âşıkı, zararsız cüz’î bir hata-i ilmî ve yanlış bir kanaâtı cihetinde böyle tekdir ve tezyife müstehak olur mu? Sizin gibi Üstadlardan, medhiye yazan bir talebe şefkatle hatasını ihtar beklerken, böyle adliye eliyle tokadlamak câiz olur mu?

Üçüncü Sual: Bu yirmi senedir hadsiz muarızlara karşı sarsılmıyan ve yüzbinler muhtaçların imanlarını kuvvetlendiren Risale-i Nur’a bir iki mes’ele için bu tarz tenkidiniz yakışır mı?

Hem o müdekkik âlimlere bunu hatırlatıyorum ki: …… böyle mektuplardan ahkâm çıkarmak ve sual ve cevaba medar etmek ve siyasete temas ettirmeye çalışmaya hiç ihtiyaç var mı?

Kur’an’a hücum eden dehşetli ejderhaları görmüyor.. bakmıyor.. sineklerin ısırmasıyla uğraşıyor gibi olmaz mı?

Din ve terbiye-i Muhammediye’yi (A.S.M.) zehir diyen Saraçoğlu’nu (*) bırakıp, hakikat-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteren ve nev-i beşerin yaralarına tam tiryak olduğunu ispat eden “Sirac-ün Nur” ile münakaşa ederek,

(*) Şükrü Saraçoğlu’nun Başbakanlığı 9 Temuz 1942 de başlayıp, 5 Ağustos 1946’ya kadar devam etmiştir. İki kabine değiştiren saracoğlu, her iki hükûmetinde millî eğitim bakanı Hasan Ali Yüceldir. Kıpkızıl kominist olan bu herifler, alenî şekilde din aleyhtarlığını yapmışlardır.Şükrü saracoğlu İslam dini hakkında müteeddit defalar “Zehir” tabirini kullanmıştır. 7 Ağustos 1946 dan 9 Eylül 1947’ye kadar başbakan olan Recep Pekerde aynı tavrı takınmış ve aynı zehirleri kusmuştur.

(Geniş tafsilat için Bkz. Sebilur Reşad Mecmuası sayı: 1, Mayıs 1948 ve sayı: 2, 1948 ve sayı: 3, Haziran 1948 nüshaları)

1667

Nur’un o mecmuasının ahirine ilhak edilen bir Risalede “Zaif hadislerin tevilleri var” diye o mecmuanın müsaderesine yardım etmek çıkmaz mı?

Bizler sizin gibi zatlardan yaralarımıza merhem sürmek ve ferasetinizle yardım bekler, cüz’î tenkidlerinizden gücenmiyen

MEVKUF

SAİD-İ NURSİ (111)

Hazret-i Üstad’ın tarihleri belli olan bu müdafaât ve i’tirazlarından sonra. umumî ve belli başlı diğer ittiham maddelerinin en mühimmi ve can damarı hükmünde olanlarından, mahkemede yaptığı müdafaalarından kısa kısa bölümleri almaya çalışacağız.. Ve ancak numûne için az bir kısmını alabileceğiz.

Üstad’ın ehl-i vukuf raporuna yazdığı cevabını mahkemeye verdikden bir gün sonra da, yani 3.9.948 günü Ahmet Fevzi Kul Efendi uzunca âlimane ve edibâne bir müdafaada bulunmuştu. Az ilerde bu müdafaadan da talebelerin müdafaaları içinde kısmen dercetmeyi düşünmekteyiz.

İTTİHAMA MEDAR MADDELER

1- Cumhuriyet ve lâikliği, dinsizlik ve istibdat manasında anlayıp yorumlayarak, Bediüzzaman’ın şahsına ve Kur’anî hizmetine taarruz etmek manasında olan iddia ve ittihamlara karşı:

“…Sabık mahkemelerde dava ettiğim ve hücettlerini gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevkeden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız, ya fena bir surette aldanmış veya aldatılmış.. veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir.. veya İslâmiyete ve hakikat-ı Kur’an’a karşı mürtedane mücadele eden dessas bir zındıktır ki: bize hücum etmek için; istibdat-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidat-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manasız meşgul eylediler. Onları kahhar-ı Zülcelal’in kahrına havale edip,” kendimizi onların şerrinden muhafaza için
حَسْبُنَا اللَّهُ وَ نِعْمَ الْوَ كِيلُ kal’asına iltica ederiz(112)

Bir başka parçadan:

“…Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazılarının dedikleri gibi derseniz; “Bu Risalelerin ile medeniyetimizi ve keyfimizi bozuyorsun?”

(111)Osmanlıca Afyon mahkeme müdafaatı S: 116

(112) Osmanlıca Afyon mahkemesi müdafaatı S: 68.

1668

Ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşıyamaz” Dünyaca umumi bir düsturdur.. ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa, cehennemden daha ziyade elim bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur’un Gençlik Rehberi gayet kat’î bir surette ispat etmiş. O Risale ise, şimdi resmen tab’ edildi. Bir Müslüman-EI’iyazübillah- eğer irtidad etse, küfr-ü mutlaka düşer. Bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ve ecnebî dinsizleri gibi de olmaz.. ve lezzet-i hayat noktasında mazî ve müstakbeli olmıyan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünki geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları onun dalâleti cihetiyle onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor.

Eğer iman gelse, kalbe girse; birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız” lisan-ı halleriyle diyerek, o cehennemî halet, cennet lezzetine çevrilir.

Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’an’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz! O mağlub olmaz, bu memlekete yazık olur,(*) o başka yere gider, yine tenvir eder.(113)

Başka bir parçadan:

“… Madem hükûmet-i cumhuriye, Cumhuriyyetteki hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahatçilere ilişmiyor.. Elbette dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir.. Ve madem dinsiz bir millet yaşıyamaz.. ve Asya din noktasıda Avrupa’ya benzemez.. ve İslâmiyet hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz.. ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz.. ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tahaccümatına karşı salâbet- i diniyesini kahramanane müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen salâhat ve bilhassa iman hakikatlarının öğrenilmesi yerlerini hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve asayiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli…(114)”

Bir başka parçadan: (Mutlak cumhuriyet ile, lâik cumhuriyetin ayrı ayrı ta’rifleri)

“…O zaman şimdiki gibi hâlî bir türbe kubbesinde inzivadaydım. (115) Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ben-

(*)Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, “Yazık olur” hükmünü ispat ettiler. S.N. “

(113)Afyon mahkemesi müdafaatı S: 8

(114)Afyon mahkeme müdafaatı S: 20

(115) Hazret-i Üstad’ın “O zaman” dediği tarih, 1897’dir ve hadise Tillo’da cereyan etmiştir. A.B.

1669

den sordular… Ben dedim: Bu karınca ve Arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.

Sonra dediler: Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun?

Cevaben diyordum: Hülefa-i Râşidîn hem Halife, hem Reis-i cumhuridiler. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahabe-i Kiram’a elbette Reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan manay-ı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte ey müdde-i umumî ve mahkeme azaları! Elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiy’le ittiham ediyorsunuz!…

Eğer Lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki: Lâik manası, bîtaraf kalmak.. yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ediyorum.

Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. -El’iyazübillah, farz-ı muhal olarak-eğer dinsizlik hesabına; İmanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise; bunu size bilâperva i’lân ve ihtar ederim ki: Bin canım da olsa, imanıma ve ahiretime feda etmeye hazırım!.. Ne yaparsanız yapınız!

Benim son sözüm:

 حَسْبُنَا اللَّهُ وَ نِعْمَ الْوَ كِيلُ

Olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’isiyle i’dam olmuyorum. Belki terhis edilip, Nur ve saadet âlemine gidiyorum.. ve sizi ey gizli düşmanlarımız ve dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar!. İdam-ı ebedi ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak, rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım…(116)”

2- Emniyeti ve umumî asayişi ihlâl etme iddia ve ittihamlarına karşı:

“…Eğer dinî hissiyatla emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edecek bir cemaat namı veriyorsanız?..

Buna mukabil derim: Yirmi sene zarfında bu fırtınalı halde, Nur şâkirdleri hiçbir yerde hiçbir vukuatla emniyet-i dahiliyeye ilişmemeleri ve iliştikleri e hükümetçe ve ne de mahkemelerce kaydedilmemesi bu ittihamı çürütüyor.

(116)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı S:35

1670

Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye bir cem’iyet namı verilmiş ise?..

Buna mukabil deriz: Evvelâ başta Diyanet Reisi bütün vâizler aynı hizmeti görüyorlar.

Saniyen: Risale-i Nur şâkirdlerinin değil emniyete ve asayişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaâtlarıyla milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve asayişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise, birinci esasta beyan edilmiş…

Evet, biz bir cemaatız.. Hedefimiz ve programımız; evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebediden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek… ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zendekaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatlarıyla kendimizi muhafazadır…(117)”

Bir diğer parçadan:

“…Vatan ve millet ve asayişin menfaatı hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması hasebıyla derim: Böyle bize ve Risale-i Nur’a az bir münasabetle taht-ı tevkife alınarak gücendirmek yüzünden, vatana ve asayişe dindarane menfaâtı bulunan pek çok zatları idare aleyhine çevirebilir. anarşiliğe meydan verir.

Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler, yüzbinden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faydalı. müstakimane bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek lâzımdır. Şekvamızı dinlemiyen ve bizi söyletmiyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşistliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor…(118)”

Bir haşka parçadan:

“…Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için “Beş esas” lazım ve zaruridir:

  1. Hürmet.
  2. Merhamet
  3. Haramdan çekinmek.
  4. Emniyet
  5. Serseriliği bırakıp itaât etmektir.

(117) Afyon mahkeme müdafaatı S: 17

(118)Aynı eser S: 17

1671

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un yüzbin adamı vatan ve millete zararsız bir uzv-u nâfi’ haline getirmesidir. Isparta,Kastamonu (119) buna şahittir. Demek Risale-i Nur’un -ekseriyet-i mutlaka- eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmiyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler…(120)”

3- Mustafa Kemal’e, İnkılâblara ve rejime muhalif ve muarızdır diye olan fikre karşı hakikatlı izahlar:

“…Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: “Sen ve bir iki Risalen, rejime ve usûlümüze muhalif gidiyorsun?..”

Elcevab: Evvelâ bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeye hiçbir hakkı yok!…

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır.. ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.

İdare ve asayişe ilişmiyen şiddetli muhalifler her hükûmette bulunur. Hatta Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlar, kanun-u şeriatı ve Kur’an’ı inkâr ettikleri halde, ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturuyla, Risale-i Nur’un bir kısım şâkirdleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hatta rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez….(121)”

Bir başka parçadan:

“…Maslâhat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şua’ı hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. EIbette onu yeniden resmiyete koyup, dedikodulara meydan açmamak idarece zarurîdir. Biz o Risaleyi mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevab etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez. Kalbel vuku’ haber vermiş, doğru çıkmış.. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa; Ölmüş, gitmiş bir şahsa müteaddit manalarından bir ma’nası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve manayı

(119)Bu parça Denizli müdafaalarından olup, Afyon Mahkemesine de aynen verildiği için sadece bu iki vilayetin ismi zikredilmiş. A.B.

(120)Afyon mahkemesi müdafaatı S:4

(121)Afyon Mahkemesi Müdaafaatı S: 6

1672

resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyada teşhirine yol açmamayı vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi… “

Bir başka parçadan: (Aynı zamanda şapka mes’elesi)

“…Bundan kırk sene evvel ve Hürriyet’ten bir sene evvel, istanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın başkumandanı İslâm ulemasından dinî ba’zı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sordular. Ezcümle: “Bir hadiste Ahirzaman’da dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâza Kafirün” yazılmış bulunur.” diye hadis var,” deyip benden sordular?

Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir…

Bu cevabımdan sonra, bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?”

Dedim: Şapka başa gelecek, “Secdeye gitme! diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek.

Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek. onun eli delinecek ve bu hadise ile Süfyan olduğu bilinecek?”

Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var, çok israflı adama “Eli deliktir” deniliyor. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi olur. İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya müptelâ olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak…

Sonra birisi sorduki: “O öldüğü zaman, İstanbul’da Dikilitaş’ta şeytan bağıracak ki, falan öldü?”

O vakit ben dedim: Telgrafla haber verilecek. Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim… Eski cevabım tam değilmiş bildim. On sene sonra, DarülHikmet’te iken “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek” dedim.

Sonra, Sedd-i Zülkarneyn, Ye’cûc-Me’cûc ve Dabbet-ül Arz ve Nüzûl-ü İsa hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hatta eski Risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar.

Bir zaman sonra, Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilâyetinin eski vâlisi ve benim dostum Tâhsin Bey vasıtasıyla beni, -neşredilen Hutuvat-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celbetti. Gittim, Şeyh Sinûsî Kürtçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üçyüz lira (122) maaşla Vilâyat-ı Şarkiye vaiz-i umumisi, hem meb’us, hem Diyanet Riyaseti da-

(122)Şimdiki parayla bu meblağ 1996 başı hesabıyla 205,530,000 liradır. A.B.

1673

iresinde Darül-Hikmet a’zalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve Şark darülfünunuma, Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altun lira, ikiyüz meb’us içinde yüzaltmış üç meb’usun imzasıyla yüz elli bin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde, ben Beşinci Şua’ aslının verdiği haberin bir kısmını orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım.. Ve “Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez (123)”diye dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip, yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.

Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç Risaleyi yazdırdılar. Sonra bazı zatlar, Ahirzaman hadisatını haber veren müteşabih hadisleri sual etmek münasebetiyle, o eski Risalenin aslını tanzim ettim, Risale-i Nurun Beşinci Şua’ı oldu…

Bu makamda, bir müdde-i umumînin, Mustafa Kemal’e dostluğu taassubuyla kanunsuz ve lüzumsuz yanlış itiraz ve sualleri beni bu saded hârici gibi izahatı vermeye mecbur eyledi.

Ben onun adliye kanunu namına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum. dedi:

“Beşinci Şua’da, sen hiç kalben nedamet etmedinmi ki; onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tabirlerle tezyif etmişsin?”

Ben onun bu bütün bütün manasız ve yanlış o dostluk taassubuna mukabil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.

Evet, nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti. Adeta vatan haini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünki bütün şerefi ve manevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor.

Hakikat ise: Müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi’ edilir.. Ve menfilikler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraitinin ve erkânının vücuduyla olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyla ölür, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler ekseriyetle müsbet ve vücûdîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar ademîdir ve tahribîdir, reisler mes’ul olurlar.

(123)Müdafaat sırasında kaydettiğimiz bu parça gibi benzeri parçalar, Hazret-i Üstad’ın hem Eskişehir. hem Denizli mahkemelerinde, hem Ankara hayatında aynı manada geçmiş olabilirler. Burada bir tekrar şeklinde görünse de, müdafaatın bu kısmında ve sırasında yeniden kaydı icab etmektedir.A.B.1674

Hak ve hakikat böyle iken, nasılki bir aşiret fütûhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa!..” mağlub olsa, “Tuh!” diye aşiret tezyif edilse; bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir. Aynen öyle de: beni ittiham eden o müddei bütün bütün hak ve hakikatın aksine bir hatasıyla güya adliye namına hükmetti…(124)”

ANTRPARANTEZ ACİB BİR İBRET NÜMÛNESİ

Üstad Bediüzzaman’ın üstteki ifadeleri ile ve bir çok şahidlerin şehadetiyle anlaşılmıştır ki:

Müellif, Beşinci Şua’nın aslını, yani içindeki hadis-i şeriflerin bir kısım te’villerini 1908-1909’larda yazmıştır. Daha sonra onu 1910’da te’lif ettiği Muhakemat eserine bir tetimme olarak kaydetmiş ve 1919’larda da ona yeni bazı ilâveler yapmıştır. Daha sonraları aynı eseri 1938’de bir-iki haşiye ilâve ederek tanzim etmiş ve “Beşinci Şua” adını vermiştir.Ancak aslı türkçe olan bu eser, (yani Beşinici Şua’ın aslı) basılmış değildir.

Beşinci Şua’ da yazılı hadislerin te’vil ve tatbikatlarında şahıslar tayin edilmemiş, küllî manalarla hadislerin vukuundan evvel bazı beyan ve ifadelerde bulunulmuştur..

Hakikat böyle iken, 1948’de açılan Afyon Mahkemesi Savcısı ve Sorgu Hâkimi, iddianame ve kararnamelerinde bilhassa Afyon Ağırceza Mahkemesi 6.12.1948’deki ilk kararnamesinde musırrane şekilde o küllî te’villeri (az sonra medar-ı ibret bir nümune olarak arzedeceğimiz İzmir Güvenlik

Mahkemesi kararnamesinde olduğu gibi) M.Kemal Paşa’ya tatbik ettiler. Hüküm gerekçesinide tamamen ona bina ettiler. Ama sonra Temyiz Birinci Ceza Dairesi o ma’hut kararı tanımadı, haksız buldu ve onu esastan bozarak, adliyenin yüzünden öylesi şahsî, adaletsiz hüküm namındaki lekeyi sildi, süpürdü.

1953’de, İstanbul Ağırcezasında görülmüş Gençlik Rehberi davasında da Savcı ve bilirkişiler yine aynı mes’eleleri bahane etmeye çalıştılar. Hatta Gençlik Rehberi eserinde yazılı “Birden o fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevi önümde tecessüm etti…” cümlesini bile aynı şahsa tatbik ederek onunla Bediüzzaman’ı mahkûm etmeye çalıştılarsa da, mahkemenin âdil hey’eti dinlemedi. Üstad’a beraet verdi.

İşte, şimdi de 26/2/1985 ve 85/114 esas, 85/188 sayılı kararıyla İzmir Güvenlik Mahkemesi, bin defa beraat etmiş ve bir o kadar damuhkem kaziye halini almış olan Nur Risalelerinin içindeki o risalede, küllî ve umumî kable-lvuku’ gaybî ihbarlarını yine aynı şahsa nasıl tatbik ettiklerini ve hükümlerinin esasını nasıl ona bina ettiklerini ibret ve hayret içinde görmek

(124)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı S:25

1675

üzere beraber temaşa edelim (Sadece ibret için bazı bölümlerini alıyoruz).

“Yukardaki örneklerden anlaşılacağı üzere:

Deccal (Ahirzamanda gelecek ve Hazret-i Muhammedin Peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok kötü ve dine ait hiç bir gerçeği, Allah’ın varlığını hiç bir delili kabul etmemek yolunda olan dehşetli bir şahıs) hakkındaki hadislerde bahsedilen şahsın Atatürk olduğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların Deccalı olan Süfyandır.

Atatürk, İslâm Şeriatının tahribine çalışmıştır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.

“Bir zaman gelecek Allah Allah diyen kalmıyacak” hadisine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikirhane ve medreseler kapanmış, ezan Türkçe okunmuştur”

İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şeytan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bütün dünyaya bağıracak” hadisine uygun olarak Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyurulmuştur.

“Süfyan su içecek, eli delinecek” hadisi, Atatürk’ün rakıya mübtelâ olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.

“Ahirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında “bu kafirdir” yazılmış olur” hadisine uygun olarak Atatürk kanun zoruyla herkese şapkayı giydirmiştir. Fakat şapka da secdeye gittiği için istemiyerek giyenler kâfir olmamışlardır.

“Ahirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecekler” hadisine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdirmektedir.

“Fitne-i ahirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olamaz.” hadisine uygun olarak, Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya çıkmıştır.

Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar haksız olarak Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir. Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafetine müdahale edilmiştir.

Millet mağlûbiyet hengâmında gizli ve dehşetli mâhiyetine bakmıyarak Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet gerçeği görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribâtı tamire çalışacaktır.

Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır. Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat dairesi (Osmanlı Devletinin Diyanet dairesini) Kız lisesine çevirmiştir.”

Sadede dönüyor ve bir diğer parçadan bölümler alıyoruz. (Yine şapka mes’elesi)

1676

“İddianamede sebeb-i ittiham, ikinci mes’ele: Üç mahkemede ondan beraet kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadisin harika te’vilini beyan ederken; Cin ve insin Şeyh-ül İslâmı Zenbilli Ali Efendi’nin (125)”Şaka ile dahi olsa başa koymağa hiç bir cevaz yok. (126) demesiyle beraber, bütün şeyh-ül İslâmların ve bütün ulemay-i islâmın cevazına müsaade etmedikleri halde, avam-ı ehl-i iman onu giymeye mecbur olduğu zaman; O büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri, avam-ı ehl-i imanı tehlikede bıraktı. Yani: Ya bir kısım münafıklar gibi dinini bırakmak veya Vilâyât-ı Şarkiye’deki isyanlar gibi isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel yazılan Beşinci Şua’nın bu fıkrası: “Şapka başa gelecek, “Secdeye gitme!” diyecek.. fakat baştaki iman, o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek.” demesiyle, âvam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarı ile imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı; Ve hiç bir kanun münzevilere böyle şeyleri teklif etmediği ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği ve bütün memurlar dairelerde ve kadınlar ve çocuklar ve câmi’dekiler ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları.. ve şimdi resmen askerin başından kalktığı ve örme ve bir iki bere çok vilâyetlerde yasak olmadığı delâletiyle; hem şapkada hiç bir maslahât, hiç bir menfaat ve idare ve asayişi alâkadar edecek hiç bir fayda bulunmadığı halde; hem benim, hem arkadaşlarımın bir sebeb-i ittihamı gösterilmiş?!.

Acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir maslâhat, hiç bir usul bu pek manasız ittihamı bir suç sayabilir mi?..(127)”

(125)Zenbilli Ali Efendi, aslen Karamanlı olup, ilim tahsilini İstanbul’da Mevlânâ Hüsrev’de ve Bursâ da Hüsamzade Efendi’de bitirdikten sonra, Mevlânâ Muslihuddin Efendi’nin damadı olmuş. Sonra Edirne’ye giderek, Sultan Fatih tarafından büyük iltifatlara mazhar olmuş ve orada Ali Bey medresine müderris tayin edilmiştir. Sonra buradan da ayrılarak memketetine gitmiş… Daha sonra Sultan 2. Beyazıt tarafından Amasya’ya gönderilmiş ve Hicri 907’de Hacca, oradan da Mısır’a gitmiş… Mısırda bir sene kaldıktan sonra, Hicri 908’de Sultan Beyazid tarafından İstanbul’a celbedilmiş ve Şeyh-ül İslamlık vazifesiyle görevlendirilmiştir. Böylece Zenbilli Ali Efendi 26 sene: Sultan Beyazid. Yavuz Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde hep şeyh-ül İslam olarak bulunmuştur.Takvası, Şeriatın ahkâmını söylemede pervasızlığı ve cesaretiyle meşhur olup, aynı zamanda ehl-i kalb ve kâmil veli bir insandır.

Zenbilli Ünvanıyla meşhur olmasının sebebi ise: Penceresinden sokağa zenbil sarkıtır. dini fetva isteyenlerin suallerini yazılı olarak ister, zenbilini yukarı çeker, fetvalarını yazar yine zenbille aşağıya sarkıttığı için “Zenbilli Ali Efendi” lakabıyla meşhur olmuştur.

“El Muhtarat” adlı gayet makbul bir eseri vardır. Şapka hakkındaki fetvası, aynı kitabının matbu’u olan” Fetevay-i Ali Efendi” eserinin birinci cildinin 230. sahifesindedir. Vefatı 932 hicri tarihidir. (Kamus-ul A’lam, C: 4, S: 3179) A.B.

(126)Fetevay-i Ali Efendi C: 1, S: 230

(127)Afyon Mahkemesi müdafaatı S: 35

1677

4- Gizli ve siyasî cem’iyet kurma isnadına karşı:

“… Risale-i Nur şâkirtlerinin mümkin olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraâtına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki halisane hizmet-i Kur’aniye onlara herşeye bedel kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden böyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiç bir kimse istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına, alet edecek o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatasıyla, onun ma’sum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa mağlub düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya alet edenlerin nazarlarında, Kur’an’ın hiç bir şeye alet olmayan kudsî hakikatları bir propaganda-i siyasette alet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası muvafıkı, muhalifi, memuru ve âmirinin o hakikatlarda hisseleri var, onlara muhtaçtır. Risale-i Nur şâkirtleri tam bîtaraf kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş…(128)”

Bir başka parçadan:

“… Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmıyan bir siyasî cem’iyet vehmini veren üç maddedir:

Birincisi: Eskidenberi benim talebelerim benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları bir cem’iyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şâkirtleri, her yerde bulunan ve Cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmiyen cemaat-ı İslâmiye hey’etleri gibi, hareket etmelerinden bir cem’iyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şâkirdin niyetleri siyaset ve cem’iyet değildiı…(129)”

Başka bir parçadan:

“… Hem medar-ı hayrettir ki bu defa da yine bir cem’iyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tedkik edip beraet vermekle beraber; mabeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiç bir cem’iyet, hiç bir emare mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve darül-fünûnun şâkirtleri ve Kur’an dersini veren hafızların hıfza çalışanları gibi; Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cem’iyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere ve vâizlere siyasî cem’iyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız ve ma’nasız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.

(128)Aynı eser S: 33

(129).Afyon Mahkemesi müdafaatı S:47

1678

Yalnız hem bu memleketi, hem Âlem-i İslâmı çok alâkadar eden ve maddî ve ma’nevî bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaatı tahakkuk eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikat ile müdafaamı men’ edecek hiç bir sebeb yok ve hiç bir kanun ve hiç bir siyaset yasak etmez ve edemez.(130)”

“Evet, biz bir cem’iyetiz.. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her bir asırda üçyüz elli milyon dâhil mensubları var.. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cem’iyetin prensiblerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî proğramıyla birbirinin yardımına duâlarıyla ve ma’nevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte biz bu mukaddes ve muazzam cem’iyetin efradındanız.. ve hususî vazifemiz de, Kur’anın İmanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem’iyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cem’iyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cem’iyetle hiç bir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme inceden inceye tetkikten sonra o cihetten bize beraet vermiş…(131)”

5-Kürtlük ve ırkçılık ittiham ve isnadlarına karşı:

Bu mevzudaki Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın ilmî cevab ve müdafaalarına geçmeden önce, küçük bir mukaddemeyi arzetmek isteriz. Şöyle ki:

Hazret-i Üstad hakkında şu kasdî, plânlı ve münafıkane olan Kürtlük ve ırkçılık isnad ve iftirası 1925 yıllarından itibaren başladı, hayatının son günlerine kadar da, belki hatta 1970’li, 1980’li yıllara kadar da devam etti. O Bediüzzaman ki; 1925 senesinden bu yana bir soyadı manasında “Nursî” lâkabını aldığı ve Osmanlı devleti döneminde kullanmakta olduğu “Kürdî” unvanını o tarihten bu yana tek bir defa kullanmadığı halde, hem Eskişehir mahkemesi, hem Denizli savcısı ve sorgu hâkimi ve hem de şu üzerinde olduğumuz Afyon mahkemesi savcısı ve bazı hâkimleri her zaman ve her defasında Hazret-i Üstad’ın ismi geçtiğinde, “Said-i Kürdî” diye yazdılar ve kullandılar. Bunu yazarken, sadece normal bir isim olarak yazmakla ve kullanmakla kalmadılar. Aynı zamanda Bediüzzaman gibi bir dâhi-i a’zam, bir mürşid-i ekber ve şaşmaz, yanılmaz müstakim bir muallim-i dîn olan şahsiyetine; basit, bayağı küçük ve hiçbir zaman ve devirde onun yüce damenine erişmeyen ve ona bu mananın hiçbir za-

(130) Afyon savcısının Üstad Bediüzzaman’a karşı hapiste tatbik ettiği gayet insafsızca ve keyfi ve kanunsuzca muameleleriyle müdafaalarını yazdırtmamaya çalışması ve mahkemede onu konuşturmamak için müdahelelerde bulunması gibi hadiselere işaret etmektedir. A.B. (131) Afyon Mahkemesi müdafaatı S: 73

1679

man tatbiki mümkin olmıyan ırkçılığı, yani Kürtçülüğü isnad ededurdular. Yüz defa, bin defa bu iftiralar çürütülüp paçavralara çevrildiği halde, müfterî düşmanlar bu isnaddan fâriğ olmadılar . Hem de bu kara iftirayı ve bu vicdansızca lekeyi yapan ve sürenlerin çoğu da, üstelik resmî memur ve sözde kanun adamlarıydı. Gerçi iftiranın kaynağı belli mihraktandı, din düşmanı gizli farmason ve zendeka komitelerinden geliyordu. Amma araç ve aracı olarak maalesef hükûmet ve adliye adamları vasıtasıyla yapılıyordu.

Hani güya Türkiye’de yaşıyan herkes, Türkiye cumhuriyeti vatandaşıydı? Herkes birdi, Türk’tü, Müslüman’dı? Tefrika yoktu? (!) Hani bu adamlar ayrıcalık yapmıyan, bölücülük istemiyen kişilerdi? (!) Her ne ise!..

Bu kitabın birkaç yerinde, özellikle Bediüzzaman’ın eski hayatı olan gençlik devresine ait kısımlarında bu mesele delilli, vesikalı şekilde ele alınmış, tahlil edilmiş ve görülmüştür ki; Hazret-i Bediüzzamanla kırk elli sene gizli ve sinsice mücadele eden ve her iftiraya, her alçaklığa başvuran kimselerin hâince bir iftiralarıdır bu…

Zira Bediüzzaman Hazretlerinin hem eski eserleri, makaleleri ve mektupları; hem de yeni eserleri olan Risale-i Nur kitapları meydanda olup, bunların yanında yüzlerce, binlerce Türk asıllı aydın, vatanperver insanların şehadet, müşahede ve kanaatlarına istinaden tahlili yapılmış olan bu mesele, artık güneş kadar zâhir, gündüz gibi açıktır ki; Hazret-i Bediüzzaman’ın yüce damenine öylesi pest, bayağı iftira ve şüphelerin eli ve dili ulaşamamıştır… Ve o gibi iftiraları yapan düzenbazların kalbsiz, tinetsiz, milliyetsiz, karaktersiz, münafık, köle vicdanlı, kiralık kalemli oldukları anlaşılmıştır.

Şimdi sadede dönüyor, Afyon mahkemesinde Hazret-i Üstad’ın bu mevzuda söylediği müdafaalarına ve sözlerine geliyoruz. Bu hususta Hazret-i Üstad evvela hapisteki talebelerine kısaca şu malümatı vermiştir:

Kararnamenin yetmiş beşinci sahifesinde büyük bir hataları var, o da şudur:

Ben Denizli müdafaatımda yazmışım ki; “Gizli düşmanlarımız bize hücum için istibdad-ı mutlaka

Cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahat-ı mutlakaya medeniyet nâmını vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını takmakla hem hükûmet ve adliyeyi iğfal, hem bizi perişan etmeye çalışıyorlar.”

Şimdi kararnamede; tamamıyla tahrif ve tağyir edilmiş, aleyhimize çevirmişler. O mahdut ve gizli münafıklara ait müdafaatımızı garazkâr ehl-i vukufun yanlışlarına istinaden hükûmete, bütün memurlara çevirip

1680

büyük bir hata ve iftira etmişler.

Hem benim Kürtlüğüm hakkında insafsızca isnadları zâlimanedir. Bizim avukatlarımız bu iki noktayı, hem tamam müdafaatımı tam nazara alsınlar.

Hem içimizde olan Yahudi ve Hıristiyanlara, hem Peygamberi (A.S.M.) hem milletin ecdadlarını inkâr ve adavet edenlere mahkeme ilişmediği halde, neden Mustafa Kemal’e benim haklı tenkidimi ve onu sevmememi bir suç saymış?..

SAİD-İ NURSİ (132)”

Müdafaatta Üstad’ın bu meseleye dair diğer bazı cevabları:

Afyon mahkemesinden önce ve mahkeme safahatı içinde, Hazret-i Üstad’ın aziz şahsiyetine bu noktada iftiralı tecavüzler çok olduğu halde, Eskişehir ve Denizli müdafaalarında olduğu gibi, bu Afyon mahkemesinide fazla önemseyip cevab vermemiştir. Belki de “Ahmakın cevabı sükûttur” kaidesine uymuştur.

Ancak, az ilerde arzedeceğimiz Afyon Ağırceza mahkemesi heyetinin çok uzun kararnamelerinin gerekçesinde görüleceği gibi, savcının bu mevzuda bir çok tahriklerde bulunmasına rağmen, Üstad tarafından yine de mühim görülerek karşılık verilmemiştir. Müdafaatında bu meseleye temas etmişse de, diğer mes’elelerle beraber iç içe izahatta bulunmuştur. Fakat Afyon Ağırceza Mahkemesi heyetinin kararnamesinde yer alan bu maddeye bilhassa ağır cevablar verdiği gibi, avukatlarının da bu hususta cevab vermelerini istemiş, hatta hapisten çıktıktan sonra da zaman zaman bazı hamiyetkâr zatlara yazdığı mektuplarında, Afyon mahkemesi heyetinin o acib maksadlı iftiralarını bir ibret dersi olması için gözleri önüne sermiştir.

Hazret-i Üstad Afyon mahkemesi umumî müdafaatında bu hususta ezcümle şöyle demiştir:

“… Yirmi iki sene sıkıntılı sebebsiz bir nefyden sonra, tam serbestiyet (133) verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek; gurbeti, kimsesizliği tercih eden.. Ta ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin.. ve çok sevablı olan câmideki cemaatın hayrını bırakıp, odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden; yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan..

(132) Afyon Hapsi mektupları -2, kırmızı defter. S: 76

(133)1947’de çıkan bir kanunla tek-tük kalmış şark menfilerinin ve yüzelli ikililerin serbestliğine bakan kanuna işarettir. A.B.

1681

Ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle; dindar, müttaki bir Türk’ü, lâkayd çok Kürtlere tercih eden.. Hatta mahkemede (Denizli mahkemesinde) Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini, yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden..

Ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmiyen ve camiye gitmiyen.. ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsarıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan..

Ve Türk milleti Kur’an’ın bayraktarı ve senay-ı Kur’aniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sabık vâli resmi lisan ile ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için: “O Kürttür, siz Türksünüz.. O Şafiidir, siz Hanefîsiniz” deyip herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması…(134)”

Hazret-i Üstad’ın geniş ve uzun olan Afyon mahkemesi müdafaatından diğer bazı maddeler hakkında bölüm ve parçalarından bazı hususlar kaydetmek isterdik. Fakat talebelerin müdafaaları, temyiz lâyihaları, avukatların müdafaaları vesaireden bir hayli sahifeler kitaba gireceğinden, bilmecburiye kaydettiğimiz nümûnelik bölümlerle iktifa etmek icabetti. Hem Üstad’ın o müdafaalarının tamamına yakın kısmı Büyük Tarihçe-i Hayat kitabında ve Şua’lar mecmuasında ve Osmanlıca Afyon mahkemesi müdafaatı eserinde neşredilmiş olduğundan, meraklılara istifade yolu açıktır diye kısa kestik.

TALEBELERİN MÜDAFAALARI

Afyon adliyesinde Üstad Bediüzzaman’la birlikte muhakemeleri devam etmiş, tutuklu ve tutuksuz kırksekiz kişiden yirmidördü müdafaa, itiraz ve temyiz lâyihalarını yazdılar, okudular ve verdiler. Üstad Hazretleri de talebelerine birer kısa müdafaa yazmalarını tavsiye etmişti. Müdafaa ve temyiz lâyihalarını yazan talebeler şunlardır:

Hüsrev Altınbaşak, Tahirî Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Mehmet Feyzi Pamukçu, Ahmet Feyzi Kul, Ceylan Çalışkan, Mustafa Usman, Hıfzı Bayram, Ali Akdağ, Re’fet Barutçu, Mehmet Çalışkan,Hacı Osman Çalışkan, Hasan Çalışkan, Burhan Çakın, Mustafa Gül, Doktor Mustafa Ramazanoğlu, İbrahim Fakazlı, Salahaddin Çelebi, Ahmet Nazif Çelebi, İbrahim Ethem Talas, Mustafa Acet, Halil Çalışkan, Rıf’at Filizer’dir.

(134) Afyon Hapsi mektupları kırmızı defter S: 61

1682

Diğer talebeler bu müdafaalara “Biz de iştirak ederiz” şeklinde ifadeler vermiş ve böylece talebelerin müdafaaları da yapılmıştır.

Bilindiği gibi, Eskişehir mahkemesinde Nur talebelerinden hiç birisi yazılı müdafaa vermemiş iken, Denizli hadisesinde 70 kişi talebelerden beş on kişi yazılı müdafaalar yapmıştır. Fakat şu Afyon Mahkemesinde ise, Üstad’la beraber hapse girmiş talebeler az olduğu halde, yarısından fazlası yazılı müdafaalarda, hatta temyiz lâyihalarını yazmakta bulunmuşlardır. Bu da Hazret-i Üstad’ın yavaş yavaş talebelerini müdafaalara alıştırmak hikmeti için olsa gerektir.

AVUKATLAR

Afyon mahkemesi davasına, mahkemenin ilk karar gününe kadar yalnız üç avukatın müdafi sıfatıyla mahkemeye girdiklerini görüyoruz. Bunlar Afyonlu Ahmet Hikmet Gönen, yine Afyon’lu Halil Hilmi Bozcalı ve memleketini bilmediğimiz Kemal isimli bir zattır.

Mahkemenin, verdiği ilk menhus ve maksadlı kararından sonra ise, temyiz mürafalarına giren avukatlardan, yine avukat Ahmet Hikmet Gönen ile, Av. Hulusi Bitlisi Aktürk’tür.

Temyiz Birinci Ceza Dairesi, Afyon kararını esastan bozmasından sonra, mahkeme tekrar duruşmalara başlamıştır. Yani temyizin bozmasından sonra, altı buçuk sene devam eden da’vaya bir çok avukatlar daha girmişlerdir. Meselâ İstanbul Barosu avukatlarından Abdurrahman Şeref Laç bunlardan birisidir.

Bu avukatlar gerek Afyon mahkemesinin ilk karar tarihinden önce, gerekse karardan sonra, temyiz mürafalarından başka, herhangi yazılı bir müdafaaları elimizde mevcut değildir. Amma temyiz mahkemesinde yapılan mürafa da iki avukatın çok kıymetli, yüksek ve ilmî müdafaaları mevcuttur.

İşte müdafaa ve temyiz layihalarını yazan Nur talebelerinden yirmi dördünün, otuz parçayı bulan müdafaalarıyla, avukatların temyiz mürafaaları bir araya getirildiği farz olunsa, hacim itibarıyla büyükçe bir kitap halini alır. 1949 yılı içerisinde Osmanlıca olarak teksir edilmiş ve neşredilmiş “Afyon Mahkemesi Müdafaatı Birinci Zeyli” adındaki eserde bunlar yer almaktadırlar. Hazret-i Üstad henüz Afyon hapsinden çıkmamışken, umum müdafaaları ve ayrıca mahkemenin menfi olan kararnamesinin sureti ve talebelerin müdafaaları üç kitap halinde teksir edilmiş ve resmî makamlara ve halka dağıtılmıştır.

1683

1684

Afyon davasında yirmi dört Nur talebesinin yaptıkları müdafaalar hepsi de gayet merdane, pervasız ve kahramancadır. Tarih ve nesl-i âtinin bu müdafaaları ve sahiplerini ebedî minnet ve şükranla anacağı muhakkaktır. Ayrıca gerek Üstad’ın cihanşümûl, büyük ve müdellel merdane müdafaaları olsun, gerekse talebelerin aynı davadaki cesur müdafaaları olsun; aynı sene içinde kendi imkânlarıyla kitaplaştırarak bizlere bırakmış olmaları da pek büyük, unutulmaz bir hizmetleridir.

DERECELERİ

Eğer, talebelerin müdafaanameleri içinde delil, ikna ve ispat yanında, mertlik ve pervasızlık ile beraber belağat ve fesahat noktalarından bir seçim yapmak icab ederse, bize göre; o sıkıcı ve ağır şartların umumi kesafetli havası içerisinde ve muvacehesinde, Zübeyr Gündüzalp, genç olmasına rağmen, birinciliği kazanır tahmin ederim.

İkinciliği ise; parlak, şa’şaalı ve merdane ifadeleriyle Ahmet Feyzi Kul hak edecektir.

Üçüncülüğü de, yumuşak ve ikna kabiliyetiyle, tatlı ve şirin edasıyla Karabüklü Mustafa Usman alacaktır.

Bu seçim bize göre olan bir değerlendirmedir. Belki başkalarına göre, daha başkası birinci olabilir. Fakat Hazret-i Üstad; Zübeyr Gündüzalp in bu hadisedeki müdafaaları,ayrıca gazetelere cevabları ve sair kahramanane tavır ve hareketlerinden hep ona: “Kahraman Zübeyr” unvanını vermesi yanında talebelerin müdafaaları içerisinde en uzun olanı Zübeyr’in iken, uzunluğuyla beraber tamamını o zaman müdafaât kitabında dercettirmesi de bize bir delil olabilir.

Ahmet Feyzi Efendi’nin müdafaalarından dolayı da Hazret-i Üstad ona: “Nurun manevi avukatı” diye lâkab vermiştir.

Mustafa Usman’ın müdafaanamesi altına da Hazreti Üstad kendi elyazısıyla “Bin barekallah çok güzel (135) diye taltifte bulunmuştur.

Bizim bu seçimimizle birlikte, Afyon davasında müdafaalar yazmış umum Nur talebelerinin müdafaalarının tamamı da aynı değerde çok kıymetli olduğu halde, sadece bu üçünü seçmemize inşaallah gücenen olmaz. Bu müdafaaların tamamını bu kitaba almamıza imkân olmadığı gibi, içinden seçmiş olduğumuz üç zatın müdafaalarının tamamını da almaya yer ve makam itibarıyla imkân yoktur. O halde biz umum Nur talebeleri namına, seçtiğimiz bu üç zatın müdafaâ ve temyiz lâyihalarından nümüne için bazı bölümler almakla iktifa etmeyi uygun bulduk:

(135)Muhtelif belgeler dosyası. Yırtık cilt (Üstadın) S: 16

1685

1- Zübeyr Gündüzalp’in müdafaası ve temyiz lâyihalarından:

(Merhum, kahraman Zübeyr’in müdafaa, itirazname ve temyiz lâyihası olmak üzere üç parça halindedir. Bunların mecmuu Osmanlıca Talebeler müdafaatı” kitabında kırksekiz sahife tutmaktadır. Bu itibarla ancak her bir parçadan ayrı ayrı bir kaç bölüm alabileceğiz.)

“Afyon Ağırceza Mahkemesine!

Gizli cem’iyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem bulunmaktayım.

Öyle bir cem’iyet mevcud değildir. Ve ben de bir cem’iyet mensubu değilim.

Evet, Risale-i Nuru okuduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyliyebilirim. Saklamak veya inkâr etmek, Risale-i Nurun bana verdiği fazilet dersleriyle taban tabana zıd olduğu için, bu cürmü işleyemem. Risale-i Nuru okuyan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bil’âkis bilâperva, iftiharla söylemekten kat’iyyen çekinmez. Zira çekingenliği icab ettirecek hiç bir cümle veya kelimesi yoktur…

Sen Risale-i Nur talebesi imişsin deniliyor?..

– Bediüzzaman Said-i Nursî gibi yüksek bir Üstad’ın talebesi olmak liyakatını kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla evet Risale-i Nur talebesiyim derim.

… Ruhumda büyük bir boşluk hissederek okuyacak kitap ararken, Risale-i Nuru bulduğum zaman, kendimi ondan ayıramadım ve bütün Risale-i Nuru okumak iştiyakını duydum.. Ve ruhumdaki o büyük ihtiyacı Risale-i Nurun karşıladığını farkettim. İlmî ve imanî şüphelerden kurtaran aklî ve mantıki cerhedilmez hüccetleri onda buldum. Bu ve daha bir çok hakikatlardan anladım ki, Risale-i Nur bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmış.

Risale-i Nurda iman hakikatları gayet kuvvetli deliller ile ve açık misaller ile anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalâlete düşmekten ve yüksek dinimden dönüp, kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum.

Bunun içindir ki, okuyucularını maddi ve manevi bir çok felâketlerden kurtaran ve bir üniversite mezunundan çok ziyade hakiki bir ilme sahip eden, vatan ve millet sevgisini aşılıyan.. ve çalışkanlık, merhamet, itaât, hürmet, ahlâk, fazilet gibi meziyetleri öğreten Risale-i Nurdan hiç bir şâkirdi ne pahasına olursa olsun ayrılmaz ve ayrılamaz.. Ve onun dâhî müellifi Said-i Nursi’den hiç bir ferd uzaklaştırılamaz.

1686

İftira ve ittihamlarla, dâhî Üstad’ımıza ve Risale-i Nur şâkirtlerine taarruz eden gizli düşmanların maksadlarından biri de; Risale-i Nur şâkirdlerindeki emsali görülmemiş tesanüdü kırmak ise, aldanıyorlar. Beyhude hiç uğraşmasınlar. Çünki kâinatın kuvveti toplansa, bizi dahî Üstad Said-i Nursi’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlaz(136). Zira kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olan Cenab-ı Hakk’ın emirlerinin tercümanı olan Kur’ana hizmet ediyoruz ve edeceğiz inşaallah…

Yüce Allah’a hamd ve senalar olsun, büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bu Üstad’ıma bütün ruh-u canımla medyunum, bağlıyım. Milletimizi ve gençliğimizi komünizm yemi olmakla ebedî haps-i münferidliğe mahkûm edilmekten kurtaran bir Üstad için senelerce dünya hapsinde kalmaya hazırım.

Eğer Risale-i Nuru okuduğum için i’dam edileceksem, sehpaya tevhid sadalarıyla koşarak gideceğim. Kurşuna dizileceksem, bilâperva göğsümü gereceğim.

En son maruzatım, vatan ve millet ve gençliğimizin ebedî saâdetini temin eden ve edecek olan büyük ve âli Risale-i Nur ve onun pek yüksek ve kudsî bir hedefi olan imanı kurtarmak davası uğrunda şu okuyacağım ayete iltica ederek fedaî olduğumu arzediyorum.

حَسْبُنَا اللَّهُ وَ نِعْمَ الْوَ كِيلُ

ZÜBEYR”

İddianamenin bin dereden su toplıyan safsatalı isnad ve ittihamlarına karşı merhum Zübeyr Gündüzalp’in itiraznamesinden bazı bölümler: (Mahkemede itiraznamesinin tamamını okumuş ve mahkemeyi dinletmiştir.)

“Afyon ağır Ceza Mahkemesine!

Gizli cemiyet kurmak ve devletin emniyetini bozmak suçuyla müttehem bulunmaktayım. Aşağıda arzedeceğim veçhile böyle bir suçu işlemediğime kat’î kanaatınız geleceği için, bu ittihamı daha şimdiden reddediyorum.

Komünistlerin dayandığı materyalist ve rasyonalist felsefenin hak ve hakikat ile hiç ilgisi olmadığını ve nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu; Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerimin ayetleriyle ve gayet kuvvetli bürhan ve hüccetleriyle aklen, fikren ve mantıken ispat ediyor. O çürük fikir karanlıklarına düşenleri tenvir edip kurtarıyor. Yalnız gözünün görebildiği yere inanan maddecilere dahi Allah’ın varlığını, birliğini, ruhun bekasını, âhiret hayatının varlığını, inkâr ve itirazı kabil olmayan kuvvetli ve açık delillerle ispat ediyor…

(136) Merhum Zübeyr Ağabey, Afyon hapsinde, öncesinde ve ortasında,oynanan ve plânlanan sinsi oyunlara basa basa ve kasden anlatıyor ve gerekli cevapları veriyor. A.B.

1687

Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nuru ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri iftiralardan hiç bir emare bulunmadığı halde, taarruzlarına yine devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki; bizi korkutmak ve Risale-i nurdan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sermek, bu suretle millet ve gençliğimize ahlâk sukûtunu temin ederek hükümetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Hükûmet idaresini bu şekilde bozduktan sonra da, vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar.

Yüksek mahkeme heyetinin huzurunda bilâperva onlara söylüyorum: Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki; gürültüye papuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız …

Onun içindir ki, bizi insanlık seviye ve seciyesinde en vüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlıyan ve biz gençlere vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakiki bir vatanperver ve milliyetperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız…

Zerre kadar şeksiz ve şüphesiz kat’î deliller ile inanıyorum ki; Bediüzzaman Hazretlerinin kahramanca ve ferağat-ı nefisle olan faaliyet ve çalışmalarında siyasî bir gaye yoktur. O büyük dâhinin hedefi yalnız ve yalnız bu vatan ve milleti ahlâk ve fazilet fakirliğine düşürtmemek ve Türk gençliğini maneviyatın engin sahalarında yetiştirmek ve manen en yüksek mertebelere kadar terakki ettirmektir. Bu yüksek hakikatı da eserleri te’yid etmektedir…

Risale-i Nur, iddia makamınca muzır eserler diye tavsif ediliyor.. ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Bu iftirayı işiten bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hatta ağlamış, dişleri gıcırdamıştır.

Yirminci asır pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz ispatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. Muzır eserler olduğunun ispatını isteriz…

Vatan ve millet ve hükümetimizin selâmeti namına mühim bir hakikatı müsaadenizle arzediyorum:

Komünistlerin gizli plânlarından birisi de, halkı hükûmet aleyhine teşvik olduğu yüksek mahkeme heyetince de malûmdur. Bediüzzaman Said-i Nursi’yi hapse sokturmak ve eserlerini zararlı gibi göstermek için hükûmet erkânına uydurma ihbarlar yapılmakla, hiç bir ferdin inanmadığı menfi propagandalar yapılıyor. Bediüzzaman Said-i Nursi’nin bu asırda ender bir büyük ve istikamette ve her cihette eşsiz bir şahsiyet olduğuna bu millet senelerdenberi o kadar inanmış ki, hakikî olan bu kanaatı hiç bir propaganda çürütemiyor ve çürütemez.

1688

İşte hakikata vakıf olmıyan kimseler, bu propagandaları ve hapse sokmaları, hükûmet tarafından yaptırılıyor zannediyorlar. Bunun üzerine şöyle denildiğini işitiyoruz:

“Böyle bir zatı hapse sokmak ve onun eserlerini muzır eser diyerek toplamak, bizi bolşevikliğe sürüklemek demektir. Bediüzzaman gibi bir zatı takdir etmiyenler ve onun kitaplarını serbest bırakmıyanlar muhakkak din düşmanlarıdır.”

… Risale-i Nuru yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu harika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. İdam kararı verileceğini bilseler dahi bu istek ve sebatlarını izhar etmekten çekinmiyorlar. İşte Risale-i Nurun bir çok harikalarından şu hususiyeti sizlere şu kanaâtı veriyor:

İtiraf edenler, acaba canlarını yolda mı buldular? Demek Risale-i Nurda ve Bediüzzaman’da zararlı bir şey yokmuş ki inkâr etmediler..

Sayın savcının bana da: “Komünist ve mason demekten kasdı adliyedir” demesi ihtimali hatırıma geldiği için bunu da arzedeceğim:

Bir zamanlar, hükûmet mekanizmasında uzun müddet çalışan Kazım Özalp, Şükrü Kaya, Tevfik Rüşdü Aras’ın mason cemiyetini resmen kurarak açığa vurduklarını gazeteler ilân ettiler. Daha yakında kabineden atılan maarif vekili Hasan Ali’nin komünist olarak altı sene memleketin candamarı ve kahraman Türk gençliğinin terbiye müessesesi olan maârif vekâletinde çalıştığı adalet huzurunda inkâr edilemiyen sayısız vesikalarla ispat edildi. ve mektep kitaplarının hepsine soktuğu komünistliği destekliyen ideolojilerle gençliğimizin zehirlenmesine son verilmesi için mektep kitapları değiştirilmeye başlandı.

Eğer Said-i Nursi talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül i’tidal ve temkin aşılamamış olsaydı; gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman başına topladığı talebeleri gibi, hürmetkâr olan binlerle Risalei Nur şâkirdleri Afyon tepelerine kuracakları çadırların içerisinde Afyon Ağırceza Mahkemesinin vereceği beraet kararını bekliyeceklerdi…

Savcı bu mübarek vatanda masonluk ve komünistliği fevkalâde bir faikiyetle önlemek çaresi olan ve önlemekte olan Risale-i Nura ve müellifine ve okuyucularına öyle şeni’ ittihamlarda bulunmakta devam eder ve o tamamen hatalı ittihamlarından vazgeçmezse ve hissiyata kapılarak aleyhtarlık ederse; komünistlik ve farmasonluğun gelişmesini desteklemiş olur.. Ve o ittihamına hakikî hedef olacak muzır komünistlerin türemesine yardım etmiş olur…

ZÜBEYR GÜNDÜZALP (137)”

(137) Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 25-62

1689

Zübeyr Gündüzalp’in temyiz layihasından:

“… Senelerden beri feragat-ı nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla, yarım asırlık bir elbise, yirmibeş senelik Pamukları görülen- pamuklu bir hırka belki yirmi senelik ayakkabısı olan bir çift terlik, eski bir yatak, bir kaç yemek kabı gibi gayet zarurî olan eşyalara malik olan fakr u haliyle eşine rastlanmamış bir kanaâtla; ihtiyar, hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda, gizli düşmanları olan komünist ve masonların müteaddit ihanet ve çeşitli işkencelerine karşı olan tahammülün fevkinde sabrı ile; Bediüzzaman Said-i Nursi bir çok sinsi plânlarla yukardaki mahvedici ve için için kemirici plânı da realist görüşüyle fark etmiş; dehşetli dessasane perdeli, fakat ne hazin ve acıklı ve binler teessür ve teessüflere şayeste acib bir vaziyettir ki; bu vatan ve millet kahramanı, dahî feylosof, hapislerde, zindanlarda, tecrid-i mutlaklarda, inzivagâhlarda imha edilmeye çalışılmıştır ve çalışılmaktadır. Kurtuluş hususundaki son ve kuvvetli ümidimiz, yüksek yargıtayın kuvvetli ve bîtaraf ve âdilane kararındadır.

Komünistlerin ihanetiyle meydana gelen evhamın icabı ve neticesi olan garazkârlıkla, Risale-i Nur müellifi cezalandırılsa dahi, Risale-i Nur eserleri yine büyük bir iştiyak ve hatta gittikçe artan bir alâka ile okunmakta devam edecektir…

Konyalı

Zübeyr Gündüzalp (138)

AHMET FEYZİ KUL’UN MÜDAFAASINDAN

Afyon Ağır ceza Mahkemesine (3.12.1948)

“… Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlarını asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’anın sarsılmaz hakikatlarına dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniye ve vicdaniyenin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaâtlarımızdan mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.

Ahirzamanda hadisin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık.

Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bazı hadislerle ümmet-i

Muhammed’in ömrünün bin beşyüz seneyi çok geçmiyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediye’nin ve dünyanın hayatında mühim te’sir yapa-

(138)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 63

1690

cak, büyük tarihî hadiseleri kıyamet alâmetleri diye haber veriyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere düçar olanların şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyor. Bunlara dair sayısız dini bürhanlar mevcuttur…

Evet, biz Risale-i Nur müellifinin daima aynı hakikat dersi verdiğine kaliz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şâhid olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.

Tahsil hayatı üç aydan başka asla mevcud olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en münteha mesail-i ilmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık-ı ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden.. ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir deryay-ı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet hâlinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?..

Fânî zevahirin alayişine edna bir meyil ve iltifat göstermiyen ve en büyük bir menfaat ve lezzetine tenezzül etmiyen, levs-i faninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermiyen, kimseden birşey beklemiyen.. ve kendisine arzedilenleri kabul etmiyen, iffet ve ismetin en âli örneklerini yaşatarak sabûrane mütehammilâne her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envar-ı Kur’aniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (A.S.M.) izharına vakfeden.. ve memleket ve milletin ızdırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlıyan.. ve kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmiyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmıyarak insanları gayya-yı cehil ve girdibad-ı inkârdan kurtarmaya hasbî ve ilahî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve Nur abidesini üstad addetmekliğimizi suç mu buluyorsunuz?..

Kendisinin bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz ferağat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla, yine bir enmuzec-i kemal ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmağa ve iktida edilmeye şayandır. İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz…

Sayın hâkimler! Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti bizim gibi siyaset ehli olmıyana, bin bir çeşit veballer ve tehlikeler ve mesuliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fanî zevahire de zaten kıymet vermiyen, dünyaya ancak rızay-i ilâhiyyeye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz.

1691

Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ittihamını şiddetle reddediyorum… Biz hür söylediğimizden dolayı maruz kalacağımız bir mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız.. Ve sadece حَسْبُنَا اللَّهُ وَ نِعْمَ الْوَ كِيلُ nidasıyla dergâh-ı kadiyül-hacata el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Aydın’ın Ortaklar Bucağından

Ahmet Fevzi Kul(139)

MUSTAFA USMAN’IN MÜDAFAASINDAN

“Afyon Ağırceza Mahkemesine!

… Ecdadımızın tarihlere şan salıp nam veren ahlâk ve şerefini paymal eden sefahat ve rezaletin ve ahlâk-ı seyyienin cem’iyet hayatını zehirlediği ve kötü ahlâk sahiplerini dahi iğrendirecek derecede sokaklara kadar sardığı ve efkâr-ı ammeyi telâşa düşürdüğü ve her sınıf ailenin ocağı başında dedikodu mevzuu olduğu ve efkâr-ı ammenin bir dili mahiyetindeki gazete ve mecmuaların “ahlâk zabıtası haberleri” şeklinde ve muhtelif mevzulardaki tenkidlerine sebeb olan bu elim ahvalin pek sür’atle genişlediği ve adeta umumileşmek istidadını gösterdiği bir devirde, düştüğüm ahlâksızlık uçurumundan; dinî, ahlâkî, içtimaî, edebî dersleriyle her müslim okuyucusunu kurtardığı gibi, beni de kurtaran Risale-i Nur külliyatını okumak ve benim bu eserleri okuduğumu bilen ve işiten vatandaşlarımın, tehzib-i ahlâk etmek için benden musırrane istemeleri üzerine; onlara Risale vermek ve dolayısıyla serserileşmiş ve serserileşmek ve vatan ve millete muzır bir hale gelmek istidadını gösteren ferdleri, bu Risalelerin bu müessir telkinatlarıyla kurtarıp beşeriyete faydalı birer insan olmalarına hadim ve vesile olan; Ve memleketimizde de sirayet ve salgını görülen ve bütün dünyayı titreten kızıl veba komünizm tehlikesine karşı, dinî ve müessir telkinatı bakımından; manevî bir mücahid olan Bediüzzaman’ın takdir ve tebcile lâyık kudsî ve maneî mücahedesinin nurlu ve müessir bir silâhı olan ve yirmi senede yirmi bin ve belki çok fazla adamı vatan ve millete faydalı bir halete koymaya vesile olan Risalelerini okutmak,ne derece şahsım için bir suç mevzuu ve müellif-i muhteremi için bir sebeb-i ittiham olabilir? Yüksek vicdanınızdan soruyorum..

Vatan ve millete ve insanlık camiâsına hizmet edebilmek için” Hekim kimdir?.. Başına gelen!..” fehvasınca, iki vilâvetin ve bir çok kazaların zabıtasının dahi şehadet edebileceği şekilde; serserilikten şahıslarını bu Nur Risaleleriyle kurtarıp, başkalarını da kurtarmaya vesile olan Nur şâkirtlerinin uzun senelerden beri bu vatan ve millete ve bu vatandaki idareye yaptıkları

(139) Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 89- 96

1692

vatanî hizmet, binlerle kişilik zabıta kuvvetinin hizmetinden hakikatta daha mühim iken ve takdire ve iltifata daha lâyık iken, su-i tefsire uğratılarak; adeta bir ecnebî rejimi hesabına kasden hareket eder gibi, bizleri tevkif ve muhakemelere verip, işimizi gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve biçare evlâd ve iyalimizi perişan edip ağlatmak; hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yümünlü âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te’liftir? Âlî mahkemenizden ve ulvî vicdanınızdan soruyorum…

Muhterem mahkemenizden, pek çok fevaidi ve menafi’i meydanda olup inkâr edemediğimiz bu eserlerin serbestiyetini ve bizim de beraetimizi taleb ediyorum.

Afyon Cezaevinde Mevkuf Safranbolulu

Mustafa Usman(140)”

(140)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 100-106

1693

AVUKATLARIN MÜDAFAALARI

Afyon mahkemesinde avukatların müdafaalarından yazılı olarak elimize birşey geçmediğini ve mahkemenin başından ilk karar gününe kadar üç avukatın müdafi’ olarak davaya girdiğini yazmıştık. Ancak bu avukatlardan Ahmet Hikmet Gönen’in müdafaaları ekseriya, Ord.Prof.Dr.Ali Fuat Başgil’in eserlerinden hazırladığını, yukarda geçmiş hatıratından kaydetmiştik.

Yine avukatlardan Halil Hilmî Bozcalı’nın mahkemede, bilhassa savcının iddia ve isnatlarına karşı çok cesurane konuştuğunu bazı Nur talebelerinden duymaktayız. Bu cesur ve ünlü avukatın, mahkemenin bir celsesinde yaptığı konuşmayı kaydedip Üstad’ına bildiren Hüsrev Altınbaşak’ın mektubu şöyledir:

“Çok sevgili Üstadımız Efendimiz!

Dünki mahkememiz 1.10.1948 cuma günü çok ehemmiyetli ve çok heyecanlı olmuştur. Avukatımız Halil Hilmi, baştan nihayete kadar cereyan eden mahkeme safahatından elde ettiği kanaatı hülâsaten arzettikten sonra, Denizli mahkemesinde Said-i Nursi Atatürk’e rakı içe-içe karnı su tulumbası gibi şişmiş” dediği, hem orada, kendisine “Başını niye açmıyorsun, sarığını niye çıkarmıyorsun?” dedikleri zaman: “Başım gövdemden ayrılmadıkça veya boynuma ip takıp beni asmadıkça o teklifinizi bana tatbik edemezsiniz!..”diyerek Nur diyerek şiddetli konuştuğu halde, Said-i Nursi Denizli’de dokuz ay imtidat eden tahkikat neticesinde, bugün de kendisine ve talebelerine isnad edilen suç mevzularından, daha çok ittihamlardan hiç birisi mevcud olmamakla eserleriyle, talebeleriyle beraet kazanmış” demiştir.

“Şimdi ise, bu yüksek mahkemenizde çok mülâyim konuşan ve asla dinî bir temayülden başka hiç bir şeye iltifat etmedikleri anlaşılan Bediüzzaman ve talebeleri. bu biçare vatan evlâdlarının daha çok mevkufiyetlerinin temadisinin zulüm olduğu kanaatine yüksek mahkemenizde vasıl olmuştur.. ilh” diyerek sözünü bitirmiştir…

Çok kusurlu talebeniz Hüsrev(141)”

Merhum Hüsrev Ağabeyin mektupla bildirdiği avukatlara dair bu tarz sözlü ve mahkeme dosyalarına geçen müdafaalardan gayrı yazılı bir şey mevcut değildir.

Böylece Hazret-i Üstad’ın tevkif tarihinden başlamak üzere, dört küsûr ay sonra duruşmalara başlıyan Afyon Ağır Ceza Mahkemesi safahatı tam altı buçuk ay sürdü. Üst tarafta arzedildiği gibi, savcı kırkaltı sahifelik iddi-

(141)Aynı eser S: 235

1694

anamesini; altı yedi ay kanunsuz şekilde yanında saklayıp Üstad’a vermediği ehl-i vukuf raporuna dayandırarak hazırlamış ve Sorgu Hâkimliği de bu iddianamenin tıpa-tıpı olan kararnamesini yazmış ve mahkemeye vermiştir.

Mahkeme heyeti de -Üzülerek söyliyelim- peşin ve mültezem kararlı idi ki; bunca müdafaalar, delilli ispatlar vesaireden hiç bir şeyi dinlemeden kararını menfi şekilde verdi. Mahkeme kararnamesi de, savcının ve sorgu hâkimliğinin iddianame ve kararnamelerinin bir kopyası şeklinde tezahür etti.

Fakat mahkeme, bu peşin kararlılığından dolayı, işi ne kadar sürüncemede bırakabilse ve iş ne kadar uzasa, onlar için o kadar kârdır gibi bir tutum içerisinde idi. Bir çok duruşmalar, âdî bazı bahaneler sebeb gösterilerek, mahkemenin te’hir üstüne te’hiri yapılıyordu. Bazen dışarda tutuksuz bulunanlardan birisinin mahkemede hazır bulunmaması te’hire sebeb gösteriliyordu.

Hazret-i Üstad, mahkemenin böyle sebebsiz bahanelerle te’hir üstüne te’hir vermesi üzerine talebelerini teskin ve teselli ediyordu. Yine mahkemenin böyle bir te’cil ve geri atmasından dolayı, hapisteki talebelerine şu mektubu yazmıştı:

“Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: اَلْخَيْرُ فٖى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ sırrıyla inşaallah mahkememizin te’hirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.

Evet, Risale-i Nurun meselesi âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunmasından, böyle heyecanlı toplanmalar ile umumun nazar-ı dikkatini hakikatlarına celbetmek lâzımdır ki; ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızlarının küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın hâricinde böyle şa’şaâ ile, Risale-i Nur kendi derslerinden dost ve düşmana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmiyerek gösteriyor. Madem hakikat budur, biz küçücük sıkıntılarımızın kenin gibi bir acı ilaç bilip, sabır ve şükür etmeliyiz. “Yahu bu da geçer!..” demeliyiz…(142)”

İşte bu şekilde devam eden Afyon Ağırceza mahkemesi; o kadar hüccetli ve bürhanlı ispatlar, onca müdellel ve müskit müdafaalar ve o kadar mazlumane feryadlar; vicdanları kıskıvrak bağlanmış gibi olan mahkeme

(142)Afyon Hapsi mektupları siyah defter S: 180

1695

heyetine zerrece te’sir etmemişti. Nihayet ma’hud ve mültezem kararını verdi. Kararı ve gerekçesini gören akl-ı selim sahibi her hukukçu bilir ki; karar mültezemdir. Yani peşin olarak kararlaştırılmış, kanuna ve hakka dayanmıyan bir karardır.

Evet, Afyon mahkeme heyeti, kendi kanun adamı olan şahsiyetlerini Denizli’nin müstakim âdil hâkimleri gibi, hârici tesirlerden -evham ve korku yüzünden- kurtaramamıştı. Kim bilir belki de vicdanları sızlıya sızlıya, dinî akide ve inançları kıvrana kıvrana karar vermişler ve kâğıda yazmışlardır.

Evet, karar menfi idi. Karar, bir din ve imanın mücahid bir dahîsini, Kur’an ve din adına yazdığı tavizsiz eserlerinin, hakikatlı ve dinin bazı öz mes’elelerinden dolayı mahkûm ediyordu. Kararın gerekçesinde hiç bir kanun adamına, hiç bir adalet mensubuna yakışmıyan ifadeler vardı. Bu karar -Belki de- vicdanını, adalet hissini, din ve iman akidesinin terazisini komünist ve mason güçlere peşkeş çeken bazı çevrelerin icbarla hazırlattırdıkları bir şey idi. Çünki:…

Halbuki kararın gerekçesinde yer alan tüm iddialar, mahkeme safahatı boyunca tek tek çürütülmüş idi. Kanunî hiç bir mesnedi kalmamıştı. Hülâsa: Afyon Ağırceza Mahkemesi’nin o kararı, eğer temyiz mahkemesi onu esastan bozup silmeseydi, tarih önünde müstakil olan adliyenin yüzünde en utanılacak rezil ve kara bir leke halinde kalmış olacaktı. Fakat temyiz mahkemesinin vicdanlı ve âdil hâkimleri onu adliyenin yüzünden sildi, temizledi.

Evet, adalet ve kanun namına kurulmuş bir mahkemenin verdiği kararına karşı -ne olursa olsun- saygı duymak icabeder. Lâkin az ilerde kararın gerekçelerinden bazı örnekler vereceğimiz tüyler ürpertici maddelerinden sizler de hayretle müşahede edeceksiniz ki; karar, bir kanun ve adalet mahkemesinin vereceği bir karardan çok, bir mültezemlik, bir önceden verilmiş talimatlarla planlanmışlığın tipik örneğidir. Bunun yanında karar aynı zamanda çok iftiralıdır da… o halde ona karşı saygı işi çok ötelerde kalır.

Her ne kadar Hazret-i Üstad Bediüzzaman, mahkemenin altmış sahifelik gerekçeli kararnamesine karşı Yüce mürşid şahsiyetinin icabı olarak teşekkür etmiş ve o kararın kırkbeş sahifelik bölümünü -Risale-i Nurdan alınan ve yanlış hatalı değerlendirilmelere tabi’tutulup, büyük taltifler yerine, suç saymalarını bir acib ibret nümunesi olduğundan; bir kitap halinde hemen teksir ettirerek neşrettirmiş ise de, bu onun alicenablığının, mürşidlik vasfının icabıdır. Amma bizlerin tarihi, büyük ve acib bir kanunsuzluk örneği ve iftirakâr bir zulmün nümunesi olan o kararın tenkidini yapmak hakkımız ve vazifemizdir sanırım.

1696

Her ne kadar bazı zatlar, mezkûr kararın içinde yer alan, az ilerde kaydedeceğimiz maddelere nazar-ı dikkati çekmenin doğru olmıyacağını söylemişlerse de.. ve Temyiz Mahkemesi onu esasından bozup, süpürüp atmışsa da.. ve hatta belki de, Hazret-i Üstad bu heyeti de affedip hakkını helâl etmişse de; lâkin biz Bediüzzaman’ın hayat seyrini yazmak sadedinde olduğumuz için, tarihin yüz karası olan o ma’hud kararı ve kararı veren kimselerin o durumdaki halleri bir küfür ve tuğyan odağının bendeliklerini yapmaları cihetiyle aynen onu ibraz etmek ve nesl-i atiye arzetmek herhalde yanlış değil, zarurî bir hizmettir.

Nitekim Hazret-i Üstad da bu karardan ve karardaki -acib örnekleri vereceğimiz- maddelerinden; Afyon hapsinden sonra da, bilhassa 1950’de iktidara gelen Demokratlara bazı mektuplarında zaman zaman temas etmiş ve göstermiştir. İleride bu hususa dair Üstadın yazıları gelecektir. Ayrıca temyiz mahkemesinde üstadın müdafaasını yapan Avukat Hulusi Bitlisî de aynı maddeye parmak basa-basa, müdafaalarını yapmış ve yüksek mahkemenin hâkimlerinin nazarlarını ona bilhassa çevirmeye çalışmıştır.

AFYON’UN İLK KARARI

İşte; 6.12.1948 günü Afyon Ağırceza mahkemesi kararnamesinin gerekçeli olan son hüküm bölümünün dehşet verici iftiralı isnadlarına buyurun beraber bakalım: (Sadece bir kaç yerini örnek için alıyoruz)

“…Netice: Sanıklardan Said-i Nursi ve Ahmet Feyzi Kul’un dinî hissiyatı alet ederek, halkı devlet aleyhine teşvik edici hareketlerde bulunmak suretiyle vaki hareketlerine mutabık Türk Ceza Kanununun 163. maddesinin birinci fıkrası mucibince; Bunlardan Said-i Nursi’nin damarlarında Kürtlük kanı kaynıyan ve kafasında hâlâ Kürtlük fikir ve akideleri yaşıyan bu sanığın yirmi senedenberi Eskişehir mahkemesince mahkûm olduktan sonra dahi, gittikçe artan bir cehd ile çalışarak, bilhassa Atatürk’ün kalblerde yerleşen sevgisini sarsmak için en ağır tecavüzünü yapmış.. ve onun cumhuriyete emanet ettiği Türk gençliğini dahi zehirlemeye çalışmış olması.. takdir-i şiddet sebebi sayılmak suretiyle iki sene ağır hapse konulmasına, altmış beş yaşını bitirmiş bulunması sebebiyle cezasının altı da biri indirilerek bir sene sekiz aya mahkûm olmasına…”

Mahkeme hey’eti, bu neticeye ve karara vardığının gerekçelerinden de bir ikisini arzedelim:

“… 22/9/1948 tarihli dilekçesinde: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve amelen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyla amel etmiyoruz..”

“29/8/1948 tarihli dilekçesinde: “… Benimle mücadele eden gizli zen-

1697

dakâ komitesiyle, şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar.

Kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi, Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve antika bir yadigârı olan Ayasofya’yı puthaneye ve Meşihat dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemenin bir suç olmasına imkân var mıdır?”

“2/12/1948 tarihli teşekkürnamesinde, ehl-i vukuflara üç noktadan teşekkür ettiğini… Fakat “Dine ve Terbiye-i Muhammediyeye zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteren SİRACÜN NUR(143) ile münakaşa etmek, onun müsaderesine yardım etmek, demek olduğunu beyan ediyorum” denmektedir”

Bir düşünelim, acaba bir adliye mahkemesinde, aylardan beri zulmen hapsedilmiş, hapiste ondört ay tek başına kimseyle görüştürülmemek üzere bir tecrid-i mutlakta durdurulmuş, bunun yanında ona su-i kasd için bir kaç defa zehir verdirilmiş bir din âliminin bu müdafaalarında benzeri ifadeler, hem de hakikat ve vaki’ olarak beyanlarının hangi suretle onu suçlu şekilde kaydedilebilir ve gösterilebilirdi?..

Gerçekten de, 1934’de İnönü’nün bir önergesiyle, hiç bir sebeb zahirde yokken ve durup dururken, gizli ecnebî baskısı neticesi olsa gerek ; Sultan Mehmed Fâtih’in yadigârı olan beşyüz senelik muazzam bir İslâm ma’bedini kapattırarak, putlarla dolduran bir insanın sevgisi nasıl kalblere yerleşecekti?.. Ayrıca Hazret-i Bediüzzaman’ın o müdafaalarını söylediği zaman henüz Atatürk hakkında bir koruma kanunu da mevcud değildi.

Hem yine Hazret-i Üstad’ın dediği gibi, C.H.P iktidarı döneminde Şükrü Kaya, Şükrü Saraçoğlu, Hasan Ali Yücel gibi adamlar hükûmet kabinesinde büyük makamlar işgal etmemişler mi idi? Ve alenî şekilde dine düşmanlık namına Kur’an ve din aleyhinde menhus beyanatları ve fiiliyatları sâdır olmamış mı idi?..

İşte bir kanun ve adliye mahkemesinin hâkimlerinin keyfi ve kanunsuz olan kararnamelerinde yazılan maddelerin, bilhassa o sıra için hiç bir suç olmadığı halde, verdikleri karar ve serdettikleri gerekçelerini gördünüz. Acaba Bediüzzaman Hazretleri, -Kararda gösterildiği şekilde- haşa, Kürtlük fikir ve akidesini ne zaman, nerede ve nasıl yaşamış ve yaymıştı?.. Bu iddianın hangi delil ve hücceti mevcuttu?.. “Kanında Kürtlük kaynıyan.:” diyor. Bu söz bir adliye mahkemesinin lisanında nasıl gezebilirdi?.. Buna ehl-i vicdan hükmetsin!..

(143) Sirac-ün Nur eseri Osmanlıca olarak teksirle çoğaltılmış, içinde on üç adet çeşitli imani ve içtimaî risaleleri ihtiva eden bir mecmuanın ismidir. A.B.

1698

Netice-i karar; Bediüzzaman Hazretlerine, az üstte nümuneleri verilen benzeri gerekçelerle yirmi ay, Ahmet Feyzi Kul’a ise, şa’şaalı müdafaat ve medhiyeler yazdığı için, on sekiz ay. Diğer maznunlardan Hüsrev Altınbaşak, Tahiri Mutlu, Ceylan Çalışkan, Mustafa Usman, Sabri Halıcı. İbrahim Ethem Talas, Ali Akdağ, Re’fet Barutçu, Halil Çalışkan, Mehmet Çalışkan. Hasan Çalışkan, Mustafa Acet, Hıfzî Bayram, Bürhan Çakın, Ziver Gündüzalp. Mehmet Feyzi Pamukçu, Rıf’at Filizer, Salahaddin Çelebî. Ahmet Nazif Çelebî. İbrahim Fakazlı ve Hüseyin Baykan ve bilahere Mustafa Sungur adlarındaki masumlara ise, Bediüzzaman’a neşriyatta yardım ettikleri için, altışar ay· cezalandırılmalarına.. Ve bütün maznunların Ceylan Çalışkan ile Hasan Çalışkan’ın on sekiz yaşı doldurmadıkları için, hariç kalmak üzere- her birisinin hükümleri kadar da ayrı ayrı yerlerde emniyet gözetimi altında sürgün tutulmalarına diye karar verilmişti.

Mustafa Sungur ise, davası ayrı yürütülmüş, ona da altı ay ceza verilmiş, fakat yaşının küçük olması sebebiyle dört aya indirilmişti.

Maznunlardan adları yazılı on sekiz kişinin, mahkemenin karar gününe kadar kimisi onbir ay, kimisi dokuz ay hapiste bekletilmiş, bunların bir çoğu verilen cezadan dört beş ay fazla hapiste kalmışlardı. Gayr-ı mevkuf olanlardan da mahkemenin karar gününden sonra, tekrar tevkif altına alınmışlar ve temyiz mahkemesi, kararı esastan bozduğu halde, maznunlara kararın hükmü tam olarak infaz ettirilmiştir.

Adları yazılan on sekiz kişinin dışında kalan kimseler ise, beraet etmişlerdi.

Mahkeme bu kararını ittifakla vermişti. Kararın altında şu isim ve imzalar vardı.

        Reis                 Aza                   Aza                 Kâtip

Tevfik Önen Lütfi Kaynak Kazım Kirizoğlu Fevzi Yaman

     1920              4910                 7409

6/12/1948

(Afyon Mahkemesi Kararnamesi kitabı sahife-69-80)

KARAR TEMYİZ EDİLDİ

Usulü dairesinde, onbeş gün geçmeden karar temyiz edildi. Hazret-i Üstad temyiz lâyihası olarak “Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya bir şekvadır” başlıklı ve on vecihle yapılan kanunsuz muameleleri dile getiren yazısıyla, Eskişehir hadisesi tashih-i karar lâyihasını ve bir de Avukat Hikmet Gö-

1699

nen’in Üstad adına yazdığı mukaddemeyi ve diğer müdafaalarından bazı parçaları birleştirerek, temyiz lâyihası olarak adliyeye gönderdi. Talebelerden bazıları da birer kısa lâyiha yazarak mahkemeye, ilgili yerine verdiler. Fakat kasd-ı mahsusla savcı açık bir kanunsuzluk yaparak ve adliye usullerini çiğneyerek, bu evrakı üç ay kadar sallandırmış, temyize göndermemiştir. Maksadı belliydi, temyiz mahkemesinin onu mutlaka bozacağını biliyordu. Bu yüzden hapiste bu maznunları ne kadar bırakabilse onun için o kadar kârdı.

Nihayet avukatların müdahaleleri neticesinde üç ay sonra, evrak Ankara’ya yollanabildi. Bu hesaba göre temyiz evrakı ancak 1949 Mart başında Ankara’ya ulaşabildi. Avukatlar temyizi mürafaalı istediler. Bu istek temyiz mahkemesince kabul edildi. Bu arada Hazret-i Üstad “Elhüccet-üz Zehra” risalesine bir mukaddeme ekliyerek onu da evrak arkasından hem temyiz mahkemesine hem de bazı bakanlıklara yolladı.

HZ. ÜSTADIN TEMYİZ LAYİHASI

Afyon mahkemesinin ilk menfî kararı üzerine Hazret-i Üstad’ın temyiz müdafaası olarak mahkemeye gönderdiği lâyihasından Elhüccet-üz Zehra ile birlikte eklediği “MAHKEME-İ KÜBRAY-I HAŞRE BİR ŞEKVADIR” yazısı:

“MAHKEME-İ KÜBRAY I HAŞRE BİR ŞEKVADIR

Bismihi Sübhanehu

Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arz-ı haldir ve dergâh-ı ilâhîye bir şekvadır.. Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz hâkimleri ve istikbalde nesl-i âti ve darülfünunun münevver muallimleri ve talebeleri dahi dinlesinler.

İşte bu yirmisekiz senede, yüzer işkenceli musibetlerimden “on tanesini” âdil-i Hâkim-i Zülcelâl’in dergâhı adaletine müştekiyane takdim ediyorum:

Evvelâ: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saâdetine ve imanına hayatımı vakfettim.. Ve milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata benim başım dahi feda olsun diye, bütün kuvvetimle Risale-i Nurla Kur’anın hakikatına çalıştım. Bütün zâlimane ta’ziblere karşı tevfik-i ilâhi ile dayandım, geri çekilmedim. Ezcümle Afyon hapsinde ve mahkememde

1576 başıma gelen çok gaddarane muamelelerden ve musibetlerimden on tanesinden:

BİRİSİ: Üç defa ve her defasında iki saate yakın aleyhimizde garazkârane ve müfteriyane ittihamnamelerini, bana ve adaletten teselli bekliyen masum Nur talebelerine cebren dinlettirdikleri halde, çok rica ettim,

1700

“Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumu müdafaa edeyim” dedim. Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

İşte bu mes’elelerden birisi: Ben kırk elli sene evvel müteşabih bir hadis-i şerifin bir harika manasıni beyan etmiştim ve sonra Risale-i Nura yazmıştım ki: “Bir adam sabah kalkar, alnında “haza kafirun” yazılmış bulunur” yani Avrupa gibi başına şapka giyer ve cebren giydirir.

Bir kumandan havatıyla ve mematıyla beni tasdik edip, “İşte o adam benim” diye acib icraatıyla bu hadisi şerifin hakikatını ispat ettiği halde, zalimler nurlara ilişmesinler diye ben mahrem tuttum.

Sonra gördüm ki: İslâm ordusunun hasenelerini o kumandana vermekle, milyonlar haseneler bir tek haseneye iner, sükut eder.. ve o kumandanın kusurlarını ve seyyielerini orduya vermekle, o seyyie bir milyon seyyie olur, o şanlı kahraman orduyu tam lekedar ediyor bildim.

Benim gizli ve mahrem tutmakta hata ettiğime kanaat getirdiğim aynı zamanda, mahkemeler o hakikatı tam tamına teşhir ettiler. İzahını büyük müdafaatıma havale edip gayet kısa bir işareti şudur:

Mahkeme bizi cezalandırmak için ileri sürdüğü en büyük sebeb, benim o kumandanı sevmemekliğim ve sevdirmemekliğim ve Kur’anın çok âyatına karşı onun inkâr ve muarazasını reddetmekliğim, fikren ve ilmen kat’î hüccetlerle onun mesleğini kabul etmemekliğimdir. Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki arkadaşıma izin verildi, müdafaatımın yazısında az bir parça yardım oldu. Sonra onlar da men’ edildi. Pek gaddarane muameleler içinde cezalandırdılar.

Müdde-i umuminin bin dereden su toplamak nevinden ve yanlış manalar vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkârane ve onbeş sahifesinde seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini dinlemeye bizi mecbur ettiler.

Beni konuşturmadılar!.. Eğer konuştursalardı, diyecektim: “Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir eden ve Peygamberinizi ve Kur’anınızın kanunlarını reddedip kabul etmiyen Yahudî ve Nasranî ve Mecusilere, hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara; hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğiniz halde.. Ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta müteassıb, cebbar bir hükûmetin daire-i mülkünde ve hâkimiyetinde Mısır ve Hindde milyonlarIa Müslümanlar her vakit Kur’anın dersiyle İngiliz’in bütün batıl akidelerini ve küfrî düsturlarını reddettikleri halde, onların mahkemeleri ilişmediği halde; ve her hükûmette bulunan şiddetli muhalifler alenen 

1701

fikirlerini neşirde o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde;

Benim musibetli bu otuz senelik hayatımı ve yüzotuz kitabımı ve en mahrem Risalelerimi ve mektuplarımı hem Isparta hükümeti, hem Denizli mahkemesi, hem Ankara Ağırceza Mahkemesi, hem Diyanet Rivaseti, hem iki defa, belki üç defa mahkeme-i temyiz tam tahkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nurun mahrem ve gavr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icabedecek bir tek maddeyi gösteremedikleri; Hem bu derece za’afiyetim ve mazlumiyetim ve mağlubiyetim ve bu kadar ağır şerait ile beraber ikiyüzbinden ziyade hakiki ve fedakâr şakirdlere, vatan ve millet ve asayiş menfaatında en kuvvetli ve sağlam ve hakikatlı bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nurun elinizdeki mecmuaları ve dörtyüz sahife müdafaatlarımız masumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanun ile, hangi vicdan ile, hangi maslahat ile, hangi suç ile bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetlerle ve tecridlerle mahkûm ediyorsunuz?.. Elbette mahkeme-i kübray-i haşirde sizden sorulacak.

İKİNCİ MUSİBET : Beni cezâlandırmak için gösterdikleri bir sebeb, benim tesettür ve irsiyet ve zikrullah ve taaddüd-ü zevcât hakkındaki Kur’anın gayet sarih ayetlerine medeniyetin ettiği itirazlara karşı, onları susturacak tefsirimdir.

Yirmi sene evvel Eskişehir mahkemesine ve Ankara’ya mahkemeî temyize tashih lâyihası yazdığım ve aleyhimdeki Afyon mahkemesinin kararnamesinde yazdıkları bu gelen fıkrayı; Hem haşirde mahkeme-i kübraya bir şekva, hem istikbalde münevver ehl-i maarif hey’etine bir ikaz, hem iki üç defa bizim beraetimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinliyen mahkeme-i temyize “Elhüccet-üz Zehra” ile beraber bir nevi lâyiha-i temyiz.. Hem beni konuşturmıyan ve seksen hatasını ispat ettiğimiz garazkârane ittihamnameleriyle beni iki sene ağırceza ve tecrid-i mutlak ve iki sene başka yere nefy ve göz nezareti hapsiyle mahkûm etmeye çalışan hey’ete aynen o fıkrayı tekrar ediyorum. İşte o fıkra şudur:

“Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asırda üçyüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikî bir düstûr-u ilâhiye, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üçyüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm etmek istiyen haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.” diye bağırıyorum, bu asrın sağır kulakları dahi işitsin. 1580

Acaba bu zamanın bazı ilcaâının iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebî kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmiyen ve siya-

1702

seti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden çekilen bir adamı;o âyatın tefsirleriyle suçlu yapmakta, İslâmiyeti inkâr ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadlarımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri ittiham çıkmaz mı? diye yazdığım “Bir ihtar” tabirinden kararnamede hiddet edenlere ihtar ederim.

ÜÇÜNCÜ MUSİBET : Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebeb: Emniyeti ihlâl ve asayişi bozmaktır?..

Pek uzak bir ihtimal ile, yüzde ve belki binde bir imkân ile, hatta en uzak imkânatı vukuât yerine koyup, bazı mahrem Risalelerimden, hususan mektuplarımdan ve Risale-i Nurun yüzbin kelime ve cümlelerinden kırk elli kelimesini -yanlış mana vererek- bir sened gösterip, bizi ittiham ve cezalandırmak istiyorlar.

Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şâkirdlerini işhad ederek derim:

“İstanbul’u işgal eden İngiliz’in başkumandanı İslâmlar içine ihtilâf atıp, hatta şeyh-ül islamı ve bir kısım hocaları birbiri aleyhine sevkederek; İ’tilafçı ve İhtilafcı fırkalarını birbiriyle uğraştırarak; Yunan’ın galebesine ve Harekât-ı Milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada: İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi tab’ ve neşir etmekle, o İngiliz başkumandanının dehşetli plânını kıran ve o kumandanın idam tehdidine karşı geri çekilmiyen.. ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde, Ankara’ya kaçmayan..

Ve esarette Rus’un başkumandanına başını eğmeyen ve o başkumandanın idam kararına ehemmiyet vermeyen..

Ve Otuz Bir Mart hadisesinde sekiz taburu bir nutukta itaate getiren..

Ve Divan-ı Harb-i Örfi’de mahkemedeki paşaların: “Sen de mürteci’sin. Şeriat istemişsin?” diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip, cevabında: “Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteci’im ve şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” diyen ve o büyük zâbitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken beraetine karar verilen.. Ve tahliye olup dönerken onlara teşekkür etmiyerek: “Zalimler için yaşasın cehennem” diye yolda bağıran..

Ve Ankara’da Divan-ı Riyasette (Afyon kararnamesinin yazdığı gibi) Mustafa Kemal hiddetle ona: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin Nmaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilâf verdin” demesiyle; Ona karşı: “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmıvan haindir” diye kırk elli meb’usun huzurunda söyliyen..

1703

Ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran..

Ve altı vilâyet zabıtasınca ve hükûmetçe asayişin ihlâline dair bir tek maddesi kaydedilmiyen.. Ve yüzbinlerle Nur şâkirtlerinin hiç bir vukuâtı görülmiyen, yalnız bir küçük talebenin haklı bir müdafaada küçük vukuâtından başka,hiç bir şâkirdinde bir cinayet işitilmiyen.. Ve hangi hapse girmiş ise, mahpusları ıslâh eden..e Risale-i Nurdan yüzbinler nüsha memlekette intişar etmekle beraber, menfaattan başka hiçbir zararı olmadığını yirmiüç senelik hayatının ve muhtelif tarihlerde üç hükûmet ve mahkemelerin beraetler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüzbin şâkirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden.. Ve münzevi, mücerred, garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören.. Ve bütün kuvvet ve kanaatıyla fanî şeyleri bırakıp eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bakiyesine bir medar arayan.. Ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermiyen.. Ve şiddet-i şefkatinden masumlara ve ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm ve ta’zib edenlere hatta beddua da etmiyen bir adam hakkında:

“Bu ihtiyar münzevî asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm etmek istiyenler, elbette yerden göğe kadar suçludurlar. Mahkeme-i kübrada hesabını verecekler.

Acaba bir nutuk ile isyan eden sekiz taburu itaate getiren.. ve kırk sene evvel bir makalesi ile binler adamı kendine tarafdar yapan.. ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmıyan, dalkavukluk etmiyen.. Ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve hergün biri kesilse zendekaya ve dalâlete teslim-i silah edip, vatan ve millete ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-ı Kur’ana feda olan bu başımı zalimlere eğmem” diyen.. Ve Emirdağ’ında beş on ahiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimseyle alâkadar olmıyan bir adam hakkında:

İttihamnamede, “bu Said Emirdağ’ında gizli çalışmış, asayişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. yirmi adam da etrafında onu medhedip hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki: O bir siyaset çeviriyor” diye emsalsiz bir adavet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakta ve mahkemede konuşturmamakla ta’zib edenler, ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini ehl-i adalet ve insafın vicdanlarına havale ediyorum.

Hiç mümkin midir ki, böyle haddinden bin derece ziyade teveccühû ammeye mazhar ve eski zamanda bir nutuk ile binler adamı itaâte getiren ve Ayasofya Câmiinde ellibin adama takdir ile nutkunu dinlettiren 

1704

bir adam; Üç sene Emirdağ’ında çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın!.. Ve seksen yaşında iken ahiret işini bırakıp, siyaset entrikalarıyla uğraşsın ve yakın olduğu kabrine nurlar yerinde lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kabil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.

DÖRDÜNCÜ MUSİBETİM: Şapka giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar, yoksa beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim:

Üç ay Kastamonu’da polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiç bir vakit bana demediler: “Şapkayı başına koy!..” Ve üç mahkemede şapkayı başıma koymadığım ve başımı mahkemede açmadığım halde Afyon müstesna- bana ilişmedikleri.. Ve yirmiüç sene bazı dinsiz zalimlerin o bahane ile bana gayr-i resmî çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri.. Ve şimdi asker neferatının başlarından kalktığı ve çocuklar ve kadınlar ve ekser köylüler ve dairede memurlar ve bere giyenler şapka giymeye mecbur olmadıkları.. Ve hiç bir maddî maslâhat giymesinde bulunmadığı halde; Benim gibi bir münzevi ve bütün müçtehidlerin ve umum şeyh-ül İslâmların yasak ettikleri bir serpuşu giymediğim bahanesiyle ve uydurmalı ilâvesiyle, yirmi sene cezasını çektiğim.. Ve libasa ait manasız bir âdetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan; Ve çarşıda Ramazanda, gündüzde rakı içip namaz kılmıyanları hürriyet-i şahsiye var diye kendine kıyas edip resmen men’etmek vazifesi iken, ilişmediği halde; bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni bir kıyafetim için suçlandırmağa çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedisini ve kabrin daimi haps-i münferidini gördükten sonra, mahkeme-i kübrada ondan bu hatası sorulacak!..

BEŞİNCİ MUSİBETİM: Otuz üç ayât-i Kur’aniyenin tahsinkârane işaretine mazhariyetini ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı A’zam gibi Evliyanın takdirlerini ve yüzbin ehl-i imanın tasdiklerini ve yirmi senede millete ve vatana zararsız pek çok menfaatli olmakla “yüksek menfaatli mertebeyi kazanan Risale-i Nuru, sinek kanadı gibi bahanelerle bazı Risalelerinin müsaderesine, hatta dörtyüz sahife olan ve yüzbin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikâr-ı Mu’cizat mecmuasını; içindeki eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman ve af kanunları görmüş iki ayetin haklı tefsirine dair iki sahife bahanesiyle, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine çalışıldığı gibi; şimdi de Nurun kıymettar Risalelerinden her birisinin bin kelimesi içinden bir iki kelimesine yanlış mana vermekle, o bin menfaatli Risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder.

1705

Biz dahi

 لِكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  deriz.

ALTINCI MUSİBETİM: Nurun şâkirtlerinden bazılarının fevkalâde iman hizmetlerini ve sarsılmaz aynelyakin ulûm-u imaniyeyi nurlarda görüp istifade ettiklerinden, bu biçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nevinde ziyade hüsn-ü zan ile ve müfritane medih etmeleri ile beni suçlu gösterene derim:

Ben aciz, zaif, gurbette menfi, yarım ümmî ve aleyhimde propaganda ile, halkı benden ürkütmek halleri içinde; Kur’an’ın ilâçlarından ve imanın kudsî hakikatlarından dertlerime tam derman olanlarını kendime bulduğum zaman; bu millete ve bu vatan evlâdlarına dahi tam bir ilâç olduğuna kanaât getirdiğim için, o kıymettar hakikatları kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i ilâhiyye bana sadık, hâs, metin yardımcıları verdi. Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimane medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdir ile kırmak; o hazine-i Kur’aniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer diye, o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçırmamak için onların âdi ve müflis şahsıma karşı medih ve senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nura ve hâs şâkirdlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum.. Ve “bana benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif olan ve razı olmıyan bir adamı, başkalarının onu medhetmesiyle suçlu yapar mı ki; kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor?

Hem neşrettiğimiz, aleyhimize yazılan kararnamenin ellidördüncü sahifesinde: “Hem Nurun mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlâsı bozmamak için uhrevi makamât dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” diye kararnamede yazdıkları.. Ve yine kararnamede yirmiikinci ve yirmiüçüncü sahifesinde: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı ilâhîye iltica etmek ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade biçare, âciz, kusurlu görüyorum. O halde bütün halk beni medh ü sena etse, beni inandıramazlar ki; iyiyim ve sahib-i kemalim.. Sizi bütün bütün kaçırmamak için üçüncü hakiki şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemiveceğim. Cenab-ı hak inayetiyle en edna bir nefer gibi bu şahsımı esrar-ı Kur’aniyede istihdam ediyor. Yüzbin şükür olsun. Nefis cümleden edna, vazife cümleden 

1706

a’lâ..”fıkrasını kararnamede yazdıkları halde, beni başka zatların medhiyle ve Risale-i Nur manasıyla bana bir hidayet edici vasfını vermekle, beni suçlu yapanlar elbette bu hatalarının cezasını dehşetli çekmeye müstehak olurlar.

BAŞIMA GELEN MUSİBETLERDEN YEDİNCİSİ: Biz ve umum Nur Risaleleri Denizli ve Ankara Ağırceza ve temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraet ettiğimiz ve umum Risale ve mektuplarımızı bize iade ettikleri.. ve temyizin bozma kararında: “Denizli beraetinde faraza bir hata dahi olsa, o beraet ve hüküm kat’iyet kesbetmiştir. Daha tekrar muhakeme edilmez” dedikleri halde; Ben Emirdağ’ında üç sene münzevî ve iki üç terzi çırağıyla nöbetle bana hizmet ve pek nadir olarak beş on dakika bazı dindar zatlardan başka zaruret olmadan konuşmıyan.. Ve tek bir yere teşvik için haftada bir tek mektubdan başka muhabere etmiyen.. ve kendi müftü kardeşine üç senede üç mektuptan başka yazmıyan.. Ve yirmi otuz senedenberi devam eden te’lifini bırakan, yalnız bütün ehl-i Kur’an ve imana menfaatli, yirmi sahifelik iki nükte, biri: Kur’an’daki tekrarların hikmeti.. Diğeri: melekler hakkındaki bazı mes’elelerden başka hiç bir Risale daha te’lif etmiyen.. Ve yalnız mahkemelerin iade ettikleri Risalelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab’edilen Ayet-el-Kübra’nın beşyüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir makinesi resmen yasak olmadığından; âlem-i İslâmın istifadesi fikriyle; kardeşlerime neşir için teksirine izin vererek, onların tashihleriyle meşgul olan.. ve kat’iyen hiç bir siyasetle alâkadar olmıyan.. ve memleketine gitmek için resmen izin verildiği halde, bütün menfilere muhalif olarak dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmiyen bir adam hakkında:

Üçüncü ittihamnamede asılsız isnadlarla ve yalan bahisler ve yanlış manalarla o adamı suçlu yapmaya çalışanda -Şimdilik söylemiyeceğim dehşetli iki mana hükmettiğini bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor. Ben de derim: Kabir ve sakar yeter, mahkeme-i kübraya havale ediyorum.

SEKİZİNCİ MUSİBETİM: Beşinci Şua’, iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin elinde kalıp, sonra bize iade ettiklerinden; Denizli mahkemesinden beraetimizi netice veren müdafaatımla beraber Siracün Nur ismindeki büyük mecmuanın ahirinde yazılmış. Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk. fakat madem mahkemeler onu teşhir edip beraetle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine izin verdim.

1707

O Beşinci Şua’ın aslı kırk elli sene evvel yazılmış, müteşabih bir kısım hadislerdir. Fakat ümmette eskidenberi intişar eden bir kısmına gerçi bazı ehl-i hadis zaafiyet isnad etmişler. Fakat zahirî manaları medar-ı itiraz olmasından, sırf ehl-i imanı şüphelerden kurtarmak için yazıldığı halde, bir zaman sonra onun harika te’villerinin bir kısmı gözlere göründüğü için, biz onu mahrem tuttuk ta yanlış mana verilmesin. Sonra müteaddit mahkemeler onu tetkik edip teşhirine sebeb olmakla beraber, bize iade ettikleri halde; Şimdi beni tekrar onun ile suçlu yapmak, ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu bizi kanaât-ı vicdaniye ile mahkûm etmek istiyenlerin ve edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübraya havale ederek

  حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  deriz.

DOKUZUNCU MUSİBETİM: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenler Risale-i Nuru mütalâa ettiklerinin hatırı için onları kızdırmamak fikri ile yazmadım.(144)

ONUNCUSU: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

Tecrid-i mutlakta mevkuf SAİD-İ NURSİ (145)”

(144)Bu dokuzuncu madde, hapisten sonra Üstad’ın bir eski talebesi Abdürrezzak Efendi. Dersim hadisesindeki katliamları dile getiren ve az sonra sıra Büyük Doğu’da intişar eden aynı meseleye tatbik edilen yazısı Üstad tarafından tanzim edilerek kaydedildi. A.B.

(145)Osmanlıca Tiryak S: 59-79

1708

TEMYİZ MÜDAFAALARI

Afyon Mahkemesi kararından hemen sonra, yani 14.12.948’de Avukat Ahmet Hikmet Gönen temyiz lâyihasını yazmış, ilgili yere vermişti. Bilâhare temyiz mahkemesi mürafaalı duruşmaları kabul ettikten sonra da, 11.5.1949’daki duruşma gününde, Av. Ahmet Hikmet Gönen yazdığı lâyihanın aynısını şifahen de mahkemede okudu. Bu lâyiha otuzbir sahifeden ibarettir. Hazret-i Üstad Av.Ahmet Hikmet Gönen’in lâyihası sonuna kendi el yazısıyla “Maşaallah, Barekallah” diye yazmıştır.(146)

Av.Ahmet Hikmet Gönen’in mürafaası daha çok meselenin kanunî ve usul yönünü ele almış, cem’iyet meselesi ve kanunen suç tekevvünü ve saire üzerinde durmuştur. Amma Av. Hulusi Bitlisî ise; tamamen vicdan, his ve akla hitab eden hususları ele almış, bizzat ve şahsen uzun zamandan beri tanıdığı ve büyük hizmetlerinin şâhidi olduğu Bediüzzaman’ın yüksek şahsiyetini, ilmi kudretini, dinî ve vatanî ve millî hizmetlerini dile getirmiştir. Bu zatın mürafaası da otuz kırk sahifeyi bulmaktadır. Bu her iki mürafaa da, Hazret-i Üstad tarafından aynı sene içinde “Afyon Müdafaatı Birinci Zeyli” kitabında neşrettirilmiştir. Cenab-ı Hak, bu iki zattan da razı olsun ve vefat edenlerine rahmet etsin amin.

Şimdi evvelâ Av. Hikmet Bey’in mürafaasından başlamak üzere, her ikisinin temyiz mürafaalarından kısa kısa bazı bölümler alabileceğiz. Her birisi, otuzar sahifeden fazla olan bu mürafaaların tamamını buraya alamıyacağız. Meraklıları, adını verdiğimiz kitaba havale ederiz.

AVUKAT AHMET HİKMET’İN MÜRAFAATINDAN

“… Zamanımızda gayet yüksek bir din âlimi olduğıınu kabul ve tasdik ettiğim Bediüzzaman’ı, iddia makamı, yüzbin baltalı ordusu bulunan meşhur kefersutiye ve Rafizilerden Hasan Sabbah’a benzetmek suretiyle, çok mübalağa etmiştir. Halbuki iddia makamınca bahsedilen bu gibi işler ve hatta iddia edilen suç mevzu’ları tamamıyla ve ancak siyasî ihtiras sâhiplerine yakışır işlerdir. Said-i Nursi’nin ise, siyasetle asla alâkası bulunmadığı ve böyle bir ihtiras olduğunu gösterir bir emare de mevcud bulunmayıp, bilâkis ne siyaset ve ne de idare ve hükûmet işleriyle alâkası ve münasebeti bulunmadığı yolunda bir çok deliller mevcut bulunmaktadır.

… Keza Şark vilâyetlerinde vaki’ isyanlara iştirâk etmemesi ve teklif edenlere: “Bin senedenberi Kur’anı kahramancasına taşıyan ve hizmet eden bir millete kılınç çekemem.. Siz de çekmeyin” şeklinde cevab vermesi, yine davamızı ispat eder…

(146)Yırtık cild müdafalar dosyası S: 117

1709

… Bu sebeble gerek Said-i Nursî’nin ve gerekse diğer sanıkların beraetlerine karar verilmesini bilvekâle arz ve istirham eylerim.

Avukat Ahmet Hikmet Gönen (147)”

AVUKAT HULUSİ BİTLİSİ AKTÜRK’ÜN MÜRAFAALARINDAN

Bu zat, din ve dünya ilimlerine vâkıf âlim, şair, edip, hattat olduğundan, müdafaası da bir çok zaman bizzat kendi müşahedelerine dayandırarak, hadiseleri dile getirmiş olduğundan gayet edibâne ve muhakkikane bir üslubta yazılmış. Hazret-i Üstad onun mürafaasının sonuna kendi el yazısıyla: Maşaallah hak ve güzeldir. Fakat az uzun ve az lüzumsuz şeyler dahi içinde var” diye yazmış.(148)Bu yüzden bu zatın edibane üslub içindeki mürafaasından biraz fazlaca bölümler alacağız:

11.5.949

“Büyük Allah’ın adıyla!..

… Vaktiyle İslâm Darül Hikmet’inde âzalığı da sebkat eden bu din ve dünya âliminin ilâhî, mantikî temsillerle müdafaa haklarına müntehi teşrihatımda bir kusur görülürse, en evvel bîtaraf adaletiniz muvacehesinde af dilerim.

Zira Hilafet, Meşrutiyet, Cumhuriyet gibi üç dört devrin müdriklerindenim. Aynı zamanda din ve dünya bahislerinde, hadisatın esrarengiz pek çok garibelerine ibretle şâhid olmuş, otuz senelik bir hâkim, altmış altı yaşında feragat sahibi bir Şark evlâdı bulunduğum için; yakından tanıdığım son derece takvalı, şâibesiz bir Said’in teklif olunan vekâletini kabulde asla tereddüt etmedim. Çünki her maddeyi mana ile te’life, bütün beşeriyetin ahlâkını, din ile dünyasını tasfiyeye esas teşkil eden lütuf ve kahrı mutlak bulunan büyük Allah’ın şeksiz Kur’anına, en son Peygamber’ine imanım tamdır.

Bu iman ve kanaatla; kısmen hakk’a, kısmen de batıla mütemayil müsbet ve menfi görüşlü insanlardan, bilhassa habbeden kubbe yapılmış, dedikodularla ağırlaşmış dosyadan dar bir zamanda aldığım ilhamata göre: Müvekkilim yirmi üç senelik menfa ve inziva hayatında hem kendi nefsini, hem de kardeşlerinin ıslâhı için kırk senedenberi hüsn-ü niyetle, seri halinde Risale-i Nur adlı bir eser yazmıştır ki; her ilmin, her eserin fevkinde bir ilim, bir eserdir…

… Ne hacet, Allah ve Peygamberini de tenkid ve inkâr eden ba’zı dinsizler bile, mücerred maddî hürriyete dayanıyor, gayr-i ahlakî neşriyat ya-

(147)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 120-151

(148)Yırtık cild müdafaalar dosyası S: 172

1710

pıyorlar. Onlara karşı hakikî âlimlerin, vâizlerin ve nâsihlerin gayesi ise, insanları tereddiden korumak, ıslâha davet etmekten ibarettir…

Müvekkilimin ilâhî fikirlerinin rejime aykırı sayılabilmesi bahsine gelince: Bunda her memlekette, bilhassa yurdumuzdaki muhalif partiler, mütevâliyen rejimin ve halkın bünyesine uygun olmıyan bazı kanunların da ta’dili için matbuatta bağırıyorlar. Hayat ve memattaki bir çok dünya fâtihlerinin leh ve aleyhinde kanaat yürütüyorlar. Eserler, yazılar yazıyorlar. Cem’iyetleri prensibleri, sade maddi menfaatler için tenkid ediyorlar.

Müvekkilimin ilâhî kanaatları, tenkidleri ne şekilde rejime uygun olmalıdır?.. Hangi bir Müslüman ve din âlimi, bilfarz: “Yirmi senedenberi dini dünyadan ayıran idareciler, resmî ve hususî din tedrisine ma’ni oldular.. Teşriî selâhiyyet sâhipleri, şerayi’i zehirle, irtica’ la tavsif ettiler.. ” dese; Acaba bunlar rejime aykırı bir hareket midir? Bu gibi hakikatlara temas eden hakikî yüksek bir din âlimini hakir görmek, senelerle baskı altında suçlandırmak yerinde olmasa gerek…

…Müvekkilim Said’in, otuzbeş sene evvel matbuata intikal eden ve cumhurî devrimizde de intişar eden terkiblerden bir bend, bugün kaleme alınmış farz ve arz olunsa; acaba dünya menfaatı için tevehhüme, tedehhüşe, tahakküme tenezzül etmeyen her bir idare ve kanun adamının te’viline, takibine lüzum var mıdır?..

… Bir yüzlü Müslümanlar, hakikî âlimler, hâşâ dini siyasete alet edemezler. Bilâkis iki yüzlü siyaset adamları, cem’iyetlerin bazı harisleri; dünya menfaati için, dini istihfafen siyasete alet etmek istiyebilirler. Bu vadilerde müdafaata arz-ı tazallumatım bir dereceye kadar elim farzolunabilir.. Ne yapayım, ızdırap döşeğinde inliyen hasta bir din âliminin müdafaatını zaif omuzlarıma alarak inliyorum. Her suretle inlemek hastaların, her suretle de dinlemek, hâzık hekim, âdil hâkimlerin hakkıdır…(149)”

… Yirmiüç senedenberi menfa hayatı geçiren, vakit vakit hapse tıkılan, mukaddesata hürmet ile, hizmet ile mütehâllık bir âlimin dinî eserlerinden vecihsiz bahanelerle suç manası çıkarmak; … Son sistem meden, cumhurî bir devirde maddeten manen mantıksızlıktır.

Başta Kral hanedanı olmak üzere bütün İngilizlerin, bilhassa Çörçil, Rozveld, Hitler’in bile an’aneye, mukaddesata hürmetlerini gazetelerde okuyor, anlıyor ve ağlıyoruz. Prens Bismark’ın ve daha bir çok garp 1594 âlimlerinin mukaddesata ne suretle baş eğdiklerini biliyoruz. Bu sefer de Turu-

(149)Buradan itabaren bir çok mühim hatıralarını ve şâhidi olduğu Bediüzzaman’la ilgili hadiseleri anlatıyor. Ancak bunlar kısmen bu kitabın ilgili yerlerinde bazı vesilelerle kaydedildiği için tekrarlamadık. A.B.

1711

man’ın medenî ve mukaddes tezahüratından ibret almamak mümkin değildir…

…Teşkilât-ı esasiye kanunumuz, kavmiyet daiyesini izale, Türklük camiasında bilâtefrik, vatandaşlık haklarını tebarüz ettirdiği halde, maalesef Afyon mahkemesi kararında: “Said-i Nursî’nin damarlarında, akidelerinde Kürtlük kanı olduğunu” diğer müvekkilim Ahmet Feyzî Kul’un: “Said’e, Risale-i Nur’a ifrat derecesinde bağlılığı, Maidet-ül Kur’an ve Hazinet-ül Bürhan eseriyle mahkemede okuduğu şa’şaalı müdafaanamesinde Said’in müdafiliğini yaparcasına zararlı ve irtica’î (150) bir din mücahedesi yürüttüğünü…” asılsız, esassız te’villerle öne sürerek, adeta zulmet ma’kusu olan “NUR” ta’birinden öfkelenerek, daha emsali tarafgirane faraziyeler, lafız-murad sözlere temas ile, her ikisi hakkında cezanın teşdidini istihdaf yoluyla: adaletin pek müessir surette, bir idare memuru zihniyetiyle hissiyata kapılmıştır…

… Çok ziyade İslâmiyete, mukaddesata bağlı asil kahraman Türkler, İslâmiyetin tevhid akidesini, alemdarlık vazifesini benimsemek, bilâtefrik hakiki ilim sahiplerine, mukaddesata hürmet etmekle yükselmişler. Bu şeref ve fazileti kıyamete kadar da yaşatabilecek tecellilere mazhar olmuşlardır. Müvekkillerimden başka her Müslümanın gayesi de bu dinî tecellilerin payidar olmasıdır. Maalesef hüküm sahalarında bile Kürtlüğü, kavmiyeti ortaya atanların ilmî, tarihî tedkikleri, tecrübeleri noksan olsa gerektir ve garazkârlıktır.

Hicri dokuzyüz tarihlerinde bütün Şark vilâyetlerini din şerefine tav’an, Osmanlı Türk hükûmetine bağlamak şerefi ile mübahî olan himmeti dünyaca müsellem bulunan Hâkim-üd-din İDRİS-İ BİTLİSÎ o gün hem Kürt, hem Türk idi.

Bugün de, her manasıyla Said olan evlâdları hakkında: “Kürtmüş, Şaki imiş…” damgası ile şiddetli cezalara lâyık görülüyorlar. Dünyevî mevki,

(150)Mahkeme kararnamesinin bir yerinde -Üstte geçtiği gibiBediüzzaman Hazretlerinin Kürtlük yaptığını, ya da buna bir tezat teşkil eden, halis bir Türk olan Ahmet Feyzi Kul’un Bediüzzaman’ı medhederek irticaî din mücahedesi yürüttüğünü yazması acib tezatlık ve garib mültezemliğin ibret verici bir örneği değil de nedir? A.B.

1712

şahsî menfaat yollarında bu tezatlara, bu tenakuzlara sâik olanların İslâmiyet, adalet ve vatana muhabbet sahasındaki kusurlarını daha ziyade izahtan haya ederim…

… Binnetice: Yüksek huzurunuza intikal eden dosya üzerindeki şahsiyata mağlub, hasedkâr bazı idarecilerin gayesi, müvekkilimin kat’iyen arzu etmediği halde, min tarafillah halkın yer-yer kendisine gösterdiği sevgileri kırmak, riyasız din âliminin eserlerinde parlıyan ilâhî Nuru adeta masonlar şerefine söndürmektir. Halbuki, Allah’ın yandırdığı bir Nuru insanlar söndüremez.. Beşer güneşe perde çekebilir, fakat güneşi iskat edemez.

Müvekkillerimin kanuna, medeniyete, hakka, hakikata aykırı hiç bir suçu yoktur. Din dünyadan ayrılmıştır. Ortada din işleri Reisliği de bulunmuş iken, tevehhümî idarî baskılara, tedhişe, tahakküme dayanan hüküm, esasından çürüktür, delilsizdir. Adalete uygun değildir. Her bakımdan usul ve kanuna muhaliftir.

Müvekkillerimin asıl temyiz lâyihalarındaki mücib sebebler de malumdur. Bu teşrihatımla beraber, nazarı adalete alınacak hükmün bozulmasına bilhassa ma’sum müvekkillerimin tahliyesini yüksek vicdanınızın nurundan dilerim.

Ankara Avukatlarından

Hulusi Bitlisi Aktürk(151)”

KARARI TEMYİZ ESASTAN BOZDU

Üst tarafta da temas ettiğimiz veçhile, temyiz mahkemesine evrak ve lâyihalar, mahkemenin karar tarihinden ancak üç ay sonra ulaşabildi. Afyon Savcısı bunu kasden sallandırmış, göndertmemişti. Mart 1949 başlarında evrak ulaşabilmişti.

Yargıtay Birinci Ceza Dairesi üç ay zarfında dava dosyasını, lâyiha ve müdafaaları ciddî şekilde esastan inceledi. Avukatların mürafaalarını dinledi.. Ve nihayet bu yüksek mahkemenin istiklâliyet, adalet, hakkaniyet ve kanunperest hâkimleri 2.6.1949 tarihinde oy çokluğuyla karara vardı ve 4.6.949 da Avukat Hulusî Bitlisi’nin huzurlarında karar tefhim edilip açıklandı.

Karar i’lâmı, Afyon mahkemesinin hükmünü esastan bozdu, onu hükümsüz bıraktı. Tabiî yargıtayın bu âdil kararı; Afyon mahkemesi üzerinde tesir icra eden ve gizli rol oynıyan şer kuvvetlerinin başında bir bomba gibi patlamıştı. Tüm çaba ve ümitlerini tarumar etmişti.

(151)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S: 152-180

1713

Temyiz mahkemesinin bozma kararı Afyon’a ulaştığı günler, Üstad Hazretlerinin mahpusluk günleri onaltı buçuk ayı buluyordu. Yargıtayın bu kararı ile, başta Üstad olmak üzere hapiste kalmış Nur talebeleri kanunen derakab tahliye edilmeleri lâzım iken, hatta Denizli hapishanesinde beraetle neticelenen aynı dava ve aynı meseleden dokuz aylık tutukluluk günlerinin Afyon mahkemesi kararında hesaplanıp düşürülmesi yine kanunen ve kaideten icab ederken, bunların hiç birisi yapılmadığı gibi, tahliyesine ise asla oralı olunmamıştır.. Ve kanunsuz olarak zulmen, Afyon mahkemesinin bozulmuş ve bozuk olan kararı aynen tatbik edilip infaz edilmiştir.

Böylece Bediüzzaman Hazretleri Afyon hapishanesinde, temyizin bozma kararından sonra da üç buçuk ay daha bırakılmıştır. Onun düşmanlarının elinde de en son bu zulüm kalmıştı zaten.. Bunu da böylece uyguladılar.

YARGITAYIN ADİL KARARINDAN BÖLÜMLER

Temyiz Birinci Ceza Dairesi’nin tarihî ve âdil karar ilâmından bazı mühim kısımlarının derci münasib görüldü. Hazret-i Üstad da, onu ta o günlerde neşrettirmişti. İşte o hakperest, âdil kararın mühim bazı bölümleri:

“… Suç işlemek kasdıyla teşekkül eden cem’iyetlerin, medeni kanunda ve cem’iyetler kanununda yazılıp, formaliteleri yerine getirmek suretiyle teşekkül etmiyeceği.. Ve Ceza Hukuku bakımından bu kabil cem’iyetler, bir takım kimselerin suç işlemek kasdıyla birleşmeleri halinde vücud bulacağı cihetle, karar yerinde mucib sebebler varid değildirler…

… Bu neşriyatın Denizli Mahkemesinde suç mevzuu olan meselelerden gayrı mes’eleler olmasına mütevakkıf olup.. çünki beraet kararına, mevzu’ olan neşriyat hakkında Denizli mahkemesince müttehaz karar ve mucib sebebler, faraza hatalı olsa bile; hüküm, sanıkların lehine kesinleşmiş ve o neşriyatın suç olmadığı hükmen kabul edilmiş bulunmasına nazaran; Eskişehir ve Denizli mahkemelerindeki dosyalar celbedilerek îrad olunan sual alınan cevablara göre; Suç mevzuu olan yazılar ile, Afyon mahkemesinde suç mevzuu olan yazılar arasında ayniyet ve mütabakat olup olmadığı tedkik edilmekle beraber, “Siracün Nur” kitabını evvelden yazılmış ve sonradan bir araya cem’ ve telfik edilmiş ve Denizli mahkemesince tetkik kılınmış olan Risale-i Nur cüzlerinden ibaret bir kitab olup olmadığı.. Denizli mahkemesinin kararından sonra yeniden yazılmış olan kısımlar olup olmadığı ayırt edilmek.. Ve Said-i Nursi, eserlerindeki mütalâaların telkinî mahiyette olmayıp da, hareket ile müterafık teşvikî mahiyette bulunup bulunmadığı etraflı olarak tebaruz ettirilmek icab ederken; bu hususlarda zühul olunmasında isabet olmadı- 

1714

ğından ve itirazlar bu itibarla varid görülmediğinden:

Hükmün Ceza usul muhakemeleri kanununun 307, 308, 321’inci maddeleri mucibince bozulmasına, ve depo edilen temyiz paralarının geri verilmesine ve beşyüz kuruş bozma harcının ilerde haksız çıkacak taraftan alınmasına ve evrakın yerine gönderilmesine 2.6.949 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

Yargıtay Birinci Ceza Dairesi Başkanı

Fuat (152)”

AFYON MAHKEMESİ YENİDEN İŞE BAŞLIYOR

Yargıtayın bozma karar ilâmı Afyon mahkemesine intikal edince, mahkeme güya noksanlarını ikmal etmek üzere yeniden çalışmaya başladı. Maznun ve mazlum üstad ve Nur talebelerinden de usulen sordu: “Ne istiyorsunuz?..”

Nur talebeleri de: “Temyiz mahkemesinin kararına uyulmasını..” diye talep ettiler.

Bunun üzerine mahkeme, temyizin kararına uyup uymama hususunda uzun zaman tereddütler geçirerek ve bir çok müzakerelerden sonra; ister istemez ona uyulmasını uygun buldu.. ve 31 Ağustos 1949 gününde yeniden duruşmalara başlamak üzere ilk celse muhakeme yapıldı (153)

Az üstte kaydettiğimiz veçhile; esastan bozulan Afyon mahkeme kararının kanunen infazının devamına mahal ve imkân yokken, Bediüzzaman’a eski kararlarını aynen infaz ettiler. Böylece Hazret-i Üstad Bediüzzaman kanunsuz ve sebebsiz bir şekilde tam yirmi ay hapiste durduruldu. Nihayet mahkemenin bozulmuş olan kararında yazılı hüküm şekli aynen uygulandıktan sonra, yirmi aylık cezanın sebebsiz tatbikide sona erdi, ellerinde artık bahaneye bir ip ucu kalmamış olduğundan, Bediüzzaman’ı hapisten 20 eylül 1949 da tahliye ettiler.

ŞAYAN-I İBRET, FERAGAT NÜMUNESİ BİR MUSALÂHANAME

Hazret-i Bediüzzamanın, hapsinin son günleri idi. Temyizin bozma kararı üzerine mahkeme yeniden çalışmaya başladığı günlerdi. Hazret-i Üstad Afyon mahkeme müdafaalarını ve Afyon mahkemesinin kararnamesini Isparta’daki talebeleri vasıtasıyla kitaplar halinde teksir ettirip neşrettirmişti. Bu müdafaaların içinde Afyon Savcısının seksen bir hatasını gösteren çok

(152)Osmanlıca Afyon Mahkemesi müdafaatı birinci zeyli S:181-189

(153) Emirdağ- 2 Dosyası S: 15- M.Ezener

1715

acib cedvel’de yer almıştı. İnatçı Savcı bunları görmüş, gayzından adeta küplere binmişti. Bir gün kendini tutamıyarak hapishaneye gelmiş, tehdit suretinde Hazret-i üstad’a: “Ben de size karşı iddianamelerimi bir kitap halinde bastırıp neşredeceğim” demişti. Fakat Üstad’ın ona cevab vermesini istememiş çekip gitmişti.

Bilâhare Hazret-i Üstad da müdde-i umuma hitaben şu mahrem müsalâhanameyi kaleme almış, kendisine göndermişti:

“Mahrem bir musalahanamedir

Afyon Müdde-i umumisi Abdullah Bey!

Manevî ve şiddetli bir hatıra-i kalbiye, beni sizin ile mahremane bu gelen hasb-ı hali beyan etmeye mecbur etti:

Sen bayramın(154) ikinci günü bana dedin: “Bundan sonra Van’dan gelen müdde-i umumî ile konuşacaksın. Ben ise, müdafaatının intişarına karşı bir eser yazıyorum. Hata-sevab cetvelinde bana isnad edilen hataların tashihine çalışıyorum. Bu eserimi neşredeceğim. “Daha durmadınız, gittiniz!..

Müdde-i umumi bey! Sakın, sakın, sakın! Eski tarzda hem sana kaç cihetle, hem millete, hem vatana, hem asayişe pek çok zararı olacağını beni aldatmıyan bir hatıra ile haber vermeye beni sevkeden üç dört madde var:

1- Benim çok kusurlu ve kabir kapısındaki şahsımı çürütmek ve mahkûm etmeye çalışmak ve hükûmeti aleyhine çevirmek bu sırada acı bir zulümdür. Ben itiraf ediyorum ki; Şahsım çürüktür, kusurludur.. ve Cenabı Hak beni kendime beğendirmediğine çok şükür ederim. Fakat Kur’anın imanî hakikatlarına Risalei Nurun hizmeti çürütülmez. Âlem-i İslâm onu takdir ve tahsin etmiştir. O hizmette benim hissem ihtiyaç ve iltica ile, manevî sualler ve dertlerimizi hissetmekle Kur’an hazinelerindeki ilâçları elde etmek için yalvarmalardır. İşte bu sebebe binaen, o eserinle garazkârane neşriyat, kusurlu şahsıma değil, belki nurlarla hizmet-i imaniyeye bir hücum telâkkî edilecek.

İşte bütün muhtaç ehl-i iman nefretle, beddualarla teessüf edip, o neşriyat aleyhinde pek çok ehl-i hakikat ve dindar vatanperverler ve milliyetperver hamiyetçiler itiraz ederek, pek lüzumsuz ve zararlı ve hariçten gelen ve ihtilaftan istifade eden dehşetli tehlikeye yardım eden bir ihtilâf-ı efkâr meydana çıkacak, herkes acıyacak… Yalnız yüzde bir iki

(154)Bu bayram Ramazan bayramıdır ki; 5 Temmuz 1949’tarihindedir. Mektubun yazılışı buna göre herhalde 8/7/1949’dur. A.B.

1716

dinsiz anarşistler memnun olacaklar. Bu suretle sen o eserle insafsız ve kıskanç bazı ehl-i vukufun yanlış mana vermelerine ittibaen, şiddetli iddianamende yazdığın hataları tashih ve ispat edemezsen, belki daha büyük bir hataya vesile telâkkî edilir. Çünki adliye ve makam-ı iddia mahiyeti, hiç bir tarafgirlik ve şahsî hissiyatı göstermek ve kendi nefsini beğendirmek kaldırmaz.. Ve müdde-i umumi ise, bir avukat gibi cezaya maruz masumlar tarafından gelen tekzibler, şiddetli itirazlardan enaniyeti cihetinde müteessir olsa, hükümleri kanunî ve adalet olmaz. Nefsanî ve zâlimane olduğuna: Meşhur bir hâkim; bir adliye memuru, müstehak bir câniye cezayı tatbik ederken hiddetle yapmış. O hâkim onu azletmiş, “zulmettin” demesi, kuvvetli bir hüccettir.

Madem hakikat budur, sen başkalara tâbi’ olup, aleyhimizdeki hatalarını tashih ve eserini neşretmek istersen; en selametli yol, aynen Nur talebeleri nasıl ki aleyhimizdeki mahkeme kararını muhterem bir eser gibi teksir edip, karar veren heyete, -Sen de içinde- çok hayırlı dua ve takdirleri celbe vesile oldu. Senin aleyhimizdeki yazılarının şahsıma ait kısmı istediğin gibi şiddetli olsun.. Fakat mal-ı umumî ve hazine-i Kur’anın yadigârları ve ne kadar tenkid nazarıyla bakmışsan, herhalde senin ruhunda hiç çaresi bulunmuyan; Kabrin haps-i münferidine ve ölümün idam-ı ebedisine karşı kurtarıcı kat’î hüccetleri bırakan Nurların; mahrem parçalarına ait ve cezayı muzaaf bir surette bize çektiren kısmına karşı müsalâhakârane ve ıslâh tarzında ve sair Risalelerin haseneleri o mahremlerin seyyielerini affettirir diye insafkârane müsamaha suretinde te’vil ediniz. Tâ, bütün Nur talebelerinin hayırlı dualarını ve Nurdaki imanî mes’elelerine ilânatla nazar-ı dikkati celbe vesile olan bu Afyon imtihanımıza terettüp eden çok ehemmiyetli sevabından hisseni alıp, senin eserin dahi kararname gibi Nur talebeleri teksir ve neşretsinler. Hem sana, hem vatana tam faide olsun.

Bu mahrem hasb-ı halin sebeblerinden ikinci madde:

Ben fıtraten iki şeyden çok inciniyorum. Biri firaktan, biri adavetten ruhum çok müteellim oluyor. Mümkin olduğu kadar kaçıyorum. Onun için fanî dünyanın firaklı işlerini, sevimli muvakkat dostlarını bırakıp; firaksız, bâki şeyleri bulmak niyetiyle inzivaya girip hayat-ı içtimaiyeyi ve siyaseti bıraktım.. Ve dahilde adavet ve münakaşalara bir vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saâdeti ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’anın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim. Hatta değil yalnız Müslümanlarla, belki dindar Hıristiyanlarla dahi dost olup, adaveti bırakmaya çalışı-

1717

yorum. Harb-i umumî ve komünizmin altındaki anarşistlik tehlike ve tahriplerinin lisan-ı hal ile: “Dünya fânidir, firaklarla doludur!.. Ey insanlar adaveti bırakınız! Geliniz, Kur’an dersini dinleyip, birleşiniz!.. Yoksa sizi mahvedeceğiz!” diye benim mezkûr iki vaziyetimin haklı olduğunu gösteriyor.

Bu sırlı halimi hükûmet bilmediğinden beni çok sıktı. Ben sabrettim. Afyon müddeisi dahi bazı kıskanç adamlara aldandı. Beni ziyade incitti. Bu hapsimde bazen bir gün, bir ay Denizli hapsindeki sıkıntıdan ziyade sıkıntı çektiğim bir zamanda; Mazlumların silâhı olan beddua etmek hatırıma geldi. Birden dört beş yaşında bir kız çocuğu pencerelerime alâkadarane bakıyor gördüm. Sordum, dediler: Abdullah Bey’in kızıdır. Ben de o masumun hatırı için bedduayı bıraktım.

Sonra ihtiyarlıktan gelen bir titizlikle tahammül fevkindeki sıkıntılarımın müsebbiblerine dua ile manevî intikam almak hatırasına karşı kalbime geldi ki: O zat herhalde ne kadar inatçı da olsa, tenkid nazarıyla baktığı Nur risalelerinden manevî istifade etmiş. Bu istifadesi ve bir iki sebeb-i aher için “bedduadan vazgeç!” ihtar edildi. Gerçi benim gibi çok kusurlu adamın duası nadiren te’sir eder. Fakat “Mazlumun ahı arşa kadar gider” sırrıyla ve meselemiz bir olan bütün mübarek ma’sum ve müttaki Nur talebeleri dualarıma manen âmin, âmin, âmin demeleri inşaallah makbul dua hükmüne geçer. Ben de bu manevi silâhımı mecburiyet-i kat’iye olmadan, ma’sum çocuklara zarar gelmemek için bana zulmedenlere karşı isti’mal etmiyorum.

Rica ederim, gücenme bu gelen faraziyemden!.. Eğer faraza resmî bir makamdan teşvik veya hodfuruşluk dâmârından bir tahrik veya hukukumu müdafaa için mülayimane itiraznamemdeki garazsız sana tenkidlerimden bir intikam almak için bu lüzumsuz ve zararlı eseri yazıyorsan, kat’iyyen bil ki; Sana yüzde bir fayda olsa, doksan dokuz zarar olur. Aynen meşhur doktor Abdullah Cevdet’in, Kur’anın bazı hakikatları aleyhine yazılan Doktor Duzi’nin eserini neşretmesiyle, rahmetler yerinde onun ruhuna nesl-i âtiden la’netler ve nefretler gelmesi gibi; pek çok ehl-i iman tarafından tenkidler, itirazlar gelmek ihtimali var…

Şöhretperestlik emeli ise, bütün bütün aksine dönecek ve intikam hissi daha ziyade kabaracak.. Nur talebeleri kanun dairesinde hücum edecekler. Senin adavetkârane bir eserin çıksa, Nur talebeleri ile beraber bütün muhalifler ve nurlara muhtaç binler muarızlar çıkacaklar, eserler yazacaklar. Hem sen iki şiddetli iddianamende muza’af bir surette bizden, hususan benden hata sevab cetvelinin intikamını almışsın. Daha ileri gitmek, gazab-ı ilâhiye bir vesile olmak ihtimali var.

1718

Hasb-ı halin sebebinin üçüncü maddesi: Bizim ve nurların esas mesleği ve temel taşı ihlâs olmasından, dünya cereyanlarına ve siyasî işlere bakmamak, meşgul olmamak bize lâzımdır. Ta ihlâsa dokunmasın. Sen tekrar bizi dünya ile meşgul etme, çok rica ederiz.

SAİD-İ NURSİ (155)”

Hazret-i Üstad’ın bu son derece samimî ve hakikatlı mahrem müsalâhanamesinden sonra, Afyon müdde-i umumisinden bir ses çıkmamış. Belki nefsi, hissiyatı veya söz verdiği resmî makamlar cihetinde inadında ve hakkı, hakikatı kabul etmemekte devam etmişse de, lâkin düşündüğü tarzda bir eser neşrettirmeye cesaret edememiştir. Belki de bir cihette hakkı kabule mecbur olmuştur denilebilir.

VE BEDİÜZZAMAN’IN TAHLİYE ŞEKLİ

Üstad Hazretleri Afyon hapsinde kendisine zulmen çektirilen yirmi aylık hapis müddeti günü gününe sona erdikten sonra, ister istemez onu tahliye edeceklerdi. Ancak Afyon hapsi, öteden beri bir geleneği olarak; tahliyeleri hep gündüzleyin, sabah saat ondan sonra yapmakta iken; Bediüzzamana istisnalı ve hususî bir kaide uyguladılar. 20 Eylül 1949 günü şafak ile sabah namazı arası bir vakitte onu hapisten gizlice çıkarıp, polislere teslim ettiler. Çünki gelen emir öyle idi… Polisler de o emre göre, Üstad Bediüzzamanı alarak; daha önceleri Zübeyr Gündüzalp tarafından kiralanmış ve M.Sungurla Ziyanın da kaldıkları eve, daracık sokaklar arasından götürüp bıraktılar.

HAPİSHANEDEN NEZARETHANEYE

Afyon hapsinden tahliye edilen Hazret-i Üstad güya artık serbestti. Lâkin görülen odur ki; resmî, fakat kanunsuz olan bir hapisten çıkarılıyor, amma gayr-i resmî ve keyfî ikinci bir nezaret ve hapis manasında polis gözetimine teslim ediliyordu. Ne idi bunlar? Ne içindi bu muameleler? Kimse bilmiyor…

Bilinen bir şey vardırki oda , buyruklarla hükumeti yöneten C.H.P’nin Ankara’sından gelen emir öyle!.. Kanun-manun vız gelir bu buyruklar karşısında…

Adı ve sureti hapisten tahliye edilmiş, serbest olmuştu. ama gerçekte ise, Üstadın hürriyet hakkını daha da çok tahdit eden, kanun ve nizamların

(155)Muhtelif müdafaalar dosyası, Yırtık cild S: 30-40

1719

orada geçerliliği pek olmıyan kanunsuz bir polis nezareti ve kontrolü altına alınmaktı.

Hani sözde, 1947’de çıkan bir kanun ile: Bediüzzaman da dahil geri kalan Şark menfilerinin tamamı ve diğer hadiselerin suçlusu hepsi artık serbestti. İstedikleri yere gidebileceklerdi? Ama görünen o ki; o kanun diğerleri hakkında geçerli ve okeyli idi. Amma Bediüzzaman için ise No ! ve hayır ! idi.

Hazret-i Üstad henüz Afyon hapsine alınmadan önce, adı geçen kanun çıktığında; kendisi tavrını hiç bozmamış ve herhangi bir yere kendi ihtiyarı ile gitmeyi aklından bile geçirmemişti. Gerçi çıkan kanundan, şu istifade etmemekliğini, zahirde “Dahiliye Vekili Erzurumlu olup, dindar bir aileye mensub hemşehrimdir(156)” diye kendi eski yerinde Emirdağ’ında kalmak istediğini bazı resmi makamlara bazı münasebetlerle bildirmiş ve yazmış ise de, işin aslı ve hakikatı ise, Üstad biliyordu ki, İçişleri Bakanı hem-

(156)5.7.1947’den, 14.1.1949’a kadar İçişleri Bakanı Erzurumlu M.Hüsrev GÖLE’dir. A.B.

1720

şehrisi ve dindar da olsa, zamanın emansız hükûmet adamları kendisinin peşini asla bırakmıyacaklar ve C.H.P altı okçu iktidarı kendisini adım-adım ta’kib ettireceklerdir. Hele memleketine, Şark’a gitmeyi asla hazmedip kabul etmiyeceklerdir.

Evet, Hazret-i Üstad, onların bunu yapacaklarını çok amma çok iyi biliyordu: Çünki tinetleri ve rejimleri öyle idi, öyle icab ediyordu. Dine düşman olan siyasetleri de bunu öyle iktiza ettiriyordu. Onun için Hazret-i Üstad, çıkan o af kanununa karşı vaziyetini hiç bozmamıştı. Herhangi bir tevessülde de bulunmadı. Nitekim şu Afyon hapsinden Mazlum olarak hapsini bekleyip- çıktıktan sonra, ona karşı takınılan tavır, Üstad’ın o tavrını haklı çıkarmıştı. Yoksa ne içindi o yeniden tarassutlar ve yeniden kontrol ve bu yeniden kanunsuz polis gözetimi?..

AFYON’DA YETMİŞ İKİ GÜN

Hazret-i Üstad Bediüzzaman çok işkenceli, tecridli ve her gün bir çok keyfî ve kanunsuz muamelelerle karşı karşıya bulunduğu Afyon hapis müddetinin yirmi aylık çilesini bitirip çıkmıştı. Çıkmıştı sözde amma, bu defa Afyon vilâyetinde keyfî ve kanunsuz tarzda ve tekrar yeni bir mecburî iskân şeklinde Ankara’dan gelen emir çerçevesinde, Afyon’da yetmiş iki gün sımsıkı bir polis kontrolünde durduruldu.

Bu yetmiş iki gün de bitti. Ankara’dan, belki de gizli oturumlu bakanlar kurulundan bir emir geldi. Yine eskiden olduğu gibi, polislerin refakatinde Emirdağ’ına götürülecek ve orada eskisi gibi sımsıkı gözetim altında kontrola tabi tutulacaktı.

Üstad’ın Büyük Tarihçe-i Hayatının verdiği malûmata göre(157), Afyon’da Üstad’ın bırakıldığı evinin kapısında üç polis geceli gündüzlü, hiç ayrılmamak üzere beklettirilmiş.. Hapisten çıktığı için gelip halini sormak isteyen ve geçmiş olsun demeye gelenler rahatsız edilmiş, çoğu zaman da men’ edilmişti. Adeta hapisten çıktığına pişman ettirilmişti. Zulmen kimseyle görüştürmeme ve konuşturmama plânı çok haşin ve vahşî şekilde uygulanmıştı.

AFYON’DAKİ YETMİŞ İKİ GÜNLÜK HAYATINA AİT BİR HATIRA

Üstad’ın Afyon’da kalmış olduğu evin kapı komşusu olan Hallaç Hilmî Pancaroğlu şöyle diyor:

“Bediüzzaman’ı Afyon’da iki ay kadar kaldığı dükkânımın yanındaki evde tanıyıp ziyaret ettim. Zübeyr Gündüzalp ve Hüsrev Altınbaşak onun hizmetinde idiler. Büyük bir din âlimi olmasına rağmen, sabahtan akşama kadar polisler kapısında bekler, eve girip çıkanları tesbit ediyorlardı.

(157)Târihçe-i Hayat S: 450

1721

Bir gün bardaktan su boşanırcasına yağmur yağıyordu. Üstad’ın kapısındaki görevli, yağmurdan korunmak için benim dükkânımın karşısında olan bir dükkâna doğru koşuyordu. Ben de bunu fırsat bilerek Üstad’ın kaldığı eve doğru çok süratli koşarak kapıdan içeri girdim. kapıyı açan Zübeyr Gündüzalp’tı. “Eğer müsaade ederseniz, Hoca efendiyi ziyaret etmek istiyorum” dedim.

Zübeyr, “Kendilerine bildireyim” diye yukarı çıktı. Az sonra geldi ve “Buyurun Üstad’ı ziyaret edebilirsiniz” dedi. Merdivenleri heyecanla çıkıyordum. Bediüzzaman Hazretleri Kur’an-ı Kerim okuyordu. Halen Üstad’ı aynı manzara ile rü’yalarımda görmekteyim. Yanına yaklaşıp elini öptüm. Bana: “Mesleğin nedir?” dedi.

Hallaç olduğumu söyledim ve “Babam hocadır, size selâm ve hürmetleri var.. fakat korkusundan ziyaretinize gelemiyor.” dedim…(158)”

ALBAY HULUSİ BEY’İN, HAPİSTEN TAHLİYE MÜJDESİNE KARŞI

BİR MEKTUBUYLA BİR ŞİİRİ

“Aziz muhterem ve mübarek üstadım! Çok uzun bir fasıladan sonra şu perişan bir kaç satırlık yazı ile huzurunuza geliyorum. Öğrettiğiniz imani ve Kur’anî dersler sayesinde Rabb-i Rahimime itimadla, sabırla, tevekkülle, niyazla, fîzarla bekledik. Mahfi hikmetini ittiham veya şekvayı işmam edecek hareketlerden muvaffak buyurduğu kadar içtinab ve lillahilhamd hizmetinizin mayesi ve üss-ül esası olan ihlâs ile cüz’î irademizi irade-i külliye-i ilâhiyyenin hükmüne karınca kaderince bağlıyarak, imanî ve Kur’anî hizmete fütûrsuz çalıştık.
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ tefsirinizi unutmadık ve duadan asla geri kalmadık. Ebedî hayatımızın saadetini en yüksek şefkatle arzu edip, bizi o yola irşad eden acz, fakr, şefkat ve tefekkürün bu dört nuranî sütunuyla iman-ı tahkikî gülşen-sarayının ayakta durabileceğine hayatını nezir ve vakf ve her belâya sinesini açıp manevi vazifesi için وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ  diyenlere ittiba’ ve imtisal etmek suretiyle, tam bir nümune olan mücahid-i muhterem, nur-u didemiz, aziz ve muhterem ve mübarek Üstad’ımızdan Cenab-ı Hak ebediyyen razı olsun.. Ve onun hizmetinde bulunduğu Nurların arzu buyurduğu gibi kemal-i şa’şaa ile parlayıp ta’zimli alâkalarla kalbleri feth ve teshir ettiğini görmeklik nasib ve mukadder buyursun âmin.

Benim geçen sene ayrıldığım yerdeki Hacı İsmail adlı bir zat bu sene Hicaz’dan aziz ve muhterem ve mübarek Üstad’ımıza bir mektup yazıyor.. ve benden göndermekliğimi istiyor. Bu acib cezbeli zatın arzusu, huzuru-

(158)Son Şahitler-3 S: 169

1722

nuza girmekliğime de vesile oldu. Fakat yazısının okunabilmesi için bazı yerlerini tercümeyi faydalı buldum.

Her biri binlere bedel Nur şem’inin pervaneleri ve Kur’anın fedakâr hadimleri iman-ı tahkikînin kahraman mücahidleri kardeşlerime birer birer binler selâm ve dualar ile aziz ve muhterem ve müşfik ve mübarek Üstad’ımın kemal-i hürmet ve ta’zimle ellerini öper, hayır dualarından mahrum edilmemekliğimizi istirham ederim.

Kardeşimiz Abdülmecidle muhaberemiz var. Lehülhamd sıhhattedir. Şimdi de Suad’ı askerdir. Bu muhitte lütf-u Hak’la alâkadarlar meydana geldi. Alâkalılar nurlardan hayli fayda gördüler.

Allah nasib ederse, iki veya üç ay sonra fiilî ve maddî işten ayrılmak. hizmet-i Nuraniyeye devam etmek için Erhamürrahiminden tevfik ve medet niyazındayım. Buradaki alâkadarlar namına da hürmet ve ta’zimle mübarek ellerinizi tekrar öper, hayırlı dualarınızı niyaz ederim.

Elbaki Elhübbufillah

Hulusi(158)”

Hulusi Bey’in Şiiri

“İKAZ-I HAKİKAT

Üstad çıkmış zindandan müjdeler hepimize

Zâlimleri kahredip göstersin Huda bize,

Nurlar daim parlasın lütfetsin Allah bize,

Sakar mev’ud dinsize, hamdolsun Rabbimize.

 

Nurlar Kur,an tefsiri bize büyük ni’mettir,

Şâkirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

 

Hâkimler zalim olmuş istiyorlar belâyı,

Kulaklar sağır olmuş, duymuyorlar sadayı,

Gözleri a’ma olmuş görmüyorlar eşyayı,

Kalbleri kasî olmuş bilmiyorlar Mevlayı,

 

Nurlar Kur’an tefsiri bize büyük ni’mettir.

Şakirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

 

Ahkem-ül Hâkimin var inanmışız biz ona,

Ekrem-ül Ekremin var dayanmışız biz ona,

Erhamürrahimin var sığınmışız biz ona,

A’dal-ül âdilin var güvenmişiz biz ona

 

Nurlar Kur’an tefsiri bize büyük ni’mettir ,

Şâkirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

 

Nur Şâkirdi çalış sen, Allah ecri verecek,

Sana kalkan elleri Rabbin kırıp ezecek,

Dırdır eden dilleri, Semi’ kökten kesecek,

Hain bakan gözleri Basir a’ma edecek.

 

Nurlar Kur’an tefsiri bize büyük ni’mettir.

Şakirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

(159)Hususi dosya, dikişsiz tomar S: 9

1723

Üstadını örnek yap eûzü çek şeytana,

İhlâsını rehber yap, besmele çek Kur’ana ,

Namazını mirac yap, tekbiri çek Yezdan’a ,

Tevhidini siraç yap, kandili yak merdane,

 

Nurlar Kur’an tefsiri bize büyük ni’mettir,

Sâkirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

 

Emelimiz kudsîdir sarılalım Kur’ana,

Üstadımız Nursîdir yapışalım bürhana,

İhvanımız Nurlîdir dayanalım sultana,

Muhlisiniz diyor ki yalvaralım Sübhana.

 

Nurlar Kur’an tefsiri bize büyük ni’mettir,

Şâkirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.

H.1368-1949 M.

HULUSİ160)”

(160) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 16

1724

ZÜBEYR GÜNDÜZALP VE MUSTAFA SUNGUR’UN
ÜSTAD’IN HİZMETİNE GİRMELERİ

Afyon hapsinden bir iki sene önce, Konyada PTT. istihbarat memurluğu yapmakta iken, Afyon hapsine alınan ve ilk mevkufiyetinde on sekiz gün hapiste kaldıktan sonra, savcının otuz sanık hakkında takipsizliğe karar verdiği 23.3.948 günü tahliye edilen Zübeyr Gündüzalp, artık Üstad’ından ve Üstad’ının hapishanesinde bulunduğu Afyon şehrinden ayrılmamış, oraya post sermiş, kalmıştır.

Zübeyr Gündüzalp, Üstad’ının dışardaki lüzumlu işlerini, kitap gönderme getirme işini ve evrak ve avukatlarla görüşme vesaire işleri; aynı zamanda o sıra Üstad’ın aleyhinde gizli tahriklerle yazı yazmaya başlıyan mahallî ve umumî gazetelere karşı cevab yazma gibi işleri de yürütüyordu.

Afyon Mahkemesi 6.12.1948’da karara vardıktan sonra, tekrar Zübeyr’i diğer bazı Nur talebeleriyle birlikte içeri almışlardı. Zübeyr Gündüzalp bu defa dört beş ay kadar hapiste Üstad’ının yanında kaldıktan sonra, tekrar tahliye edilmiş ve yine Afyon’dan ayrılmamış kalmıştır. Bu arada hapisten tahliye olan M.Sungur ve Ziya da beraber kalmışlardır..Ta üstadlarının 20 Eylül 1949’da tahliyesine kadar… Bu tarihten sonra Sungur ağabeyle beraber bizzat Üstad’ının hizmetine girmişler ve artık ayrılmadan Üstadın yanında kalmaya azmetmişlerdir. O sıra İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinden Ziya Arun da bir muddet beraber bulunmuştur. Böylece Zübeyr Ağabeyin, Üstad’ının hizmetinde daimî bulunması, yani ilk kalış devresi, 23 Temmuz 1950’de çıkan umumi af kanunu üzerine kendisine iade edilen eski memuriyetine, Üstad’ının emriyle yeniden 1950’nin son aylarına Kadardır ve bundan sonra tayini Islahiye kazasına çıkar. Zübeyr Ağabeyin bu ikinci sefer memuriyeti böylece Islahiye’de 1951 yılı başlarında başlamıştır.

Zübeyr Gündüzalp, bu yeni memuriyetinde altı-yedi aylık iken; 1951 yılı içinde, Abdullah Yeğin ağabey Üstad hazretlerinin hizmetine girmek üzere yanına gelir. Hazret-i Üstad da onu, daha önceleri altı aylığına göndermiş olduğu Ceylan Çalışkan yerine, yeri boş kalmamak için Urfa’ya Nur hizmeti için gönderir. Bu arada Zübeyr Ağabeye de tayinini Urfaya yaptırması için haber gönderir. Zübeyr Ağabey de tayinini Urfa’ya yaptırmaya muvaffak olur ve o da Urfa’ya gelir, daha sonra, Hüsnü Bayramoğlu da yanlarına gönderilir. Böylece üstad’ın fedai ve güzide talebelerinden bu üç zat Urfa’da bir buçuk sene kadar kalırlar.

1953 başlarında Urfa’da Nurculuk yapmak, çocuk okutmak vesaireden tevkif edilirler. Urfa hapishanesinde kırk gün kadar yattıktan sonra da; O

1725

sıra Isparta savcılığı Türkiye’de Nurculuk dosyalarını birleştirmek gayreti içine girmiş; Adliye Bakanlığının emri ile bu fedakârların ellerine kelepçeler vurularak Urfa’dan Isparta’ya götürülürler. Isparta’da iki ay kadar hapis kaldıktan sonra, gayr-ı mevkuf tahliye edilirler. O sıra da Hazret-i Üstad’ın Samsun mahkemesi dolayısıyla İstanbul’da bulunduğu için doğruca Üstadlarının yanına giderler. Bir müddet İstanbul’da Üstad’ın yanında kaldıktan sonra; Hz. Üstad, Zübeyr Ağabeyi kendi yanında daimî şekilde hizmet için bırakır ve Abdullah Yeğin ile Hüsnü Bayramoğlunu 1953 yılı yaz aylarında tekrar Urfa’ya gönderir.

Böylece Zübeyr Gündüzalp’ın Üstad’ın hizmetindeki günleri, -birbuçuk sene kadar olanı hariç- 1948 başlarından, 1960 Martı sonuna kadar, onbir buçuk senelik bir zamandır. Allah binler rahmet eylesin, âmin!..

Mustafa Sungur Ağabeyin de Üstadın hususî hizmetine girmesi, (fakat daha çok haricî hizmetlerde istihdam edilmiştir) Zübeyr’le beraber başlamış, kesintisiz Üstadın vefatına kadar devam etmiştir. Allah selâmet versin.

1726

ÜSTAD’IN İKİ BUÇUK AYLIK AFYON HAYATINDA

YAZDIĞI ŞEYLER

Hazret-i Üstad Afyon’daki bu kısacık hayatında hangi mektupları yazdığını, kaç tane yazdığını kesin bilememekle beraber, fakat herhalde talebelerini mektupsuz da bırakmış değildir. Burada yazıldığına kesin nazarıyla baktığımız pek mühim olan şu gelecek mektubudur:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Geçen bayramınızı(161) ruh-u canımızla tebrik ediyorum. Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Biz manen daima beraberiz.

Saniyen: Zübeyr’in ve başkalarının bir iki sualine cevabtır:

Dediler ki: “Neden halkın halisane teveccüh ve hürmetlerinden çekiniyorsun?. Ve memurların bu bayramda halkı senin ziyaretine gelmesine men’ etmelerine ve mütemadî tarassud etmelerine karşı sıkılmadın, memnun oldun?”

Elcevab: Risale-i Nur bazı yerlerinde bu ehemmiyetli sualin cevabını vermiş. Bir hülâsası şudur:

Bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiğinden, hakikata hizmet edenler ihlâsını muhafaza etmek için enaniyeti okşıyan şeylerden bütün bütün çekinmek lâzım geldiği gibi; Bu zamanda ekseriyetçe halk, teveccüh ve hürmeti ve malını pek pahalı verir. Yani verdiği sadaka, hediye ve hürmete mukabil; bende bir salâhat, belki de bir manevî mertebe niyetiyle veriyor. Bazen makbul duaları da mukabilinde ister. Demek benim hakikî şahsıma vermiyor.Belki hüsn-ü zanla kâmil tahayyül ettiği Said namında bir şahsa veriyor. Öyle ise, o sadaka ve o hürmet ve teveccüh bana câiz değil, helâl olmuyor.

Çünki eğer ben kendimi salih ve onların düşündüğü gibi bilsem, o vakit bir gurûr ve enaniyet olur, o salâhatın ademine delildir. Salâhata mukabil olan mal, bana helâl olamaz.

Eğer kendimi salih bilmezsem, onların düşündüğü bende olmadığını bilsem; bana o teveccüh, o hediye câiz olmaz. Hem mukabilinde dua ve himmet istenildiğinden, o fiatı veremediğimden, alması bana ağır geliyor, belki de câiz değil.

(161) Bu bayram, kurban bayramıdır ki;15 Ekim 1949’dadır. Buna göre bu mektubun 20 Ekim 1949’da yazıldığına kesin bakabiliriz. A.B.

1727

Eğer yalnız gurbetim ve ihtiyarlığım ve hastalığım ve hocalığım için merhamet, hürmet, teveccüh, yardım olsa idi,(162) belki bana dokunmıyacaktı.

Salisen: Risale-i Nur haysiyetiyle benim şahsıma haddimden çok ziyade olan teveccüh ve hürmeti, aynen hediye ve sadaka ile verilen mal gibi bana şahsım itibarıyla kabul ve arzu etmekliğimi caiz görmüyorum. Çünki nurlardaki mal, benim değil Kur’anın malıdır. Fikrimin mahsulü değil, belki şiddet-i ihtiyacım için bu zamanda en evvel o kudsî ilâçlar bana verilip, tercüman oldum. Sonra o çok menfaatli hizmeti Nur şâkirdlerinin şahs-ı manevisi tam tamına gördü. Benim hisseme karşı ziyade teveccüh ve hürmet çok pahalı oluyor. O fiatı veremediğimden ve başkaların hakkı olduğu için, o manevi hediyeyi kabul etmek bana ağır geliyor. Helâl olmuyor.

Onun içindir ki, şimdi bu üçüncü imtihanımızda Nur şâkirdlerinin her birini derecesine nisbeten, kendime birer vâris ve hizmet-i kudsiyede birer Said ve her birisine, hususan hâslara icazet-i ilmiye ve bir nevi şehadetname hükmünde birer icazetname vermeye karar verip ve o icazetnameye liyakatlarını rahmet-i ilâhiyyeden rica ediyorum.. Ve onların hüsn-ü zan ile benden bekledikleri birer üstadlık ve birer ustabaşılık vazifesi itibarıyla, benim bedelime Nurun her bir mecmuası birer üstad ve birer ustabaşı onlara inayet-i ilâhiye tarafından verildi.. Ve Nura hizmet olan büyük vazifem dahi, o mübarek ve metin ve halis şâkirtlere verilmiş diye kanaat ettim. Bunun için benim bu teveccüh ve hürmet-i umumiyeden hissem pek azdır. O küllî teveccühü kendime kabul etmek, kendi nokta-i nazarımda ihlâsıma münâfî görüyorum.

İkinci Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekinmen, nurun intişarına ve istifadesine belki bir zarar olur?

Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i ilâhiyyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i ilâhiyyedir. Ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Onları ve Nurları satın almaya teşvik etmeye ihti-

(162)Burada bizzat merhum Zübeyr Ağabeyden duyduğum ihlâs dersini veren bir hatırasını kaydetmeden geçemeyeceğim. Şöyle demişti Zübeyr Ağabey: “Afyon hapsinden sonra Üstadımızın hizmetine başladığım ilk günler idi. Bana bir gün şöyle gayet ciddi bir teklif söyledi: “Benim hizmetimde kalman için eğer “Benim üstadım büvük Velîdir, Mehdidır, dahidir vesaire” nivetivle yapacak isen. ben istemivorum lüzumu da voktur.

Amma eğer, “Benim Üstadım gariptir, ihtiyardır, hastadır, kimsesizdir, ona Allah rızası için yardım edeceğim” niyetiyle yapacak isen, kabul edebilirim. Git sana üç gün mühlet” dedi. Ben gittim, yarım saat kadar düşündüm ve yanına döndüm. dedim ki: “Ben üstadıma garip, hasta, ihtiyar, kimsesiz olduğu için, sırf Allah rızasına hizmet etmeyi kabul ediyorum.” dedim.

– Üstad “Maşaallah peki öyle ise!” dedi. A.B.

1728

yaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda, Nurlar çok kıymettar olduğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz. Müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem Nur on beş sene zarfında üç dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.. Hem,
اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ
Yani: “Zarara rızası ile ve pis zevkiyle ve inadıyla razı olana merhamet edilmez ve lâyık değildir” Kaide-i esasiye ile, Nurların hiç bir şüphe ve vesvese bırakmıyan kuvvetli hüccetlerine karşı temerrüd edip kabul etmiyen, belki aleyhinde bahanelerle çalışanlara şefkat ve merhamet edilmez ve onların hatırı için, onlara dalkavukluk ve temelluk etmek nurların izzetine münafi olduğu gibi; اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ düstur-u esasiyesine de muhalif ve onların pek çok çirkin temerrüd ve inatlarını okşamak hükmüne geçtiği için onları unutmak, zihnen meşgul olmamak şimdiki vaziyetime lâzım gördüğümden; bu pek soğuk ve ihanetkârane bana karşı vaziyetlerinden müteellim olmuyorum. Belki bir cihette memnun oluyorum.

Rabian: Bu zamanda avam-ı mü’minînin tam itimad etmesi ve iman hakikatlarını tereddütsüz ders alması için öyle muallimler lâzımdır ki, değil dünya menfaatlerini belki âhiret menfaatlerini dahi ehl-i imanın menfaat-ı uhreviyesine feda ederek, o ders-i imanî de her cihetle şahsî faydalarını düşünmeyip, yalnız ve yalınız hakikatlara rızay-i ilâhî ve aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki şevk-i hak ve hakkaniyet için çalışsın. Ta her muhtaç delilsiz kanaât edebilsin, “Bizi kandırıyor” demesin.. ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiç bir cihette sarsılmadığını ve hiç bir şeye alet olmadığını bilsin, ta imanı kuvvetlensin.. ve “o ders ayn-ı hakikattır” desin” vesvese ve şüpheleri zail olsun.

İşte mezkûr hakikatlar içindir ki, mukabil bir şey vermediğim maddî ve manevî hediyeler bana dokunuyor ve kabul edemiyorum.

Hamisen: Madem hususî vazife-i Nuriyem kardeşlerime havale edilmiş, benim şahsıma karşı ne kadar belâ gelse ehemmiyeti yok, merak etmeyiniz. Bilâkis hizmet-i imaniye itibarıyla memnun oluyorum. Çünki gizli düşman münafıklar, yalnız beni ihanetlerle, iftiralarla düşürmeye, çürütmeye, söndürmeye gaddarane çalışmaları; şahsımdan pek çok ziyade çalışan kardeşlerime ilişmemeye şükür ediyorum.Bir vesile olduğu için Cenab-ı Hakk’a şükür ediyorum.

Elbaki Hüvelbaki

Kardeşiniz

SAİD-İ NURSİ(163)

 

(163) El vazma Emirdağ-1 aslı kitap- S: 652

1729

Üstad Hazretlerinin hapisten çıkıp Afyon’da kaldığı günlerde bir mektup daha yazdığını tesbit ediyoruz. O da Emirdağ-2 lahika kitabının birinci mektubudur.

Üstad’ın, üstte kaydedilen mektubunda bahsini yaptığı; Afyon hapsi son günlerinde Nur talebelerini derecelerine göre her birisini kendisine vâris olarak bıraktığı ve ilmî icazet ve şehadetname verdiği hakkındaki mektubunu da buraya bu münasebetle kaydetmeyi uygun bulduk:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Bayram tebriki ile beraber her birinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurlara birer bekçi, muhafız olarak manevi bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ederim.

Madem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulum-u imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede bir üstadlık vermişsiniz.. Ben de her birinizi derecesine nisbeten, eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum(164) ve bütün kanaatımla ve ruh-u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envar ettiğiniz gibi, daha parlak devam edip, bu aciz, zaif mütekaid bir Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.

Kardeşiniz

SAİD-İ NURSİ(Not)

(Not) Bunun bir suretini de alıp Konya kahramanlarına da ve daha Hüsrev’in münasib gördüklerine birer sureti verilsin.(165)”

YENİDEN EMİRDAĞ’A GETİRİLİŞİ

Böylece Afyon hapis müddeti ve Afyon’daki günleriyle beraber yirmi iki buçuk ay Afyon vilâyetinde nümuneleri görüldüğü şekilde- mazlûmane günlerini dolduran Üstad Bediüzzaman Hazretleri, yine herhalde ve mutlaka Ankara’nın emri ile polislerin nezaret ve refakatinde 2 Aralık 1949 günü yeniden Emirdağ kasabasına getirilmiştir.

(164)Bu beyanla artık Üstad Bediüzzaman (R.A.) berâber talebelerinin hapis hadiseleri olmayacağını ima etmektedir.A.B.

(165)Afyon hadisesi mektubları kırmızı defter, s: 125.

1730

Bu arada Afyon mahkemesi de, yeni baştan işe başlamak üzere, duruşmalara başlamış oldu. Amma artık hapiste kimse yok, duruşmalar gayr-ı mevkuf olarak devam ededurdu.

Evet, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yeniden ifadeler, iddianameler ve yeni müdafaalarla devam ederken; 1950 seçimlerinde iktidarı devralan D.P hükumeti, 14 Temmuz 1950’de umumi bir af kanunu çıkarmaları üzerine, Afyon Mahkemesi dosyaları da bu arada ortadan kalkmış oldu. Fakat bu defa Afyon Savcısı, davanın ceza kısmını dosyadan tefrik ederek; af şümûlûna dahil etti. Amma kitapların müsadere edilmesi için mahkemenin devamına ısrar etti. Herhalde bundan gaye: Hiç olmazsa, kitapların (Risalei Nur kitaplarının) tamamının mahkemenin kararıyla “Yasak kitaplar” listesine dahil edilmesidir.

Hukukçu değiliz.. Lâkin kitabı yazan, neşreden ve okuyanlar umumi af kanunu üzerine herhangi bir muahazeye tabi’ tutulmayacak, fakat kitaplar suçlu ve yasak olacak… Bu nasıl bir uygulamadır bilemiyoruz.

İlerde Afyon mahkeme safahatını(Temyizin bozma kararından sonra) genişçe ele almak ümidiyle, burada bir kısacık fezlekesine temas etmek yerinde olur.

Evet, Afyon Mahkemesi yalnız kitaplarda suç olup olmama yönünde muhakemelerine devam etti. Böylece mahkeme kendini büyük ve geniş suç delillerini yeniden aramaya bağladı. Çalıştı, didindi.. Nihayet ikinci kez Nur kitaplarının müsaderesi cihetinde bir karara vardı. Bu karar da hemen temyiz edildi. Temyiz mahkemesi bu manalı ve ısrarlı, inadlı ve belki de plânlı kararı yeniden ve tekraren bozdu. Afyon Mahkemesi artık bıktı usandı. Çâr u naçar bu defa temyiz mahkemesi kararı doğrultusunda Nurların beraetine hüküm verdi. Fakat bu defa savcı mahkeme kararını temyiz etti. Temyiz de, kararın usül yönünden bazı noksanlıklarını tesbit ederek yeniden bozdu.. Ve tekrar muhakemeler devam etti. Afyon Mahkemesi Risale-i Nur eserlerinin iadesine yeniden karar aldı. Savcı bu kararı da temyiz etti.

Bu defa temyiz mahkemesi eserlerin tamamını, yeni baştan Diyanet Riyasetince tedkiki için Ankara’ya gönderilmesine işaret etti. Mahkeme de bu istikamette hareket ederek, tüm eserleri yeniden Ankara’ya Diyanet Reisliğine gönderdi. Diyanet İşleri müşavere kurulunca. bütün eserler yeniden uzun bir tedkikten geçirildi. Neticede Risale-i Nur eserlerinin hakikatlarını -az da olsa- belirten bir rapor verdi.

Ve nihayet Afyon Mahkemesi bu yeni rapora dayanarak Haziran 1956’da ittifakla, istisnasız bütün Nur Risalelerinin beraet ve serbestiyetine ve sahiplerine iadesine karar verdi. Bu defa savcı bu kararı temyiz etmediği için, karar kesinleşti.

1731

Bu kararla; Afyon adliyesinin, önceleri bir inad ve yahut baskı altında kalması yüzünden çehresine vurulan o kara lekeyi temizledi ve temize çıkarttı. Böylece Risale-i Nurlar mahkemelerin kararıyla artık serbestiyetini bihakkın kazanmış oldu. Bu karar ile Risale-i Nurun serbestçe matba’alarda basılmasına da yol açıldı. İşte Afyon Mahkemesi hadisesi ve işte onun sekiz buçuk senelik serencamı…

Afyon hapsinden sonra da, altı buçuk sene devam eden mahkeme safahatına, Hazret-i Üstad’ın son hayat faslında da tafsilâtlı olarak eğilip bakmak üzere, burada yirmi altı senelik uzun mazlumane bir hayatın, şu en ağır ve en sıkıcı, sıkıntılı ve işkenceli beş küsur senelik bölümü olan “Emirdağı ve Afyon” hayatına hatime veriyor ve nisbeten bir derece ferahlı saadetli, inkişaflı son hayatına başlıyoruz. Tevfik Allah’tan.

1732

1733

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SON HAYAT FASLI

(2 ARALIK 1949 – 22 MART 1960)

1734

HZ. ÜSTADIN SON HAYATI BİRKAÇ FASILDIR VE BU FASILLAR 2 ARALIK 1949 – 22 MART 1960 ARASINDADIR.

 

BİRİNCİ FASILI

Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’nin, üstteki iki tarih arasındaki hayatı “SON HAYAT FASLI” şeklinde sayılmış ve hesap edilmiştir. Bu fasıl onbir sene, üç ay, yirmi bir günü içine alan geniş bir hayat faslıdır. Bunu ikiye bölerek ilk dört buçuk senelik kısmını Emirdağ-2, altıbuçuk senelik kalan kısmını da Isparta hayatı diye kaydetmek mümkindir, münasebet de vardır. Amma 1950’de D.P iktidarı iş başına gelmesi ile birlikte, üstad’ın hayat tarzı, ta vefatına kadar hep aynı seviyede devam ettiği için; CHP dönemindeki mecburi iskân ve saire gibi zulümlerin bir çoğu ortadan kalktığı ve bir derece Üstad’ın hayatı serbestlik içinde olduğundan; bir yeni hayat tarzı başlamış oluyordu. Üstad’ın bu son hayatının ilk altıbuçuk aylık kısmını (Yani hapisten çıktıktan sonra, ta 14 Mayıs 1950’ye kadar kısmını) gayr-ı vaki’ sayarak şu yeni hayatına ekledik.

Evet. Hazret-i Üstad D.P dönemindeki yeni hayat faslında da yine bazı zulüm ve ta’ziblere maruz kalmasına rağmen, genel olarak onun bu hayatı bir huzur ve sükûn hayatıdır diyebiliriz. Hazret-i Üstad D.P iktidarında da mahkemelere verilmiş, zehirler yutturulmuş, şapka için rahatsız edilmiştir. Fakat millet ve memleket bir derece keyfî diktatörlüklerden, zulümlerden kurtulduğu ve demokrasi hürriyetinin icabı kısmen icra edildiği için, Hazret-i Üstad nisbeten huzurludur.

Hem İslam şeâirinin büyüklerinden olan Ezan-ı Muhammedînin (A.S.M) minarelerde okunmasına müsaade edilmesi ve fikir ve vicdan hürriyeti bir derece serbestliğe kavuşması gibi, bazı müsbet inkişaflar vesilesiyle; Hazret-i Üstad Demokratlara şahsen müteveccih olmuş, onları tebrik etmiştir. Ayrıca da D.P iktidarını ikaz edici, yol gösterici çok hayati ve pek mühim noktalarda içtimaî, ahlâkî ve ilmî nasihatlarda da bulunmuştur. Her ne kadar yirmi sekiz senelik CHP altı ok zihniyeti birikintisi, memur kadrosunda brokrat olarak yerleşmiş ve Demokratların müsbet yönden icra etmek istedikleri bir çok proğramları kösteklenmiş, lâyıkıyla bir uygulama zemini bulmamış olsa da…

Hülâsa: Üstad Bediüzzaman’ın bu son onbir senelik hayatı; Kur’an ve iman hizmetinin büyük çapta filizlenmesine, meyve vermesine, hatta büyük ölçüde Üniversite gençliği içinde yayılmasına ve buna paralel olarak Nurun intişarı Âlem-i İslâmda ve dünyada bir derece umumileşmesine

1735

meydan verildiği için, bir huzur ferah ve sükûn hayatı şeklinde vasıflanabilir. Hem Üstad’ın bu son hayatı; irşad, ikaz, tenvir, neşriyât yönleri cihetiyle de çok küllî, nurlu ve feyizlidir. Bu dönemde, onun hayat ve maneviyatının bir semeresi olan Nur Risalelerini okuyanlar, ona talebe olanlar bir kaç misli artmıştır. Afyon Savcısı 1950’lerde “altıyüzbin Nur talebesi var” demişse de, 1960’lara doğru herhalde bir kaç milyonu bulmuştur.

Gelip ziyaret edenlerin, görüşüp müstefid olanların bu yeni hayat döneminde haddi hesabı yoktur. Din âlimleri, mektepli münevverler, siyasetçiler hatta askerî erkân pek çoktur.

Üstad’ın bu dönem hayatında onunla şahsen görüşen, sohbetinde bulunanlardan; Üstad’dan görüp duyduklarını anlatanlar da, önceki dönemlerinkinden kat kat ziyadedir. Önceki hayat fasıllarında olduğu gibi, bu dönem hayatını umum hatıralar ve menkıbeleriyle tam teferruatlı kaydetmeye çalışsak, hayli uzun olur, tek başına bir kitap halini alır. Bilmecburiye hatıra ve menkıbelerden ancak bir kısmını nümûne kabilinden kaydedebileceğiz. Bunlardan da en önemlilerini, onların da yalnız birer meal ve hülâsalarını alabileceğiz.

Amma herşeyden önce bu faslı, “Lahika mektupları” diye yazılıp neşredilen yazıların bir çoğu hadiseler kronolojisine göre tarih numaralı olduğu için, bir çoğu bu kitaba kaydedilmesi zarurî görülmüştür. Böylece Hazret-i Üstad’ın bu yeni dönem hayatı belgeler ve vesikalar bakımından diğer fasıllara göre- daha çok zengin ve avantajlıdır.

Tarih numaralı olan mektup ve yazıların yazılış sebebleri, hadiseleri daha çok aydınlattıkları için; hem bu dönemde yazılmış Üstadın mektuplarına ve hayat seyrine ait bazı rivayetlere bir çok te’villi yorumlar, şerhler, tatbikatlar eklendiği için, hadiselerin zuhûr şekillerini ve vesileleriyle yazılmış mektup ve yazıların vürüd sebeblerini ve mahiyet ve hakikatlarını olduğu gibi ve te’vilsiz şekilde ortaya koymak zarureti vardır. Bu noktalardan, kendimizi ne kadar sıksak da, bu fasıl hayatı epeyce uzuyacaktır sanırım.

Evet, bu hayat faslında öylesi bir tahlilin yapılması ve Hazret-i Üstad’ın bir çok yorum ve te’villere tabi’ tutulan ifade ve beyanlarının sağlam temel kaidelerine bina edilmesi zarurîdir. Lâkin itiraf edelim ki; biz bu mevzuu hakkıyla yapacak durumda değiliz. Amma belki ilerde bazı zatlara bir çığır açmak gibi çok ufak bir işaret de olsa mühimdir. Çünki şimdi Risale-i Nur okuyucularının, belki ilerde bir çok İslâm cemaâtlarının, hatta belki Âlem-i İslâmın dinî, siyasî ve içtimaî mes’elelerinin halli hususunda daimî merci’ ve me’haz olarak şaşmaz kaidelerin istinbatı için; özellikle Hazret-i Üstad’ın bu son hayat faslında vuku’ bulmuş hadiseler vesilesiyle kaleme

1736

alınan ve pek büyük hayatî önem taşıyan ifade ve beyanlarının ve onların zımnındaki vecîz ve hülâsalı kompirimelerinin hakikî durumlarını aksettirmek icap etmektedir. Az ilerde Allah izin verirse bu mevzu genişçe ele alınacaktır.

AFYON HAPSİNDEN SONRA EMİRDAĞ HAYATI

Afyon hapsinden sonra, Üstad’ın hayatı hakkında büyük Tarihçe-i Hayat kitabı diyor ki: (Kısaca bir meal alıyoruz)

“Afyon hapsinden sonra Üstad’ın hayatında ve hizmet-i Nuriyede şöyle bazı inkişaflar olmuştur:

Bu tarihe kadar Hazret-i Üstad, evinde tek başına yatar, başka kimseyi yanında bulundurmazdı. Akşamdan ta ertesi günü kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli bulunurdu. Bu tarihten sonra ise, (yani Afyon hapsinden sonra) sadık talebelerinden bazılarını hususî hizmetine kabul etti. Bu talebeleri geceleri de Üstad’ın yanında kalmaya başladılar. Amma Üstad’ın odası yine mutlaka ayrı idi. Bir hizmet olduğu zaman ancak odasına girilebilirdi.

Yine aynı tarihten sonra, Üstad kendisini bir üçüncü Said(1) merhalesinde olduğunu görüyordu. Hizmet-i Nuriyede de küllî inkişaflar başlamış, bilhassa yüksek tahsil gençliği Nur hizmetine el atmış, hizmetine koşmuşlardı. Böylelikle, Afyon hapis musibeti rahmet-i ilâhiyye ile bir çok cihetlerle büyük, nurlu inkişaflara vesile olmuştu.

Bu tarihten sonra da devam eden Afyon Mahkemesi, başta Üstad olmak üzere Nur talebeleri mahkeme günlerinde, bir çok vilâyetlerden gelen Nur talebeleri Afyon’da toplanır, birbiriyle tanışır, Üstad ve Nur hizmeti hakkında malûmat edinir giderlerdi. Samimî uhuvvet ve ihlâs dersleri alır dönerlerdi. Mahkeme günleri bir mücahidler kafilesi şeklinde saflar halinde mahkemeye gelir, ehl-i imanın kalblerine muhabbet ve şevk doldururlardı. Bu mahkemeler iman ve Îslâm davasına hizmet için teşvik edici vesileler oluyordu. Böylece Afyon mahkemesi ve hapis musibeti, din düşmanları rağmına bir çok fedaî kahramanların yetişmesine sebeb oluyordu.”

(1) Üçüncü Said mevzuu üst taraflarda, ilgili yerinde bir incelemeye tabi tutuldu. Hazret-i Üstad Afyon hapsi öncesi ve sonra hapis içinde küllî şekilde inkişaf eden kudsî bir halet-i ruhiyenin yeni yeni tezahüründen bahsetmiş. Bütün bütün târik-ı dünya olarak hizmet-i nuriyenin tüm idaresini talebelerine bırakmayı düşünmüş, hatta buna teşebbüs de etmişti.

Amma gerek hapiste, gerek sonrasında vuku’bulan bazı hadiselerle; henüz öyle bir merhalenin talebeleri cihetinden maddî âlemde tezahürünün vakti gelmediğini görmüştür. Üstad kendi ruhî âleminde o manevî haleti ve merhaleyi yaşamakla birlikte,Nur hizmetinin maddî büyük tedbir ve idare işlerini yine kendisi tarafından sevk ve idare edildiğ’i görülmüştür. A.B.

1737

MÜHİM BİR HATIRA

(Zübeyir Ağabeyden.. 1949-1950 tarihlerine aittir)

Emirdağlı M.Zeki Çalışkan anlatmış:

“Bir gün, üstadın hizmetkârı Zübeyir Ağabey üstadın “kasa” diye vasıflandırdığı ve başucundaki bir krem kutusunda bulunan paralarını, akşamleyin hepsini almış ve ihtiyaçlara harcamış. Sabahleyin üstad yine bazı ihtiyaçları zübeyir Ağabeye sipariş vermiş. Zübeyir ise “Efendim paramız hiç kalmadı” demiş…

Hz. Üstad :“Keçeli keçel! Baktın mı kasaya ” demiş. Zübeyir tekrar kutuya bakınca, akşamki aynı paraları içinde görmüş.

Bu hadiseyi, aynı gün Zübeyir Ağabey bizim dükkâna gelerek babama anlatmıştı.

Başka bir hatıra

M.Zeki Çalışkan anlatmış:

“Şuhut Kazasında memurluk yapmakta olan komşumuz “Şükrü amca” isminde bir zat vardı. Amcam Osman Çalışkanın aklını vesveselendirmişti. “Siz bu adamın (Bediüzzamanın) peşinden gidiyorsunuz. Onu medih ediyorsunuz. Ama biz onun hiç kerametini görmüyoruz vesr.” Amcam bunu düşünürken aniden Zübeyir Ağabey gelmiş, “Sizi Üstad çağırıyor” demişti. Amcam Üstada gittiğinde, ona:”Kardeşim Osman, biz keşfin, kerametin peşinde değiliz. Kapı dururken pencereden girmek akla münafir. Vsr.” demiş. (Son Şahitler-4 ,sh. 80)

HAPİSTEN SONRA HIZLI NEŞRİYAT

Afyon hapis faslında kaydettiğimiz gibi Nur talebeleri Afyon hapsi sırasında da neşriyat işini durdurmamışlar, bilâkis artırmışlardı. Afyon hapsi başlarında Isparta ve İnebolu kahramanlarından birçoğu, mahkemenin daha ilk celselerinde gayr-ı mevkuf tahliye edilir edilmez, hemen hizmetlerinin başına geçerek, teksir makinelerinin kollarını çevirmeye başlamışlardı. Hazret-i Üstad henüz hapiste iken, müdafaât ve zeylini teksir edip neşrettirmişlerdi. Amma Üstad’ın hapisten tahliyesinden sonra ise, bu işi daha da hızlandırılmışlar, bilhassa 1950’den sonra bir çok büyük Nur mecmualarını eski ve yeni harflerle teksir edip neşrettirmişlerdi…

1738

EL YAZILARI İLE HİZMET

Elle yazma hizmeti ve el yazılarıyla Nur neşriyatı, aslında 1946 yıllarında teksir makinelerinin faaliyete başlaması üzerine devrini bir derece tamamlamış oluyordu. Bilhassa 1949 Afyon hapsinden sonra hızlanan teksir makine hizmetleri bu devri -muhtaçlara kitap yetiştirmek cihetinihaliyle kapatıyordu. Çünki teksir makineleri ihtiyaçları büyük çapta karşılıyordu Böylece elle yazı hizmeti hususî kalmıştı.

Anlatmak istediğimiz husus, Nur risalelerini muhtaç müştaklara yetiştirmek hizmeti bakımındandır. Yoksa öylesi yazı hizmetiher zaman lâzım ve herkesin yazısı olan İslâm yazısıdır. Kur’anımızın yazısı, Nur Risalelerimizin hakiki asıl hattıdır. Onu öğrenmek, yazıp okumak her zaman büyük fazilettir.

AFYON HAPSİNDEN SONRA ÇEŞİTLİ HİZMET SAFHALARI

Teksir makineleri taliplere kitap ihtiyacını büyük çapta giderirken, birkaç yönden inkişaf eden hizmet şekilleri de belirdi. Bunlar başlıca şöyle idi:

1- Büyük Tarihçe-i Hayat kitabında kaydedildiği gibi, birçok vilâyet kasaba ve köylerde meydana çıkan Nur talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurları neşretmek, okumak ve yazmak…

2- Her yerde, bilhassa Ankara ve İstanbul’da çeşitli halk tabakaları arasında, özellikle Üniversite muhiti ve diğer okullardaki gençler, memurlar ve anımlar arasında Nurların yayılması ve okunmasıyla, birçok manevî alâkalar ve meydana çıkan pek çok fedakâr iman ve Kur’an nâşirleri… Evet, bilhassa bu iki merkezde Nurların hararetle aranması, istenmesi ve inkişafı…

3- 1956’da Afyon mahkemesince umum Nur kitaplarının iade edilmesi ve bu arada yer yer Nur risalelerine ve Nur talebelerine ilişme hadiseleri dolayısıyla, resmî makamlarla münasebetler kurularak; Nur Risalelerinin vatan, millet ve gelecek nesillerin saâdetine vesile olduğu cihetinin duyurulması ve ispat edilmesi… Ayrıca iktidarı devralan Demokratları ve hükûmetinin ileri gelenlerinden bazı zatlar, Kur’anın bu yeni dersi olan Nurlara takdirle bakmaya başlamaları ve bu mahiyetteki dersin, en modern neşir vasıtalarıyla Anadolu’ya ve İslâm Âlemine, hatta tüm beşeriyete duyurmak için resmî makamlar nezlinde çalışmalara başlaması…

4-Şark vilâyetlerinde -bilhassa Urfa ve Diyarbekir’de- Nurların fevkalâde inkişafı ve birçok İslâm ülkelerine Nur Risalelerinden gönderilmesi gibi hizmetler…

1739

Nurun bu inkişafları ve bilhassa 1956’dan sonra resmen yeni harflerle neşriyata başlanmasıyla; Hazret-i Üstad’ın çok mutlu bir nevi bayramı gibi idi. Hem Afyon hapsinden sonra, yeniden Emirdağ’ına gelmesinden birkaç ay sonra, iktidarı devralan D.P hükûmeti, hürriyet ve demokrasi yolunda attıkları bazı müsbet adımlarıyla ve dolayısıyla Ankara ve İstanbul’da büyük çapta üniversite gençliği ve meb’uslar arasında inkişaf eden Nur hizmeti; ve merkez-i hükûmet ve meb’uslarla olan ihtilat neticesi Risale-i Nur hizmeti namına inkişaf eden alâkalar vesaire…

Böylece, Üstad Bediüzzaman’ın son hayatı hakkında çok hülâsalı olarak çizilen bu fezleke ve haritacıktan sonra; geniş ve tafsilâtlı faslına girmek için, 1949 Aralığından 1960 Martına kadar hizmetler şekli, hadiseler nev’i ve inkişaf eden merhaleler dahi şöylece özetlenebilir:

1- Afyon mahkemesinin uzun müddet devam eden ısrarlı ve inadlı hali ve davranışı karşısında, Hazret-i Üstad’ın bazı değerlendirmelerini havi söz ve beyanları…

2- Afyon mahkemesi en sonunda insafa gelip, umum Nur Risalelerine beraet verip iade kararını vermesinden sonra, matbaalarda Nurların resmen ve alenen umumî neşir hadisesi…

3-Ri5- sale-i Nurla ve Üstad’ın şahsı ile, yani Kur’an ve İman hizmeti ve dersleriyle alâkadarlık göstermek isteyen dindar, hamiyatkâr zatlara karşı Hazret-i Üstad’ın gösterdiği irşadlı ve lütufkâr tavırları…

4- İktidarı devralan D.P hükûmetine karşı zaman zaman Üstad’ın irşadkâr ikaz ve nasihatları…

5- DP. iktidarı döneminde başta Üstad olmak üzere, yine yer yer Nur talebelerine ilişme hadiseleri üzerine Üstad’ın gösterdiği tavırlar ve yazdığı beyanları…

6- DP. iktidarı ile beraber, hemen hemen basının tamamı D.P.’yi kötülemek ve yıpratmak gaye ve maksadıyla en başta Hazret-i Üstad’ın şahsiyeti ve Nurculuk faaliyeti aleyhindeki neşriyatlarına karşı Üstad’ın ve Nur talebelerinin verdikleri cevablar…

7- Nur talebelerinin hareketlerini, -bilhassa müsaid görünmeye başlıyansiyasete kaymaması ve müsbet tarafa yönlendirilmesi için Üstad’ın yazdığı ikaz ve irşadları…

8- Türkiye’de ve dünyada inkişaf eden müsbet-menfi bazı hadiselere karşı Üstad’ın yaptığı umumî değerlendirmeler ve söylediği söz ve beyanlar…

1740

9- Hazret-i Üstad’ın bir vatan evlâdı olarak gayet normal şekilde yaptığı bazı seyahatleriyle meydana gelen Nur hizmetinin büyük inkişafları.. Ve fakat onun bu seyahatlerini hazmedemiyen C.H.P zihniyetli kimseler tarafından ortaya atılan iftiralı yorumlarına karşı Üstad’ın ve Nur talebelerinin verdikleri hakikatlı ve müskit cevabları…

10- Hazret-i Üstad, bilhassa kendi vefatından sonra, Nur talebelerinin esas ve temel ve rükün olarak yapmaları gereken vazife ve hizmetlerini açık şekilde ifade eden bir kaç vasiyetname yazması hadisesi…

İşte bir kaç ana başlıklarla özetlemeye çalıştığımız hizmet şekillerinin, ve bunlara bağlı olarak gelişen hadiselerin genişçe ve vesikalı, belgeli seyrini takib edecek ve değerlendirmelerini Nurun nass olan beyan ve hükümlerine dayandırarak yapmaya elden geldiğince çalışacağız.

Bu geniş mevzuya girmeden önce de, 1949-1960 arası Türkiye’de ve dünyada zuhûra gelen hadiselerden önemli bir kısmını kronolojik şekilde sıralayıp hatırlatmayı uygun gördük.

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA OLUP BİTENLER

Üst taraflarda da kaydettiğimiz üzere, C.H.P 1950 seçimlerine yaklaşırken, dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etme faaliyeti içine girdi. Şöyle ki:

A- 8 Haziran 1949’da CHP’li başbakan Şemseddin Günaltay, CHP’nin din mevzuundaki görüşünü açıklarken, çok açık şekilde CHP’nin hiç bir zaman yapmamış olduğu şeylerle güya dine hürmetkâr olduğunu beyan ederek, düpedüz dini siyasete alet ediyordu. Hatta 1950 seçiminden az sonra da, yine Şemseddin Günaltay, İzmit CHP kongresinde: “CHP dine karşı değildir” sözlerini tekrarlıyordu. Buna karşı merhum Eşref Edip Bey, Sebilür Reşad mecmuasında çok acib bir cevab verdi. “Siz mi dine karşı değilsiniz?..” başlığıyla CHP’nin o güne kadar dini ve dine ait ma’bed ve saireyi nasıl tahrip ettiğini ispatlıyarak sıraladı.(2)

(2) Merhum Eşref Edib’in adı geçen makalesi Sebilur-Reşad mecmuası C.5, sayfa 35, Sayı 103 ve Mayıs 1951 nüshasında neşredildi. Hz. üstad Bediüzzamanda bu makalenin bir kısmını eski yazıya çevirerek yanında sakladı. Biz de bir hülasasını, şu 2. Baskı kitabımızda dercediyoruz.

1741

B- 18 Ocak 1950’de CHP Devlet Bakanı Şemseddin Reşad Sirer: “Biz müslüman bir devletiz. Amma lâiklikten de vazgeçemeyiz” diyordu.

C- 1 Mart 1950’de CHP’nin son iktidarı, tekye ve zaviyelerin kapatılmasına dair olan 30.11.925 tarihli kanunu yürürlükten kaldırdı.

EŞREF EDİB’İN CEVABI

“ Siz mi dine hasım değilsiniz? Sizmi dine baskı yapmadınız?

… Günaltay üstadımıza sorarız: Mekteplerden din derslerini kim kaldırdı? Müslüman Çocukların dinsiz, imansız yetiştirmek istiyen kimdi? Mekteplerde din ile Allah ve Peygamberle istihza eden, çocuklara Komünist fikrini aşılıyan kimdi? İçinde Kuran ayetleri yazılı diye din kitaplarını memleketin her tarafından toplatıp imha eden, Kur’an cüzü satanları tehdit eden, Kur’an cüzlerini parçalatıp yaktıran kimdi?

Bütün islam din müesseselerinin kapılarına zincir vuran, içki sofralarında: “Bu gün kırkbin softanın ocağını yıktık” diye övünenler kimlerdir?

Ezan-ı Muhammediyi Kur’an lisanıyla okuyanları Cami’lerde Allahu Ekber diye Kamet getirenleri zindanlarda çürüten, tekbir sadalarını hortlamakla vasıflandıran kimdi?

Din namına cemiyet teşkilini men’eden, öte tarafta hıristiyanları, yahudi ve masonları istediği gibi cemiyet teşkil etmekte serbest bırıkan, ahkâm-ı diniyeden bahsedenleri dehşete düşürmek için katillere , canilere verilen cezeyı onlara reva gören kimdi?

Cami’lerde Kur’an okuyan ve okutanları Cürm-u meşhut mahkemelerine sevkeden, çocukları Kur’an okuyan hafızları karşıdan dinlemekten bile men’eden kimdi?

Millet kürsüsünden “Din zehirdir” diye bağıran ve “Bu milletin kafasından din fikrini sökmek için bize daha otuz sene lazım” ve “Benim dinsizliğim taassup derecesindedir” diye dine karşı daha büyük su-i kasıdlar hazırlayan ve “Peyganberin Medineden koyduğu ayetler devletçiliğe aittir, bizi alakadar etmez” diyen Başbakanlar(1) kimlerdi?

Halk evlerine dini derslerin girmesini yasak eden, Mecliste bir millet vekilinin millet kürsüsünden söylediği vech ile: “Millet vekillerine Allah bile dedirtmeyen” kimdi?

Din ulemesını , din adamlarını tahkir ve terzil eden,sefalet içinde süründüren, dilenecek hale getiren kimdi?

Alay sancaklarında yazılı olan Kelime-i Tevhidi, alay imamlarını, alay müftülerini kaldıran kimdi?

(1) Bunlardan birisi , İnönü’nün başbakanı Şükrü Baracoğlu’dur. A.B.

1742

Ayet yazılı âbidelerini, kitabelerini parçalatan; Ayasofyada Allah, Muhammed ve Hulefa-ı raşidîn’in isimleri yazılı levhaları asırlardan beri durduğu yerden indiren ve cami, dışına çıkarıp görünmez bir yerde parçalatmak isteyen, fakat kapıdan çıkmadığı için Cami’nin bir köşesine atan .. Ve Bulgaristan’da dünyanın her tarafından gelen muhtelif Hristiyan murahhaslardan mürekkep toplantıya, buradan hususî murahhas gönderen; ve orada alınan kararlar mucibince Ayasofya’yı Cami’likten çıkarıp müze haline getiren, Amerikadan mimarlar celb edip; Allah, Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn levhalarının arkasındaki Bizans putlarını bin itina ile meydana çıkaran kimdi?

Zikrullah ile meşgul olan yerleri kapatan, din ve millet ulularının türbelerini seddedederek din ve millet düşmanı Farmason ocaklarını açan kimdi?

Park otelde müzik çalarken ve dans ederken;Mimar Sinan asarından-Ayaz paşa camiinde Ezan okumaya başlandığı sırada,ötedenberi adet olduğu vechi, ile müzik susunca sükûtetti” cevabına karşı: “Haydi devam”diye müzik ve dans devam ettiren,ferdası gün,belediye amelesine minareyi yıktıran ve bir daha orada Ezan okutmıyan, Camiide Park otel artistlerinin elbise gardolabı yaptıran kimdi?

Bahçe kapıda Hidayet camiini Türk Ticaret Bankasının kokmuş deri deposu yapan; Mercanda sultan hanımın saman-i sanî camiini Ermenî ve Yahudilere veren, mihrabında bir Yahudî kızı oturtan, minaresini

Fabrika bacası haline getiren; Unkapanındaki Camii Yahudi Lastik tamirhanesi yaptıran; Cerrahpaşadaki Şemseddin Molla camiinin tabanlarını söktüren, odun deposu yaptıran; Tahtakalede Sultan Fâtihin kumandanlarından Samas-ı evel camiini paçavra deposu haline sokturan; Şehzadebaşındaki Burmalı Mescid denilen ve minaresi dünyada emsali olmıyan bir camii, marangozhane yaptıran; Dolmabahçe camiini müze haline getiren; Şehreminde Halkevinin karşısında Sultan Fatihin ilk Cuma namazını kıldığı camii, karşısındaki CHP sini ziyareti sırasında: “Halk Partisinin şerefini ihlal ediyor, kaldıran!” diye Halk Parti başkanı Ahmet Bicana emir veren; Göksu Kasrı karşısında Sultan camiinin bir akşam keyfi sırasında kaldırılmasını emreden, mihrabını dans salonu haline getiren; Heybeli camiindeki ezan sesinden rahatsız olarak, yıkılmasını emreden; Balata Muhyiddin Hamamı camiininin miharbını demirci ocağı yaptıran; Çarşıkapıdaki Pirî camiini kalıpcı istafana veren kimdi?..

Beytullahın, Ka’be-i Muazzamanın resimlerini cami’lerden toplatan, cami’lerde mihrapların etrafındaki mumların üstünde yazılı” Maşaallah “ ke-

1743

limelerini kazıtan kimdi? Komünistlik teşeküllerini vucuda getiren, mekteplere Koministlik sokan,mualimlerle dini tahkir ettiren, köy enstitülerini Komünist muallimlerle dolduran, milliyetçi gençleri en ağır işkenceler altında inleten Kimdi?

Süt ana ve süt kardeşle evlenmeyi men’eden hükümleri “Ben süt ana, Yoğurt ana tanımam” diye istihfaf eden; yüzlerce milyon müslümanın mukaddes peygamberini “Arap Mehmet” diye alay mevzuu yapan Kimlerdi?..

Ç- 23 Mart 1950’de, İnönü Kırıkkale’de ilk seçim konuşmasında: “Anayasadan altı oku kaldıracağız” diye va’dediyordu.

İşte CHP böylece dine karşı yaptıkları tecavüzlerinin farkındaydılar. 1950 seçimleri yaklaşırken, dini alet ederek millet kandırılmaya çalışılıyordu. Hatta seçimden bir iki sene önce, yani 1947’de resmen Kur’an kurslarının açılmasına ve Bayramlarda tekbirlerin Arapça okunmasına ve ilkokullarda ihtiyarî din derslerinin okutulmasına da müsaade etmişlerdi. Lâkin millet artık CHP’ye inanmıyordu, iş işten geçmişti. Nitekim 1950 seçiminde millet ona darbeyi vurdu, hem de öyle bir vurdu ki, artık normal seçim yollarıyla iktidar olamıyacak şekilde ve dirilmiyecek bir surette vurdu. 14 Mayıs 950 genel seçimleri yapıldı. D.P 396, CHP ise yalnız 68 milletvekili alabildi. Böylece ilk olarak Türkiye’de hür irade ile yapılan seçimle, CHP tepetakla devrildi.

D.P İKTİDARINDA MÜSBET İCRAAT OLARAK ŞU KANUNLAR VE

İŞLER GERÇEKLEŞTİRİLDİ

1- İlk iş, 16 Haziran 1950’de Meclis ezanın Arapça olmasının yasağını kaldırdı ve minarelerde Ezan-ı Muhammedi sesleri yükseldi.

2- 5 Temmuz 1950’de, Radyoda Kur’an ve dinî proğramın yayınlanma yasağını kaldırdı.

3- 14 Temmuz 1950, umumi bir af kanunu çıkarıldı. Bu kanun herkese şamildi ve bu defa Hazret-i Üstad Bediüzzaman da müstesna değildi. o da dahildi.

4- 25 Temmuz 1950 DP Hükûmeti, Türk askerlerinin Kore’de komünistlere karşı savaşmak üzere, Birleşmiş Milletler’in emrine 4500 kişilik bir Türk Tugayını verdi ve Kore’ye gönderdi. CHP buna şiddetle karşı çıktı.

5- 25 Ağustos 950 Diyanet Reisi Ahmed Hamdi Efendi komünizm aleyhinde fetva yazdı.

6- 21 Ekim 950’de ilkokullara mecburi din dersi konuldu.

1744

7- 4 Ağustos 1951 Reis-i Cumhur Celâl Bayar Van’da yaptığı konuşmada Van’da bir üniversitenin kurulacağını söyledi.

8-17 Ekim 1951 Türkiye’nin Atlantik Paktı’na iltihakına dair protokol Londra’da imzalandı.

9- 10 Ağustos 1952 Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri Köy Enstitülerini kapattı.

10- 2 Nisan 1954 Türkiye ile Pakistan askeri bir antlaşma imzaladı.

11- 11- 19 Nisan 1954 Bağdat Paktı ön çalışmaları gayesiyle Irak Başbakanı Nuri Said Paşa İstanbul’a geldi.

12- 24 Ocak 1955 Bağdat Paktı teşekkülü hususunda, Türkiye Irak’la antlaşma imzaladı.

13- 23 Eylül 1955 Pakistan da resmen Bağdat Paktı’na dahil oldu.

14- 13 Eylül 1956 Orta okullarda da din derslerinin okutulmasına karar alındı.

15- 20 Ocak 1957 Bağdat Paktı toplantısı Ankara’da yapıldı. Bu toplantıda Sento (Merkezi İş Birliği) tezi de ortaya atıldı.

16- 17 Kasım 1958 Erzurum Üniversitesi açıldı. Celâl Bayar’ın açılış konuşmasında: “Atatürk’ün bu Üniversitenin Van’da kurulmasını(3) istediğini” söyledi.

(Bak: Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi kitabı sahife 16-87)

DİĞER HADİSELER

(50 Yılın Tutatanağı, Muzaffer Gökman, Sahife 138-186’dan)

1- 7.8.1950 İstanbul Üniversitesi talebe birliği komünizm aleyhine nümayiş düzenledi.

(3) Celal Bayar Şark Üniversitesinin, Van’da kurulmasına daima taraftar bulundu. Ve bunun Atatürk’ün bir arzusu olduğunu ileri sürmekteydi. Lâkin işin hakikatı ise, Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi 1922’lerde Ankara’ya geldiği zaman, Van’da Medreset-ül Zehra nâmıyla bir üniversitenin kurulmasına çalışmasının eseriydi.O zaman en başta M.Kemal Paşa’yı ikna etmişti. Meclise kanun lâyihası sunuldu, iki yüz meb’usdan yüzaltmış yedi meb’usun imzasıyla kabul edilen kanunla, yüz elli bin lira tahsisat aynı kanunda mevcuttu. Ama daha sonra bazı sebeblerle Üstad Bediüzzaman bütün bunları bırakarak Van’a çekildi. Bunlar Celal Bayar’ca da bilinen şeylerdi. Reis Celal Bayar’ın bu Üniversitenin Van’da kurulmasını çok arzu etmesine rağmen; “DP’liler Said-i Nursi’nin medresesini yapıyorlar” diye CHP’liler ve yandaşları ve basın bunu meş’um bir şekilde ellerine dillerine doladıkları için korktular, çekindiler. Van ‘da kurulması kararlaştırılmışken, Van’dan Erzurum’a aldılar. Ve Adına da “Atatürk Üniversitesi” ismini koydular. Celal Bayar’ın hep bu üniversite için: Atatürk bunun Van’da kurulmasını istiyordu” diye ileri sürmesi, gerçekten M.Kemal Paşa’nın da Bediüzzaman’ın o çok büyük içtimaî ve vatanî fikrinin te’sirinde kalmış olduğunu göstermektedir. A.B.

1745

2- 16 Eylül 1950 Türkiye’nin Atlantik Paktı’na (Nato’ya) yapılan müracaatına İngilizler karşı çıktı.

3- 23 Temmuz 1951 Amerikan Filosu İstanbul’a geldi. Bu hareketle Amerikan devleti Türkiye’yi -İngiliz ve Fransızların istememesine rağmen Nato’ya almaya dair bir gösterisi ve desteklemesiydi.

4- 1 Ağustos 1952’de kurulan İslam Demokrat Partisi, altı ay sonra mahkeme kararıyla kapatıldı.

5- 10 Temmuz 1952 Ticanî Davaları sonuçlandı. Kemal Pilavoğlu on yıla mahkûm oldu vesaire.

6- 23 Temmuz 1952 Mısır ordusu inkılap yaparak Kral Faruk’u devirdi. Cemal Abdünnasır başkan oldu.

7- 25 Eylül 1952, üzerinde İnönü resmi bulunan paralar tedavülden kaldırıldı.

8- 22 Kasım 1952’de Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da su-i kast düzenlendi.

9- 9 Aralık 1952 Samsun D.P Milletvekili Hasan Fehmî Ustaoğlu “Büyük Cihad” gazetesinde çıkan sert makalelerinden ötürü D.P’den ihraç edildi.

10 5 Mart 1953 komünizm müessisi Josep Stalin öldü.

11- 7 Ocak 1954 D.P, Genç Demokratlar adında bir gençlik teşkilâtı kurdu.

12- Millet Partisi 27 Ocak 1954’de mahkeme kararıyla kapatıldı.

13- 2 Mayıs 1954 genel seçimler yapıldı. DP biraz geriledi. 305 milletvekili alabildi.

14- 5 Aralık 1954 Cemal Abdünnasır, Mısır İhvan-ı Müslimin cem’iyetine çok zulüm ve katliamlar yaptı.

15- 20 Aralık 1955 D.P’den ayrılan bir grup milletvekili Hürriyet Partisi’ni kurdular. Bu parti İslâm Demokrat Partisinin bir nevi devamı mahiyetindeydi.

16- 29 Ekim 1956 İsrail Mısır’a saldırdı. İngiliz ve Fransızlar da İsraile katıldı. Abdünnasır Porsaid’de bunları yendi.

17- 12 Ağustos 1957 muhalefetteki partililer, İnönü’nün Heybeliada ve Taşlık’taki evinde toplantılar yaptılar. İş birliği içinde plânlar düşündüler.

18- 27 Ekim 1957 genel seçim yeniden yapıldı. D.P biraz daha geriledi. D.P 224, CHP 178 Milletvekili aldı.

19 16 Şubat 1958 Irak ve Ürdün birleşerek bir Federe Arap Devleti kurdular.

1746

20 21 Şubat 1958 Mısır ve Suriye Cemal Abdünnasırın başkanlığında Birleşik Arap Cumhuriyeti kurdular. 28 Şubat’ta Yemen de buna katıldı.

21- 14 Temmuz 1958, Irak’ta ihtilâl oldu. Melik Faysal ve Said Nuri Paşa öldürüldü. Bu hadise üzerine İnönü imalı sözlerle D.P’yi tehdit etmeye başladı.

22- 12 Ekim 1958 Adnan Menderes Manisa’da yaptığı bir konuşmada. vatandaşları tahrikçilere karşı bir vatan cephesi kurmaya çağırdı.

23- 24 Kasım 1958 İnönü Menderes’i ve D.P’yi ihtilâlle tehdit etti.

24- 28 Aralık 1958 İnönü Menderes’i irticaî hareket ittihamıyla açık şekilde tehdit etti.

25- 17 Şubat 1958 Menderes’i Londra’ya götüren uçak Gatonj hava alanına yakın düşüp parçalandı. 14 kişi öldü, Menderes sağ kurtuldu.

26- 24 Mart 1959 Menderes Türkiye’ye döndü. İstanbul’da çok büyük bir kalabalık onu karşıladı. Menderes İstanbul’da evvela Sultan Eyyüb’ü ziyaret etti. Ankara’ya girerken de tekbirlerle karşılandı.

27 -28 Mart 1959 Cumhuriyet gazetesi 31 Mart Vak’ası’nı yayınlamaya başladı. Bununla Menderes irtica’ ile ittiham ediliyor ve tehdit ediliyordu.

28- 6-7 Kasım 1959 Amerikan başkanı Aysin-Hover Türkiye’ye geldi. Dörtyüzbin insan onu karşıladı.

29- 4 Ocak 1960 İnönü: D.P’nin Said-i Nursi’yi seçim kampanyası için vazifelendirdiğini savundu.

30- 19 Mart 1960 bazı yüksek rütbeli subaylar İnönü’yü İstanbuldaki evinde ziyaret etti. Bu bir ihtilâl ön hazırlık plânıydı. Nitekim bir gün sonra D.P’li bir Konya milletvekili bir konuşma yaparak, İnönü’nün bir ihtilâl hazırlığı içinde olduğunu ileri sürdü.

31- 23 Mart 1960 Bediüzzaman Said-i Nursi Urfa’da vefat etti.

32- 16 Nisan 1960 emekli general ve amirallarden ondört kişi İnönü’yü İstanbul’daki evinde ziyaret etti.

33- 2 Mayıs 1960 Menderes, radyo’da yaptığn konuşmada durumun ciddiyetini belirtiyordu.

34- 3 Mayıs 1960 Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir tavsiye mektubunu yolladı. Bu mektupta Celal Bayar’ın hemen istifa etmesini istiyordu. Aynı günde de vazifesinden izinli ayrılarak İzmir’e gitti.

35- 21 Mayıs 1960 Harp okulu talebeleri hükûmet aleyhinde yürüyüş yaptı.

1747

36- Ve 27 Mayıs 1960, sabah saat 4.36’da Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Ankara Radyosunda “Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır” diye ihtilali bildiriyordu.

Burada sıraladığımız şu hadiseler, gerçi bir çoğu siyasî işlerdir. Mevzuumuzla da ilgisi yoktur. Lâkin ilerde görüleceği üzere, bunların bir çoğunun Hazret-i Üstad’ın hayatıyla dolaylı şekilde ilgisi vardır ve buraya dercedilmesinin de lüzumu vardır. Evet bu hadiselerin, bilhassa müsbet olanlarıyla olduğu gibi, bazen menfi olanlarıyla da Hazret-i Üstad bazen sarih olarak, bazen de işaret yoluyla ilgilenmiş, değerlendirmiş ve bazı ifadelerde bulunmuştur. Az ilerde nümuneleri görülecektir.

 

“SON HAYAT” BAŞLANGICI..

VE İLK ALTI BUÇUK AYLIK BÖLÜM:

Üstad Bediüzzaman, Afyon hapsinin yirmi aylık işkenceli, zulümlü, zehirli ve hastalıklı günlerinden sonra, yetmiş iki gün Afyon vilâyet merkezinde nezaret altında bulunduruldu. Geceli gündüzlü polis gözetimi altındaki yetmiş iki günlük zamanını da bitiren Bediüzzaman Said-i Nursi, 2 Aralık(4) 1949 günü Afyon’dan Emirdağ’ına getirildi ve mecburî iskâna(5) tabi tutturuldu.

(4)Gerçi bu defaki Üstad’ın Emirdağ’ına gelişi kendi ihtiyarıyla olmuş gibi bir renk verildi. Lâkin Afyon’dan Emirdağ’ına gelirken, emniyetten izin isteyerek geldiği gibi; yanında da polis koşturularak gönderilmişti.

(5)N. Şahiner, Üstad’ın Afyon Vilâyet merkezinden Emirdağ’ına getirilmesi hususunda tarih vererek: “20 Kasım 1949” şeklinde yazmışsa da, ortalama bir tahmin yapmıştır. Zira o sıra Hazret-i Üstad’ın hizmetinde bulunan Zübeyr Gündüzalp, Üstad’ın Afyon’dan ayrılışı hakkında İsparta’ ya tarih numaralı bir mektupla malümat vermiştir. Mektup aynen şöyledir:

“Aziz Sıddık ve Kahraman Ağabey:

Evvela istifsar-ı hatırla arz-ı hürmet eder, ellerinizden öperim.

Saniyen Ankara işini Çalışkanlar görecek. Benim gitmeme lüzum kalmadı.

Salisen: Hazret-i Üstadımızın tashihatta ilâve buyurdukları haşiye ve nükteleri ve müdafaattaki bir iki sehvi hâvî bir pusulayı takdim ediyorum.

Hazret-i Üstadımız dün Emirdağı’na teşrif buyurdular. Bendeniz mahkeme gününü burada bekliyeceğim. Az da olsa bu ayrılık çok acı geldi.Mübarek odasına çıkamıyorum. Ancak namazı orada teessür ve yeis içinde kılıyorum. Emniyete haberleri olsun kabilinden gideceğini söylediğim zaman, şöyle dediler: “Hoca Efendinin hiç bir şeyine müdahaleye kanunen hakkımız yoktur.(3) Türkiye’de altmış üç vilâyet var. Arzu ettiği vilâyet ve kazaya gider.”

Kahraman ağabeyim, dua ve himmetinizi yalvarırım. Bu kadar aceleyle yazabildim. El ve ayaklannızdan öperim. 3.12.1949Çok kusurlu biçare Zübeyr

Mahkeme ayın 14’ündedir. Evvelki mektupta herhalde yanlış arzettim.14.12.1949 günüdür. (Müntehap dosya Emirdağ-2 sıra no: 12) Not: Üstad bu mektubun yazılışından bir gün evvel Emirdağ’ına geldiğine göre, 2 Aralık 949 günüdür. A.B.

(3) Evet, kanunen ilişmeye hakları yoktu. Lâkin kanansuz şekilde ta’cizler devam etti. A.B.

1748

Bu tarihten, ta 16 Mayıs 1950 D.P iktidarına kadar olan altı buçuk aylık zamanı dahi, eski hayat fasıllarından olduğu gibi,yine Üstad’a bir nevi esaret hayatı yaşattırıldı. Yine polis nezareti, yine takib, yine mürakabe ve yine her hare- keti kontrola tabi’…

BU ALTI BUÇUK AYLIK ZAMANDA ÜSTAD NE YAPTI,

NE YAZDI?

Üstad’ın Afyon hapsinden tahliyesinden sonra, ta 16 Mayıs 950’ye kadar geçen hayatı sekiz ay kadardır.Üstadın bu sekiz aylık zamanı da, CHP iktidarı altında yine aynen hapisten önceki hayatı gibidir.. Ve Emirdağ hayatına eklenmesi icabederdi. Ancak biz bu kısacık zamanı zulüm ve işkenceler itibarıyla gayr-ı vaki’ sayarak, onun son hayatına bağladık.

Bu zaman zarfında Hazret-i Üstad’ın yaptığı işler, yazdığı şeyler nelerdir diye bir sual vaki olursa, şöyle izah edilebilir:

Afyon hapsinden çıkar çıkmaz ve Afyon’da bulunduğu günlerde, talebelerine bir kaç tebrik mektubu vesaire yazdı. Ayrıca Diyanet İşleri Reisi muhterem Ahmed Hamdi Akseki’li Hocaya Risale-i Nurdan bir takım hazırlattırıp gönderme işiyle alâkadar oldu.

Hapisten önce (1947’de) Ahmed Hamdi Efendi, Nurlardan iki takım ısrarla istemiş idi. O sıra bunun hazırlığı yapılmış, ancak yetiştirilip gönderilmeden, Afyon hapis faslı araya girmesiyle öylece kalmıştı. 20 Eylül 1949’da Hazreti Üstad hapisten çıkar çıkmaz, tekrar bu işe el atmış ve ilk iş, yanındaki fedakâr talebesi ve hizmetçisi Zübeyr’in imzasıyla Isparta’ya bu hususta bir mektup yollamıştı. Mektup aynen şöyledir:

“Aziz sıddık ve kahraman ağabeyim!

Evvela: Hazret-i Üstad şöyle buyurdular: “Diyanet Riyasetine gönderilmek için hazırlanan Nur takımı Emirdağ’ından Isparta’ya iade edilmiş. Bu takım bir yere verilmemiş ise, muhafaza edilsin. Belki bir zaman lâzım olacak, Ben tashih edeceğim…(6)”

Hazret-i Üstad, Emirdağ’ına geldikten sonra da, aynı mevzu üzerinde durdu ve Isparta’ya mektuplar yazdırarak. Diyanet Reisine gönderilecek Nur takımının ma’na ve ehemmiyetini bildiriyordu. Tahminen 1950 başlarında yazdırıp Isparta’ya gönderdiği bir mektup aynen şöyledir:

“Gayet kıymetli fedakâr Nur kahramanı ağabeyimiz Hüsrev!

Şimdiye kadar beş defadır Diyanet Reisi Nurlardan bir takımı musırra-

(6) Emirdağ-2, Müntehap dosya sıra no: 2

1749

ne istedi. Ustad da şiddetli hastalığı içinde tashih edip, şimdilik bitmek üzeredir. Diyanet Reisinden onun manevi fiatı olarak üç madde istemiş:

Birisi: Sizin parça parça yazdığınız mu’cizeli Kur’anı fotoğrafla tab’ etmek.. Bu maddeyi kabul etmiş. “Yalnız başındaki Türkçe tarifatı müstakil kalsa, ayrı tabedilse münasibtir.” demiş.

İşte Üstad’ımızın ona yazdığı mektubu beray-i malûmat leffen size gönderiyoruz. Üstad diyor ki: “Hem bir takım Risale-i Nuru, hem makineyle çıkan mecmuaları ona göndermek ve Hüsrev gibi bu işte en ziyade alâkadar bir kardaşımızın eliyle teslim etmek cihetini meşveretinize havale ediyoruz. Siz de tam bir meşveretle, sizin bu meselede oraya gitmenizin vücudça sıhhatiniz müsaade ve fikrinizde muvafık ise; muayyen bir vakitte acele oraya gidersiniz ve adresinizi bildirirsiniz. Biz de takımı ve mecmuaları size Ankara’ya elinize yetiştireceğiz. Hatta siz isterseniz, kendi hesabınıza onları müftüler neşretmek niyetiyle Diyanet Reisine verirsiniz.

Nur talebelerinden

Üstad’ın hizmetinde

Halil, Sadık, İbrahim(7)”

Böylece, Hazret-i Üstad’ın bu mevzuda yaptığı muhabere ve yazışmalardan sonra, tashih edip hazırladığı iki takım Risale-i Nuru Ahmed Hamdi Efendi’ye hediye gönderirken, ona hitaben şu mektubu da yazdı:

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri!

Bir hadise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zatınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi’ ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirlerine, benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azimeti terkedip, ruhsata tâbi’ oluyorlar” diye Risale-i Nuru doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat üç dört sene evvel(8) yine şiddetli, kalbime sizi ten-

(7)Emirdağ-2 Müntehap dosya (küçük) sıra no: 6

(8)1947 sonlarında zamanın İçişleri Bakanı ve sonra Bakanlar Kurulu Risale-i Nurdan Zülfikâr ve Asa-yı Musa gibi bazı mecmualarını müsadere ve toplatmak kararını aldıklarında, bu kitaplar bir de Diyanet Riyasetine gönderilmişti. Ahmed Hamdi Efendi, o sıra Diyanet reisi vekili iken zamanın şerli hükümetinin şerrinden çekinerek lâzım gelen cesaret ve dirayeti gösterememiş, Bakanlar kurulu da toplatma kararını almıştı. Ama ondan önceki bir hadisede ve Afyon hapsine yakın günlerde ise, müsbet raporlarıyla aynı kitapları kurtarma cihetinde cesaret göstermişlerdi. Bunlar bu kitapta yazılıdır. Hazret-i Üstad -tahminen- o ikinci hadiseye işaret etmek istiyor. A.B.

1750

kidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki: Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi olarak zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ehven-üşşer düsturuyla mümkin olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlıklarına ve kusurlarına inşaallah keffaret olur diye kalbime şiddetle ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî bir uhuvvet nazarıyla bakmaya başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, sizi nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmî ve muhafız olacağınızı düşünerek; üç sene evvel mükemmel bir takım Risale-i Nuru size vermek niyet etmiştim. Fakat şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil.. Fakat ekseriyet-i mutlaka eczaları, Nur şâkirtlerinden gayet mühim üç zatın on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için şiddetli hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermiyecektim. Buna mukabil onun manevî fiatı da üç şeydir:

Birincisi: Siz mümkin olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şu’belerine vermek için, mümkin ise eski harf, değilse yeni harf ile ve hâs arkadaşlarımdan tashiha yardım için birisi başında bulunmak şartıyla memleketteki Diyanet Riyasetinin şu’belerine yirmi otuz tane teksir edilmektir. Çünki hârici dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir

İkincisi: Madem Nur Risaleleri medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şâkirtlerisiniz. Onlar sizin hakikî malınızdır. Münasib görmediğiniz Risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız.

Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’anımız mümkin ise fotoğraf matbaasıyla tabedilsin ki; tevafuktta lem’a-i İ’caz görünsün. Hem baştaki Türkçe târifatı ise, o Kur’an ile beraber tab’edilmesin. Belki ayrıca küçük bir risalecik(9) olarak, ya Türkçe veya Arabiye güzelce çevirip öylece tab’edilsin.

SAİD-İ NURSİ(10)”

Hazret-i Üstad’ın merhum Ahmed Hamdi Efendi’ye gönderdiği mezkûr Nur kitapları ve mektubu, Üstad’ın hizmetkârlarından Mustafa Sungur tarafından ona götürülüp teslim edilmiştir.

(9)Küçük risalecik, Ondokuzuncu Mektub ve Yirnıi Dokuzuncu Mektup’tan derlenmiş bir risaledir.Kur’anın tevafuklarını tarif eder. Bunun bir hülasası, Hizmet Vakfı tarafından tab ve neşredildi. A.B.

(10)Emirdağ Lahikası-2 S: 10

1751

Mustafa Sungur Ağabey, adı geçen kitapları ve mektubu Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettikten sonra, Ankara’dan Hazret-i Üstad’a şu mektubu yolladı. Kitapların Ahmed Hamdi Efendiye teslim tarihi için: (1950 Şubatı idi diye Sungur Ağabey bana hususî bir mektubunda yazmıştır.)

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik çok sevgili Üstad’ımız Efendimiz Hazretleri!

Mübarek, makbul dualarınız ile bugün Risale-i Nur denilen şems-i maneviyi hem çok mübarek ve kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendi’ye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmuaları ve nurları kendi hususî kütübhanesine koydu. “İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedrici-tedrici neşrine çalışacağım” dedi.

Çok Sevgili Üstadım Efendim. mübarek mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. Fakat şimdi hemen birden bire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has arkadaşlarıma okutturup meraklılara göre ilerde neşrederiz, inşaallah tam ve parlak şekilde ilerde neşrine çalışacağını söyledi.

Aziz Üstadım Efendim! Şimdi derhal bu biçare talebeniz, nurların neşri için elimize bir vesika vermediğinden üzüldüm. Fakat kendisi Risale-i Nurun neşrine taraftar ve bütün kuvvetiyle çalışacağını söylediği için sevindim.

Çok sevgili Üstad’ım, Ahmed Hamdi Efendi siz sevgili Üstad’ımıza “Nasıldır?” dediler. Bu biçare de, “evrad ve manevî vazifeler cihetinde bir noksanlık yok, fakat başka cihette her türlü perişanım” diyor dedim. Perişan olmıyan ve daima aziz olan siz sevgili Üstad’ımızın bu sözlerinizi söyleyince gözleri yaşararak dediler ki: “İnşaallah o daha çok yaşıyacak ve pek büyük hizmetler daha yapacak.”

Çok sevgili Üstadım Efendim, bundan sonra bu biçare yine görüşmek üzere oradan ayrıldım. Konyalı ve Mülkiyede okuyan, Nurlara çok bağlı Ahmet Atak kardeşimizle ve onunla beraber gelen ve aynı mektepte okuyan Afyon’lu ve Emirdağ’ında sizinle görüşen ve mübarek ellerinizi öpmek şerefine nail olan Cemil’in kardeşi Mustafa ile beraber, şimdi Ankara Müftüsü olan ve siz sevgili kahraman Üstad’ımızla Erzincan ve İstanbul’da arkadaşlık eden ve ihtiyar olan Sadık ile görüştük. Ah sevgili Üstad’ımız, bize kurtarıcımız ve vesile-i saadetimiz olan sevgili Üstad’ımızın eski hatıralarından biraz bahsettiler. Kendisi anlatırken âh çekiyor, hayret ve istihsanla

1752

gâh gülüyor, gâh üzülüyor ve bize diyordu ki;

“Kardeşlerim! O zat bize benzemez. O bir harikadır. Hem onun bazı halleri vardır ki; O, o zaman kendine sahip değildir. Kalbine ne doğarsa tecelliyat-ı ilâhiyyedir” diye Risale-i Nurun kudsî tercümanını bize anlatıyordu.

Hatta Ayasofya Camiinde, binlerce kişiye, aziz kahraman Molla Said’in nutkunu anlatırken, hayretler içinde kaldık…(11)

Elbaki Hüvel baki Duanıza muhtaç perişan ve kusurlu hizmetkârınız

Sungur(12)”

İşte, zahiren cüz’î gibi görünen Ahmed Hamdi ile muhabere ve mektuplaşma hadisesine Hazret-i Üstad’ın fazlasıyla üzerinde durup ehemmiyet vermesinin, hatta 1956’da Nurun serbestiyet kazanması üzerine, yeniden hükûmet ve Diyanet Riyaseti eliyle nurların neşrini büyük bir arzu ile istemesinin elbette hikmet ve sebebleri vardır.

Evet, Üstad’ın mektuplarında da görüldüğü gibi, ilk başta Ahmed Hamdi Efendinin şahsında, Müslüman bir milletin hükûmetinin Diyanet İşleri Reisine kendi Nur kitaplarını neşir için, maddî lıiç bir şart ve kayd koymadan teslim etmesiyle arzu ettiği şey; hükûmet ve Diyanet eliyle Nurların serbestiyetini temin etmek ve nurları resmen âleme karşı onların eliyle ve onlara mal etmek suretiyle neşrini gerçekleştirmek idi. Bununla da; öteden beri Türkiye dışında olan Âlem-i İslâm milletlerinde, Türkiye Müslümanları aleyhinde propaganda yapan ve Türkiye’yi dinsizlikle ittiham eden (13) ecnebilerin hâince entrikalarını bilfiil kırmak ve tekzib etmek için idi.

Evet, Hazret-i Üstad Bediüzzaman, bu hizmetin ve bu gayenin tahakkuku için çok çalıştı. Tevafuklu Kur’anını, bütün Risale-i Nur eserlerini Diyanet Riyaseti eliyle, dolayısıyla Türkiye hükûmeti eliyle neşir edilmesi için çok çırpındı. Ayrıca D.P hükümetine bu mevzu’da bir kaç mektup yazdı,

(11)Bu mektubun geri kalan kısmı Ayasofya nutku vesilesiyle bu kitapın o makamına dercedildiği için tekrar edilmedi. A.B.

(12)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 6

(13)İslâm Âleminde bilfiil bu tarz propagandanın maddi tezahürlerini ben bizzat bir misalini kendim müşahede ettim. Şöyle ki 1967’de Suriye’ye gitmiştim. Suriye’nin Rakka vilayetine bağlı, uzaktan akraba gelen bir köye misafır gittim. Köyün yaşlıları benim namaz kıldığımı görünce “Siz Türkiyeli insanlar Kur’anı okumak biliyor musunuz?” dediler. Evet, Elhamdülillah! dedim “Peki siz namazda aynen bu Kur’anı mı okuyorsunuz?” dediler. Elbette dedim, namazda Kur’an’dan başka ne okunur ki! dedim. Amma dediler: “Biz sizi başka duymuşuz,Namazda Türkçe birşeyler söylüyormuşsunuz!. Ne münasebet dedim. İsterseniz size Kur’an’dan okuyayım, hatta manasını da söyleyeyim dedim. Çok hayrette kalarak:”AIlah Allah biz ne kadar yanlış duymuşuz” dediler. A.B.

1753

ikazlarda bulundu. Lâkin maalesef o pek mühim iş, çok azim hizmet Diyanetin ve hükûmetlerin resmî eliyle gerçekleşemedi. Merhum Menderes de bir ara Üstad’ın isteği doğrultusunda Diyanetin nurları neşretmesini arzu etti. Diyanete havale etti ise de, neticede o da olmadı. O durumda Üstad Hazretleri Nurların resmen neşrini bilmecburiye kendi talebeleri eliyle yaptırdı.

Muhterem Ahmed Hamdi Efendi gayet samimi olarak mezkur hizmetin o tarzda tahakkuk etmesi için ilgilendi. İlk önce Risale-i Nurdan iki takım istedi, bunlardan birisini kendi hususî kütübhanesine, diğerini de Diyanet kütübhanesine koydurdu. Tevafuklu Kur’anın tab’ıyla da ciddî surette alâkadar oldu. 20.10.950 tarihinde Üstad’ın tevafuklu Kur’anını Afyon mahkemesinden resmi bir yazıyla Ankara’ya celbettirdi(14)ve İstanbul mushaflar tetkik heyetine gönderdi, tetkik ettirdi. Fakat tetkik heyeti Kur’anın yazısını zaiflik ve hat yönünden beğenmedi. Dolayısıyla Kur’anda tab’ edilemedi.

Diyanet kütübhanesine konulan bir takım Nur eserlerini de, merhum Ahmed Hamdi Efendi Diyanet müşavere heyetine incelettirdi. Fakat anlaşılan: müşavere heyeti, zaman ve zeminin nezâketi dolayısıyla, Diyanet riyaseti adına Nur Risalelerinin neşrini o sıra benimsemedi.. Öylece kaldı…

Böylece Hazret-i Üstad’ın Afyon vilâyet merkezinde geçirmiş olduğu yetmiş iki günlük hayatı dahil, Emirdağ’a geldiği gün, 2 Aralık 1949’dan, 16 Mayıs 1950’ye kadar sekiz aylık hayatında,hatta 1950’nin son yarısına kadarki hayatında yapılan hizmetlerin özeti ve hülâsası bundan ibarettir denilebilir.Tabii ki; Nur talebeleri Isparta ve İnebolu’da hızlandırdıkları neşriyat içinde, küçük Tarihçe-i Hayatın neşri vesaire… Ve Ankara ve İstanbul’da meb’uslar ve sairelerle görüşmeler, verilen konferanslar, tanışmalar ve saire hizmetler özeti anlatılanlardan hariç kalmak şartıyla…

ÜSTAD’I ZEHİRLEDİLER

Afyon hapsinde üç defa vuku’ bulan zehir hadiselerinden gayri, hapisten sonra Üstad Emirdağ’ına getirildikten -tahminen- yedi sekiz ay sonra, 1950 Ramazan-ı Şerifi sonlarına doğru, yani temmuz ayı içinde Hazret-i Üstad’ı burada yeniden zehirlediler. Bu zehir, tesbitlerimize göre onbeşinci zehir oluyordu.

Altı okçu CHP zihniyetinin dikta rejimi yıkıldığı halde, fakat memlekette vali, kaymakam gibi büyük memurlar ve brokratlar kitlesinin alışmış oldukları diktatörlük yine kısmen devam ediyor ve hatta bir nevi CHP yine

(14) Emirdağ-2 Müntehap dosya, sıra no: 24

1754

hâkim durumundaydı. Yaşlı Nur talebeleri bazı zatlardan duyduğumuz kadarıyla, o güne kadar Üstad’ın kapısında bekçiler yine bekliyor, tarassutlar yine devam ediyordu. Şu 1950 ortalarında vuku’ bulan zehir hadisesinde de, her halde eskiden olduğu gibi, yine bekçilerden bedbaht birisinin eliyle yapılmıştır.

Hadise günü Üstad’ın yanında bulunmuş Abdullah Yeğin Ağabey hadiseyi şöyle anlattı:

“Üstad’ın yiyeceklerine konulan zehirden, Üstad iftarda biraz yemiş ve az sonra baygın halde düşüp kalmıştı. Geceleyin Üstad karyolasından aşağı düşmüş ve istifrağ etmişti. Midesinden çıkan, simsiyah koyu safran gibi şeylerdi. İstifrağdan sonra zehirin ölüm tehlikesi geçmiş, Üstad da biraz rahatlamış ve gözlerini açmıştı. Sabahleyin tam dirildi.. Bir iki gün sonra da Hutbe-i Şamiye’nin Arapçasını Türkçeye tercüme etmeye başladı. Hatta sabahleyin kıra gezmeye bile çıkmıştı.

Üstad Hazretleri de bu zehir hadisesinden bahseden birkaç mektup yazdı. Bunlardan birisi, az üstte kaydedilen Diyanet Reisi Ahmed Hamdi Efendi’ye yazdığı mektup olsa gerektir. İkinci ihtimal de Ahmed Hamdi Efendi’ye yazdığı mektupta bahsettiği zehir hadisesi Afyon hapsinde verilen zehirin te’sirinin devamından bahis de olabilir. Fakat Üstad, Ramazan içinde (Yani 1950 Ramazanı ki temmuz ayı içindedir) vaki olan bu onbeşinci zehir hadisesinden bir kaç gün sonra talebelerine hitaben şu mektubu yazdı:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: yirmi günden beri şiddetli tesemmüm hastalığımla beraber, gayet endişeli ve meraklı bir tarzda Medreset-üz Zehra’nın vaziyeti ve erkânlarının faaliyeti bir taarruza hedef olmuş veya oluyor gibi şiddetli ızdırapta idim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun, hem Hafız Ali, hem Hafız Mustafa. hem bir Said olan bir kardaşımız Hekim-i Lokman gibi o manevi yaralarıma merhemler getirdi.

Saniyen: Siz hiç merak etmeyiniz. Nurlar her tarafta, hariç ve dahilde intişar edip parlaklığını gösteriyor. Hasımlarını susturuyor. Gizli münafık düşmanlar bütün kuvvetleriyle Nurların neşrine ve parlamasına mani’ olmaya çalıştıkları halde, bilâkis parlamasına vesile oluyor. Şimdi de mahkemeyi te’hirleri, Nurların sırf serbestiyetine ve neşrine meydan vermemek planıdır. Onun da ehemmiyeti yok. Salisen: Emanetleri aldık

Kardaşınız

hasta

SAİD-İNURSİ(15)”

(15) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:17

1755

Zehir hadisesi günlerinde, Üstad’ın yanındaki hizmetkârları ise,sair Nur talebelerine mektupla şu malûmatı vermişlerdi:

“LÂTİF BİR İNAYET:

Üstad’ın bugün konuşmakta ve çalışmakta hiç iktidarı yoktu. Zehirin şiddetiyle konuşamıyordu. Kahraman Bayram, otuz sekiz Asay-ı Musa’nın Arabisini(16) getirdi. Üstad’ımız bir saat ve bir kaç dakika içinde kemal-i dikkatle tashih etti. Ben ve kardeşim Bayram ikimiz listeyi yazıyorduk. Üstad’ımıza yetişemiyorduk. En nihayet biz Üstad’ımıza yetiştik. Üstad’ımız da tashihi bitirdi. Bu hali harika gördük.

Bu münasebetle Üstad’ımız buyurdular ki: “Medreset-üz Zehra erkânlarının bana yazdıkları güzel mektuplarına mukabil, hem onların hem bütün Nurcuların Ramazan-ı şeriflerini hem leyle-i kadirlerini hem bayramlarını bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Hem onların dualarına âmin âmin diyoruz. Hem eğer hayatta kalsam, Bayramdan sonra yine görüşeceğiz.”diyorlar. Hem sizlere de çok selâm ediyorlar.

Emirdağ Nurcuları namına

Mustafa(17)”

İşte Hazret-i Üstad’a yapılan su-i kasıdla zehir hadiselerinin l5.sinin hikayesi böyle… Tabii ki, bu zehirle su-i kasıd tecrübeleri bitmedi, devam etti. Üstad’ın vefatına kadar altı defa daha bu zehir tecrübeleri yapıldı.

Lâhika mektuplarında topyekün ondokuz defa zehir hadiselerinden bahsedilmişse de; 1959 Kasımında Üstad’ımızın ziyaretine gittiğimde:” bana ” yirmi bir defa zehir verdiler” diye bahsetmişti.(18)

Bütün bu zehirlendirilmeler,gizli zındık komitelerinin gizli ve sinsi plânlarıyla gerçekleşiyordu. Amma zavallı bazı kimselerin eliyle oluyordu. Hazret-i Üstad Bediüzzaman’la 1907’lerden beri mücadeleye girişen ve bilahare aynı komitenin gizli adamlarının bir çoğu maalesef CHP içinde çöreklenerek, gâh hükûmetin kuvvetinden istifade yoluyla, gâh böyle gizli zehirlerle Üstad’a hücum edenlerin bu fiilleri giizli dinsizlik ve farmasonluk adına olduğu kat’idir. Amma Allah’ın hıfz ve emanında bulunan Bediüzzaman’a hiçbir şey olmuyordu ve olmadı da…

(16)Asa-yı Musa’nın Arapçâ va tercüme edilmesi 1950 senesi içinde Molla Abdülmecid’e Üstad’ın ilk iş olarak yaptırdığı gibi, Üstad da Arapça Hutbe-i Şamiye’yi aynı sene içindeTürkçe’ye tercüme etti. A.B.

(17)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 2

(18)Erzincanlı Re’fet Kavvukçu’nun hatırasındada yirmi bir defa zehir sözünü Üstad’dan bizzat dinlediğini yazmaktadır. (Bkz. Son Şahitler-2 S: 233).

1756

Hazret-i Üstad’ın tensibiyle İstanbul’a “Volkan, Hüradam ve Sebilürreşad” gazetelerinde neşredilmesi için gönderilen ve fakat aynı gazetelerde neşredilip edilmediğini bilmediğimiz 27.7.951’de yazılıp gönderilen bir parçayı da bir başka zehir hadisesi(19) münasebetiyle buraya kaydetmeyi uygun bulduk. Parça şöyle:

“Üstadımız hakkında olan iftiranın ve acib yalanın bir nümunesi şudur ki: Beş sene evvel dehşetli ve zehirli bir hastalığa binaen yatsıdan sonra iki hizmetçisini çağırmış ki, bayılmasına ve kusmasına binaen hizmet etsinler.O vakitten beri biz bütün buradaki onu tanıyanlar biliyoruz ki, şimdiye kadar akşam namazından sonra, ta sabah güneş doğuncaya kadar hiç kimseyi kabul etmiyor. Buna biz şehadet ediyoruz. Yalnız bu Ramazan bayramının akşamında kendi yediği yemeğine gizli düşmanı bir fırsat bulup zehir attığı için, bilmiyerek bir kısmını yemiş. Yatsıdan sonra, seksen sene ömründe görmediği gayet dehşetli bir zehirlenmekle beraber şiddetli bir sıtma ve dört beş defa kusmakla hayatından ümidini kestiği için, karşı evdeki iki hizmetçisini çağırıp, son vasiyetini yapmak için o acı ve acınacak halinde aşağı kapıya inmiş, bekçiye demiş: “Ben ölüyorum, sıtmadan tahammülüm kalmadı. Hizmetçilerim gelsin” karşıdaki komşucağız haber aldı ve gitti hizmetçiyi çağırdı ve bekçiye dedi “Kuvvetim kalmadı, düşeceğim” bekçi koltuğunun altına girip yukarıya çıkarmış. İki hizmetçisi gelip sobayı yaktılar. Kustuğu kilimi temizlediler.

İşte beş sene zarfında güneşin gurubundan tulu’una kadar, bu tek bir muamele, gece iki hizmetçisi yanına gelmiş.. Bu acınacak bir tek muameleyi resmi âmir bunu bu surete çevirmiş ve makamata yazmış ki: Said-i Nursi gece yanına ziyaretçiler kabul ediyor” yani siyasî bir maksadı var, gece toplantı yapıyor.

Bu bir yalan değil, yüz cihette yalandır. Hatta aynı günün bayram günü kapısında ilân yazıp dostlarını bayramlaşmak için kabul etmemiş.. Böyle bir resmi memur böyle bir iftirayı, böyle garip ve ihtiyar ve hasta otuzbeş sene gazete okumayan ve siyaseti terk eden ve üç mahkeme dört sene zarfında onun siyasetle ve dünya ile alâkadar medar-ı mes’uliyet bir maddeyi ispat etmediğinden; elbette bu tarz iftirayla ona böyle ilişmek, damarına dokundurmak; Vatan ve millet ve İslâmiyetin zararına ve hârici komitelerin menfaatına olduğuna kanaât ediyoruz ve emare ve delillerini gösterebiliriz.

Haşiye: Hem bu yalanı resmileştirmek için bekçileri çağırmışlar ki:” geliniz gecede ziyaretçileri kabul ettiğini imza ediniz!” diye karakol çavuşu bekçilere demiş. Bu asılsız yalanı bekçiler imza etmemişler.

Emirdağ Nurcularından

On dört imza(20)'”

(19) Afyon hapsinden sonraki ilk zehir hadisesi bu da olabilir.. Ve bu hadise 1950 Temmuzunda değil,1951 Temmuzun’dadır. Hutbe-i Şamiye’nin tercümesi de bu tarihde olabilir. A.B.

(20) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 61

1757

1950 veya 1951 yılı temmuz ayı içinde(21) Hazret-i Üstad’a verilen bu onbeşinci zehir hadisesini, çok güzel tasvir eden Volkan gazetesi sahibi Nihat Yazar ismindeki zatın, Büyük Tarihçe-i Hayatta neşredilen ve “Üstadı zehirlediler” başlıklı yazısına havale ederek burada kapamak istiyoruz.

Üstad’ın sair altı defa zehirlerinin ve su-i kasıd hadiselerinin belgelerini inşaallah ilerde yerinde ve tarihinde ele alacağız.

HİZMETLERİN ŞEKLİ VE HADİSELERİN ENVAI

Az üstte genel bir fezleke içinde sıraladığımız 1949-1960 arası Hazret-i Üstad ve Nur talebelerinin büyük çaptaki hizmet şekilleri ve cereyan eden hadise nevilerinin genişçe tafsiline geçiyoruz. Madde madde sıralanacak olan her bir hizmet şeklinin bir başlangıcı ve sonucu vardır. Bunları inşaallah madde madde ele alacak ve belgelerini takdim edeceğiz. Her bir maddenin bir çok hadiseleri vardır. İyi anlaşılabilmesi için o maddelerin her birisinin başından girip, silsilesini takiben sonundan çıkmak tarzında neticeye bağlamaya çalışacağız. Böyle olunca da, mesela bir maddedeki hizmet hadiseleri silsilesi, başlangıç itibarıyla 1950 ise, neticesi meselâ 1958 olabilir. Buna göre ayrı fasıl ve şu’belere ayırdığımız o hizmet maddelerini tek tek silsilesiyle kaydetmeye çalışırken, her defasında, yani her maddenin başlangıcında silsilesini takib etmek için, hep baş tarafa dönerek başlamak icab edecektir. Umum o maddelerle hadise silsilelerini beraber yürütseydik, belki karışabilir ve iyi anlaşılmıyabilirdi.

BİRİNCİ MADDE: Devam eden Afyon mahkemesi ve bu mahkemenin ısrarlı ve inadçı tutumu karşısında Hazret-i Üstad’ın tavırları, söz ve beyanları.. ve mahkemenin duruşma günleri, safhaları ve nihayet neticesi…

Bilindiği üzere, Afyon mahkeme hadisesi 1948 başlarında, başta Hazret-i Üstad olmak üzere, kırkdokuz Nur talebesi tevkif altına alınmış, başlangıcı itibarıyla iki üç ay sonra, mevkuf Nur talebelerinden otuzunun gayr-ı mevkuf muhakemeleri devam etmek üzere tahliyeleri cihetine gidilmiştir. 1948 ortalarında mahkeme menfi şekilde karara varmasıyla; Nur talebeleri tarafından temyiz edilen bu karar, temyiz mahkemesince esastan bozulmuş ve geri çevrilmiştir. Afyon mahkemesinin bu ilk kararı üzerine dışarda gayr-ı mevkuf bulunanlardan beş on kişi de hüküm giyerek, karar mucibince içeri alınmışlardı. Afyon mahkemesi temyizin bozma kararına rağmen; feshedilmiş. bozulmuş kararını, temyiz-memyiz dinlemeden Nur talebelerinin içerde ve dışarda olanlarının üstünde infaz etmiş, tatbik etmiş- 

(21) Fakat Sungur Ağabey, 1950 yılı içinde herhangi bir zehir hadisesi vaki’ olmadığ’ını söyleyerek, üstteki notumuzu tekid etmiştir. A.B.

1758

tir. Hazret-i Üstad’ı yirmi ay, Ahmet Feyzî Kul’u onsekiz ay, diğer maznunlardan çoğunu altışar ay kanunsuz, müeyyidesiz şekilde hapiste durdurmuştur. Mahkeme, bozulmuş olan kararına göre,münfesih hükmünü aynen infaz etmiştir. Ayrı ayrı şekildeki hüküm şekillerinin, tatbik müddetini dolduran Nur talebeleri de tahliye edilmişlerdir.

Mahkeme kendi kararını -temyizin hükmünü hiçe sayarak- aynen uyguladıktan sonra; bu defa temyizin kararına uyarak yeniden muhakemelere devam etmiş, duruşmalara girişmiştir.

1950 temmuzunda çıkan umumî af kanunuyla, Afyon mahkemesi insanların affını dahil etmiş, fakat Nur Risalelerini aftan hariç tutabilmiştir. 1950’den sonra yalnız kitapların muhakemesi şeklinde duruşmalara devam edilmiştir.

1956 ortalarına kadar devam eden Afyon Mahkemesi bu geçen zaman zarfında, (Yani temyizin 1949 ortalarında bozma kararından sonra, ta 1956 ortalarına kadar) üç defa karara varmış, ilk üç kararı -ikisi müsbet, biri menfi- fakat mahkeme-i temyiz tarafından her üç kararı da bozulmuş ve nihayet son ve dördüncü kararı beraetle ve bütün kitapların sahiplerine iadesiyle neticelenmiştir.

TAHLİYEDEN SONRA DURUŞMALAR ŞEKLİ

Afyon mahkemesi, temyizin bozma kararından sonra, 949 yılı içerisinde iki duruşma yaptı. Birinci duruşma, Üstad henüz hapiste iken 31 Ağustos 1949 günü..(22) ikincisini de Üstad Emirdağ’ında iken 14.12.1949 günü.. 1950 yılı ilk duruşması da, 10 Şubat 1950’de oldu.(23)

Bu üç duruşmadan sonra daha kaç duruşma cereyan ettiğini bilmiyoruz. Fakat 11.10.1950’de mahkeme yeniden bir müsadere kararını aldı. Nur talebeleri bunu hemen temyiz ettiler. Temyiz mahkemesi bunu da bozdu.(24) Bu duruşmalardan 18.12.1950’deki bir duruşmada, mahkeme Risa-

(22)Üstad henüz tahliye edilmeden 31 Ağustos 1949 günü yapılan bir duruşmada, bir çok insanlar mahkemeyi dinlemek için hazır bulunmuşlardı. Savcı bu duruma tahammül edemiyor, kaba kuvvet kullanarak halkı dağıtmak istiyordu.O günü mahkemede hazır bulunmuş merhum Mustafa Ezener hadiseyi not defterine şöyle yazmıştır:

“Başkumandanını bekliyen neferler gibi, o günü mahkemeye yüzlerce Nur talebeleri gelmiş salonu doldurmuş, ayrıca kapının sağ ve solunda saf nizamında dizilmiş bekliyorlardı. Biz sevgili Üstadımızın çıkmasını bekliyorduk. Kapı açıldı. Sevgili Üstadımız çıktı. Kapının hemen yakınındaki kardeşlerimiz mübarek ellerini öpmekte iken, müdde-i umumi kapıya gelerek; bir taraftan polis ve jandarmalara “Niçin müsamaha ediyorsunuz” diye tehditler savururken, diğer taraftan polis memuru imiş gibi bizzat bizleri dağıtmaya çalışıyordu. Hatta bu esnada bir kardeşimizin bacağına tekme vurmak suretiyle canını da incitmiştir. (Müntehap dosya (küçük) sıra no: 12

(23)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 4

(24)Aynı dosya S: 38

1759

le-i Nurdan olmıyan bir çok risale, mektup, fotoğraf ve ayrıca da Denizli’de mahkemece iadelerine karar verilen bazı Nur Risalelerini de sahiplerine iade kararını almıştı.

2.5.951’de yapılan bir duruşmada da mahkeme Üstad’ın tevafuklu Kur’anını iadeye karar verdi. Fakat 18.12.950’deki mahkeme kararını da savcı temyiz etmişti. Mahkeme-i temyiz, Afyon mahkemesinin bu defa bazı noksanlıklarını bularak kararını bozdu. Sonra 30 Mayıs 1952’de bir duruşma daha oldu. Daha sonra mahkeme 8 Eylül 1952’de başka bir duruşma yaptı.

Nihayet, Afyon mahkemesi 30.1:954’de geri kalan bütün Nur risalelerinin tamamının iadesine karar verdi.(25) Müdde-i umumi bu kararı da temyiz etti. Temyiz mahkemesi bu defa eserlerin tamamının yeniden bir ehl-i vukufa incelettirilmesini istedi. Bu arada temyize giden dosya, temyizin incelemesi ve karara varması vesaire uzun bir zaman aldı.

Nihayet Afyon mahkemesi, temyiz mahkemesi kararı doğrultusunda, tüm kitapları yeniden incelettirmek üzere, Diyanet Riyasetine havale etti. Diyanet Müşavere kurulu uzun müddet kitapları inceledi.. Ve nihayet 23.5.1956 günü nisbeten müsbet bir rapor verdi. Mahkeme bu rapora ve diğer mahkeme kararlarına dayanarak 23.6.1956 günü umum Risale, mektup vesaireyi sahiplerine iade etti. Savcı ise, “bunu da temyiz edeyim” artık diyemedi. Böylece karar kesinleşti ve muhkem kaziye hükmünü aldı.

(25) Küçük dosya sıra no: 12

1760

1761

ÜSTTE ADI GEÇEN DİYANETİN SON RAPORU

“Bediüzzaman Said-i Nursi ve diğer şahıslara ait teslim olunan kitap ve defterlerin içlerinde, kanunen müsaderesi icab eden muzır kitaplar bulunup bulunmadığı hakkında, incelenip neticesinin bir raporla bildirilmesi için, Ankara l.Ağır Ceza Yüksek Reisliğince ehl-i vukuf seçilmemiz üzerine; İş bu beş çuval ve bir tahta sandık içindeki, ilişik listede isimleri yazılı kitap ve mektup ve defterler teker-teker okunup incelendikte:

Bunların çoğu Said-i Nursi’ye ait eserler olup münderecatlarının, hiç bir şahıs zikir edilmiyerek yalnız Kur’an-ı Kerim ve Ehadis-i şerifeden ilham alınarak, başka başka unvanlar altında karihasına göre hazırladığı bir takım esrar-ı ilmiye ve hikemiyenin madde aleminden temsiller getirilerek izahları yazılmış ve hal-i hazırdaki nev-i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki küçük ve büyük insan kitlelerini gafletten ikaz ile; fikrî ve şehvanî dalâletten ve su-i i’tikad ve su-i ahlâk girivelerinden kurtarmaya matuf ifadelerden ve onları devletimizce dahi matlub olan güzel ahlâka sevkedebilecek yazılardan ibaret bulunmuş olduğu.. ve diğer şahıslara ait mektup vesaire dahi Said-i Nursi’nin eserlerinde okudukları noktalara ait hatırlarına gelen bazı mühim dinî ve ahlâkî mesailin kendisinden istifsarlarından ve bazıları dahi, bu zatın nâsih-i ümmet olduğundan bahisle, arkadaşlarına kendisini tanıttırmalarından ibaret defterler olduğu anlaşılmış.. ve netice itibarıyla münderecatlarında kanunî mevzuata muhalif siyasî ve idarî bir mahzur görülmemiş olduğundan, bu eserlerde müsaderelerini icab eden bir hal bulunmadığı kanaatına varılmış bulunduğuna dair iş bu raporumuz Ankara Birinci Ağır Ceza Yüksek Reisliğine sunulmuştur. 23.5.1956

Diyanet İşleri Reisliği Müşavere ve Dini eserleri inceleme hey’eti

Bilir kişi:

Hasan Fehmi Başoğlu, Hasan Hüsnü Erdem, M.Şehid Oral”

 

AFYON MAHKEMESİNİN SON BERAET KARARININ

HÜKÜM KISMI

AFYON

Ağır Ceza Mahkemesi

Esas: 954/278 karar: 955/218 savcı: 953/2083

Reis: Ali Kemaleddin Kamal 8169

Aza: Ali Niyazi Bayram 4864

Aza: Hayri Özbek 7670

1763

Katip: Alaaddin Gevrek

DAVACI: Bitlis vilayetinin Nurs köyünden, Mirzaoğlu Said-i Nursî nam, Bediüzzaman.. ve arkadaşları.

Maznunların umumi vekili: Afyon Avukatlarından Ahmet Hikmet Gönen.

Suç: Elde edilen kitapların kısmen iade, kısmen müsaderesi. Suç Tarihi: 948

Gereği düşünüldü: Dini hissiyatı alet ederek devletin iç emniyetini bozmak ve Nurcular adı altında cem’iyet kurmaktan maznun Said-i Nursî ve arkadaşları haklarında icra edilmekte olan duruşma sırasında, maznunlardan elde edilen suç aleti kitap, Risale vesair eşyanın müsaderesi hakkında Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde icra edilen duruşma sonunda:

Maznunlardan elde edilen bil-umum kitap, Risale, mektup ve sair evrak-ı matbuanın Diyanet İşleri Müşavere kurulunun 23.5.956 tarih ve sayısız raporunda, kitap vesair eşyanın kanunî mevzuata muhalif siyasî ve idarî bir mahzur görülmemiş olduğu bildirildiğinden; bilumum kitap, risale ve mektup vesair eşyanın maznunlara iadesine ve maznunlar vekili Ahmet Hikmet Gönen’e teslimine, isteğe uygun ve temyiz yolu açık olmak üzere 23.6.956 tarihinde oy birliğiyle verilen karar C.M.U.M. Mehmet Çağatay hazır olduğu halde, maznunlardan İbrahim Ethem Talas, Ziver Gündüzalp, Tahiri Mutlu i1e maznunların vekili Avukat Hikmet Gönen’in yüzlerinde. diğer maznunların gıyablarında usulen ve açık olarak tefhim kılındı. 23.6.956

           Reis                         Aza                   Aza                      Katip

Ali Kemaleddin          Ali Niyazi      Hayri Özbek      Alaaddin Gevrek
      Kamal                      Bayram

İş bu hüküm aslının aynı olup, temyiz edilmeksizin 30/6/956 tarihinde kesinleşmiştir 12/7/956

300 Krş Harç 60 Krş Damga Pulu Başkâtip

                    İmza

Afyon mahkemesinin tarihçesi elbetteki üstte geçen kısacık icmalden ibaret değildir.Tam sekizbuçuk sene devam eden bu büyük ve muazzam davanın hikayesi için büyük bir kitap yazılabilir.

Meselâ mahkemenin 1950’den sonraki safhalarında fahri bir çok avukatların katılması olmuştur.

İstanbul’un ünlü avukatlarından Mihrî Helav

1764

ve Abdurrahman Şeref Laç’lar da Afyon mahkemesinde müdafaalarda bulundular. Bu celselerden 30 Mayıs 1952’deki bir duruşmada hazır bulunan Avukat Abdurrahman Şeref Laç mahkemeyi perişan etti. Mahkeme büyük kalabalığı görünce, evvelâ gizli duruşma yapmak istedi. Fakat Şeref Laç buna itiraz etti. Bunun üzerine mahkeme ister istemez duruşmayı açık yaptı. Bir gün sonra da Büyük Doğu Mecmuası mahkemenin bu celsesinin safahatını neşretti.

Hem Afyon mahkemesi devam etmekte iken, zamanın basını aleyhte iğrenç iftiralar düzmeye çalışıyordu. Fakat bu arada bilhassa 1950’den sonra meydana çıkan bir çok dindar ve dost gazeteler de, Üstad’ın hakikatlı şahsiyetini ve hakkaniyetli davasını dile getiren lehte yazılar neşrettiler. Sebilürreşad, Ehl-i Sünnet, Volkan, Büyük Doğu. Büyük Cihad gibi gazete ve mecmualar…

Mesela, Büyük Doğu Mecmuası 30 Mayıs 1952’deki mahkeme safahatını bir gün sonra şöyle veriyordu:

“Bediüzzaman mahkemede:

Abdurrahman Şeref Laç’ın gizliliğe itirazı üzerine duruşma alenî yapıldı. Said-i Nursi Hazretleri: “Bu devirden evvel gizli düşmanlarım mutlak bir istibdatla Cumhuriyeti siper alarak beni ta’zip ettiler:” dedi.

Bugün Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleriyle otuzdört talebesinin muhakemelerine bakılmıştır. Eskişehir, Isparta ve Emirdağ’ından ve diğer şehir ve kasabalardan yüzlerce meraklı bir dinleyici kitlesinin hazır bulunduğu bu davada, seksenlik ihtiyar Said-i Nursi Hazretleri hazır bulunuyordu. Ayrıca kendisini müdafaa için İstanbul’dan gelen avukat Abdurrahman Şeref Laç’ da temsil ediyordu. Davanın mahiyeti şöyle idi:

Üstadın, (Risale-i Nur külliyatının) Afyon Savcılığı Ceza kanununun 163. maddesine göre dava açmıştı. Ankara profesörlerinden mürekkep bir bilirkişi: “Bu Risalelerin 163. maddeye, lâikliğe aykırı bir hareketi tazammun etmediğini tesbit ederek “rapor vermiş ve af kanunuyla cezaî ta’kibata devam edilemiyeceği anlaşılmış ve dava durdurulmuştu. Buna rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yüzlerce Risale-i Nur külliyatının müsaderesine karar vermişti.

Yapılan itiraz üzerine, temyiz mahkemesi bilirkişi hey’eti muvacehesinde Nur Risalelerinin müsaderesine nasıl karar verildiği noktasından hükmü bozmuş, yeniden duruşmaya başlâmıştır.

Celse açıldığı zaman, mahkeme hey’eti savcının talebiyle duruşmanın gizli olarak cereyan edeceğini bildirmiş ve salonu dolduran yüzlerce dinleyici dışarıya çıkarılmıştır.

1765

Bunun üzerine, Avukat Abdurrahman Şeref Laç buna itiraz etmiş, duruşmanın gizli yapılması için kanunî sebeb olmadığını izah etmiştir.

Mahkeme hey’eti, bu ciheti tekrar müzakere ettikten sonra, duruşmanın alenen icrasına yeniden karar vermiş ve kapılar açılarak dinleyiciler tekrar salona alınmışlardır.

Duruşmaya bu suretle başlandıktan sonra, Abdurrahman Şeref Laç davadaki kanunî vaziyeti izah etti. Bundan sonra, mahkeme reisinin: “Mahkûmiyeti olup olmadığı sualine” Said-i Nursi cevab verdi ve şöyle dedi: “Mahkeme kararıyla hiç bir mahkûmiyetim yoktur. Fakat yirmi sekiz sene fiilen zulmün mahkûmuyum” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

“Demokrasiden evvel düşmanlarım cumhuriyeti siper alarak bir istibdad-ı mutlakla ve kanunu siper alarak cebr-i keyfî-i küfriyi tatbik etmekle, beni tazib ettiler. Şimdi huzurunuzda maznun olarak bulunan ve muhtelif vilâyetlerden celbedilen Nur talebeleri aynı eserlerden dolayı muhakeme edilmekte ve binlerce lira masrafa maruz kalmaktadır. Bu iş dört sene uzamıştır. Kanun her yerde ve her mahkeme için birdir. Kaziye-i muhkeme mevcuttur. Bu iş burada daha uzamamalıdır. Risale-i Nur İslâmiyet, millet ve vatan için harika faydaları ve hüsn-ü te’sirleri hâiz olup, Ramazan-ı şerif hürmetine Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz ki; bu iş artık bitsin, daha fazla uzamasın” dedi.

Bunun üzerine, mahkeme bazı muamelelerin ikmali için duruşmayı başka bir güne bırakmıştır.

Büyük Doğu(26)”

Böylece Hazret-i Üstad, mahkemenin her duruşmasında bizzat bulunmasa da, Afyon mahkeme safahatını adım adım takip etti. Bir an evvel bitmesi ve kitapların kurtarılması için çok çırpındı. Mahkeme reisine hususî mektuplar yazdı. Hakikat-ı hali en samimî şekilde izah etti: Ayrıca Demokrat Parti hükumet ve meb’uslarına da izahlı şekvanameler, istid’alar yazdı. Bunların yanında çok uzun devam eden Afyon mahkemesinin sürüncemeli hali ve te’hir üstüne te’hirlerine de bazen çok üzüldü, bazen öfkelendi. bazen de mühim hikmetleri olduğunu beyan etti.

Hülâsa Üstad Hazretleri Afyon mahkemesinde müsadere edilen kitapların kurtarılması ve mahkemenin beraet vermesini çok hararetle arzu ediyor ve bekliyordu. Hem de bu işi pek mühim görüyordu.

(26) Emirdağ-2 Mütehapküçük dosya sıra no:86/1.

1766

AFYON MAHKEMESİNİN SAİR DURUMLARI

Şimdi de Afyon mahkemesinin sair cihetlerine az da olsa temas etmek istiyor ve ilk önce Üstad Bediüzzaman’ın, Afyon mahkemesinin inadçı tutumu ve sürüncemeli tehirleri dolayısıyla kaleme almış olduğu bazı ifadelerini kaydediyoruz.

Birincisi: Temyiz mahkemesinin 1949’da ilk bozma kararından sonra Afyon mahkemesi yeniden, 11.1.1951 tarihinde Nurların müsaderesine dair verdiği menfi karar, Üstad’ın avukatları tarafından hemen temyiz edilmiş ve durum Üstad’a bildirilmişti.

Bu acı haberi Hazret-i Üstad da talebelerine mektupla şöyle bildirmişti. Haber Üstad’ın hiddet ve öfkesini çok heyecana getirmişti. Mektup aynen şöyledir:

“Aziz kardeşlerim! Avukatımız temyize bir istid’a yazmış. Afyon’daki kitaplarımızın tamamını müsadere eden kararname ile bana gönderdi. Ben de istid’a ve kararnameyi Ankara’daki Nurculara, bu hülâsa ile beraber malûmat gönderdim. Bir hülâsa da size gönderildi.

SAİD-İ NURSİ”

Ve Üstad’ın ifadesinde geçen bedduaya niyet ettiği şekil ve bahsini ettiği “Hülasa” yazısı şöyledir.(Bnu üstad,çizgiile daire şeklinde çizmiştir. Hülâsa yazısı ise, bundan sonra gelen yazıdır.)

   “Reis                    Aza                       Aza                  Aza                Savcı

Tevik Önen   Kazım kaynak   Dursun İlhan    Vedat Menal    A.Büker

Katip           Katip                 Katip

Alaaddin    Fevzi Yaman      Lütfi Kaynak

Bunlar bu defaki müsadere kararıyla kahr duasına müstehak oldular.

SAİD-İ NURSİ

MAHKEME-İ KÜBRAYA ŞEKVA VE MÜDAFAATIN BİR HAŞİYESİ OLAN PARÇANIN HÜLÂSASIDIR

Size bu defa mahkeme-i temyize gönderdiğimiz, avukatın Temyiz Mahkemesine gönderdiği istid’anın suretini ve dehşetli kararnameye karşı “hülâsa”sını gönderiyoruz. Sizin tarafınızdan bu mealde, müsadere kararnamesine mukabil dindar meb’uslara dersiniz:

1767

“Bu tarzda müsadere, ne derece kanuna muhalif ve DP hükûmetini tanımamak ve Adliye Bakanının verdiği emri ne derece dinlemediklerini gösteriyor.. Ve Adliye adaleti hâricinde dehşetli bir garaz hüküm ediyoı:

Evet, elem ve ızdıraplar yüklü bulunan ve kitaplarımızın ellerindeki tamamını, binler kelimeden bir iki kelimeyi suç mevzuu bahanesiyle vermek istemediklerini ve bu suretle nurların hayrına mani’ olmak istediklerini ve suç diye gösterdikleri noktalarda, bizim tarafımızdan müdafaatımızda onların seksen bir hataları hata sevab cetvelinde ispat edilmekle; açık garazkârlıklarının gösterildiğini.. hem elyevm yasak olmıyan yüzbinler tefsirlerde yazılı bulunan tesettür ve irsiyet hakkındaki iki ayetin bir kaç satırlık tefsiri yüzünden, dünyada hiç bir kanunun müsaade etmediği acib zulüm ile dörtyüz sahifelik Zülfikâr mecmuasını müsadere edip, bize vermemek suretiyle bir zulüm irtikab ettiklerini.. Hem Afyon’da iki sene ellerinde kalan bütün Risale-i Nurun parçaları daha evvelden hem Denizli, hem Ankara, hem Isparta mahkemelerinde beraet ettirilip sahiplerine iade edildiğini; ve bilâhare Zülfikar ve Asa-yı Musa’yı ruhsatsız neşir bahanesiyle Isparta hükûmeti müsadere edip dört sene zaptettikten sonra, hiç bir noksan olmadan yüz yetmiş mecmuayı bize iade ettiklerini.. ve bizim en mühim suçumuz; Risale-i Nurun mahrem bir parçasında bir hadisin tefsirinde: “Cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve Din-i İslâmı mübarek Türk milletinden kaldırmak için Lozan muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen, hiç bir hakiki Müslüman Türkü protestan yapamıyan ve millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle ispat eden.. ve hadis-i şerifin haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla M.K.le bir mahrem eserde “Din yıkıcı Süfyan” dediğimizi ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalıştığımızı isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebeb olduğunu ve mahkeme-i temyizin, Afyon mahkemesinin bu haksız kararını bozmasıyla; yeniden görülmeye başlanan dava, af kanunu çıkmasıyla, dosyalarıyla ve bütün Nur eserleriyle çürütülmek için mahzene atıldığını.. ve bilâhare Adliye Bakanlığınca Sungur’un keşide ettiği telgrafı üzerine- bütün eserlerin verilmesine emir verildiği halde, hiç biri iade edilmiyerek yeniden suç mevzuu olanlarını tefrik etmek, belki tamamını suç mevzuu yapmak istemeleriyle; Risale-i Nurun tam serbestiyetine mani’ olmak istediklerini bildiren ve üç senedenberi bizi aldatan böyle eşhasa Nurun işlerini bırakmamak için Başbakan ve Adliye Bakanının nazar-ı dikkatlerine arzedilmek üzere. bu mealde adaletperver Demokratlara istid’a yazılması vatan ve millet menfaatına lüzumu var.

1768

Lafza-i Celâl üzerinde i’cazı göz ile görünen Kur’anımızı almak için istid’a ile Diyanet Riyasetine müracaat edilmesi gibi, sırf garazla ve ecnebi parmağıyla aleyhimize dönen işlerden ve işkencelerden bizi ve Âlem-i İslâmı pek çok sevindiren Demokratların dikkat edip Nurcuları kurtarmalarını hürriyetperver hükûmetten rica ederiz..

SAİD-İ NURSİ(27)”

VE İKİNCİSİ: Üstte adı geçen müsadere meselesiyle ilgili Üstad’ın Ankara’ya gönderilen üstteki müdafaaları ulaştıktan sonra, Nur talebeleri harekete geçerek, orada yaptıkları iş ve hizmetleri hülâsatan Hazret-i Üstad’a şu şekilde bildiriyorlardı: (Bazı bölümlerini alıyoruz) “

Çok aziz, çok mübarek sevgili Üstadımız efendimiz Hazretleri!

İstifsar-ı hatır ederek mübarek ellerinizden öper, dualarınızı rica ederiz. Siz sevgili Üstad’ımızdan üç mühim mektupları aldık…

.. Üçüncü mektubunuzu aldığımızda bizleri bir parça müteessir eden Afyon’daki kitaplarımızın müsadere edildiğine, yani onların irtidat ve dinsizlik namına müsadere kararı… Biz bunları alınca temyiz avukatımız Hulusi Bey’e gittik, vaziyeti anlattık. o da, “temyizde bozulması için çalışacağını ve fakat Afyon’daki avukattan temyize gönderdiğine dair dosya ve tarih numarasının istenmesini” söyledi. Biz de Afyon’dan istedik. Çok ehemmiyetli olan mahkeme-i kübraya şekvanın haşiyesinin hülâsasından ononbeş nüsha çıkarıp, dindar tanıdığımız meb’uslara bugün gönderdik. Onlar vasıtasıyla erkân-ı hükûmete mahkemenin bu zulmünü duyuracağız.

Ey Sevgili Muhterem Üstad! Ekalliyette ve fakat henüz kanun ellerinde bulunan dinsiz, mürted bir kısım kimselerin verdikleri zalimane kararı, Âlem-i İslâmın mühim devletlerinin temsilcilerinin müştakane ve ayn-ı hakikat izhar ettikleri bağlılık, hürmet ve takdirkârlık, o zalimane kararı nefy ediyor. Lisan-ı halile diyorlar ki: “Bediüzzaman Hazretlerinin hakikat cadde-i kübrasında açtığı çığırda bütün biz Âlem-i İslâm beraberiz ve dönmiyeceğiz. O zalimlerin dinsizlik ve irtidat hesabına verdikleri karar, onların bid’atkârlıklarına ve zulümlerine kat’iyyen iştirak etmediğinizi ve bil’âkis bütün şevket ve satvetiyle mücadele ettiğinizi gösteren bir delil olmaktan başka bir şey değildir…

Ankara Nurcuları namına

Abdullah, Sungur, Osman, Ceylan, Salih, Abdünnur, Ahmet Atak, Mehmet(28)”

(27)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 36 ve yeni Yz.Emirdağ-2 S: 53

(28)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 38

1769

AFYON MAHKEMESİNİN TE’HİRLERİ

Az üstte kaydettiğimiz veçhile, Afyon mahkemesi çeşitli tarihlerde vardığı mütebayin kararlar ve bunların temyizce bozulması şeklinde devam ederken, çok sürüncemeli te’hir üstüne te’hir veriyordu. Bu te’hirlerden birisi için 24.2.952’de Hazret-i Üstad’ın İstanbul’a mahremce gönderdiği bir mektupta hiddetli şekilde bu gelen sözleri yazıyordu:

“İstanbul’a gönderdiğimiz bir pusuladır. Beray-ı malûmat size gönderiyoruz.

(Mahremdir, haslara mahsustur)

Aziz Sıddık kardeşlerim!

1- Kat’iyyen tahakkuk etti ki: Bize karşı zındık düşmanlarımızın tahrikatıyla ve Ankara’da bazı dinsiz masonların plânıyla mahkeme bütün kuvvetiyle Risale-i Nurun intişarına mâni’ olmaya çalıştıklarını; ve Nurcuların da tesanüdlerini kırmak, birbirinden soğutmak hakkımızdaki en baş proğramlarıdır. Medar-ı mes’uliyet hakikat noktasında bir şeyi bulamıyorlar. Resmen savcı demiş, makamata yazmış: “Denizli beraeti bütün bütün Risale-i Nuru parlattı ve tevsi’ ettirdi. Ona karşı susturmak ve söndürmeye çalışmak Iâzımdır”

İşte bu dehşetli plânları içindir ki, iki üç günlük işi, üç sene bahanelerle uzatıyorlar.

İşte ey hakiki Nur şâkirdleri! Birinci vazifeniz, bu dinsizcesine hücuma karşı bütün kuvvetinizle Nurların perde altında neşrine ve muhafazalarına, onların maksadı aksine olarak kardeşlerinizin mabeyninizde tesanüdün takviyesine çalışmaktır. En ziyade lâzım ve ehl-i imanın imanına kuvvetli bir hizmet ve bu vatanın saadetine en ehemmiyetli bir medar-ı saadet budur.

2- İstanbul’daki Zülfikâr’ı bütün tedbirinizle ve kuvvetinizle müsadereye meydan vermemek ve zâyi’ olmamak için muhafaza edip emin ellere yetiştirmektir. Çabuk cildleyiniz, hem çok ihtiyat ve tedbirle otuz kırk tane şahsıma emin bir zatla acele gönderin.

3- Bu muhakememizin te’hiri, gerçi onların plânıyla aleyhimizdedir. Fakat hakikatta Nurun hiç bir şeye alet olmadığını, hakaik-i imaniyeden başka bir maksad bulunmadığını göstermek ve ehl-i imanın tam i’timad ve kanaatlarına vesile olmak, bu tarafgirane, garazkârane seçimler zamanında kader-i ilâhi hakkımızda bu te’hire müsaade verdi.

Elbaki Hüvelbaki Said-i Nursi(29)”

(29) Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 5

1770

Hazret-i Üstad İstanbul’a gönderdiği bu mektubula beraber ” Mahkeme-i Kübraya şekva” isimli yazısının devamı ve eki eklinde daha çok mahrem olan “Dokuzuncu maddesini” de, bir talebesi olan Bitlis’li Abdurrezzak lisanıyla kaleme almıştır. Bu mezkûr maddenin buraya derci şimdilik münasib görülmedi.

MAHKEMENİN TE’HİRLERİNİN HİKMETLERİ

Afyon mahkemesinin te’hir üstüne te’hirleri devam edip dururken, bunlardan yine bir te’hir üzerine, kader-i ilâhi noktasından hikmetlerini beyan eden Hazret-i Üstad 25.10.952’de neşretmiş olduğu bir mektubunda şunları yazıyordu:

“Üstadımız Diyor ki:

Mahkemelerin te’hirinde hayır var.. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu te’hirde de hayır var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç Âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetle te’sire başlaması ve inkişaf ve intişarı; ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalılaşmak meylini göstermesi, hâriçte zannedilmekle; mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tammesi için karar vermek; hariç Âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti: “Ya Nurcularda riyakârlığa mecbur olmuşlar.. veyahut böyle medenileşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’af gösteriyorlar” diye nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu te’ahhur(30) evhamları izale eder ve ispat eder ki; Otuz senedenberi İslâmiyetin şeairine muhalif şeylere baş eğmiyorlar…

SAİD-İ NURSİ(31)”

(Üstteki mektubun devamı uzundur.Mevzu’ fazla uzamaması için dercedilmedi)

Yine başka bir te’hir münasebetiyle Hazret-i Üstad talebelerine gönderdiği bir mektubunda da şunları kaydetmiştir:

(30)Gerçekten de Afyon mahkemesi devam ederken 1956’ya kadar Türkiye’de yer yer bir çok mahkemeler açılıp cereyan ettiği gibi, 1956’daki Afyon’un umum-î serbestiyet kararı vermekle ve Nurlar o tarihten itibaren resmen matbaalarda serbest neşredilmekle birlikte, Üstad’ın hayatı boyunca da 1960’a kadar yine bir çok tutuklanmalar, hapisler ve mahkemeler cereyan etmişti, Hatta bu hal 1985’lere kadar genişlenerek Türkiye çapında devam etmiştir. A.B.

(31)Emirdağ-2 :Müntehap dosya sıra no: 59-88

1771

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ mahkememizin yine kırk gün te’hir etmesinde üç fayda var.Mucib-i merak değil, mucib-i teşekkürdür.

Birincisi: Maddeten ve manen hissedildi ki: Afyon adliyesi de Denizli gibi Nurlardan istifadeye perde altında başlamasıdır.

İkincisi: Risale-i Nurun harika kuvvetini mahkeme anlamış ki: Böyle bahanelerle bir iki günlük işi kırk güne atıyor ki, Adliye Vekili ve Başvekil Meclis-i Meb’usanda “Nurun faaliyetine karşı gelemiyoruz”(32) demeleri ve Afyon Adliyesi de aynı harika kuvveti bilmiş ki, serbestiyetine mâni’ olmak için böyle te’hir etmiş ve ediyor.

Üçüncüsü: Bu te’hir gösteriyor ki, üç senede hakiki olarak medar-ı mes’uliyet bir şey bulamıyorlar. Yoksa habbeyi kubbe yaptıkları halde, böyle nâzik zamanlarda çok medar-ı mes’uliyet bahaneler gösterecekdiler. Demek Risale-i Nur tam galebe etmiş…

SAİD-İ NURSİ(33)”

Böylece Hz. Üstad’ın Afyon hapsinden tahliyesinden sonra da, altıbuçuk sene gürültülü bir şekilde devam eden Afyon mahkemesi safahatında Hazret-i Üstad bir çok şeyler yazdı. Gâh hiddetli ifadelerle, bazen de hikmetlerini ve menfaatlarını beyan eden sözlerle talebelerine mektuplar yazdı. Bunlar çoktur.Bir nümune daha vermek istiyoruz.

ARTIK YETER TAHAMMÜLÜM KALMADI

Yirmisekiz senede yüz senelik azabı bana çektirdiler. Bu işkencelere son verilmek için; hem bu memlekete hem Âlem-i İslâma hiç zararı olmadığı gibi çok menfaatı bulunan Risale-i Nurun tam serbestiyetini vermek, Hükûmet-i İslâmiyenin büyük vazifesidir.

Kat’iyen tahakkuk etmiş ki: Afyon mahkemesinde müthiş bir komitenin parmağıyla, beş mahkemenin ve dört emniyet dairesinin bize iade ettikleri aynı kitapları ve mahkeme-i temyiz de bu kitaplar lehinde beraat ile hükmedip, onbeş-yirmi gün zarfında zararsız olduğuna karar verdi-

(32)1948 başlarında Hazret-i Üstad ve Nur talebeleri Afyon hapisine alındıkları ilk günlerde, Mecliste CHP’li Adliye Bakanı Fuat Sirmen o menhus sözleri konuşmuştu.A.B.

(33)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 2/1

1772

ği halde, Afyon mahkemesi dört buçuk senedir gayet az olan ve hiç bir kitap onlarda bulunmıyan ve hapiste bizimle beraber yatan bir iki Nur talebesine yanlış adreslerle haber verilmemiş diye bundan evvel iki ay, şimdi de bir ay geriye te’hir edilmiş. Bu biçare Nur talebelerine elli bin, belki yüzbin lira gidip gelme yol masrafları için zarar vermeleri ve hatta Afyon’un Nur Risalelerini müsadere kararı sebebiyle ve ihtarıyla, İstanbul’da müsadere edilen Rehber Risalesi ve mahkemesi sebebiyle, kışta benim gibi gayet iktisadlı bir fakir yüz banknotu otomobile ücret vermeye mecbur olması.. ve yirmi senede bazen yüz, bazen yetmiş, bazen elli arkadaşı çok defa lüzumsuz mahkemelere ve hapislere sevketmeleriyle; elbette yüzbinler lira zarar ve ziyanımız olması, gösteriyor ki; müthiş bir garazkârın parmağı bu işe karışıyor.

Evet, bu mahkemelerin haksız olarak Nur talebelerine onbeş sene zarfında elli bin, belki yüzbin banknot zarar vermeleri haksız ve kanunsuzdur Bu yüzbin lira zararı tazminat olarak dava ediyoruz. Yüzbinler davacı bu davanın arkasında var.

Şimdi bu Afyon’un pek kat’î bir garazla bu zâlimane muamelesinin gayet kat’î bir hücceti ve delili budur ki; mahkûmiyetime dair neşrettikleri kararnameleridir ki, Mahkeme-i temyiz esasıyla bozmuş olduğu o kararnamede, benim mahkûmiyetimin şiddetli cezasına gösterdikleri delil de: “Said’de Kürtlük var. Hem ölmüş bir adama tecavüz ediyor” demeleridir.

Acaba hiç bir mahkeme dünyada böyle bir şeyi medar-ı mes’uliyet yapar mı? Yetmiş cinsten bu memleketimizde bulunan Müslüman kardeşlerimize böyle unsuriyet ve cinsiyet farklarını nazara almadığı halde, Said Kürtlüğünü değil, bütün memleketini ve akrabasını bırakıp, ruhunu ve hayatını bu milleti İslâmiyeye ve dindar Türklere feda ettiği halde; ve yirmi sekiz sene işkencelerle azap gördüğüne mukabil, o Türklerle samimi kardeşliğinde zerre kadar sarsılmıyan bir adam hakkında ve dünyada hiç bir mahkemenin medar-ı mes’uliyet yapmadığı ırkçılık, hem hakiki olmadığı için o da bütün kuvvetiyle ırkçılığı elli senedenberi bırakıp, bütün hayatı ve eserleriyle ve İslâmiyet milliyeti her şeye mukabildir demiş ve o milliyeti tutmuş.. Hem “ırkçılığı bırakınız, İslâmiyet milliyetine giriniz!” demiş daima ders vermiş.

Şimdi böyle bir adama Afyon mahkemesi ceza verirken, “Onda Kürtlük damarı var” diye şiddet-i cezaya sebeb göstermiş. Böyle mahkeme, elbette mahkûmdur. Bizler böyle bir kanun namına kanunsuzluk edenlerden zararımızın tazminatını mahkeme-i kübrada dava ediyoruz ve edeceğiz.

SAİD-İ NURSİ(34)”

(34) 20 Muharrem 1371 den sonra adlı defter, S: 112

1773

AFYON’UN YENİ HÂKİMLER HEYETİ

Hazret-i Üstad Afyon mahkemesinin eski hey’eti değiştiğinde, heyetin yeni reisine ve mahkemesine hitaben gayet mülâyimane ve musalâhakarâne bazı hususî mektuplar ve dilekçeler de yazdı. Nur talebeleri de Ankara ve İstanbul’da bu meseleye dair çok çalıştılar, DP’li bazı bakan ve meb’uslarla görüştüler. Makamlara bir çok istidalar gönderdiler. Risale-i Nurdan bazı eserler ve Üstad’ın küçük Tarihçe-i Hayat’ından olmak üzere bazı kitaplar verdiler. Ayrıca dost gazetelerde de yazılar neşrettiler. Sebilürreşad, Büyük Doğu gibi mecmualarda Üstad hakkında hakikatlı müsbet yazılar neşrettiler. Bunların bir çoğunun suretleri mevcuttur. Fakat bu yazılar çoktur, buraya derci mümkin değil. Buraya sadece Hazret-i Üstad’ın Afyon mahkemesi ve reisine hitaben yazmış olduğu bir iki mektubunu da yazdıktan sonra, Afyon mahkemesi safahatını noktalıyacağız.

Afyon mahkemesi reisine hitaben Üstad’ın yazdığı bir mektup:

AFYON MAHKEMESİNİN YENİ VE DİNDAR ÂDİL REİSİNE HUSUSİ BİR HASB-I HALİMDİR

Hususi bir mektup yerine kabul etmesini rica ediyorum.

Şimdi Afyon’da müsadere olan kitaplarımı, iki sene Denizli mahkemesiyle, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve Mahkeme-i Temyiz, ehl-i vukuflarla tetkik ettirdikleri halde, müttefikan hem benim, hem o kitaplarımın beraetlerine hem umumen bana iade etmesine.. ve bir sebeb-i hapsimiz olan eski harfle gizli tab’ edilen Ayet-el Kübra Risalesinden beş yüz nüshası müsadere edildiği halde, bize aynen iade ettiler.

Hem Afyon’da müsadere edilen kitapların umumu, Isparta’da sekiz on sene evvel, Isparta mahkemesi dört ay tetkikten sonra sâhiblerine iade etti. Hem Afyon mahkemesindeki kitapların bir kısm-ı mühimmi Mersin’de müsadere edilip Ankara’ya gönderilmiş, tetkik edilip iadesine emir verilmiş.Tarsus emniyet müdürü vasıtasıyla Nur talebelerine iade edilmiş. Hem Afyon’daki kitapların bir kısm-ı mühimmi Ankara’da Nur talebelerinden Emniyet Dairesi müsadere ettikten sonra, tetkik edip tamamen O Nur talebesine emniyet dairesi iade etmiş. Hem Afyon’daki müsadere edilen kitapların bir kısm-ı mühimmi İstanbul’da Rehberi tab’ eden Nur talebesinden, Rehberle beraber alınmış. Sonra beraet verdikleri gibi, o mühim mecmuaları da bize iade Hem Eskişehir mahkemesi yalnız Tesettür Risalesi’nin bir iki sahifesine ilişmişti. Başkalarına

1774

ilişmedi ve bizi de tesettürden başka olan Risalelerden mes’ul etmediler.

Hem bununla beraber, hükûmetin elbette mahkemeleri ve kanunları bir olur. Bu dört beş mahkemelerin ve üç dört emniyet dairelerinin bize iade ettikleri kitapları Afyon mahkemesi hangi kanun ile zabtediyor, vermiyor?..

Haydi farz-ı muhal olarak, bir iki sahife Siracünnur’un ahirinde bir buçuk sahife Mu’cizat-ı Kur’aniyede ve iki üç yaprak Tesettür Risalesi’ndeki yüzer kanuna muhalif de olsa, o parçalar, o sahifeler çıkarılıp yüzbinler sahife zararsız ve kanunların ilişmediği kitaplarımızın iade edilmesini Nur talebelerinin diliyle istiyoruz.

Hem otuzüç Ayat-ı Kur’aniyenin tahsinkârane işaretine mazhariyetini ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi Evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve bu yirmi senede millete ve vatana zararsız ve pek çok menfaatlı bir mertebeyi kazanan Risale-i Nuru sinek kanadı gibi bahanelerle bazı Risalelerin müsaderesine, hatta dört yüz sahife olan ve yüzbin adamın imanlarını kurtarıp kuvvetlendiren Zülfikâr-i Mu’cizat mecmuasında eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman ve af kanunları görmüş iki ayetin tam haklı tefsirine dair iki sahife bahanesiyle o pek menfaatlı ve kıymettar mecmuanın müsadere edilmesi, elbette mahkeme-i kübray-i haşirde sorulacak.

Kitaplarımı müsadere eden hey’ete, on altı sene evvel Eskişehir mahkemesinde tesettür ayetine dair tefsirimin bahanesiyle beni mes’ul tuttukları için, o vakit mahkeme-i temyiz ve tashihe verdiğim fıkrayı Afyon’un sabık mahkemesinin hey’etine tekrar ediyorum:

“Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsî ve hakikî bir düstur-u ilâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üçyüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.” diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin!..

Âlem-i İslâma hiç bir zararı olmadığı gibi, pek çok faydası bulunan Risale-i Nurun tam serbestiyetini vermek bu hükûmet-i İslâmiyenin büyük bir vazifesidir. Beş mahkemenin ve dört emniyet dairesinin bize iade ettikleri aynı kitapları ve mahkeme-i temyiz de o kitaplar lehinde beraet ile hüküm verip, on beş yirmi gün zarfında zararsız olduğuna karar verdiği halde, Afyon mahkemesinin sabık âzaları dört buçuk sene gayet âdi bahanelerle kitaplarımı vermediler

1775

Kitaplar hakkında müsaderenin mahiyeti: Risale-i Nurun yüz otuzüç kitabından bir tek kitabının bir iki sahifesi, bir kumandana elli sene evvel bir hadis ile vurduğum tokadı medar-ı bahsetmiş.. Ve bunun dolayısıyla yüz otuz kitabı müsadere etmek, bir adamın hatasıyla yüz otuz adamı cezalandırmak gibi acib gaddarane zulüm olması ve şimdi kütübhanelerde ve kitapçılarda ve ellerde gezen ve hususan vatan ve din aleyhinde dinsizlerin, mülhidlerin, zındıkların, komünistlerin kitapları, hatta baştan aşağıya kadar İslâmiyet aleyhindeki Doktor Duzi’nin kitabı bazı ellerde gezmesi gösteriyor ki; Risale-i Nura karşı müsadere, yerden göğe kadar haksız bir zulümdür, bir gadırdır. Çünki Risale-i Nur ekser Âlem-i İslâmın mühim merkezlerinde ve bu yirmi sekiz senede bu vatanda ulemanın elinde gezdiği halde, hiç bir âlim, hiç bir feylosof itiraz etmemiş. Mahkemeler ve siyasiyyunlar yalnız bir tesettüre, diğeri de “Ahirzamanda bir kumandan başına şapka koyacak ve cebren giydirecek” gibi iki meseleye ilişmişler Sonra da bu mes’eleler için dört beş mahkeme o mes’eleler de dahil olduğu ve beraet verildiği halde, o bir iki sahife için yirmi bin sahifeyi mes’ul ve mahkum etmek hükmünde Risale-i Nuru müsadere etmek aynı bu misale benziyor.

Bir adamın bir adama haksız değil, belki haklı taarruzu yüzünden ki başkaları da onu medar-ı mes’uliyet görmediği ve beş mahkemede cinayet saymadığı halde- o mevhum suç ile yirmi bin adamı suçlu yapmak gibi, yirmibin Nur sahifalarını bir iki sahifa yüzünden müsadere ve dört buçuk sene Afyon’ da hapsetmek o taarruzun yüz mislinden daha ziyade bir hatadır,bir cinayettir ve bu vatana bir su-i kastır.

Bana sıkıntı verilen meselenin birisi de şudur: “Başa şapka koymamaktır…” Bunda hiçbir kanun olmadığı gibi, hiçbir menfeat ve maslâhat dahi yoktur. Çünki Askerler ve dairelerde vazifeli memurlar ve kadınlar ve başı açık gezenler giymemekte mes’ul olmadığından ve bere giymek yasak olmamasından gösteriyorki, şapkayı başa koymakta hiçbir kanun yoktur ve hiçbir maslâhat da yoktur. Başı açık kalmak, benim gibi çok ihtiyar ve başı çok nezleli ve doktorların da çare bulamadıkları bir nezle hastalığı için başıma gecelik takiyesinin üzerine sıcaklık için mendil bağlamaya mecburum. Bu hal ile beraber, vazifedar memur olmadığımdan bana resmî elbise teklif edilmez. Demek gayet acib manasız ve manevi bir su-i kasıd fikriyle benim tarz-ı libasım, mevhum asılsız bir kanuna aykırı namı verilmişki, bana bir buçuk sene sıkıntı çektirdiler. Bu kısacık davamın izahı benim sabık mahkemelerdeki müdafaatıma, hususan mahkeme-i kübraya şekva kısmına havale ediyorum.

SAİD-İ NURSİ

1776

Haşiye: Bu vatana ve millete pek çok menfaatı bulunan risaleleri, serbestiyet ile iade edilmezse, Üstadımız bu memleketi ebedî terketmeye karar verdiğini söyledi.

Hizmetkarı Mustafa (35)”

Ve en son olara dta, Afyon mahkemesi mahkeme-i temyizin son şekil isteği istikametinde kitapları yeniden Diyanet riyasetine tetkik ettirmek için karar aldığı günlerde Üstad Hazretleri Afyon’a kadar gitti ve mahkeme hey’etine şu gelen yazıyı kaleme aldı ve gönderdi.

“Bugün sizi tebrik ve size teşekkür içir Afyon’a geldim. Çoktan beri kitaplarımızın zâyil olmaması için ziyade muhafaza ettiğinize teşekkür ederim. Şimdi Ankaraya göndereceğinizden sizi tebrik ederim. On sene evvel hususî olarak birisinin birisine yazdığı ve bazende benim namımla yazılıp imzam bulunmıyan ve neşr olmıyan mektuplar evvelce mahkemenizce tetkik edilip medar-ı mes’uliyet bir şey bulamadığından nazar-ı itibare alınmadı. Hem mürûr-u zamana uğramış ve neşredilmemiş ve af kanunları görmüş malûmatım olmamış ve Risale-i Nur kitapları ile alâkası olmıyan mektupları yeniden nazar-ı dikkate almak; hem ehl-i adaleti, hem ehl-i vukufu lüzumsuz meşgul edeceğinden; böyle işgal etmemesi, te’hire uğramaması için mezkûr huhusî mektupların o mübarek kitaplara takılmaması adaletinizden temennî ediyoruz.

Bu mübarek adliye, iki defa kitapların beraetle iadesine karar verdiği halde, bazı esbaba binaen mahpus kalmış aynı kitapları, bazen tamamını, bazen de ele geçirilen kısmını beş mahkemenin iade ettiklerini ve beş emniyet dairesi de sahiplerine teslim ettiklerini size haber veriyoruz. İnşaallah adaletiniz ve hüsn-ü niyetiniz bu defa da iadesine vesile olacak.

HASTA

SAİD-İ NURSİ(36)”

Üst tarafta kaydettiğimiz şekilde, Diyanet Riyasetinin müsbet raporuna istinaden Afyon mahkemesi sekiz buçuk sene sonra; Risale-i Nurun bütün kitaplarını 23.6.1956 tarihinde bila istisna sahiplerine iadeye karar verdi. Afyon mahkemesinin bu son adaletli kararı da az üstte kaydedilmiştir.

Mahkemece iade edilen kitaplar vesaire şeylerin listesi ise, büyük sahifelerden ondokuz sahifeden ibaret bulunmaktadır.O listeyi buraya derc etmek büyük yer ve hacim tutacaktır. Ancak o listeden bazı sahifelerin klişelerini arzetmekle iktifa ediyoruz.

İade Edilen Kitapların Listesiden Klişe, Yeni(Küçük munt.dosyası)

(35)Emirdağ-2müntehabdosyaSırano:88/1

(36) Yeni yazı Emirdağ-2 S: 174

1777

BERAET KARARI ÜZERİNE GELEN TEBRİKLER

Afyon mahkemesinin bu en son ve pek mübim tarihî kararının duyulmasından sonra, dahil ve hariçten Hazret-i Üstad’a ve Nur talebelerine bir çok tebrik telgrafları ve mektuplar geldi. Irak ve Pakistan gazetelerinde büyük bir haber şeklinde verildi.

İlk haber ve telgraf Isparta’dandı. Telgraf şöyledir:

Sevgili kahraman kardeşlerimiz!

23 Haziran 1956 tarihine ta’lik edilmiş olan Afyon Ağır Cezasındaki mahkememizde bütün Risale-i Nur eserlerinin iadesine ittifakla karar verildiğini müjde eder, Cenab-ı Hakk’a hadsiz hamd ü senalar ederek, sizleri tebrik edip muvaffakiyetinize dua ederiz.

Elbaki Hüvelbaki

Kardeşleriniz

Hüsrev, Tahiri, Mustafa Ezener”

Isparta’dan duyulan bu müjdeli mutlu haber üzerine Türkiye’nin her yerinden Hazret-i Üstad’a telgraflar gelmeye başladı. Ankara’dan, İstanbul’dan Urfa’dan ve daha bir çok yerden…

Evvelâ Ankara Üniversitesinin Nurcu gençlerinin gönderdikleri tebrik mektuplarından:

“Âlem-i İslâmın halaskârı, ehl-i imanın sertacı, Risale-i Nurun tercümanı Üstad’ımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerine!

Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon mahkemesince Risale-i Nurun serbestiyetine ve bütün Risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesi, senelerce evvel ilân ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’anın malıdır. Kur’anın feyzinden gelmiştir. Hiç bir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’ana bağlıdır. Kur’an ise Arş-ı A’zamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın…” diye olan hakikatlı beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvî hizmetinizin ilâhî ve Kur’anî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraet kararının Âlem-i İslâmın ve bâhusus bu millet-i İslâmiyenin saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla; başta varlığıyla bu zaferleri bekliyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler dairesine kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle tuğyan etmiş insanlığa hâdi ihsan olunan aziz sevgili Üstad’ımızı ve buna vesile olmakla ehl-i imanı kendilerine dost ve taraftar eyliyen dindar Demokratları ve âdil hey’et-i hâkimeyi sonsuz minnetlerle tebrik ederiz..

1778

… Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana nurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlıyan ve bütün kıt’alara şamil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden ta’zimle öperiz efendimiz.

Ankara Nur Talebeleri

İsmail, Salih, Atıf, Ahmet, Ziya, Mehmet, Abdullah(37)”

Bu tebrik gibi Türkiye’nin her tarafından ve Âlem-i İslâmın bazı yerlerinden yüzlerce tebrik telgrafları ve mektupları geldi. Hazret-i Üstad da bu umum tebrik ve telgraflara mukabil şöyle bir mektup neşretti:

(Üstad’ın bu mektubu aynı zamanda 1956 yılı Kurban bayramını da tebrik ediyordu.)

Aziz Sıddık fedakâr kardeşlerim!

Çok yerlerde telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medreset-üz-Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini hem o hâs kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, Âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlıyan ve dörtyüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan ittihad-ı İslâmın yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde te’sise başlamasının ve Kur’an-ı Hakimin kudsî anunlarının o yeni İslâmî devletlerinin kanun-u esasîsi olmasından dolayı, büyük Bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlarını akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakimin; zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesine ve beşer istikbalinin bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medreset-üzZehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dâhil hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz.

Bu sene hacıların az olmasına çok esbab varken, yüzseksen binden ziyade hacıların o kudsi farizayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavi kongresi hükmünde olan Hacc-ı ekberi, büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz.

Elbaki Hüvelbaki

Hasta kardeşiniz

SAİD-İ NURSİ(38)”

(37)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 2

(38)Emirdağ-2 asıl defter. 20 Muharrem 1371 den sonra S: 12

1779

HARİÇTEN GELEN TEBRİKLER

1- Medine-i Münevvere’de sâkin Ali Ulvi Efendi’nin bir iki şüri:

“NURCU KARDAŞIM

Şanlı dost, her ne kadar cismen uzaksam senden

Şâir oldum ebedi, ruhumu yaktım sana ben,

O ilâhî yüce gayen ne temizdir öyle,

Can atar, şanlı zaferler sana bundan böyle,

Âkif olsaydı da görseydi bu parlak gününü,

Ebediyetlere yatmıştır eminim önünü,

Mavi mor, pembe ufuklarda hayalin görünür,

Dalgalar sahili örter gibi okşar sürünür,

Hep sevinç gözyaşı halinde akar bak dereler,

Nurun esrarını ilham ediyor meşcereler,

Goncalar güller açarken ötüşürken kuşlar,

Kalelerden kulelerden kopuyor alkışlar.

Her gönülden sana sevgiyle selâmlar geliyor,

Bak dualar nasıl Allah’a kadar yükseliyor.

Sen o Üstad-ı külün feyzine er, aşkına yan,

O büyük gayenin uğrunda şehid oldu baban.

Sana ilk şürimi yazdım bu mübarek gecede,

Sanki cennetlere uçmuş gibi geldim vecde.

ALİ ULVİ(39)”

Ali Ulvi’nin ikinci şiiri:

“GÖNÜLLER FÂTİHİ BÜYÜK ÜSTADA

Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen Üstad,

Gönlüm seni kudsî heyecanlarla eder yâd,

İlhamıma can geldi beraet haberinle,

Mü’minleri şâd eyleyen ulvî zaferinle.

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar,

Göklerde melekler bu büyük bayramı kutlar.

Milyonların imanını kurtardı cihadın,

Par par yanar imanlı gönüllerdeki yadın.

………………………………….

………………………………….

Ve devamı yeni yazı  Mektubat sahife 496’da

 (39) Hususi mektuplar dosyası-3 sıra no: 5

1780

Ali Ulvi Efendi’nin şiirlerinden başka ayrıca bir iki tebrik mektupları da vardır. Bunların birisi Büyük Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiş, birisi de bizdeki lahikalar dosyasında mevcuttur. Ali Ulvi Efendi’nin şâirlik vasfı galib olduğundan kaydettiğimiz iki şiiriyle iktifa ettik.

2- Pakistan’dan gelen tebrik mektubu:

(Bu mektup ve benzeri bir kaç mektup daha, Pakistan’dan, o sıra Ankara’da münteşir “İslam Mecmuası” sahibi Salih Özcan’a gelmiştir.)

“FA/56

18/12/956

Kentral ofic

İslami Zaite telabe: Pakistan

23/setraz Şion, Roat-KARAÇİ

(Pakistan İslâm Talebeleri cem’iyeti reisi Hüseyin Ali Han’ın beyanatının tercümesi)

“Bir habere göre Demokrat Parti Said-i Nurun hizmetlerini i’tiraf etmiştir. Said Nur ve Risale-i Nur hakkında iyi, hakikatlı bir karar vermiştir. Bundan başka Menderes Hükûmeti, Âlem-i İslâmın büyük ve dâhî mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said-i Nursî’nin afakı dolduran ve dinî eseri olan Risale-i Nurun neşri için maârif vekâletine ve Diyanet İşleri Riyaseti’ne emirler vermiştir. Bu haberlerden bizler çok hoşnut olduk.

Bu münasebetle Üstad Said-i Nursi’yi ve dinsizlik ve komünizme karşı mücadele eden Nur talebelerini ve bütün Müslüman kardeşlerimizi tebrik ederiz ve Demokrat Partililere de teşekkür ediyoruz ki; İslâm yolunda çalışan Nura yardım elini uzatmıştır. Lâkin herşeyden önce Allah’a şükrederiz ki; bizleri de davaya hizmet etmek için Nurlara âmâde kılmıştır. Bizler de Pakistan’da İslâm hakkında çalışıyoruz. Dinsizliğe ve İslâmiyetin hakikî düşmanı olan komünizme karşı mücadele ediyoruz ve İslâmiyet için çalışan dindaşlarımıza hürmetlerimizi takdim ederiz.

Pakistan İslâm talebeleri Cemiyeti Başkanı

Hüseyin Ali Han(40)”

 

İşte, Afyon mahkemesi böylece çeşitli merhale ve safahatıyla devam edip, gele-gele, nihayet beraetle neticelendi ve Risale-i Nurlar bu tarihten sonra serbestçe matbaalarda tab’edilmeye başlandı. Bu tab’ ve neşriyat faslına daha biraz ilerde genişçe yer vereceğimizden Afyon mahkeme faslına burada son veriyoruz.

(40) Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no: 113

1781

ÜSTAD’IN SAİR MAHKEMELERİ

Hazret-i Üstad ile ilgili cereyan etmiş diğer mahkemelerini ve başka hadiselerin mesele ve işlerini ve en mühimi olan neticede nurun alemde serbestlik kazanma keyfiyetini iki fasıl halinde yazmak istiyoruz.

Birinci faslı, mahkemelere ve sair hadiselere.. İkinci faslı ise, serbestlik devresi ve keyfiyetine ayıracağız. Fakat bu iki fasıl arası hayli geniştir, dikkat lazımdır.

BİRİNCİ FASIL: Afyon mahkemesi devam ederken; Emirdağ, İstanbul, Samsun ve Isparta savcılıkları da

Üstad aleyhinde yeni yeni davalar açmışlardı. Hazret-i Üstad bu davalarda sadece İstanbul’da açılan Gençlik Rehberi mahkemesine gidebildi. Emirdağ’dakinde de ifade verdi. Samsun ve Isparta ‘da açılan davalara istinabe yoluyla ifadeler verdi ve müdafaalar yazarak gönderdi.

Bu dört mahkemeler dışında ayrıca 1950 DP iktidarı döneminin ilk başlarında, Hazret-i Üstad’ın bir kaç defa menzili arandı. Ayrıca gelen ziyaretçi misafirler karakollara çağrıldı, takipler yapıldı. Kaymakam aleyhte maksadlı ve garazkârane propagandalar yürüttü vesaire gibi bir çok mesele ve hadiseler…

Hem Afyon mahkemesi devam ederken, açılan mezkûr dört tane büyük mahkemeler dışında, diğer bazı hadiseler de cereyan etti. Bunların içinde en mühimmi: Isparta adliyesinde dört sene müsadere edilen yüz yetmiş adet Zülfikâr ve Asa-yı Musa’ların imha edileceği haberi idi. Aynı günlerde, Ankara’da Mustafa Sungur’dan zabıtaca alınan bazı Nur risaleleri ve Üstad’ın evinde yapılan aramalarda elde ettikleri Arabi İşarat-ül İ’caz vesaireyi de buna dahil etmek teşebbüsü vardı. Bu kitaplardan bazıları hakkında CHP döneminde İçişleri Bakanlığı ve sonra bakanlar kurulunca verilmiş gayr-ı kanunî bir müsadere kararına tabaen imha edilmesi için 1950-1951 arası sinsice ve kesif bir hareket başlatılmıştı. Bu iş ise, mutlaka CHP zihniyetli mihraklar tarafindan körükleniyordu. Gaye ve hedef açıktı; Halkın ve Müslüman dindar milletin iradesiyle iktidara gelen DP’nin hükûmeti, Ezan-ı Muhammedî gibi müsbet ve ferahlatıcı icraatlarını, henüz işin başında iken, ayrı bir cepheden kötületmek, nefret ettirmek ve müslüman halkı, bilhassa Nur talebelerini hükümetten ve DP’lilerden küstürmek vesaire…

Perde altında sistemli şekilde yürütülen o hareket ve niyetlere karşı Hazret-i Üstad ve Nur talebeleri de, müsbet yönde kesif bir faaliyet içine girdiler. Reis-i Cumhura, Başvekile ve diğer bazı bakanlara yazılan istid’alar ve bazı meb’uslarla yapılan görüşmeler, Diyanet Riyaseti nezdinde yapılan girişimler vesaire…

İşte bu hususta Hazret-i Üstad’ın ve Nur talebelerinin yaptıkları muha- 

1782

bere ve yazışmalarından bazı örnekler veriyoruz:

1- 21. 10.950’de Üstad’ın hizmetkârları, onun emriyle Isparta’ya yazdıkları bir telgraf şöyledir:

“Aziz sıddık kahraman ağabeyimiz!

Evvelâ: Gayetsiz derecede bir ehemmiyetle arzediyoruz ki; büyük mecmualarımızın imhasına sakın sakın meydan verilmiyecektir.

Ne pahasına olursa olsun kurtarılacaktır. Yalnız imha kararı şimdi mi, yoksa eskiden mi verilmiştir?.. Ve sizce bu imha kararı resmen sâbit midir? Bu ciheti olduğu gibi öğrenerek acele ve derhal bildiriniz.

Saniyen: Bu hususta Ankara’da olan kahraman Sungur’a ve devlet bakanına yazılan yazıyı beray-ı ma’lumat takdim ediyoruz. Binler selâm ve hürmetler. Ellerinizden öperiz. Siz de nasıl münasib görürseniz, Ankara’ya müracaat edersiniz.

Emirdağı

Ziya, Zübeyr(41)”

2- Ankara’ya Mustafa Sungur’a gönderilen yazı:

“Aziz ve çok kıymetli kahraman kardeşimiz Sungur!

Evvelâ binler selâm eder, Cenab-ı Hak’tan hizmetinizde hayırlı muvaffakiyetlerinizi dileriz.

Saniyen: Çok ehemmiyetli ve mahrem bir işi haber veriyoruz. Haber aldığımıza göre Isparta adliyesinde zaptedilen yüzyetmiş cild Asa-yı Musa ve Zülfikâr mecmuaları ki, o mecmuaları şimdiki Adliye Bakanı(42) beraetini, iadesini tasdik edip, daha evvelce Denizli’de de Üstad’ımıza geri verilen kitaplardır. Bunların imhası için karar verilmiş. Zemin ve semavatı hiddete getirecek ve mevcudatı ağlatacak bu müthiş kararın, Demokratlar aleyhinde CHP’sinin müfrit adamları tarafından tertib edilen bir plân olduğunda kat’iyyen şüphemiz yoktur. Zira Nur talebelerinin, Demokratları muhafaza ettiğini ve Demokratların kuvvetli bir istinadgâhı olduğunu müfrit şeytanlar anlamışlar. Nur talebelerini de Demokratlardan nefret ettirip hükümeti yıkmaya çalışıyorlar. Bu plânın akim kalması ve mecmualarımızın kurtarılması ve Afyon’daki kitaplarımızın tamamen iade edilmesi için pek fazla bir ehemmiyet ve gayretle çalışmasını Üstad’ımız sizlere havale etti.

Ziya, Zübeyr(43)”

3- Üniversiteli Nur talebeleri adına diye bazı Nur talebelerinin Devlet Bakanı, Manisa Milletvekili Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’na, aynı mevzuda yazdıkları istid’a:

(41)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 22

(42)Adliye vekili o sıra, İzmir milletvekili Halil Özyörük’tür.

(43)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 22

1783

“Devlet Bakanı, fazilet kahramanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu!

Zat-ı âlinize vatan ve milletin mukadderatı mevzuunda, gayetsiz derecede ehemmiyetli ve şeytanın zor düşünebileceği bir tarzda tertip edilen Demokratlar aleyhinde bir plânı ifşa ediyoruz. Şöyleki:

Bu vatanda dinsizlikle ve istibdat-ı mutlak ve eşedd-i zulümle yirmi yedi yıldır perde altındaki hususî neşriyatla, harikulâde bir feragat-ı nefisle mücadele eden Bediüzzaman Said-i Nursi’nin vücuda getirdiği muazzam Nur talebeleri camiasının DP’yi muhafaza ettiğini, CHP’sinin müfrit dessasları anlamış, hatta bir zamanlar gayet gizli olarak, Nur talebelerinin kesretle bulunduğu mıntıkalara tedkik ve tecessüs için çıkılmıştı.

İşte Anadolu’nun her tarafında harika bir kuvvet-i imaniye ile fevkalâde bir fedakârlık ile bu milletin iman ve İslâmiyetine hizmet edip, cebbarlar saltanatının esasından ve kökünden yıkılmasına medar olan Nur talebelerini, Demokratlardan nefret ettirmek için, uhrevî ve dünyevî hayatlarının halâskârı olan yüzbinler ehl-i iman ve bir kısım yüksek tahsil gençliğini tenvir ve irşad eden ve Arabistan’da ve Mısır’da büyük bir takdir ve tahsine mazhar olan ve mübarekliğine hürmeten Peygamberimizin kabr-i şerifi ve Hacer-ül Esved üzerine konulan Zülfikâr ve Asa-yı Musa mecmualarının Isparta adliyesi tarafindan yakılmasına karar verilmek gibi, arz ve semavatı hiddete getirecek ve mevcudatı ağlatacak derecedeki bir hükmü haber aldık.

Halbuki yüz otuz parçadan müteşekkil Risale-i Nur külliyatından olan bu büyük mecmuaların parçaları da, Risale-i Nur külliyatıyla beraber 1944 senesinde Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde müttefikan beraet verilmiş ve yüksek temyiz mahkemesi tasdik etmiştir. Kaziye-i muhkeme haline gelmiş ve bütün eserler müellif-i muhteremine ve sahiplerine iade edilmiştir. Son Afyon mahkemesinde de CHP hükûmetinin komünist vekilinin hususi emirleriyle verdiği garazkâr hükmü, kahraman Demokratların adliye vekili, eski temyiz mahkemesinin âdil reis-i muhteremi esasından nakzetmiştir. Nihayet af kanunu ile gaddarane giriştikleri ve içinden çıkamadıkları iftira ve ittihamların üzerine perde çekmişler ve afla neticelendirmişlerdir.

Hakikat bu merkezde iken ve şimdi eski hükûmete binler hakaretli neşriyatları(44) bütün hızıyla devam ederken ve dörtyüz sahifelik gayet hak ve hakikatlı bir mecmuanın iki sahifesinde bir ayetin tefsirini arz ve o bahane ile medar-ı mes’uliyet yapıp, o mecmuanın imhası cihetine gi- 

(44) O arihte bilhassa Büyûk Doğu Mecmuası yirmidokuzuncu sayısında “Lozan’ın iç yüzü” diye çok mühim ve bir çok gizli işleri meydana çıkaran bir yazı neşretti. A.B.

 1784

dilmesi, doğrudan doğruya eski zalim parti hesabına şu maksada ma’tufdur ki; yüzbinler Nur talebelerini Demokratlar aleyhine çevirip DP’nin; sessiz, sadasız, gösterişsiz, fakat dindarlıklarıyla gayet muhkem bir istinadgâhlarını yok etmek ve DP hükûmetini yıkmaktır. Bu müthiş ve şeytanî plânın akim kalması için zat-ı âlinize ehemmiyetle ihbar eder, selâm ve hürmetlerimizi arzederiz.

Üniversite Nur talebeleri adına Yusuf, Ziya Arun(45)”

4- Daha sonra, 3.11.950’de üstteki istid’anın daha mükemmeli bir istid’a ile, DP hükûmetinin bir çok bakanlıklarına Mustafa Sungur, Hüsrev ve Üniversite Nur talebelerinden Yusuf Ziya, Abdulmuhsin ve Abdullah Yeğin’in imzalarıyla müracaat edildi. Bu dilekçeden sadece bir iki bölüm alıyoruz:

“… Hem müfessirlerin üçyüz ellibin tefsirlerine ittibaen iki sahifede iki ayet-i Kur’aniyenin tefsir edildiği bahanesiyle, yüzbinlerle kimselerin imanına pek ziyade bir ehemmiyet ve te’sirle hizmet eden dörtyüz sahifelik Zülfikâr mecmuasını müsadere veya imha etmek, dünyada hiç bir kanunda olmadığından, sırf dinsizliğe alet olarak yapılan bu fecî garazkârlık fâillerinin hak ve hakikat ve adaletten ne derece uzak olduğunun zahir bir delili bulunduğunu zerre miktar vicdanı olanlar anlıyacak ve yüzsüz yüzlerine lânet ve nefretler savuracaktır…(46)”

5- Daha sonra, 20.11.950’de Ankara’da Hazret-i Üstad’a gönderilen bir mektupta Şu malûmatlar veriliyordu: (Bazı kısımlarını alıyoruz.)

Çok sevgili Üstad’ımız Efendimiz!

“Risale-i Nur imha edilmez” diye yazılan ayn-ı hakikat parçayı Başbakan ve Adliye Vekilinin ev adresleriyle, diğer bakanların da resmi adreslerine gönderdik. Görüştüğümüz meb’uslara da veriyoruz. Hepsi de bu hususta çalışacaklarını söylüyorlar. Isparta Meb’usu Senirkentli Tahsin Tola ziyade alâkadar oluyor ve diyor ki:

“Hükûmet şimdi komünistlikle mücadeleye başladı. Bu mücadele yalnız zabıta ile olamaz. Nurcular yirmi senedenberi mücadele ediyorlar. Hükûmete büyük yardımda bulunuyorlar. Ve bugün memleketteki muhtelif cereyanların en hayırlısı ve en te’sirlisi Nurculardır diyorlar.

172

Vâiz ve meb’us (Ankara Meb’usu) Ömer Bilen ile, diğer meb’us Fehmi Çobanoğlu isimli ihtiyar zatlar size pek çok hürmet ve selâm ediyorlar. Her ikisi dahi Risale-i Nurun şahs-ı manevisi namına sevgili Üstad’ımızı “Bu

(45)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 22

(46)Müntehap Dosya sıra no: 23

1785

asrın bir mürşid-i hakikisi” söyliyerek: “Onların himmetidir ki bu umulmadık zafer kazanıldı.” diyorlar…

Dünki gün çarşamba günü üç meb’us, bir ara sevgili Üstad’ımızı ziyaret edeceklerini konuşmuşlar…

Ankara Üniversitesinden Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur(47)”

6- Ve nihayet Hazret-i Üstad 11.12.950’de bu meseledeki Nur talebelerinin faaliyeti ve hizmetleri hakkında şu mektubu yazdı:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Sizi tebrik ediyorum ve bu defaki Hüsrev’in bakanlara yazdığı istid’a pek mükemmel bir vesika-i tarihiye hükmündedir. Fakat bir iki gün evvel Sungur’dan aldığımız bir telde, “Yüz seksen beş eserin verilmesine emir verildi.” demiş. Bu adetli cümleyi anlıyamadık.Telgrafhaneden müdürden sorduk “o memur onu yanlış almış, makineden ben kulağımla işittim: “bütün eserlerin geri verilmesine…” demektir.”

Hatırımıza geldi ki, acaba yüz otuz Risalenin bazılarını müteaddit cüzleri bir risale yapıp yüz seksen beşe mi çıkardılar diye ihtimal verdik ve anlıyamadık.

Hem Yeni Sabah gazetesi yazdığı gibi, Medreset-üz Zehra’yı “Doğu Üniversitesi” namıyla büyük bir İslâm Darülfünunu, Reis-i cumhur tabiriyle: “Her müşkilâtı iktiham edip onun yapılmasına çalışacaklarını” haber aldık. İnşaallah kırk senedir takib ettiğim mühim bir maksadımızı vatan ve millet menfaatı için yapmağa mecbur olacaklar…

Elbaki Hüvelbaki, kardeşiniz

SAİD-İ NURSİ(48)”

Nur talebeleri Hazret-i Üstad’ın emirleriyle, böylece yaptıkları faaliyet ve hareket neticesinde Demokratlardan hamiyatkâr bazı zatlar hadiseye el koydular ve Isparta, Ankara ve Emirdağ’ında savcılıklarca alıkonan umum Risale-i Nur eserlerini iade etmeye vesile oldular. DP’lilerin Risale-i Nur namına ve yardımına ettikleri ilk hizmetleri de işte bu olmuştur.

(47)Aynı dosya S: 27

(48)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 31

1786

SAİR MAHKEMELER

Afyon mahkemesinden gayri, Üstad’ın 1951-1954 arasında cereyan eden diğer mahkemelerine geliyoruz:

Birinci mahkemesi, Emirdağ’ında şapka meselesinden:

Üstteki mesele, yani Risale-i Nurları Demokratların eliyle ve idareleri altındaki bazı makamlarca imha plânı tutmayınca; beş altı ay sonra yani 1951 yaz aylarında CHP zihniyetli bir kaymakamın tedbiriyle bu defa Üstad Hazretlerinin şahsıyla uğraşmaya, başladılar. “Şapka giymiyor” diye Üstad’ı Emirdağ’ında mahkemeye verdiler.

Şapka yüzünden Hazret-i Üstad’ın rahatsız edilmesi ve Emirdağ’ında mahkemeye verilme hadisesi 1951 yaz aylarında olduğu kesin olmakla birlikte, bu mahkemede hangi ayın, hangi gününde ifade verdiği maalesef belli değildir. Lâkin bu meseleye dair Üstad’ın yazdığı bazı yazılarının neşir tarihleri bellidir. Az ilerde kaydedilecektir.

Şapka meselesinin bir devamı olarak; Hazret-i Üstad İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesinden Emirdağ’ına döndükten sonra da-B. Tarihçenin haberine göre- 1952 yılı Ramazanında, yani tahminen haziran ayı içinde yeniden rahatsız edilmiş ve tek başına kırda otururken, bir başçavuş ve jandarmalar gitmişler, Üstad’ı karakola getirmişlerdi.

Hazret-i Üstad’ın 1951 ağustos ayı başında Emirdağ mahkemesine verdiği ve 8 Ağustos’ta lahika mektubu tarzında neşredilen ve bazı bakanlıklara da kitaplarının imhasına teşebbüs meselesinde gönderilmiş olan “Mahkeme-i Kübray-ı Haşirdeki şekvaya küçük bir zeyildir” yazısı aynen şöyledir:

“Kanun namına kanunsuzluk edenlere karşı çıkanların, kanunda mesul olmadığına binaen; bana karşı kanun namına on cihetle kanunsuzluk eden buradaki mahkeme ve hükûmetin erkânlarına ikame-i dava ediyorum. Şöyle ki:

Otuz senedenberi münzevî bulunan ve üç hapsimde de yine tecrid-i mutlakta inzivada mecbur ettirilen bir adama, çarşı gibi mecma-ı nasda bulunanlara teklif edilen bir kanun, hiç bir vecihle teklif edilemediğinden, buradaki kanunsuz olarak kanun namına onların hareketlerini kanunsuzlukla ittiham edip, Haşir mahkemesinde ikame-i dava ediyorum.

İkinci kanunsuz cihet: Yirmi yedi sene mühim merkezlerde hatta Ankara’da emniyet-i umum müdürü dairesinde Ankara Valisi şapka meselesi için geldiği halde, o dairede bulunan o münzevi adama “Başının külâhını değiştir” diye teklif edemedikleri ve üç dehşetli mahkeme ile hatta

1787

idam ve imhasına çalışıldığı halde, tekrar o meseleyi, yani “Başını aç veya bizim gibi frengi tarzı giy!” diye teklif edemedikleri.. Ve üç ay Kastamonu polishanesinde iki komiser ve polisleri içinde misafir kaldığı zaman, yine ona bu yeni serpuşu teklif edemedikleri kat’î gösteriyor ki; o adama karşı böyle bir serpuşu teklif etmek kanunla olamaz ki, üç mahkeme ve zabıta, değil icbar, teklif de edemediler. Madem hakikat budur, buradaki bu teklifin sebebiyle onu mes’ul tutmağa çalışanları ve onları o yola sevkedenleri kanunsuzlukla ittiham edip mahkeme-i kübrada ikame-i dava ediyorum.

Üçüncüsü: O adam yirmiyedi sene frengi tarzda giymemek için, İslâmiyetin ve milliyetin şerefini kırmamak için, zalim düşmanlarımızın kıyafetine girmemek ve hayat-ı içtimaiyeden çekilmek ve yirmiyedi sene işkencelerle taziblerle cezayı çeken bir adama; millet, hükûmet namına böyle bir şeyi teklif etmek, yerden göğe kadar kanunsuzdur. On cihetle kanunsuz bir harekettir. Bunların aleyhinde bu noktaya göre ikame-i dava ediyorum.

Dördüncüsü: O adam hocalık itibarıyla bütün hayatını medrese terbiyesiyle ve sünnet-i seniyye ile (tanzim etmeye(49))çalışırken; Cumhuriyyetin birinci Reisi çok büyük teklifler ve büyük vazifeler ve medresesi için yüzelli bin lira tahsisat kabul ettikleri halde, şeair-i İslâmiyeye muhalif hareket etmemek için o teklifleri kabul etmemiş, ihtiyarlığında yirmi yedi senedenberi işkenceli azapları çekmeyi kabul etmiş.

Başta umum şeyh-ül İslâmlar, hususan Zenbilli Ali Efendi ve umum müçtehidler ve ulemay-ı İslâm, hususan ilm-i akide uleması yasak ettikleri bir serpuşu, öyle ihtiyar, münzevî bir hocaya teklif etmek, dört vecihle belki yüz vecihle kanunsuz olduğundan, böylelerin aleyhinde mahkeme-i kübray-i haşirde ikame-i dava ettiğim gibi, istikbaldeki ehl-i adalete şekva edip bu zamandaki ehl-i insafın nazar-ı dikkatini celbediyorum.

Beşincisi: O adam idam edileceği tehdidine karşı Rus’un başkumandanına izzet-i ilmiyesini kırmıyan ve üç dehşetli kumandana karşı izzet-i ilmiyesini muhafaza edip başını eğmiyen ve eskide Otuzbir Mart hadisesinde Divan-i Harb-i Örfi’de, gençliğinde idamını beklerken ve şeriatı istiyenleri idam darağacında temaşa ederken; Divan-ı Harbin Reisinin:

“Sen de şeriat istemişsin” sualine karşı “Şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen bir adam, ihtiyarlığında, kabir kapısında, hususan düşmanları tarafından zehirlenmesiyle şiddetli hasta ol-

(49) Parantez ortasındaki cümlecik asıllarda yoktu.Fâkat ibarenin siyakı onu ister diye tarafımızdan konuldu. A.B.

1788

duğu bir zamanda: “Sen tek başına, yalnız kırda oturduğun vakit başına şapka koymadığın için seni mahkemeye veriyoruz.” diyenleri beş vecihle kanunsuzlukla ittiham edip ikame-i dava ederek; Ve bu vatan ve millete böyle bir adamı kuvvetle mukabeleye mecbur edip anarşinin hesabına bir ihtilâl çıkarmakla ittiham ediyorum…

Madem bir sünnet-i seniyyeyi terketmemek için hayatını feda ettiğine dair tarihçe-i hayatı şehadet eder. Elbette böyle kâfirane, mürtedane teklifekarşı yüz ruhu da olsa feda edecek bir adama;böyle dinine, haysiyetine, izzet-i ilmiyesine mütemerridane ilişenler, anarşilik hesabına ihtilâl çıkarmak fikrindedir diye onları ittiham edip Mahkeme-i Kübrada ikame-i dava ediyorum. Bu memleketin vatanperverleriyle milliyetperverlerinin nazar-ı dikkatlerini celbediyorum.

Altıncısı: An’ane-i İslâmiyede eskidenberi bu milletin dâimi bir âdetleri ve örfî kanunları: İslâmiyet noktasında sevablara hayırlara medar bir âdeti şudur ki: Garip adama merhametle misafirperverlik.. ve fakir adama şefkatle yardım etmek.. ve hasta adamı incitmemek, teselli etmek, keyfini sormak.. ve hakikî hocalara hürmet etmek ve lüzum olursa hizmet etmek.. ve ihtiyarlara hem hürmet, hem merhamet, hem Ramazan-ı Şerif gibi mübarek vakitlerde mümkin olduğu kadar sünnet-i seniyyeye tabi’ olup birbirini incitmemek; bu millet-i İslâmiyenin an’anevî bir adeti ve örfî bir kanun-u müstemirresi hükmüne geçmiş terbiye kanunları iken; bir adam hem garip, hem fakir-ül hal, hem çok ihtiyar, hem zehirle çok hasta, hem münzevî iken; Ramazan-ı Şerifte ona, çarşılarda kalabalık yerlerde bulunanların serpuşunu, yani frenklerin tarzını yapmadığından, Şapka Kanunu namına deyip mahkemeye vermek, celpnameyi hastalık yatağında göndermek, on vecihle kanunsuz ve İslâmî âdet kanunlarına bir tahkir olmak cihetiyle; mahkeme-i kübra-i haşirde onları ve onları o yola sevkedenleri ikame-i dava ediyorum. Elbette istikbal lânetlerle böyleleri mahkûm edecektir.

Yedincisi: Bütün asker neferatı başına koymağa mecbur olmadıkları ve kadınlar ve çocuklar ve ibadette olanlar, hatta dairedeki memurlar başına koymaya mecbur olmadıkları; ve çok köylerde, hususan dere ve dağlarda bulunanlara veya bere giyenlere kanunen teklif edilmiyen ve giymesinde bir maslâhat ve içtimaî hiç bir faydası bulunmayan bir serpuşu; kanun namına hayat-ı içtimaiyeden çıkan ve insanlarla pek nadir temas eden ve kapısında bekliyen otomobile veya arabaya binen, tek başıyla teneffüs için bir iki saat kırlarda oturan bir adama; kanun namına o serpuşu teklif etmek beş vecihle kanunsuz bir ihanet ve onun damarına dokundurup vatan zararına heyecana getirmek; vatan ve millete, hükûmete

1789

hıyanetle onları ittiham ediyorum. Mahkeme-i Kübraya ikame-i dava ettiğim gibi, pek yakında İslâmiyet fedâileri dahi bu dünyada onun bedeline ikame-i dava edecekler.

Emirdağ’ında mukim Hasta ve ihtiyar

SAİD-İ NURSİ(50)”

VE ADNAN MENDERES’E ŞİKAYET

Şapka hadisesinin Üstad hz.leri bir de 2.12.951’de Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektupla şikayet etmişti. Mektup aynen şöyledir:

Sayın Başbakan Adnan Menderes…

Yirmisekiz senedir Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri zamanında benim kıyafetim hakkında üç ağırceza mahkemesi safahatından geçirerek, beraet kararı verilerek; kıyafetimde rejime muhalif hiçbir aykırılık götülmediği ve serbest bırakıldığım halde… Ve seksen yaşımda hasta, bîçâre ve müzevî bir hayat geçirerek, hiçbir siyasetle alâkam yokken; bugün hava almak için biraz şehir kenarına çıktığım zaman -canîlere yapılan işkence gibi- üç jandarma ve jandarma karakol kumandanı başgedikli çavuş, zorla efkâr-ı umumiye içinde teşhir eder bir vaziyette karakola getirip kıyafetim hakkında kanun ve nizamların hükümleri haricinde, tahammüle imkân olmayan tehdit ve hakaret ettiler.

Halbuki; altı sene içerisinde iki defa karakola gittiğim halde, kıyafetim hususunda ufak söz dahi söylemediler. Bu kere, “demokrasi fikir ve vicdan hürriyetinin tahakkukunu memlekette yerleştireceğiz” diye defalarca gazete ve nutuklarınızla efkâr-ı umumiyeye ilan ettiğiniz halde, bu sözleriinizim manasını anlayamayan ve bir takım kanunen me’mur edilen ve ahkâmına uymak istemeyen bazı idare ve inzibat amirlerinin keyfi ile rahatsız ediliyorum. kanun ve adaletin tecellisini vicdanınızdan beklerken, bu kanunsuz ve keyfî  hareketlere son verilmesini beklerim.

Emirdağı’nda mukim

Said-i Nursî

(50)Emirdağ-2 Mnntehap dosya sıra no: 63

1790

1791

Şapka meselesinden 1951’de Emirdağ’ında Üstad’ın mahkemeye verildiği hakkındaki, üstte kaydedilen Üstad ‘ın yazısı; ifade tarzı ile gerçi 1952 de “Büyük Cihad gazetesinde neşredilen ve aynı meseleden yazılan yazısına bazı cihetlerden benziyor ve ikisinde de Ramazandan bahis varsa da; bunda “On vecihie kanunsuzluk” ifadesi vardır. Evvelkisinde “Beş vecihle kanunsuzluk” diyor.. Ancak bu yazının ilk olarak lahika mektubu şeklinde neşredildiği zaman, Mustafa Ezener Ağabey’e geldiğinde, aynı yazının arkasında “Geldiği tarih:8.Ağustos 1951” diye kendi kalemiyle yazmıştır. Ama acaba “Büyük Cihad” gazetesinde 1952’de neşredilen “En Büyük İspat” başlığı altındaki yazı, yine bu yazının genişlettirilmiş şekli midir? Yoksa biraz daha şiddetli ve hiddetli olarak 1952’de yazılmış ayrı bir yazısı mıdır, bilemiyoruz. İhtimaldir ki, birer sene ara ile iki defa Hazret-i Üstad’a ilişilmiş, her defasında da Ramazan ayı içinde şapka meselesinden rahatsız edilmiştir. İfade tarzı birbirine benzemekle beraber, bir derece değişik olan iki yazı, bizce ayrı ayrı zamanlarda yazılmışlardır.

ÜSTAD’IN İKİNCİ MAHKEMESİ:

(1952’de İstanbul’daki Gençlik Rehberi mahkemesi)

Bilindiği gibi Afyon mahkemesi devam ederken; üstte bahsi geçen Emirdağ’da şapka meselesinden mahkemesi, İstanbul’da Gençlik Rehberi mahkemesi, daha sonra Samsun davası ve Isparta savcılığınca açılan umumi dava ve mahkemeler… Hazret-i Üstad bunlardan sadece İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesine gidebilmişti, Emirdağ hariç diğer mahkemelere istinabe yoluyla ifade ve müdafaalar yolladı.

Adı geçen yerlerin savcılıklarınca açılan şu bahsi geçen resmi mahkemeler dışında, 1950 DP iktidarı ilk başlarında Üstad’ın bir kaç defa menzili de aranmış, gelen misafirler, zaman zaman karakollara çağrılmış ve tazyik edilmiştir. Yine takibler devam etmiş ve 1950’deki Emirdağ kaymakamı eskide olduğu gibi Üstad’ın aleyhinde menfi propagandalar tertiblemiştir. Bunlara kısmen üst tarafta da işaret edildi.

GENÇLİK REHBERİ MAHKEMESİ NASIL BAŞLADI?

Bilindiği üzere İstanbul Üniversitesi Nur talebeleri,1951 başlarında Risale-i Nurdan Gençlik Rehberi eserini İstanbul’da Tecelli matbaasında resmen tab’ettirdiler. “Neşreden Abdulmühsin Alev” diye resmen isim ve adres verilmişti. Bunun üzerine İstanbul Savcılığı bu eserden dava açtı. İfadeler, sorgulamalar neticesinde dava dosyası İstanbul sorgu hâkimliğine intikal etti. 24.3.951’de İstanbul Sorgu Hâkimliğ’i kararnamesini yazdı ve dava Ağır Ceza Mahkemesine intikal ettirildi.1792

Çok büyütülen hadise, gerçi maddeten cüz’î gibi görünüyordu. Lâkin o sıra ve o zamanda o mesele gerçekten de büyüktü. Zira yirmiyedi sene zarfinda resmen böyle dinî bir eser ilk olarak neşrediliyordu.(51) Hem de Üniversiteli talebelerin adıyla…

Davanın Ağır Cezaya intikal etmesi üzerine, Ankara’daki üniversiteli genç Nur talebeleri 24 Haziran 1951’de İstanbul Sorgu Hâkimliğine şu gelen protesto yazısını gönderdiler:

“İstanbul Birinci Sorgu Yargıçlığına:

17.5.951 tarih ve 151-60 sayılı iddianameyle -Gençlik Rehberi’nin yeniden basılması münasebetiyle- müellifi bulunan Said-i Nursi’nin Gençlik Rehberi adlı kitabıyla; “laikliğe aykırı olarak, devletin içtimaî iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarınını dinî esas ve inançlara uydurmak ve şahsî nüfûz temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini ve dinî hissiyatı alet ederek propaganda ve telkin yapmakla iddianamenizde suçlu gösterip Ağır Ceza mahkemesine verilmek istendiğini okuduk.

Hak ve hakikata tamamıyla aykırı ve Türk milletinin dinine, imanına Gençlik Rehberi’yle beraber daha yüzler eserleriyle hizmet eden Bediüzzaman Said-i Nursi’nin aleyhindeki isnadların yanlış olduğunu, gerek kanunî ve gerek hukukî cihetlerle ispat ederek cevab veriyoruz:

1- İddianame altı madde ile, Rehberin tab’ ve neşrini güya lâikliğe ve matbuât kanununa aykırı olduğu iddiasındadır. Halbuki dünyada hiç bir kanunda onu medar-ı mes’uliyet edecek bir vaziyet yoktur. Bilâkis suç mevzu’u diye gösterilen o altı madde, Rehberin kıymettar bir hakikat olduğunu gösteriyor. Hem Rehber, Eskişehirde Emniyet Müdürlüğünce tetkik ettirilip tab’ edildikten sonra, hiç toplattırılmamış.. Hem eskiden Denizli mahkemesine ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne ve ehl-i vukufa gönderilmiş, sonra diğer bütün kitaplarla beraber zararsız eser diye iade ve beraet ettirilmiştir. Ondan sonra teksir makinesiyle de eski harfle intişar etmiş, hiç toplattırılmamış. Yalnız Rehberin başındaki mukaddemede yazıldığı gibi, yalnız bir nüsha başka kitapların içinde Ankara Emniyet müdürünün eline geçmiş, o da toplatmasına emir vermiş.. Ve nihayet son Afyon mahkemesinde de hiç mevzu-u bahis edilmemiştir.

İddianamede lâikliğe aykırıdır diye medar-ı mes’uliyet gösterilen madde ise, ahirzamanda hadisin verdiği haberdir ki: “O zaman bazı yerlerde kırk kadına bir erkek nezaret eder”. İşte bu hadisin verdiği haber, kısmen bugün Rusya’da çıkmış bulunuyor. Din ve iman, ahlâk ve fazilet tanımayan

(51)1947’de Eskişehir’de, hususi suretle Emniyet Müdüriınün izniyle az bir kaç nüsha Gençlik Rehberinin hülâsası tab ettirilmesinden başka…

1793

Rusya’nın bugünkü vaz’iyet-i vahşiyanesinden beşer titrerken; adeta bu vaziyete taraftar bir şekilde bu hadise ilişmek; hakikata, kanuna ilişmekten başka bir şey değildir.

Hem makamınıza arzediyoruz ki; devletin iktisadî, içtimaî, hukukî bünyesini sarsmakla ve şahsî nüfuz te’mini gayesiyle yazılıp neşredildiği iddia ettikleri risale; bilâkis kanaâtının tamamen aksine olarak, ferdleri su-i ahlâktan, israftan, haksızlıktan ve bütün ahlâk-ı mezmumeden iman yoluyla men’ etmekle, tam tamına bu müesseselerin te’sisine sırf rıza-ı ilâhî için çalışmış ve şahsî nüfuz te’min etmek şöyle dursun, her cihetle hakkı olan gezmek, dolaşmak, istediği yere gitmek ve istediği kimse ile konuşmak gibi tabiî ve insanî haklarından bile feragat etmiş bir fazilet âbidesi olarak karşımızda duruyor.

Hiç kimse inkâr edemez ki; bin tane Müslüman, mütedeyyin şahsın idaresi, on tane serkeş kimsenin idaresinden daha kolay olduğu.. ve Gençlik Rehberi de insanları serkeşlikten sarhoşluktan, su-i ahlâktan, su-i İsti’malâttan men’ eden bir eser olduğuna göre; onun hakkında asayişi bozuyor iddiasında bulunmak en cahil kimseleri dahi güldürecektir.

Binaenaleyh, yukarda zikir ve tadat ettiğimiz esbab-ı mûcibeden dolayı Üstad’ımız hakkında adem-i takibat kararı verilmesini saygılarımızla rica ediyoruz.

Nur Talebelerinden

Ceylan, Sungur, Abdullah, Ziya(52)”

Ankara Nur talebeleri bu protesto yazılarının bir suretini Üstad Hazretlerine, bir suretini de İstanbul’daki Üstad’ın eski talebelerinden Avukat Mihri Bey’e yolladılar.

Böylece İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine intikal eden “Gençlik Rehberi” dosyasıyla, savcılığın 14.4.951’de hazırlanan iddianamesi, İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesinden tebliğname ve mahkemeye celbname olarak Hz. Üstada gelmesi üzerine; Üstad Hazretleri mahkemeye İstanbul’a gitmeye kanunen mecbur durumda kalmıştı. Ancak fazla za’afiyet, hastalık vesaireden dolayı İstanbul’a kadar gitmeye takat’ı yoktu. Mahkemeye gidemiyeceğine dair hey’et-i sıhhiye doktorlarından bazı raporlar aldı ve bir dilekçe ile İstanbul’a gönderdi.

(52)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 59

1794

Üstad’ın mahkemeye gitmemek için hey’et-i sıhhiyeden rapor almak üzere yaptığı müracaat dilekçesi aynen şöyledir:

“Hey’et-i sıhhiyeye!

On beş sene evvel Rehber’in başında yazıldığı gibi, bazı gençler kendilerinin hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesini muhafaza için yanıma geldiler. Ben de onlara lillah için o Rehber dersini verdim. O risale, bir iki haşiye müstesna, hem Isparta hükûmeti, hem Denizli mahkemesinde, hem Ankara’nın Ağır Ceza ve Temyiz mahkemesinin iki sene ellerinde kalması neticesinde beraet kazanması ve tamamen Risale-i Nur külliyatı, Rehber de içinde olduğu halde iade edilmesi, sahiplerine verilmesi.. Hem Isparta ve Eskişehirde ve İstanbulda üç defa teksir edilmesi ve bir nüshası Ankara Emniyet Müdürünün eline geçmesiyle; Rehber’in başında yazıldığı gibi, bir tek kelimesine ilişmesiyle, ahirinde gelen cümleyi okuyunca hakikatı anlaması ve intişarına mani’ olmaması.. Hem binlerce nüsha intişar ettiği halde, hiç bir yerde bir zarar, bir itiraz görülmemesi, hatta Mersin’in Tarsus kazasında bir kaç Nur kitaplarını müsadere ederek gençlik Rehberi de içinde olduğu halde, Ankara’ya gönderilip tetkik ettirildikten sonra, vilâyetin emriyle tamamen serbesttir diye resmî vesika vermeleri.. ve İstanbul’da tab’ edildiği zamanda kanunen beş altı makama gönderildiği ve ellerinde beş altı ay kaldığı halde, ilişmemeleri; Rehber’in ehemmiyetini ve kanunen dahi serbest olduğunu ispat ediyor.

Sonra binden fazla gençler, Ankara ve sair vilâyetlerin mekteplerinde ondan vatan, millet, ahlâk cihetinde istifade ettikleri ve hiç kimse zarar görmediği halde; birden hiç bir medar-ı mes’uliyet olmıyan bir iki kelimeye yanlış mana vermek, mesela Gençlik Rehberi namını vermekle bir suç mevzuu yapmışlar. Biri de, müellifi tab’ etmemiş. Kendi biçare hasta yatağında iken, gençler tab’ ettikleri halde; şahsî nüfûz te’mini için yazılmış diye suç mevzuu yapıp, tab’ edeni değil de, müellifini Ağır Cezaya vermek, hem de zorla oraya celbetmek… Halbuki onbeş sene evvel yazılmış ve af kanunu ve mürur-u zamanı hem beraeti görmüş.. Öyle ise, bütün bütün kanunsuz olarak bir garaza binaen müellifine bu kadar musırrane ilişiyorlar.

Ben de diyorum ki: On vecihle kanunsuz beni mahkemeye vermenin sebebi: Rehber’in vatana, millete ve asayişe pek büyük faydası olduğu için, anarşilik ve dinsizlik hesabına ilişiyorlar diye ihtimal veriyorum.

Şimdi bu kanun namına garazkârane kanunsuzluk hesabına beni cebren zorla İstanbul’a mahkemeye sevketmekte; benim çok ihtiyarlığım, za’afiyetim ve zehirli şiddetli hastalığım kat’iyyen tıbben, fennen ma’zeret-i kat’î olduğu gibi; dört defa o noktadan rapor alıp onlara gön-

1795

derdiğimiz halde, yine ısrar ile beni zorlamakta olduklarından, pek şiddetli ruhuma dokunmuş.. Daha benim mahkeme ve idare huzurunda konuşmak iktidarım haricindedir. Konuşsam da vatan ve millet ve asayişe zarar vermek fikriyle çalışan ve hilâf-ı kanun muhakeme edenlerin yüzüne vurmağa mecbur olacağım. Daha bu kadar zulme tahammül edemiyeceğim. Bu ise ehemmiyetli başka bir nevi hastalıktır. Hem vatana bu manevi hastalık zarar vermek ihtimali var.

Şimdi hey’et-i sıhhiyeden ricam:(53) beni tanıyanlar ve benimle yakından alâkadar olanlar ve hizmet edenler biliyorlar ki; gizli düşmanlarım müteaddit defadır beni zehirliyorlar. Tegaddi edemiyorum. Hatta hizmetçimle beş dakikadan fazla konuşamıyorum. Hem başımda şiddetli ve devamlı nezle ve bir gözüm o nezleden ağrıyor ve akıyor. Müzmin kulunç ve şiddetli sancı ile hastayım. Hem yirmisekiz sene gurbette kaldığımdan ve başkalarının muavenetini kabul etmediğimden, pek zarurette yaşadığım için, za’afiyet fazladır. Hatta zorla merdivenden çıkıyorum. Zaruret-i kat’î olmazsa beş dakika konuşamıyorum, yoruluyorum.

Ben sabık mahkemelerde hem Risale-i Nur talebeleri için tahammül ediyordum ve tam hakikatı izhar etmiyordum, bir derece zulümlerine tahammül edip haksızlıklarını yüzlerine vurmuyordum. Ta masumlara, asayişe zarar gelmesin diye sabır ve her nevi zulüm ve işkencelere tahammül ediyordum. Şimdi ise, Risale-i Nura, Âlem-i İslâm sahip çıktı. Nur talebeleri de benim müsamahama ve düşmanlarıma ilişmemekliğime ve zulümlerine sükût etmeme ihtiyaçları kalmadı. Onun için benim de damarlarıma pek şiddetli dokunulduğunda, irade ve ihtiyarım haricinde karşıma çıkan gizli düşmanların bana darbelerine vesile olan beni cezalandırmağa çalışanlara hakikatı çıplak olarak böyle söyliyeceğim:

Sükût… Şimdi izhar edilmiyecek…

Madem hakikat böyledir: Hey’et-i sıhhiye benim hem maddî, hem ma’nevi, hem sinir, hem kalb, hem nezleli baş hastalıklarım, hem kulunç ve sancı.. ve mahkemelerde konuşma iktidarsızlığı.. hem madem resmi vekillerim de oradadırlar, hem tab’ edenler de oradadırlar. İstinabe suretiyle ifademin alınması için “Fennî ve tehlikeli hastalığı var” şeklinde rapor verilmesini rica ederim.

Emirdağ’ında Said-i Nursi”

(53) Hazret-i Üstad’ın şu acib beyan tarzına dikkat edilsini ki, heyet-i sihhiyeden hastalığı münasebetiyle rapor isterken; Gençlik Rehberi’nin ve Risale-i Nurun ve hizmetlerinin mahiyetini onlara da anlatıyor ve haberdar ediyor. Aynı zamanda Risale-i Nururı hizmetinin ehemmiyetini tebliğ ediyor. Rapor alma işi ikinci üçüncü derecede kalıyor. A.B.

1796

Haşiye: Birkaç senedir dinî ve gayr-ı dinî neşriyat yapan mecmualar ve bazı gazeteler hükûmet aleyhine ve bazen din lehine çok sert ve çok ağır yazılarla hücum ettikleri halde, onların daha belki yarısı kadar acı ve sert yazmıyan ve aynı zamanda siyasete hiç girmiyen ve yalnız küfür ve dalâletin fenalığınıilmen, mantıken ispat eden ve hiç zararı görülmiyen Risale-i Nurun bu vatandaki en büyük imanî ve nurlu hizmetini görüp; ihtiyar, çok hasta müellifini mes’ul tutmaya çalışanların hareketini anarşistlik, komünistlik hesabınadır biliyoruz. Evvelâ o sert yazıları nazar-ı itibare almak lâzım iken ve demokrasiye büyük hizmeti olan Risale-i Nuru el ve baş üstünde tutmak lazım gelirken, bu derece Risale-i Nura ilişmeyi biz Nur talebeleri, bunu Demokrat Hükûmetinden bilmeyip, gizli düşmanlarımız olan zındıkların hükûmeti iğfal etmelerinden biliyoruz.

Hasta Üstadımızın yanında bulunan

Nur talebeleri namına

Mehmet, Sadık, İbrahim, Hamza (54)”

Hazret-i Üstad aynı günlerde bir de bir dilekçe Emirdağı savcılığına da verdi. İstanbul’a Gençlik Rehberi mahkemesine gitmeye asla niyeti yoktu, istemiyordu. Lâzım gelen her bir sebebe de baş vurdu, direndi. fakat hikmet ve kader-i ilâhi Üstad’ın İstanbul’a gitmesini takdir etmişti. Nitekim de sonunda gitmeye mecbur oldu. Amma çok hayırlı, faydalı neticeler husul buldu. Gençlik Rehberi mahkemesi beraetle neticelendiği gibi, yüzlerce dost ve talebeleriyle İstanbul’da görüştü, ders verdi vs…

İstanbuldan gelen ihzarlı celb üzerine Üstad’ın Emirdağı C.Savcılığına verdiği dilekçesi:

“Emirdağ Sayın Cumhuriyet Savcılığına!

Dilek:

Evvelce tab’ ve neşredilen ve neşrinde hiç bir mahzur bulunmayıp, resmi makamlar, savcılık tarafından neşrine müsaade edilen Gençlik Rehberi namındaki eserimin şahs-ı aher tarafından neşredildiği ve esasen bu eserlerin hakkında muhakeme cereyan edip, hakkımda beraet kararı verildiği ve bir hey’et-i ilmiye tarafından dahi bu eserler tetkik edilerek, neşirlerinde hiç bir mahzur bulunmadığına dair rapor verildiği halde, zühul eseri olarak ve bir bilirkişi heyetinin maddî ve fikrî hatası dolayısıyla, hakkımda açılmış olan kamu davasının binnetice İstanbul Ağır Ceza mahkemesinde 951 tarih ve 137 numarayla görüşülmekte olup, has-

(54)Emirdağ-2 Müntehapküçükdosyasırano:67

1797

talığım dolayısıyla mahkemede ispat-ı vücud etmediğimden ihzaren celbime karar verildiği ve hastalıkla beraber İstanbul’a gitmem imkân hârici olmakla beraber, bu teklif adaletle kabil-i te’lif bulunmadığından, hadisenin İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin huzurunda tezahür edebilmesi için selâhiyetdar doktor tarafından muayenemin icrasıyla verilecek rapora göre muamele yapılmasını ve şayet İstanbul’a sevkimin durdurulması imkan harici ise, mahkemenin kararına hürmeten Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde ifademin alınması ve isticvabın yapılması için lâzım gelen kanunî yollara tevessül buyurulmasını dilerim.

17.10.1951

Emirdıığ’ında Çilli Mahallesinde Mukim

SAİD-İ NURSİ”(*)

ÜSTAD İSTANBUL’DA

VE MAHKEMENİN İLK CELSESİ

Öyle anlaşılıyor ki, Üstad Hazretlerinin bütün bu müracaatları ve savcılığa olan bu son dilekçesi de netice vermemiş, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinden ikinci bir ihzariye emri gelmiştir. Hazret-i Üstadın artık kanunî mecburiyet karşısında kalarak İstanbul’a gitmesi lâzım gelmişti. İstanbul Ağır Cezası 22 Ocak 1952 celsesinde bulunmak üzere, bir kaç gün önceden Isparta’dan İstanbul’a gitti ve Sirkeci’de bulunan Akşehir Palas oteline indi. Muhakeme günü olan 22.1.952 salı günü duruşmada hazır bulundu. O zamanki mahkeme binası, şimdiki Sirkeci’de olan büyük PTT binası idi. Üstad’ın İstanbul’a gittiğini ve mahkeme günü hazır bulunacağını duyan dost ve talebeleri, mahkeme günü sabah erkenden mahşeri bir dinleyici kalabalığı toplandı. Bediüzzaman’ın mahkemesini dinlemek ve onu görmek için, o günü adeta mahkeme binası etrafı insan seliyle dalgalanmaktaydı. Duruşma saati geldi. Hazret-i Üstad sarığı ve cübbesiyle Üniversiteli genç Nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi. Üç fahri avukatı da yerlerini aldılar. İstanbul ‘un ünlü avukatlarından olan Seniyüddin Başak, M.Mihri Helav, Abdurrahman Şeref Laç idiler.

Reis celseyi açtı. Evvelâ Hazret-i Üstad’ın isim, künye ve adresi tesbit edildi. Arkasından bilirkişi raporu ve iddianame okundu. Buna karşı Hazreti Üstad ayağa kalkarak kısaca sözlü cevab verdi. Konuşmasının hülâsası şöyledir:

(*)Emirdağ-2 Müntehap küçük dosya sıra no:68

1798

“Otuz beş senedir hayatını şahid göstererek, siyasete asla karışmadığını, dünyevî ve menfi cereyanlarla hiç alâkasının bulunmadığını, bütün bu zaman zarfında kendisini meşgul eden ve nazar-ı dikkatini çeken tek şeyin hakaik-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye olduğunu, bütün kuvvetini imanı kurtarmak yolunda sarfettiğini ve bu davasının şahidleri olarak da, bir çok mahkemelerin beraet ve iade kararları olduğunu, Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mucib olması lâzım geldiğini, içinde bulunduğumuz asrın menfi cereyanlarına, bilhassa içtimaî bünyemizi sarsan ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı “Gençlik Rehberi” gibi Risale-i Nurun bütün eczalarının neşredilmesinin, gençliğe ve ma’sum evladlarımıza ve kadın ve kızlarımıza tamamen okutturulmasının vatan ve millet saadeti nokta-i nazarından gayet elzem olduğunu ve Gençlik Rehberi eserini işte bu gayeler için kendisinin haberi olmadan üniversite talebelerinin bastırdıklarını “gayet açık, net ve beliğ bir surette ifade ve beyan ettiler.(55)”

BİR HATIRA:

Eskişehirli Muhyiddin Yürüten’in o günü veyahut ikinci celsede müşahede ettiği bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

“… Hâkim Üstad’a: “Sarığınızı çıkarınız” dedi. Üstad “Bu boynumu kesersiniz, fakat bu sarığı çıkaramazsınız” manasında eliyle boğazını işaret etti.Bu arada mübaşir, Üstad’ın, Hâkim’in sözünü duymadığını zannederek, yüksek sesle “Hoca Efendi, Hoca Efendi! Hakim sarığınızı çıkarın diyor” dedi. Mahkeme başkanı mübaşire müdahale ederek; “Tamam, biz anlaştık. Sen aradan çekil!” dedi.(56)”

Mahkeme hey’eti, Mahkemeyi 19 Şubat 1952 gününe ta’lik etti. Hazret-i Üstad da mahkemenin neticesini almak için İstanbul’da, bir müddet yine Sirkeci’deki Akşehir Palas otelinde, daha sonraları Fatih semtindeki Reşadiye Otelinde kaldı.

BİR MEN-İ MUHAKEME KARARI

Bu arada, Volkan Mecmuası gençlik Rehberi’nden bir yazı iktibas ederek neşretti. Bu yazıdan dolayı da, ayrıca Hazret-i Üstad sorgu mahkemesinde isticvab edildi. Bu mahkemede dahi Üstad geniş izahlarda bulundu. Neticede yapılan tahkikat sonunda, aynı eserden 943’de Denizli Mahkemesinde beraet etmiş ve temyizce de tasdik edilmiş eserler olduğu anlaşıldığından, men-i muhakemesine karar verilmiştir.(57)

(55)Büyük Tarihçe-i Hayat S: 540

(56)Son Şahitler-3 S: 81

(57)Risale-i Nur Müellifi Said Nur-Eşref Edip S:127

1799

GAZETELER

Üstad’ın 22 Ocak 952 salı günkü duruşmasını, 23 Ocak’ta Hürriyet gazetesi çok güzel tasvir ederek haber şeklinde verdi. “Seksenlik Pirin Duruşması” başlığıyla birinci sahifede hakikat-ı hali olduğu gibi neşretti. Hürriyet gazetesine Nur talebelerinden bir çok telgraflar gitti. Ezcümle Seyhan havalisi Nur talebeleri diye gönderilen telgrafın son kısmı şöyledir: “… Müellifin mahkemedeki kahramanca sözlerini aynen neşretmekte muvaffak olmanızdan, Nur talebeleri gazetenizi tebrik etmektedir.(58)”

Yine bu arada 12.2.952’de Hür Adam gazetesi “Bediüzzaman Kimdir?” başlığı altında çok güzel bir yazı neşretti.(59)

Mahkemenin ikinci celsesinden sonra da, 22.2.952’de emekli generallerden Cevat Rıf’at Atilhan’ın “Bediüzzaman Said-i Nursi” makalesi yine Hür Adam’da neşredildi.(60)

İKİNCİ CELSE VE MUHAKEME GÜNÜ

19 Şubat 952, ikinci muhakeme günü de geldi. Bu defa birinci celseden daha çok büyük bir kalabalık erken saatlerde, yine bir çoğu üniversiteli genç Nur talebeleri ve Bediüzzaman’ın eski dost ve ahbablarından oluşan binlerce insan, mahkemenin koridorlarını doldurmuşlardı. Mahkeme saatinde yine Hazret-i Üstad, genç üniversiteli Nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi ve maznun sandalyesine geçip oturdu. Avukatları da yerlerini aldılar. Mahkeme salonunda müthiş bir izdiham vardı. Binlerce insan sıkışarak mahkeme salonuna doğru hücum ediyor ve girmek istiyordu. Herkes Bediüzzaman’ı görmek ve mahkemesini dinlemek istiyorlardı. Kalabalık dalgalar halinde kapılardan taşmakta idi.

Salondaki kalabalığın çok fazla olmasından, mahkemenin devamına imkân kalmamıştı. İntizamı te’mine tahsis edilen kalabalık bir polis topluluğu da halkın tehacümüne mani’ olamıyordu. Ne yaptılarsa, salondaki izdihamın verdiği takırtı ve fısıltıdan muhakeme yapılamıyordu. Nihayet mahkeme reisinin dinleyicilere şu hitabı duyuldu:

“Hoca Efendi’yi seviyorsanız, biraz meydan veriniz ki, muhakemeye devam edelim!” demesiyle birlikte, dinleyicilerden bir kısmı çekildi, geri kalanları da çıt çıkarmıyacak şekilde sükûtla oturdular. Böylece muhakeme yapılabildi.

(58)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:83

(59)Aynı dosya sıra no: 84

(60)Aynı dosya sıra no: 85

1800

1801

Gençlik Rehberi kitabını tab’eden matbaacı, arkasından da onu takible görevli sivil ,sahit polisler dinlendi. Bu arada Hazret-i Üstad ayağa kalkarak ehl-i vukuf raporuna karşı itirazını okumaya başladı.Üstad’ın ihtiyarlığı ve hastalığı dolayısıyla, mahkeme reisi Üstad’ın oturarak rahat ve serbestçe müdafaasını yapabileceğini söyledi. Üstad da oturarak müdafaalarını yaptı.

Matbaacının ifadesinde: İki üniversiteli gencin basılmak üzere eseri matbaaya getirdiklerini ve belli bir bedel mukabilinde kitabı matbaasında bastırdığını söyledi.

Sivil polisler de: Kitabı genç bir üniversiteli talebeden aldıklarını ,sonra bu talebenin evinde yapılan aramada ikiyüz nüsha bulunup alındığını ifade ettiler.

Hazret-i Üstad da, reisin verdiği müsaade ile oturduğu yerden, ehl-i vukuf raporuna karşı hazırlamış olduğu itiraznamesini okuyup bitirdi.(61)

ÜSTADIN EHL-İ VUKUF RAPORUNA İTİRAZNAMESİ

“Rehber hakkındaki ehl-i vukufun raporuna hafif bir itiraz tarzında hakikat-ı hali beyan etmektir:

“Dinî hissiyatı siyasete alet ediyor” diye ittihamlarına karşı deriz:

“Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad ediyorum ki; değil dini siyasete alet, belki siyasî olduğum zamanda dahi bütün kuvvetimle siyasetleri dine alet ve tabi’ yapmaya çalıştığımı bütün tarih-i hayatım ve dostlarımın şehadet ettikleri gibi; Hürriyet’in başında Şeriat istiyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusu’nun dehşetli Divan-ı Harb-i Örfi reis ve azaları dediler ki: “Sen Şeriat istemişsin!..” sözlerine mukabil demiş: “Şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ve hilâf-ı Şeriat ise, dünya şahit olsun ki, ben mürteciim!” diyen bir adam, i’dama beş para ehemmiyet vermiyen, dünyasını ve herşeyini şeriata feda eden; hiç mümkin midir ki; dini, şeriatı bir şeye, bir siyasete alet yapsın!. Buna ihtimal veren sofestaî de olamaz.

Hem bir masumun hatırı için en zalim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele etmiyen, hatta beddua da etmiyen bir adam; bu vatanda yüzde doksan masumun hatırı için on zalim gaddarlara siyaset yoluyla ilişmek büyük bir hata bilen ve asayişe ilişmemek hayatına bir düstur yapan bir adama: Dini siyasete ve dolayısıyla asayişe dokunuyor manasında ittiham etmek, elbette dehşetli bir garazla ittiham eder.

(61) Fakat Abdullah Yeğin Ağabeyin lahika defterinde ise, mahkemenin son celsesi olan 5 Mart 1952’de Hazret-i Üstadın ehl-i vukufa itiraznamesini okuduğunu yazmaktadır.

1802

Yirmisekiz senede emsalsiz ihanetler, işkenceler, azablar verildiği halde, mahkemelerin tahkikatıyla bir vukuât talebesinde bulunmıyan bir adama: “asayişe, ya vatana, siyasete zararı var” diyen elbette yerden göğe kadar haksızdır.

Zannetmesinler ki; ben bu zalimane ittihama karşı kendimi mes’uliyetten veya mahkûmiyetten kurtarmak için bunları söylüyorum. Sizi temin ediyorum ki ve beni bilen dostlarım da tasdik ediyorlar ki; bu yirmi sekiz senede ölüm hayattan ziyade bana faydalı.. ve kabir on defa bana hapisten ziyade medar-ı rahat.. ve hapis on defa bu çeşit serbestiyetten daha istirahatıma faydalı olduğunu kat’iyyen kanaatım var. Eğer bazı dostlarım mahzun olmasaydı, ben daimi hapiste kalacaktım. Eğer şer’an intihar câiz olsaydı, elbette Rus’un başkumandanının idamına ve İstanbul’u işgal eden i’tilafçıların başkumandanlarının kendini idam etmek vaziyetlerine ve Divan-ı riyasette elli meb’usun huzurunda ilk reisi-i cumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmiyen bir adam; pek çok defa bir âdî jandarma ve gardiyanın, âdi bir memurun tahkirane ihanetleri, iftiraları, tazibleri ve ağır ta’cizlerini gören o adama, elbette ölûm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir. Madem Rehberi bahane edip, böyle hiç hatır ve hayale gelmiyen bir evham ile ittiham ediliyorum. Ben ve kardeşlerim Rehberin hakikatıyla hem imanımızı, hem ihlâsımızı tehlikeden kurtardığımız için deriz ki: Rehber on beş sene evvel te’lif edilmiş, üç defa tab’ ile binler nüshası bu vatanda iştiyak ile okunmak suretinde intişar ettikleri halde, yüzbinler adam okuyucu hiç kimseden muvafık-muhalif, dindar-dinsizden hiç birisi dememiş: “Biz zarar gördük veya vatana, millete bir zararı var işitmedik.” öyle zarar olsaydı, bu ehemmiyetli bir mes’ele olduğu için intişar edecekti. Halbuki, bundan yüzbine yakın şahit gösteririz ki: “Biz ondan imanımızı kurtardık, seciye-i milliyemizi onunla düzelttik, istifade ettik” diye yüzbin şahidi bu davamıza lüzum olsa göstereceğiz.

Acaba bir adamın on hasenesi bulunsa, bir küçük yanlışı nazara alınmadığı halde, böyle yüzbin hasene ve fayda sahibi bir eserin, vehmî asılsız bir kusur tevehhümü ile medar-ı mes’uliyet olabilir mi? Hiç dünyada hayat-ı içtimaiyeye temas eden hiç bir kanun böyle bir hale suç diyebilir mi? O eseri tetkik eden ulûm-u İslamiyeye ve diniyeye mâlik olmıyan ehl-i vukufun suç unsuru diye gösterdiklerinden birincisi: “Lâikliğe aykırıdır, dini siyasete alet ediyor.”

Halbuki, müellif otuz beş senedenberi siyaseti terkedip bir gazeteyi okumamış ve şâkirtlerine de: “siyasetle meşgul olmayınız” daima demesi bu suç unsurunu esasıyla keser.

1803

İkincisi: “Dinî tedrisata taraftar olmak” bir suç gösterilmiş. Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiç bir ehl-i iman bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki biçarelere teselli suretinde ders vermiş, tedrisat taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise, o cümleyi de bütün bütün manasız olduğunu gösterir. Hatta o hapisteki üçyüz adamın az bir zamanda Risale-i Nurla ıslâh olması, cinayetlerden tevbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini celbetmiş. O memurların bir kısmı demişler: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risale-i Nur fayda vermiş.” Bunu hapisteki Rehber’i yazanlara söylemişler.Müellifi de demiş: Yüz otuz kitaptan ibaret olan Risale-i Nur ve onun küçük bir parçası olan Rehberi tamamıyle olmasa da okuyan adam, elbette onbeş sene hapisteki cezadan fazla ve medresede ders okumak kadar istifade eder, ıslâh-ı hal eder. Fenalıklardan tevbe eder. Acaba böyle bir temenni, böyle bir teşvik -ve beni hapse sokanlar da tasdik ettikleri halde- suç olabrlir mi?

Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır” diye suç göstermiş.. Bunu ise, hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon’un mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi, onbeş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için mahkeme bana ilişmiş. Ben de mahkemeye hem mahkemeyi temyize bu cevabı vermişim ve demişim: “Bin üçyûz elli senede ve her asırda üçyüz elli milyon Müslümanların bir düstur-u hayat-ı içtimaiyesi ve üç yüz ellibin tefsirin manalarının ittifaklarına iktidaen ve bin üçyüz elli senede geçmiş ecdadlarımızın itikadlarına ittibaen tesettür hakkındaki bir ayet-i kerimeyi tefsir eden bir adamı ittiham eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa, bu ittihamı şiddetli reddeder ve o ittihama göre hüküm verilse, nakz ve reddedecek.(Haşiye)”

Dördüncüsü: Şahsî nüfûz temin etmek, bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de: “Risale-i Nurun şahs-ı manevîsi namına konuşuyorum” demesi ve “Kalbe ihtar edildi, hatırıma geldi, kalbime geldi.. Risale-i Nur hem mektep, hem medrese, hem tekye faydası veriyor…”

Ehl-i vukuf bu cümleyi medar-ı ittiham etmiş. Cevaben deriz:

Bir adam kabir kapısında, seksenden geçmiş, kırk senedenberi kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz senedenberi tecrid-i mutlak ve hapis ve nefy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş, otuzbeş sene gazeteleri okumamış, dünyaya bakmamış, mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakınakrabasından da, hatta kardeşinden de hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş; Hürmetten, teveccüh-ü nâsdan kaçmak için,

(Haşiye:) Bu ayet-i kerimenin tesettüre emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını Risale-i Nur kat’i isbat ettiği gibi, Sebilürresad’ın 115. sayısındaki “Ehl-i İman âtıiret hemşirelerime” ünvanı olan makalem, bu hakikatı isbat eder. S.N.

1804

halklarla görüşmemek için, -zaruret olmadan- kendine düstur yapmış.. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almıyarak, ya Nurcuların hey’etine, ya Risale-i Nurun şahs-ı manevisine havale etmiş ve dermiş: “Ben lâyık değilim, haddim de değil.Ben bir hizmetkârım, çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’an-ı Hakimin tefsiridir, manasıdır”

Hem herkesin dediği gibi; “Hatırama geldi, yahut fikrime geldi, yahut fikrime ihtâr edildi” gibi ta’birleri herkes isti’mal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: Benim hünerim, benim zekâm değil, Sünûhatı kalbiyeden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür.

Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut, ta melâikelere, ta insanlara, ta herkesin bir nevi ilhama ve sünûhata mazhar olduklarını ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.

Beşincisi: “Siyasiyyûn, içtimaiyyûn, ahlakiyyûnların kulakları çınlasın” demesini bir suç mevzu’u göstermişler.

Halbuki gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini, siyasiyyûn ve ahlakiyyûn da bunu terviç etsinler manasında demiş: “Kulakları çınlasın!” Buna suç diyen, insaniyet itibarıyla çok suçlu olmak gerektir.

Altıncısı: “Müellif cazibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bu nesli, Risale-i Nurdan medet umanlara verdiği cevablarla kurtaracağına kani’dir”. Ehl-i vukuf bu cümleyi de medar-ı ittiham etmişler.

Yüz bin şahitle ispat edilen ve meydana gelen zahir bir hakikatı “Kanaat ettim” demesini medar-ı suç yapmak, ne derece manasız olduğunu dikkat eden anlar.

Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevinin mevcut olduğunu ve bu manevi şahsın hayaline göründüğünü söylemekte, fakat kim olduğunu bildirmemektedir” diye ehl-i vukuf medar-ı ittiham etmişler:

Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından bu vukufsuz ehl-i vukuf hiç bilmemişler mi ki manasız ilişiyorlar. Madem manevî demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş; dünyada hiç bir mahkeme böyle manevî bir adama, yani bir şeytana hakaret ettin diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez, bir hezeyan hükmündedir

Sekizincisi: “Doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevisinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur esaslarına dayandığı Müellifi tarafından mükerreren ve musırrane beyan ve iddia edil-

1805

mekte ve böylece propaganda ile dinî delillere, telkinlere istinad edildiğini” söylemekle suç unsuru gösterilmektedir.

Bunu bütün Risale-i Nuru okuyanların tasdikiyle, hususan meşhur Mısır, Şam, Bağdat, Pakistan ve Diyanet Riyaseti dairesinin uleması tasdiki ile; “Risale-i Nur doğrudan doğruya hakikî bir tefsir-i Kur’anîdir ve Kur’anın malı ve lemaatıdır” dedikleri halde, bu cümleyi medar-ı suç yapanlardan mahkeme-i Kübray-i haşirde hatasının sebebi sorulacak…

Hasta Said-i Nursi(62)”

Hazret-i Üstad’ın vukufsuzlukla tabir edip müskit cevablarını verdiği, o bilirkişi raporunun altına imzalarını koyan hey’etten ikisi Selânikli, Rumelili olup isimleri şöyledir:

Bilirkişi Bilirkişi Bilirkişi

Ceza hukuku ve ceza         Umumi, amme hukuku                Ceza hukuku ve ceza 

usûl hukuku Doçenti                  Doçenti                                   usul hukuku Doçenti

Nurullah Konter                Tarık Zafer Tunaya                            Sahir Erman

Bu adamların çok sıfsatalı ve mahkemece de hiç nazar-ı itibare alınmıyan o raporlarını buraya dercetmeyi uygun görmedik. Ana esasları sekiz madde olup, Hazret-i Üstad üstteki cevablarıyla çürütmüştür.

Üstadın fahri avukatlarından Abdurrahman Şeref Laç da mezkûr ehl-i vukuf raporuna karşı çok sert tenkidlerde bulundu. Böylece o günkü celse ikindiye kadar devam etti. Namaz vakti hulul etmiş, hatta daralmıştı. Üstad Hazretleri ikindi namazını kılmak için mahkemeden müsaade taleb etti.

Mahkeme hey’eti de Üstad’ın talebini kabul ederek, o günki celseye nihayet verdi ve mahkeme gününü 5.3.952 tarihine ta’lik etti.

ALKIŞ TUFANI

Mahkemenin celseye son vermesi üzerine, Hazret-i Üstad yine genç Üniversite Nur talebelerinin ve kendisini candan sevenlerin kolları arasında mahkeme koridorlarından geçerken, binlerce insan tarafından sevgi tezahüratlarıyla alkışlandı. Üstad da, iki eliyle sevgili talebe ve dostlarını selâmlıyarak yürüyordu. Ayrıca adliye binası önünde dört bin kadar insan toplanmıştı. Hepsi de Üstad’ı görmek için bekleşiyordu. Üstad adliyenin merdivenlerinden inerken de, binler insanın alkış tufanı arasında yürüyordu. Bunların arasında heyecanından ağlıyanlar da vardı.

(62) 20 Muharrem 1371 den başlar namındaki defter S: 76

1806

BİR HATIRA

Burada, muhterem Sungur Ağabey’in, Üstad’ın diğer bir talebesi olan Konyalı Hayrullah Lim’den naklen anlattığı bir hatırayı, câlib-i dikkat olduğundan kaydediyoruz:

“O alkışlar, o izdiham, o heyecanın dalgalandığı anda, Hazret-i Üstad mahkemenin merdivenlerinden inerken, yanındaki Hayrullah Lim’e soruyor:

“Bu kadar insan burada neye toplanmışlar?”

Sorduğu talebesi, pürheyecan: “Efendim bütün bunlar sizin için gelmişler, sizi görmeye gelmişler.” diye cevab vermiş.

Hazret-i Üstad ise, sanki hiç bir şey yokmuş gibi gayet sakin: “Acaib!..’ demiş ve yürümüştür.

1807

SULTANAHMET’TE NAMAZ

Hz. Üstad’ın o muazzam kalabalığın ortasından sıyrılıp yürümek suretiyle bir camiye gitmesine imkân yoktu. Çünki herkes onu görmek, elini öpmek istiyordu. Bu durum ortasında talebeleri hemen acele bir taksi bulmuşlar ve Üstad’ı o kalabalık içinden koparıp otomobile bindirebilmişlerdi. Böylece otomobille Sultanahmed camiine götürmüşler ve orada cemaatle ikindi namazını kıldıktan sonra, Hazret-i Üstad ikamet ettiği oteline götürülmüştür.

SON CELSE VE BERAET

Gençlik Rehberi davası mahkemesinin son celsesi günü de gelmişti. Önceki iki celsede olduğu gibi, yine Üstadı, mahkemesini seyretmek ve onu görmek için birçoğu üniversiteli genç Nur talebelerinden olmak üzere binlerce insan sabahın erken saatlerinden i’tibaren İstanbul Adliyesine akın etmişlerdir. Yine mahkeme salonu dolmuş, herkes yer temin etmeye çalışıyordu.

Mahkeme salonundaki izdihamın, önceki celseler gibi mahkemenin devamına mani’ olacak dereceye varmaması için, müteaddit polis müfrezeleri adliye binasının merdiven ve koridorlarını muhafaza altına almış, geçitleri kapamışlardı. Buna rağmen yine mahkeme salonu kapılara kadar hınca hınç dolmuştu.

Mahkeme günü Hazret-i Üstad yine üniversiteli gençlerin kolları arasında kemal-i şehametle mahkeme salonuna girdi ve geçip maznun sandalyesine oturdu. Memleketin en muktedir avukatlarından fahri üç avukatı da yerlerini aldılar.

Celse açıldı. İlk olarak, şâhid sıfatıyla -Gençlik Rehberi kitabını tab’ ettirenüniversiteli genç Abdulmuhsin Alev dinlendi. İfadesinde:

“Ben Edebiyat Fakültesi felsefe şu’besi talebesiyim. Şark ve Garbın bir çok eserlerini okudum. Bu arada “Gençlik Rehberi” isminde bir eser de elime geçti. Bu eser fikrim, ruhum, iradem ve ahlâkım üzerinde büyük bir tesir husule getirdi. Arkadaşlarıma da eserin aynı tesirleri edeceğini düşündüm ve bunu bastırıp neşretmeyi uygun buldum ve bastırdım. Bunu ben kendim bastırdım. Memleketimden bana gelen harçlığımdan arttırdığım parayla tab’ masrafını karşıladım. Müellifin iznine ve malûmatına da lüzum görmedim.

Esasen eserde hiç bir suç mahiyetine haiz bir şeye rastlamadım. Bilâkis onu çok faydalı gördüm…”

ÜSTAD’IN MÜDAFAASI

Abdulmuhsin’in ifadesinden sonra, Hazret-i Üstad mahkemeden bir kaç söz söylemek için müsaade istedi. Mahkeme Reisi: Kendisinin gayet ra-

1808

hatlık ve serbestlik içinde müdafaasını yapabileceğini söyledi. Üstad da müdafaasına şöyle başladı:

Mahkeme Reisine

Pek çok uzun olan bir macera-yı hayatımı gayet kısacık bu ifadesini dinlemenizi rica ediyorum:

Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerle işkenceli tarassudlar ve hapislerin ileri sürdükleri sebeblerden birisi: “Rejimin aleyhindedir” diye ittiham etmişler.

Buna cevaben deriz ki: Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanı ile kabul ettiği bir metod bir fikrî mes’ele ile mes’ul olamaz. Çünki dininde müteassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngiliz, yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar hem İngilizin dinini hem küfrî rejimlerini Kur’an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngilizin mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihette ilişmemesi, hem bu millette ve hükûmet-i İslâmiyede eskiden beri Yahudî, Nasranî bu milletin dinlerine, kudsî rejimlerine muhalif ve zıd ve mu’teriz oldukları halde, hiç bir zaman mahkeme kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemesi.. Hem Hazret-i Ömer (R.A.) hilâfeti zamamında bir âdî Hristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki o âdi Hıristiyan hem mukaddes rejimlerine hem kanunlarına muhalif iken, o mahkemede onun o hali nazara alınmaması gösteriyor ki; mahkeme hiç bir şeye alet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki, Halife-i ruy-i zemin bir âdi kâfirle beraber muhakeme olmuşlar.

İşte ben de yüzer ayat-ı Kur’aniyeye istinaden Kur’anın kudsi kanunlarının yerine: medeniyetin bozuk kısmından anarşilik, bolşeviklik hesabına istibdad-ı mutlak manasında -Cumhuriyet ki, hürriyet perdesi altında eşedd-i zulme alet olabilen- muvakkat bir rejimi değil ben, belki her ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet hiç bir hükumette bir suç sayılmıyor ki, her hükumette muhalif siyasî partiler resmen bulunurlar.

İkincisi: Asayişi bozmak, emniyeti ihlâl etmek bahanesiyle otuz sene cezayı çektirdiler.

Buna cevaben deriz ki: Mahkemenin tahkikatıyla beşyüz bin fedakâr Nur talebeleri bulunduğu halde, yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zalimane ihanetlere maruz olduğumuz halde, Nurcularla alâkadar olan altı vilâyet, altı mahkeme hiç bir vukuatı kaydedememeleri, gösterememeleri ispat eder ki;

Nurcular asayişin muhafızıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasına bir yasakçı bırakırlar. Asayişi muhafaza ediyorlar.. ve üç vilâye-

1809

tin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler.

Üçüncüsü: Dini siyasete alet yapmak istiyor diye beni suçlu yapıyorlar?.. Sebilürreşad’ın yüzonaltıncı sayısındaki “Hakikat Konuşuyor” namındaki makalem buna kat’î cevabtır. Kısaca hülâsası şudur:

Elcevab: Bütün dünyasını hatta lüzum olsa kendi şahsî ahiretini dine feda etmeye bütün hayatı şehadet ettiği; Ve otuz beş senedenberi siyaseti terkettiği, beş mahkeme bu mes’eleye dair kat’î bir delil bulamadığı; Seksenden geçmiş, kabir kapısında, dünyada hiç bir şeye mâlik olmıyan bir adam hakkında: “Dini siyasete alet yapıyor” diyen yerden göğe kadar haksız ve insafsızdır. Hem bu iftira ile beraber güya “asayiş ve emniyeti ihlâl etmek istiyor?” Halbuki Kur’an-ı Hakimden aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur ki:

“Bir hanede veya bir gemide bir tek masum, on canî bulunsa; Adalet-i Kur’aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi yakmak, o gemiyi batırmak men’ ettiği halde.” Dokuz ma’sumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak, o gemiyi batırmak en azim bir zulüm, bir cinayet, bir gadır olduğundan; dahilî asayişi ihlâl suretinde, yüzde on canî yüzünden doksan masumu tehlikeye ve zararlara sokmak, adalet-i ilâhiye ve hakikat-ı Kur’aniye şiddetli men’ ettiği için; Biz bütün kuvvetimizle o ders-i Kur’anî itibarıyla asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.

Bu üç dört madde ile bizi ittiham ettiler. Lüzumsuz mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphemiz yoktur ki; Onlar ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istiyorlar.. Veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda bilerek veya bilmiyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünki bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur. Hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünki anarşi hiç bir hak tanımaz. İnsaniyetin seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir ki; Ahirzamanda gelecek ye’cûc ve me’cûcun komitesi anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.

SAİD-İ NURSİ(64)”

Hazret-i Üstad’ın öz ifadesiyle olan şu üstteki müdafaatı, bilahare merhum Eşref Edip tarafından bazı tasarruflarla açık Türkçeye çevirilerek; kendisinin neşrettiği tarihçe kitaplarında o surette neşredildi. Daha sonraları 1958’de neşredilen Büyük Tarihçe-i Hayat kitabına da o şekilde dercedildi. Lâkin 1965’lerden sonra neşredilen Emirdağ-2 lahika kitabında Üstad’ın öz ifadesiyle olan bu müdafaası neşredildiği gibi, bu kitapta da biz Hazret-i Üstad’ın öz ifadesiyle olan şeklini tercih ettik. Zira onun öz ifadeleriyle olan her şey daha başkadır, tatlıdır, güzeldir. Her ne kadar Hazret-i Üstad, Eşref

1810

Edib’in o gibi tasarruflu neşriyatlarına bir şey dememiş, kabul de etmiştir. Amma belki bunlar müdafaalar ve bazı lahika mektupları olduğu ve Nurun mühim, büyük ve ilmî eserleri olmadığı için, Eşref Edib’in o tarz neşriyatına bir şey denilmemiş ve makbul olmuştur.

FAHRÎ AVUKATLARININ MÜDAFAALARI

Hazret-i Üstad üstteki müdafaasını aynen okuduktan sonra, avukatları da söz aldı. Sırayla konuştular. Evvelâ Avukat M.Mihri Helav müdafaasını yaptı. Mealen ve hülâsaten alıyoruz:

“Risale-i Nur müellifi, bütün müellif ve muharrirlerin en mütevaziidir. Şöhret ve tekebbürün en büyük düşmanıdır. Dünya metaına arka çevirmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nüfûz…

Günde elli gram ekmekle ve bir çanak çorbayla tegaddi eden bu büyük adam, yaşıyorsa, ancak Kur’an ve imana hizmet için yaşıyor. Başka hiç bir şeyin onun nazarında kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Böyle iken, eserinin medih ve sitayişinde bulundu diye onu suçlandırmaya çalışmak, 163. maddenin cürüm ağına sokmaya uğraşmak; hak ve adaletle, insafla, ilimle, insanî düşünce ve hukuk fikriyle, mantıkla, akıl ve fikirle kabil-i te’lif midir?.. Burası yüksek mahkemenin takdirine aittir.

Hükûmete muhalefet bahsi hakkında da bir kaç söz söyliyerek maruzatımızı neticelendirmek isterim:

Karşınızda kemal-i safvet ve samimiyetle âdilane kararlarınıza intizar eden bu asır-dide zat, ömründe hiç bir defa hilâf-ı hakikat beyande bulunmaya tenezzül etmiş bir adam değildir. İki celse-i muhakemede, bugünki hükûmetten memnun olduğunu ve muvaffakiyetine dua ettiğini; Onun beğenmediği ve tenkid ettiği hükûmet, eski hükûmetler olduğunu alenen söylemiştir.

Filhakika müvekkilim bütün milletle beraber istibdada karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin te’sisine çalışmış ve bu hususta husule gelen muvaffakiyetten dolayı da memnun olmuştur. Risale-i Nurun gayesi de: İçtimaî nizam ve intizamı kalblere yerleştirmektir. Siyasî rical, siyasi sahada nizam-ı içtimaîyi, milletin hak ve hürriyetini temine çalıştıkları gibi; Risale-i Nur müellifi de manevî sahada, kalblerde bunları yerleştirmeye çalışıyor. Bir mekteb-i irfan olan Risale-i Nurun müellifi ve şâkirdleri asayişin, nizam ve intizamın fahrî ve manevî bekçileridir. Manevî sahada kalblerde ve dimağlarda anarşinin, bozgunculuğun kalkmasına çalışmaktadırlar. Kemal-i samimiyetle hiç bir ivaz ve garaz olmaksızın, hiç bir karşılık

(64) Emirdağ-2 fasikül S: 42 ve Emirdağ-2 S: 127

1811

beklemeksizin yalnız Allah rızası için, millet ve memleketin menfaatı için çalışmaktadırlar. Bunu yapmakla bir cürüm ve cinayet değil, millet ve memlekete bir hizmettir. Muahazeye değil, takdire lâyıktır. Beraetini istemek hakkımızdır. Karar yüksek mahkemenizindir.”

AVUKAT SENİYÜDDİN BAŞAK

Seniyüddin Başak da ayağa kalkarak şifahen şu kısa konuşmayı yaptı:

“Artık mesele aydınlanmış, hakikat güneş gibi tezahür etmiştir. Yüksek mahkeme herşeye vakıf olmuştur. Benim ilâve edecek bir sözüm yoktur. Böyle kıymetli, faziletli, millet ve memleket için cansiperane ve hiç bir ivaz ve bedel mukabili olmıyarak fisebilillah çalışan zevatı buralara getiren, cinayet sandalyelerine oturtan zihniyet hakkında bazı müdafaada bulunmak isterdim. Fakat onun yeri burası değildir. Bunun için ayrıca bir eser yazmak icabeder. Çünki bu zihniyetle mücadele, herkes için bir vazifedir.

Yüksek mahkemenin yüksek vicdanı, beni müdafaadan müstağni kılacak derecede itmi’nan-bahştır.

Müvekilimin beraetini istemekle şeref duyarım.”

AVUKAT ABDURRAHMAN ŞEREF LAÇ

Bu zat, diğer iki avukattan daha uzun ve ilmî tahlilli bir müdafaa yaptı. Onun müdafaasının da bazı bölümlerini alıyoruz:

“… Gençlik Rehberi isimli eser, Kur’an-ı Azim-üş-şanın emir ve tefsirlerinden ibaret bulunmasına.. İslâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlarını ihtiva eylemesine.. ve anayasanın 75.maddesine göre, şahsî masumiyet, vicdan, tefekkûr söz ve neşir hak ve hürriyeti, Türklerin tabii haklarından olduğu Anayasanın 75. maddesine göre de hiç bir kimse mensub olduğu din ve mezhebten dolayı muahaze edilemiyeceğinden, müvekkilimin anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezaî takibe maruz bırakılması, anayasa hûkümlerine mugayirdir…

Bir Müslüman, ak saçlı bir Müslüman.. Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca Nurla ağartmış bir Müslüman.. Saçı başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın nuruyla yıkanmış, tertemiz ve bembeyaz bir Müslüman.. Bütün ömrü boyunca in’am-ı hak olan hayatını, Türk milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş; emr-i ilâhi olan ruhunu, feleğin hakiki mâlikî Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş; bina-i sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir müslüman; bugün “Demokrasi vardır” denilen bir gün, kalkıyor yalnız Allah diyor, kitap diyor, Resul diyor ve gençliğe “Dikkat!..” diyor!.. derdemez, arkasından savcı (dava açan savcı) yapışıyor…

1812

Fakat bakın, şu asil ve necib ihtiyar Müslüman ne kadar sâkin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil, vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün renga-renginden bî-fütûrdur. Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlarından haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir. Damarlarında kan yerine, feyz-i hak ve nur cereyan etmektedir.

Muhterem Hâkimler!.. Siz bilirsiniz, fakat bir kere de davayı açan Savcıya sorunuz!.. Bakalım hayır diyebilecek mi? “Allah’ın emirleri, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hikmetleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse.. “propaganda suçtur” diye men’ edilirse; ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katl suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil midir? Komünizm gibi, tehdit eden erzel afetin gizli ve aşikâr, seri ve sinsi tahribatını ne ile önlemek mümkündür?”

…………………

Bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesad ve fitneyi imha edecek Nurdur…

Abdurrahman Şeref Laç”

Avukat Abdurrahman Şeref Laç’ın müdafaatından sonra, mahkeme reisi Üstad Hazretlerine: “Başka diyeceğiniz bir şey var mı?” diye sorması üzerine: Üstad ayağa kalkarak: “Yalnız bir cümle söylemek için müsaadenizi rica ederim” dedi.

Reis: “Buyurun!..”

Üstad: “Muhterem vekillerim benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senakâr sözlere ben lâyık değilim. Ben Kur’an ve iman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.” dedi.

BERAET KARARININ TEBLİĞİ

Üstad’ın en son bu iki cümlesinden sonra mahkeme hitam bulmuş, hey’et-i hâkime kısa bir müşavereden sonra, ittifakla beraet kararını tebliğ etmiştir. Bu haber dinleyiciler tarafından büyük bir tezahüratla mahkeme hey’eti alkışlanmıştır. Savcılık tarafından da karar temyiz edilmediği için kesinleşmiştir. Karar İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi 952/27 şeklinde kayıtlıdır.

Ancak, mahkemenin açılmasına medar olan Gençlik Rehberi eserleri aynı kararla iade edilmemiştir. Kararın mahiyet ve şekli hakkında malumatımız yoktur. Neden eserleri de iade etmemiştir bilemiyoruz. Eserler ta Afyon mahkemesi 1956’daki bütün Nur kitaplarını iadeye karar vermesine kadar İstanbul savcılık emanetinde bekletilmiştir. Nihayet 18.6.1956’da, Avukat Abdurrahman Şeref Laç’ın Afyon mahkemesi kararından sonra, yeniden müracaat etmesiyle teslim alınmış ve bizzat Avukat Abdurrahman

1813

Şeref Laç tarafından getirilip Üstad’a teslim edilmiştir.(65)

(65) Gençlik Rehberi eserleri Üstad Hazretlerine getirilip teslim edilmesi üzerine, Üstad’ın emriyle hizmetkârları tarafından şu mektup yazılıp neşredilmiştir:

Aziz Sıddık kardeşlerimiz! Evvelâ: İstanbul’da üç seneden beri müsadere edilen gençlik rehberlerini bugün avukatımız Abdurrahman Şeref kendisi getirerek Üstad’ımıza teslim etmiştir. Bu pek hayırlı haberi bütün kardeşlerimize müjde ediyor ve hizmet-i kudsiyenizde muvaffakiyetler Rahmet-i ilahiyyeden niyaz ediyoruz ve dualarınızı istirham ediyoruz. 18/6/956

Elbaki hüvelbaki

Kardeşleriniz

Zübeyr, Hüsni(*)

(*)Müntehap dosya sıra no: 112

1814

GENÇLİK REHBERİ MAHKEMESİYLE İLGİLİ İKİ TASVİR VE İKİ HATIRA

1-Hazret-i Üstad Bediüzzaman Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısıyla İstanbul’u şereflendirmesi üzerine,Kâmil isminde üniversiteli genç bir Nur talebesi, mahkeme safhalarını ve Üstad’ın mahkemedeki tavrını, bir arkadaşına yazdığı bir mektubunda şöyle tasvir ediyordu: (Bazı bölümlerini alıyoruz.)

1815

“…Üstad’ımızın teşrifini telefonla haber verdikleri zaman, cansız vücudumdan birden bire bir cereyan geçti… Maddî ve manevî varlığımın bir anda kuvvet bulup muazzam bir mıknatısın beni çektiğini hissettim. Ağır Ceza Mahkemesi’ne vasıl olduğum zaman, biraz evvelki tahassüslerimin bütün cem’iyette hâkim olduğunu farkettim. Mahkemenin içi ve dışı tıklımtıklım doluydu. Kalabalığı yararak içeri girmek istedim. Fakat gözüm iki üniversiteli talebenin arasında yürüyen Üstad’a ilişti. Manasıyla olduğu kadar, maddesi ve kıyafetiyle de bambaşka olan ve şu anda milyonlarca gözün, onun üzerinde toplandığı müstesna varlık, sanki hiç bir şey ile alâkadar değildi ve hiç bir hadiseden haberi yoktu!..

Mahkemenin içindeyim. Ulvî isim zikredilir-edilmez, büyük adam koca bir milletin dininin ve devrin tarihî mümessili olarak içeri girdi. Ufak bir kaynaşmayı müteakib, çıt yok.. Herkes bu muhteşem ve muazzam anın manasını ve heyecanını duymakta… Hastayım demelerine rağmen, Üstad’ımızın yerlerinden yıldrım gibi fırlıyarak itiraz ve izahların Mahkeme heyetinin hayranlıkla büyük adamı seyri… İkinci celsede daha muazzam bir kalabalık… Üstad’ımızın vukufsuz ehl-i vukuf raporuna verdikleri harikulâde cevablar ve mahkemenin 5 Marta ta’liki…

Titriyerek, günah ve za’aflarıma bin teessüf ve tevbe ederek yaklaşıp, mübarek ellerini sonsuz bir iştiyakla öptüğüm ve içimi tertemiz tutmaya çabalıyarak gözlerini bulmaya cesaret ettiğim o an, o gün, hatıralarımın en büyük ve en nâdide yadigârı olacak. Üniversiteli diğer kardeşlerim, Üstad’ımızın hizmetinde bulunmakla şeref-i uzmaya kavuşmuşlar… O Üstad’ımızdan Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun ve bütün talebelerine ve bilhassa benim gibi biçare, zavallı ve acizlere akıl, dirayet, azim ve ihlâs ihsan buyursun amin…

Evet kardeşlerim, bu asrın manevî şâhı olduğu, hayatı ve eserleriyle sahip olan bir üstadın eserlerini biz muhtaçlara lütfeden Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürlerle beraber, ” Şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehaccümatına maruz hey’et-i İslâmiyeye en nâfi’ bir Nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber” olan Risale-i Nuru ölüncüye kadar okuyacağız, neşredeceğiz inşaallah.

Elbaki Hüvelbaki

İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinden

Kamil(66)”

2- Yine Hz. Üstadın 1952 deki İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesini güzel bir makalesi ili tasvir eden o zaman üniversitede Talebe, muhterem Salih Özcan Beyin, Samsunda münteşir BÜYÜK CİHAD gazetesi52.sayı ve 7

1816

Mart 1952 tarihli nushasında yayınlanan yazısını kayd ediyoruz:

“BÜYÜK DAHİ, BÜYÜK ALİM

(Bediüzzaman Hazretlerinin mahkemesinden intiba’lar.)

Bu büyük dava adamını acaba tanımıyan var mıdır? İstanbul’a ilk geldiği zaman henüz yirmi (1) yaşlarındaydı. O zamanın gazeteleri “Şarkın dağlarından kopan bir zekâ parçası İstanbul ufuklarında parladı” diye hararetle kendisinden bahsediyorlardı. Genç yaşında iken devrin bütün alimlerini ilzam etmiş olan bu allamenin bir defa dahi olsa ilzam edildiğini hiç kimse görmemiştir.

1908 (2) olaylarında nutuklarıyla taburları itaate getiren; Birinci Cihan harbinde gönüllüler kumandanı olarak harikalar gösteren,ölüme zerre kadar ehemmiyet vermiyen, izzet-i İslamiyenin ne olduğunu esarette iken Rus baş kumandanına ve İstanbul i’tilaf devletlerine, işgal komutanına öğreten bu büyük mücahit; hayatta en sevdiği şey hürriyet olduğu halde, ne gariptirki, otuz yıldan beri hapisten hapise,sürgünden sürgüne,diyar diyar gezdirilmiştir. Bunlara ayrıca, on beş dafa zehirlenmeyi ve ihtilattan men’edilmeyi ilave edersekne büyük tazyikiiçinde idame-i ettiğini siz müslüman kardeşlerim daha iyi tasavvur buyurursunuz.

Bütün bu hapisler, nefiyler, ölüm tehtidleri bu büyük da’va adamını susturmak ve iman yolundaki faalietlerine son vermek içindi. Fakat sustumu? İman yolundaki mücadelesinden vazgeçtimi? Acaba sonu ne oldu diye merak buyuracaksınız değilmi? Bakınız ne oldu: “Hak, onun için çalışanlara yardım eder” sözü daima tahakkuk etti. Üstad her hapsi Medrese-i Yusufiye kabul etti. Her zehirlenmeyi iman yolunda daha fazla çalışması gerektiğine bir ihtar telakki etti. Mahkemeleri hala son bulmadı. Devr-i sabıkta olduğu gibi, Üstad hal-i hazırda yine mahkeme altındadır. Son mahkemesi 19 Şubat 1952 günü idi. İstanbul Ağır ceza mahkemesinde görüldü. Bu günü hiçbir gazete yazmadığı halde, herkes öğrenmişti. Mahkemeyi dinlemek için, Van’dan tutunuzda Edirneye.. Of dan İzmire kadar olan yerlerden yüzlerce insan gelmişti.

Mahkeme günü celse saati meçhul olduğundan, sabahtan itibaren halk koridorları doldurmaya başladı.

On yaşından tutunuzda, yetmiş yaşına kadar kadın-erkek, münevver-cahil her sınıfdan insan vardı. Bilmeyenler “Nen var?” sorunca, “Büyük dahinin mahkemesi var” cevabını alıyordu. Hele Şubat ta’tili dolayısıyla burada bulunması lazım gelen yüzlerce

(66) Büyük Tarihçe-i Hayat S: 552

(66/1)Üstadın yaşı, İstanbula ilk geldiği sene tam 31 dir. Çünki doğumu 1877 , istanbula ilk gediği tarih ise 1908 dir. A.B.

(66/2)Bahsi yapılan olaylar senesi 1909’dur. A.B.

1817

üniversiteli herkesten önce yer tutmuşlardı. Bu ne mahşeri kalabalık ilahi mevlam!.. Bu ne ihtişam!.. Vakit geçtikçe halkında büyük allameyi görmek sabrı tükeniyor. Nihayet saat ondört otuzda büyük insanı taşıyan taksi kapıda göründü. Adliye kapısından geçmek imkansız olduğundan posta kapısından girmek hasıl oldu.İki üniversiteli gençte, üstadın kollarına girmiş bulunuyorlardı. On-onbeş üniversiteli yol açmak için halka teşkil etmişlerdi. Böylece ağır fakat vakur bir şekilde beşinci kata çıkıldı. Merdiven ve koridorlar boyunca yığılmış olan kalabalık müşfikâne bir şekilde üstadı selamlıyarak mahkeme salonuna bin müşkilatla girildi. Büyük dahi sanık sandalyesine oturdu. Salon tıklım tıklım dolmuştu. Mahkemenin yapılabilmesi için, bir kısım halkın çıkması icab ediyordu. Üstadın tavassutuylada kalabalıktan bir kısmının dışarı çıkmaları temin edildi. Mahkemeye başlandı. İlk önce matbaacı daha sonra polis memuru dinlendi, sıra büyük allameye geldi.

Üstad söze, ehl-i vukufun vukufsuzluğunu belirtmekle başladı. Okuduğu altı sahifelik itiraznamesinde; millete yaptığı hizmetleri ve Risale-i Nurun tesirlerini veciz cümlelerle ifade ediyordu. Hatta başkan emir verirse, hemen dinleyiciler arasından yüzlerce şahid göstere bileceğini bir iki gün izin verirse binlerce imza getirebileceğini beyan ettiler. Büyük üstad seksen iki (3) yaşında olmasına rağmen, bütün ruhuyla inanmış olduğu davasına şimdi parlak ve doğru hüccetlerle ispat ediyordu.Bu âlim, alelade bir ferd değil, yirminci asrın ışığı altında Kur’an-ı Mu’ciz-ül beyanı tefsir ederek yüz otuz üç cilt Risale-i Nuru yazan bir deryay-ı ilimdir. Müdafasını huşu’ içinde dinleyenler bile ilim deryasından feyz aldılar.

Müslüman Türk milleti böyle bir kıymeti içinde yetiştirmekle, beşeriyete karşı haklı olarak öğünebilir. Pakistan, Endonezya ve Arabistan ve bütün islam dünyası çoktan bu büyük feyiz kaynağını keşfetmiş, bu nurlu kaynaktan kana kana içerek yanık kalplerinin susuzluğunu gidermektedirler.

Türk gençliğininde her kıymeti pek ala takdir ettiğini bu mahkeme en bariz bir misaldir. Said-i Nursi hazretlerinden sonra Avukat Abdurrahman Şeref Laç söz aldı. Ehl-î vukufun raporunu tenkid etti. Hakim müdafa zamanın gelmediğini ve daha dört mahkemenin sırada olduğunu bildirerek avukatın sözünü kesti fakat Abdurrahman Şeref Laç uzun konuşmakta ısrar etti.. Ve daha müsait bir gün talebinde bulundu. Mahkeme beş Mart Çarşamba günü yapılmak üzere celseye son verildi.

O gün dört fahri avukattan bir tanesi kalabalığın kefafetinden içeri girememişti.

(66/3)Üstadın 1952 de yaşı tam 75 tir, sabit hesaba göre.. Hicri takvime göre olsa 77 dir. A.B.

1818

Mahkemeden sonra üniversiteli iki genç üstadın koltuğuna girdiler. Yine gençlerin yardımıyla bu kesif kalabalık yarılarak aşağı kata inildi. Adliyenin önü büyük bir kalabalıkla dolu olduğu için, seyr u sefer durmuştu. Said-i Nursi hazretleri alkışlar arasında halkı selamlayarak binbir güçlükle taksiye bindirildi.

Tıp fakültesinden

Seyyid Salih Özcan

HATIRALAR

Nakledeceğimiz hatıralar, Gençlik Rehberi mahkemesinde reislik yapmış, hâkim Nefîi Demiroğlu.. Birisi de mahkeme mübaşiri Fahrî Yalçın’dır. Necmeddin Şahiner’in tesbitine göre, bu iki zat da o günki mahkeme ve Üstad hakkında şunları anlatmışlardır:

“Zeki adamdı. Mahkemenin gidişinden ve seyrinden neticeyi görüyordu. Mahkeme esnasında en ufak bir telâş ve heyecan göstermiyordu. Dost ve ahbablarıyla evinde konuşur gibi rahat ve sâkindi. Şark şivesiyle konuşuyordu.”

Reis Nef’î Demiroğlu’nun bizzat ifadesinden: “Kendisinin 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesinde Üstad Bediüzzaman’a beraet verdiği için, Yirmi Yedi Mayısçılar onu ifadeye çekmişler ve “Sen nasıl Said-i Nursi’yi beraet ettirebilirsin?” demişler.

Nef’i Demiroğlu da onlara: “Ben hukukî kaideler içinde hadisenin -bir hâkim olarak- tahkikatını yaptım.

Şahitlerin ifadelerini aldım ve vicdanî kanaatımla hûkmümü verdim” demiştir.(67)”

İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesi hatıralarından olarak merhum Doçent Doktor Nureddin Topçu’nun da müşahedeleri ve hatırası vardın.Ancak bu hatıra Denizli mahkemesi ve beraeti sonrasında Üstad ile ilgili hatıraları içinde geçtiği için,burada tekrar edilmedi.

(67) Bilinmeyen taratlanyla Said-i Nursi 6. Baskı S: 376

1819

HAZRET- İ ÜSTAD’IN İSTANBUL’DA YAZDIĞI BİR MEKTUP

1952 Martında Gençlik Rehberi mahkemesi beraetle neticelendikten sonra yazdığı anlaşılan Üstad’ın bir mektubu şöyledir:

“Aziz Kardeşlerime beyan ediyorum ki: Ben İstanbul’a ve İstanbul’daki dostlarıma pek ziyade müştaktım. Her vakit ruhen temennî ediyordum ki; İstanbul’a gelip bu mübarek şehirdeki sadık dostlarımı ve ahbablarımı göreyim. Fakat maatteessüf otuz senedenberi tecrid ve inzivada bulunduğum için, insanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından; za’fiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nurun her bir kitabı bir Said’dir. Hangi kitaba baksanız, siz benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî surette benimle görüşmüş olursunuz.

Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek istiyenleri, görüşemediklerine bedel, her sabah okuduklarıma, dualarıma hissedar ediyorum ve inşaallah etmekte devam edeceğim.

SAİD-İ NURSİ(68)”

ÜSTAD EMİRDAĞ’A DÖNÜYOR

Gençlik Rehberi mahkemesi ve safahatı sona erip beraetle neticelendikten sonra, Hazret-i Üstad İstanbul’da daha fazla durmadı, tekrar Emirdağ’a döndü. Fakat bu dönüşün tarihi kesin olarak hangi gün ve ayda olduğu hakkında bir bilgimiz yoktur. Üstteki mektup mart veya nisan ayında yazıldığına göre, Hazret-i Üstad’ın herhalde nisan ayı içinde dönmüş olabileceği ihtimal dahilindedir. Ayrıca devam eden Afyon mahkemesinin 30 Mayıs 1952’deki celsesinde de hazır bulundu ve bu celsede İstanbul barosu avukatlarından Abdurrahman Şeref Laç’da bulundu. Bir gün sonra da Büyük Doğu mecmuası mahkeme safahatını neşretti. Buna göre, Hazret-i Üstad, mesela Nisan başında İstanbul’dan ayrılmış ise, ikibuçuk ay kadar İstanbul’da kalmış ve Nisan başlarında Emirdağ’a gelmiş oluyordu.

(68) Risale-i Nur müellifi Said Nur, Eşref Edip son baskı S: 90

1820

1821

1822

ÜSTAD’IN ÜÇÜNCÜ MAHKEMESİ OLAN SAMSUN DAVASI

Samsun mahkemesi ve davası, başlangıç ve sebebi için; bütün tarihçeler, Üstad’ın İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesinden Emirdağ’a döndükten sonra ve 1952 yılı Ramazan âyı içinde (Yani mayıs sonu ve haziran başlarında) Hazret-i Üstad tek başına kıra çıkmış olduğu bir günde, musallah bir jandarma başçavuşu ile üç jandarma erinin Üstad’ın yanına giderek “Neden sarık ve külah başına takıyorsun, şapka giymiyorsun?” diyerek, Üstad’ı alıp karakola getirmeleri(69) ve bunun üzerine Üstad’ın yazdığı arzuhal ve bu arzuhalin bilâhare Samsun’da münteşir “Büyük Cihad” gazetesinde;gazete sahibi Mustafa Bağışlayıcı islam DP sine girdiği için, DP nin dine karşı lakaydlıklarını göstermek üzere Hz. Üstadın yazısının başına ”EN BÜYÜK İSPAT” diye başlık koyarak neşredilmesi ve nihayet Samsun C.Savcılığınca dava açılmasıyla başladığını yazarlar.

Gösterilen sebeb ve başlangıç tarihi, bir noktadan sahih olmakla birlikte; 1950’den sonra, Afyon mahkemesi dışında cereyan eden mahkeme hadiselerinin birincisi olan “Emirdağ’da şapka mahkemesi” kısmında kaydettiğimiz üzere, Hazret-i Üstad 1951’de de yine şapka için rahatsız edilmiş ve mahkemeye sevkedilmiştir. Başlangıç olarak aslı bu mudur? Yoksa 1952 Ramazanında başladığını yazan tarihçelerin dediği midir, kesin bilemiyoruz.

Samsun mahkemesinin, asıl başlangıcı ise şöyledir: 1952 yılı içinde Samsun sorgu hâkimliği ve savcısının kararname ve iddianameleri ekli olarak Ağır Ceza Mahkemesi’nden Üstad’a Emirdağ’a bir celbname geldi. Hazret-i Üstad da Emirdağ adliyesi kanalıyla buna cevab yolladı. Üstad’ın cevabî yazısı aynen şöyledir:

Samsun mahkemesinin sorgu hâkimi ve savcısının, Büyük Cihad’da intişar eden bir şekvama dair beni Samsun Ağır Ceza Mahkemesine vermelerine dair bir da’vetiye geldi. Bana okudular, içinde yalnız dört nokta nazar-ı ehemmiyete alınabilir gördüm.

Bu meselenin hakikatı şudur: Ben hasta iken Emirdağ’ındaki kardeşlerim yanıma geldiler. Emirdağ’ında başıma gelen hadiseye dair konuştuk. Hem hastalıklı, hem hiddetli, hem Ankara’ya şekva suretinde bir şeyler söylemiştim. Yanımdaki hizmetçim kaleme aldı. Nur talebelerinin

(69) Şapka yüzünden 1947 ve 48 arası zulüm ve ceberût devrinin hükûmetleri tarafından Hazret-i Üstad birkaç defa rahatsız edildiği gibi, DP iktidarında da maalesef yine eski zihniyetin kalıntı kadro birikintilerinin tertipleriyle bir kaç kez aynı meseleden rahatsız edilmeleri olmuştur.

1823

tensibiyle Ankara’daki bir iki Nur talebesine gönderip; ta bazı meb’uslara göstersinler, bu hastalığımda bana sıkıntı verilmesin.. Hem gönderilmiş. Bazı meb’uslar da görmüş ve bilmediğimiz bir zatın hoşuna giderek Büyük Cihad müdürüne gönderilmiş.

Ben kasem ederim ki, o zamandan şimdiye kadar bilmiyorum ki, kim göndermiş. Fakat neşir olduktan sonra, bir nüsha buraya gelmiş. Yeni harfleri bilmediğim için bana birisi okudu. Ben memnun oldum,”Allah razı olsun neşredenlere” dedim. Gerçi otuzbeş senedenberi siyaseti terketmişim. Fakat Büyük Cihad gibi halisane dine hizmet eden o cerideye ve onun sahip ve muharrirlerine din namına minnettar oldum ve Allah razı olsun dedim. Haberim olmadan ve para da vermeden daima bana o mübarek gazete gönderiliyordu.

İkinci Nokta: Benim Samsun’daki Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilmekliğime dairdir.

Bu noktada bunu kat’iyyen beyan ediyorum ki: Samsun havalisinde hususan Büyük Cihad dairesine mensub ahiret kardeşlerim ve Nur talebelerini ziyaretle görmek için oraya gitmek isterdim. Fakat doktorların raporlarıyla kat’î iktidarsızlığım o dereceye gelmiş ki: Beş dakikalık-karşımdaki bu meselenin başlangıcı ve esası olan- mahkemeye bir buçuk senedir bana haber verdikleri halde-(70) gidemiyorum. Mecburiyetle müddeî ve hâkim vazifesini gören sorgu hâkimi yanıma geldiler. Medar-ı sual ve cevap Büyük Cihad gazetesini de getirdiler. Gazetenin bazı sözleri benim sözlerim içine karıştırılmış, ben de onlara cevablarını vermiştim. Eğer faraza Ağır Ceza, bu ehemmiyetsiz meseleye ehemmiyet verse, benim mahkememi Eskişehir’e nakline müsaade etsin ki, orada sıhhiye hey’etinde iki aylık zehir hastalığıyla şiddetli hasta bulunduğumdan bizzat bulunabilirim. Yoksa imkânı yoktur.

Üçüncü Nokta: Savcı ve sorgu hâkimi yüz altmış üçüncü maddeye dayanıp; Said-i Nursi’yi dini siyasete alet ve asayişe zararlı propaganda ile ittiham ediyorlar.

Bu noktanın hakikatını yirmidokuz senedir beş-altı vilayet ve beşaltı vilayetin zabıtaları ve yüzotuz üç kitaplarımı ve binlerce mahrem mektuplarımı elde ettikleri halde; Ve dinsiz komitelerin tahriki ile saf-dil bazı memurların aldatmalarıyla kat’iyen iki meseleden başka medar-ı mesuliyet bulmadıklarına delili: İki sene bütün mektuplarım ve kitaplarım,

(70) Üstad’ın bir buçuk sene evvel hadisenin başlangıcına ve Emirdağ’da açılan aynı meseleden olan mahkemeye gidemediğinden söz etmekle; mes’ele başlangıç itibariyla 1951’deki hadisenin kendisidir. A.B.

1824

Denizli Ağır Ceza mahkemesiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve mahkeme-i temyizde müttefikan hem benim beraetime hem bütün kitaplarımın iadesine karar vermeleri; ve beş altı vilâyette yalnız tesettüre dair bir ayetin tefsiri bahanesiyle bir tek mahkeme hafifçe ceza vermek istedi. Kat’î ve kuvvetli cevabıma karşı mecburiyetle meseleyi kanaât-ı vicdaniyeye çevirdiler. Demek onlar da medar-ı mes’uliyet bulamadılar. Bu noktayı izah için Afyon Mahkeme Reisine gönderdiğim istid’ayı size de beray-i malûmat gönderiyorum.

Elhasıl: Aynı nakarat beş altı mahkemede tekrar edilmiş ve medar-ı mes’uliyet bulamamışlar. Şimdi Samsun savcısı ve sorgusu yirmi sekiz seneki nakaratı aynen tekrar ediyor:

“Şahsî nüfûz temin için propaganda yapıp, dini siyasete alet ediyor” diyor. Beş mahkemede dört yüz sahife kadar olan cerhedilmemiş müdafaatıma benim bedelime havale ediyorum. Beni konuşturmaktan ise, ona baksınlar. SAİD-İ NURSİ (71)

(71) Emirdağ- 2 S:146

1825

Hazret-i Üstad bu cevabıyla beraber, Emirdağ’ı hükûmet tabibliğinden ve sonra Eskişehir sıhhî hey’etten almış olduğu raporları Samsun mahkemesine gönderdiği halde; savcı ısrar ederek mutlaka mahkemede Üstad’ın şahsen hazır bulunmasını istedi ve ikinci bir davetiye ve celbname Üstad’a geldi. Bu yazışmalar bir kaç ay sürdü.

Bu arada 22 Kasım 1952 günü Malatya’da gazeteci Ahmet Emin Yalman’a su-ikast girişiminde bulunuldu. Hadiseyi sol basın günlerce abartarak neşretti. Bunlara karşı dindar ve milliyetçi gazeteler de mukabele ediyordu. Samsunda çıkan Büyük Cihad gazetesi sahibi Mustafa Bağışlayıcı’nın sert mukabeleli cevaplarından dolayı tevkif edildiği gibi, Samsun milletvekili Hasan Fehmi Bey de, aynı meseleden 9 Aralık 1952 de DP’den ihraç edildi. DP’lilerin zafiyeti ile, sol basının hücumu son safhaya varmıştı. DP iktidarı daha çok za’fiyet evhamına kapıldı. Bir çok dindar ve milliyetçi gazeteleri kapattılar ve bir çok milliyetçi dindarları da tevkif ettirdiler. O sıra Samsun’da bulunan Üstad’ın hizmetkârı Mustafa Sungur da Büyük Cihad’da neşredilen bir yazısından dolayı, Büyük Cihad gazetesi yazı işleri müdürüyle birlikte tevkif edildiler. Hatta bu davada ilk önce mahkûmiyet kararı verilmişti. Ancak temyiz mahkemesi kararı bozarak, davaya yeniden başlandı ve neticede beraet verildi.

İşte bu fırtınalı karışık hadiseler dolayısıyla da, Samsun mahkemesinin ısrarı üzerine, Hazret-i Üstad Samsun’a gitmeye mecbur durumda kalmıştı.. Ve nihayet 1953 baharında Samsun mahkemesine gitmek üzere İstanbul’a gitmeye karar verdi ve Eskişehir yoluyla İstanbul’a gitti. Bu defa İstanbul’da ilk olarak, Beyazıd semtindeki Marmara Palas oteline indi. Hasta olan Üstad, İstanbul’da daha da rahatsızlandı. Bu durumda Üstad’ın Samsun’a gidemiyeceğini anlıyan İstanbul’daki talebe ve dostları, İstanbul Gureba hastahanesi hey’et-i sıhhiyesine müracaat ettiler. Hastahanenin doktorlar hey’eti Üstad’ı muayene ettiler ve “Ne karadan, ne havadan, ne de denizden seyahat yapamıyacağına dair” kesin rapor verdiler. Bu rapor Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.

Samsun savcısı bu kat’î ve kesin rapora da itiraz ederek, ısrarla “Said-i Nursi’nin mahkemede hazır bulunmasını” taleb etti ise de, mahkeme heyeti, İstanbul hey’et-i sıhhiye raporunu kesin ve haklı bularak; Bediüzzamanın İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinden birinde istinabe yoluyla ifadesinin alınmasına karar verdi. Bunun üzerine Hazret-i Üstad’ın İstanbul’da, talimatname ile gelen dosyaya göre Ağır Cezada muhakeme edilerek ifadesi alındı. Üstad buradaki mahkemede verdiği ifadesinde de, daha önce kaleme almış olduğu “Mahkeme-i Kübra’ya şekvaya bir haşiye” adındaki ikinci şekvanamesini aynen okudu.

1826

Ancak 1952’deki Gençlik Rehberi celseleri gibi, bu mahkemenin celse günü, hangi gün ve tarihte olduğu bizce belli değildir. Fakat hey’et-i sıhhiyeden alınan rapor 13.5.1953 olduğundanve tahminen yazışmalar faslı bir ay kadar zaman sürmüş olmasına nazaran, bu celsenin haziran ayı başlarında olduğu düşünülebilir.

YAZININ ASLI

Üstadın Büyük Cihad gazetesinde neşredilerek, Samsun’da mahkemenin açılmasına sebeb ve sonra ayni davada İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde ifadesi alınırken orada tekrarladığı yazısı aynen şöyledir:

Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte tekrar adliyeyi benim aleyhimde sevkettiler. Mesele bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır. Bütün bütün kanun hilâfına olarak; beni, tek başımla yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç musallah jandarma ile bir başçavuşu yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler.

Ben, adaleti hedef tutan adliyelere söylüyorum ki; böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle İslâmî kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzlukla ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu bir senedenberi o acib bahane ile, vicdanî azap verdiği için elbette mahkeme-i kübrayi haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.

Evet, otuzbeş senedir münzevi olduğu halde, hiç çarşı ve kahvelerde gezmiyen bir adama: “Sen frenk serpuşunu giymiyorsun” diye ittiham etmeye dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına giydiğine ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak (72) her yeri gezdiği ve hiç bir polis ilişmediği halde; ve hem mahkemei temyiz “Bere yasak değil, bereyi giyenler de mesul olmazlar” dediği halde, hususan münzevî ve insanlar arasına girmiyen ve Ramazan-ı şerifin içinde böyle hilâf-ı kanun, en çirkin şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için ilâçları almıyan ve hekimleri çağırmıyan bir adamı; şapka giydirmek ve ecnebilere ve papazlara benzetmek için şapkayı ona teklif etmek ve adliye ile tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bu halden nefret eder.

(72) Hazret-i Üstadın eski dost ve ahbablarını ve diğer mübarek menzilleri yaya olarak gezdiğine işarettir. Aynı zamanda Gençlik rehberi mahkemesi için İstanbul’a 1952’de gittiğinde, iki ay kadar ortada kaldığını da bildirmektedir. A.B.

1827

Meselâ, ona teklif eden demiş; “Ben emir kuluyum?..”

Cebri, keyfî, küfrî kanunla emir olur mu ki, emir kuluyum desin!..

Evet, Kur’an-ı Hakimde Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için (…) Ayet olduğu gibi,   اَطِيعُوا اللّهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ ayeti Allah ve Resulünün itaatine zıd olmamak şar’tıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir.

Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunlarıyla: Hastalara şefkat edip incitmemek, ihtiyarlara hürmet edip tahkir etmemek, gariplere zahmet vermemek ve onları incitmemek ve Allah için Kur’an ve ilm-i imaniye hizmet edenlere zahmet vermemek ve onları incitmemek lâzım gelirken, hususan münzevî ve dünyayı terketmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu teklif etmek, on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif olmakla beraber, İslâmın an’anevî kanunlarına karşı da bir kanunsuzluk ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.

Benim gibi kabir kapısında gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevi ve sünnet-i seniyyeye muhalefet etmemek için otuz beş senedenberi dünvayı terkeden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyyen şek ve şüphe bırakmadı ki; komünist perdesi altında, anarşilik hesabına, vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir su-i kasıd eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş hârici tahribata karşı cephe alan dindar Demokratlara dahi büyük bir su-i kasıddır. Dindar Demokratlar dikkat etsinler, bu dehşetli su-i kasde karşı beni yalnız bırakmasınlar!..

Haşiye: Rus’un baş kumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmiyen ve onun i’dam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmiyen.. ve İstanbul’u istilâ eden İngiliz başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyetin izzeti için i’dam tehdidine beş para ehemmiyet vermiyen ve “Tükürün zalimlerin o hayasız yüzlerine!” cümlesiyle matbuat lisanıyla karşılayan.. ve M.Kemal’in elli meb’us içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmıyan haindir” diyen.. ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı “Şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve dalkavukluk etmiyen.. ve yirmi sekiz senedir gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisine ve hakikat-i Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına denilse ki: “Sen kâfirlerin papazlarına benziyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icma’ına muhalefet edeceksin.. Yoksa ceza vereceğiz.” denilse:

1828

Elbette öyle herşeyini hakikat-ı Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapisler, cezalar, işkenceler, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle kat’iyyen feda edecek…

Acaba bu eşedd-i zulm-ü kâfiraneye karşı pek çok manevi kuvveti bulunan bu fedakârın, bu kadar tahammülünün ve maddi kuvvetle mukabele etmemesinin hikmeti nedir?..

İşte bunu size ve umum ehl-i imana ilân ediyorum ki: Yüzde on zındık dinsizlerin yüzünden, doksan masuma zarar vermemek için bütün kuvvetimle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek ve Nur dersleriyle herkesin kalbinde bir yasakçı bırakmak için, Kur’an-ı Hakim bana o dersi vermiş… Yoksa, bir günde, yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirdim. Onun içindir ki, asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetimi, şerefimi tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyorum. Ben değil dünyevî hayatımı, lüzum olsa ahiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.

SAİD-İ NURSİ (73)”

Üstad’ın İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde istinabe tarıkıyla yazıp göderdiği müdafaaları Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’ne gitti. Mahkeme daha uzun bir müddet devam ededurdu. En nihayet, dava mevzuu olan yazı incelendi. Suç mevzuu olacak ve mahkûmiyeti icabettirecek bir hususun bulunmadığı kanaatına varıldı ve bu mahkeme dahi Üstad Hazretlerine beraet verdi.(74)

İSTANBUL GURABA HASTAHANESİ HEY’ET-İ SIHHİYESİNİN ÜSTAD İÇİN VERDİKLERİ RAPORUN SURETİ

T.C.

YNO,

C.NO,

(Resim üzerinde mühür)

Adı ve Soyadı : Said-i Nursi

Babasının Adı : Mirza

Yaşı, Doğum yeri : 1278 / Bitlis

Heyet muayeneleri

(73)Büyük Târihçe-i Hayat S: 555 ve el yazma asıl mektuplar defteri, musahhah S: 97

(74)Büyük Tarihçe-i Hayat sh.454

1829

Şikayeti : Umumi Zaafiyet

Dahiliye : 1433/Senelite arteriesclerese

Deveran yetersizliği

Hariciye : 1990/sağlam

Bevliye : 46065/Seriri Salim

Göz : 3105/Her iki tarafta cat.Senil.Cum. solda daha ileri bir derecede. Solda alt kapak ihtiyarlı kectrpien 13/5/953

Kulak Boğaz, burun : Normal

Cildiye : 713/53 Normal

Asabiye : 1296/Yürüyüş ihtiyarlık sebebiyle serbest değildir.

Senilite 13/5/953

İdrar : Tahlil neticesi arkada yazılıdır.

Teşhis : Kara, Deniz, Hava yolları vasıtasıyla halen seyahat edecek bir halde değildir.

Göz Mütehas. Bevliye Mütehas. Kulak, Burun, Boğaz

Dr.M.Rami Aydın 4147 Dr.A.E.Gürsel-1622 DoçDr.A.Karatay

imza imza imza

Asabiye Mûtehas. Dahiliye Mûtehas.

Dr.Rıfat Çağıl-437 Dr.K.Kıcıman-415

imza imza

Operator M.Mesci                                                                3741

1915                                                    imza                                 Albümin-menfi 

 imzalar                                      tasdik olunur.                            şeker-menfi            

13/5/1953                                                                            Kan Tektük lekosit  

mühür ve imza                              13/5/953

                                                                                         

 

İst. S. Ve S. Y. Md. Y.

mühür ve imza

İst. V S. ve S. Y. Md.lüğü

1830

T.C. Guraba hastahanesi Baştabibliği

Bu suretin ibraz edilip birer sureti dairede dosyasında alıkonduktan sonra getirene geri verilen aslına uygun olduğu tasdik olunur. 18/5/953

Yukardaki imzalar ve resmi mühürün Guraba hastanesi sağlık kuruluna ve mezkûr hastane baş tababetine ait olduğu tasdik kılındı.

İst.SVe SY.Md. Y. mühür ve imza

İst. V S. ve SY.Md.lüğü

DR. SADULLAH NUTKU’NUN RAPORU

Bu rapordan yaklaşık iki ay sonra da, İstanbul’da herhalde Hazret-i Üstad yine şapka yüzünden rahatsız edilmiş olacaktır ki; Doktor Sadullah Nutku’nun 17.7.953’te Üstad için verdiği rapor ve bu raporun İstanbul Beşiktaş Hükûmet tabibliğince de tasdik edilmesi olmuştur.

Doktor Sadullah Nutku’nun verdiği rapor da aynen şöyledir:

D o k t o r

Sadullah Nutku

Birinci Sınıf                                                             17I7/953

Verem ve dahili hastalıklar                               Pul imza

Mütehassısı

Dipl.No: 874-474-4342

İhtisas No: 1596-3100

Fatih Çarşamba Fethiye Sokak No: 47’de oturun (misafireten) Said Nursi gözlerinde şiddetli ve müzmin göz hastalığı ve nezlesi, burun ve boğaz hastalığı, kulak hastalığı bulunmakla ancak başına sıkı bir surette bağladığı ve sardığı bezlerle bu göz, burun ve boğaz, kulak hastalığn kabili tahammül bir hale gelmekle bu bezleri başına sarmağa lüzumu tıbbi olduğuna dair rapordur.

İ M Z A

Muayenehane adresi:

Posta kutusu Sok. No: 2

Ev adresi: Beşiktaş Akmazçeşme No: 36

Dr.Sadullah Nutku’nun imzası tasdik olunur

17/7/953

Beşiktaş H.Tabibi

Mühür İmza

1831

ÜSTAD’IN İSTANBUL’DA KALDIĞI MÜDDET VE İKAMET ETTİĞİ YERLER

Samsun davası için Üstad’ın İstanbul’a gelişi ve buradan tekrar Emirdağ’a dönüşü gün olarak kesin tarihi bilinmemektedir. Ancak İstanbul’a gelişi mayıs ayı başlarında olduğu kesin gibidir. Çünki alınan heyet raporu 13 Mayıs 1953’tedir.

Üstad’ın bu defa İstanbul’a ilk gelişinde ikamet ettiği yer, Beyazıd civarındaki Marmara Palas oteliydi. Bu arada Çamlıca’da ve Üsküdar taraflarında da iki dostunun evlerinde üçer gün misafir kalmıştı. Daha sonraları, Doktor Sadullah Nutku’nun raporunda adresini yazdığı FatihÇarşamba mevkiinde bir ev kiralıyarak orada kalmaya başladı. 1953 Ramazanını da bu evde geçirmişti.

Necmeddin Şahiner’in tesbitlerinde(75) ve Mehmet Fırıncı’nın hatıralarında yazıldığına göre, Hazret-i Üstad 1953 senesi İstanbul Fetih yıldönümü törenlerini seyredip takib etmiştir. İstanbul Fetih yıldönümü 29 Mayıs olduğuna ve Samsun mahkemesine gidemiyeceğine dair hey’et-i sıhhiyeden alınan rapor 13.5.1953 tarihli olduğuna göre, ayrıca da Doktor Sadullah Nutku’nun verdiği rapor 17.7.1953 tarihli olduğuna nazaran, diyebiliriz ki, Hazret-i Üstad Mayıs başlarında İstanbul’a gelmiş, Temmuz ortalarında veya sonunda da İstanbul’dan ayrılmıştır.

İstanbul’da Üstad’ın yazdığı şeyler

Üstad’ın iki defa mahkemeler için mecburi İstanbul’a gelişlerinde, müdafaat, mektublar ve te’lifat olarak yazdığı şeyler umumi olarak şöyledir:

1952 başlarında istanbul’a geldiğinde, Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısıyla yaptığı müdafaat ve bilirkişi raporuna cevabından başka, ziyaretçilerle ilgili tek bir mektup yazdığını biliyoruz. Başka bir şey nakledilmiş değildir.

Amma 1953 Mayısında İstanbul’a gelişlerinde ise, bir kaç mühim mektup yazdığını ve bu mektuplardan bazıları Risale makamına kaim edilerek “Nur Âleminin Bir Anahtarı” asıllarını teşkil ettiğini görmekteyiz. Risale makamında olan bu mektuplardan başka, siyaset ve hazır medeniyetin zararlı taraflarını anlatan mektubu da yazmıştır. İlerde siyaset faslında gelecektir.

(75) Bilinmiyen taraflarıyla S.Nursî 6.baskı, S:381

1832

BİR HADİSENİN GERÇEK DURUMU

Üstad’ın Fatih semtinde parasıyla kiralıyarak bir iki ay içinde kaldığı evin hikâyesi şöyledir: Daha önceleri Mehmet Fırıncı’nın babasının kira ile oturmuş olduğu bir ev idi. Dolayısıyla M.Fırıncı’nın delâletiyle bu ev bulunmuş, Üstad da ayda -tesbit ettiğimiz kadarıyla- otuz lira kira bedelini ödeyerek oturmuştu. Ahmet Aytimur’la, Abdulmuhsin Alev’in ifadeleri bunu böyle diyorlar. Ancak N.Şahiner her vesileyle bu meseleyi, yani Üstad’ın 1953’te İstanbul’da kaldığı ev hikâyesini anlatırken; “M.Fırıncı’nın evinde kaldı” şeklinde kaydetmektedir. Bu husus aslında cüz’î olup bizi ilgilendiren bir şey değildir. Nasıl ki, aynı günlerde Hazret-i Üstad Üsküdar’daki eski bir dostu olan Hacı Şükrü’nün evinde ve ayrıca da Çamlıca’daki bir dostunun evinde de üçer gün kalmıştı.Bu hadisenin öncesi ve sonrasındada, Hz. üstad bazı talebe ve dostlarının evlerindede kalmaları olmuştu. Mesela 1951 ve sonralarında Eskişehirde Talebesi Abdüvahid Tabakçının evinde kalması gibi…Lâkin bu dostların evinde misafir olarak, mübalağasız şekilde kalmıştı. Onun gibi muhterem Mehmet Fırıncı’nın evinde de iki üç gün değil, bir iki ay da kalmış olabilirdi. Üstad’ın hayatıyla ilgili olan bu cüz’i hadise ve mes’eleye bazı ilâveler ile başka şeyler istihdaf edildiğini insan hissetmektedir. Hususiyle mübalağaların karışması ve o sıra Üstad’ın hizmetinde bulunanların rivayetleri ayrı ayrı olması, bizi bu mes’elede meraklandırdı ve tahkikine sevketti. Çünki, N.Şahiner, onu her anlatışında “Fırıncı’nın evinde kaldı” şeklinde ifade etmekle, onunla zımnen M.Fırıncı’nın meziyetini ve (1) faziletini izhar etmek ister gibi bir üslup vardır.

Tahkikatımız mes’eleyi başka şekilde neticelendirdi. Hakikatı yine ancak Allah bilir. Üstte kaydettiğimiz tarzda, Ahmet Aytimur’dan hususî şekilde sorduk, Almanya’daki Abdulmuhsin’e de mektup yazdık. Aldığımız cevabların neticesi aynen şöyledir:

– “Hazret-i Üstad, Marmara Palas otelinde kalırken sıkılıyordu. Bir ara

“Ahşap bir ev bulunsa, orada bir müddet kalsam” gibi bir arzu izhar etmişti. Bunun üzerine bir ev aranmaya başlanmış, nihayet Mehmet Fırıncı öyle bir evi bildiğini ve kiralıyabileceğini söylemiş ve o ev parası mukabilinde, fakat Fırıncı’nın delâletiyle kiralanmıştı. Üstad da bir iki ay zamanını o evde geçirmişti. Mehmet Fırıncı ile olan münasebetinin hepsi bu kadar..”

(75/1) Muhterem M.Fırıncının Hz. Üstada o sıralarda diğer arkadaşları ile birlikte yaptığı hizmeti yanında, Risale-i Nurların neşir hizmetinde şimdiye kadar yaptığı hizmetleri, yani rahmet-i İlahiye ile bunlara mazhariyeti, onun fazileti için kafi delildir. A.B.

1833

Ancak 15/9/1995 Cuma günü akşamı Almanya Berlin şehrinde, AbdulMuhsin Alkoneviyi şifahen dinlediğimde; mevzu’ hakkında şunları söyledi: “Üstadımız, Samsun mahkemesi vesilesiyle İstanbula geldiğinde, mütevazi; ahşab bir ev için işaret buyurdular. Ben üstadın arzusunu zengin zevata söylemek istemedim, fakirler arasında hall olmasını istedim. O zaman Mehmet Fırıncı gitti ailesine söyledi razı oldular. Fırıncı ailesi sokağın karşı tarafında bir ev kiralayarak oraya taşındılar. Üstad’da kirasını vererek boşanan eve taşındı. Ben böyle hatırlıyorum.”

MEDAR-I İBRET BİR HATIRA

Aslen Bitlisli Hüseyin piyazağa anlatmış: Hz. üstadı 1953 te kaldığı FatihÇarşamba semtindeki evinin karşı tarafında Bakkal bir Rum vardı. Üstad ondan bazen beyaz peynir alırdı.

1834

Dimitros adındaki bu adam, Üstad karşıdan beşyüz metre öteden göründümü hürmetinden ayağa kalkardı. Ben birgün buna sordum. “Niye sen bu hürmet yapıyorsun?”

O dedi: “Siz bu zatı tanımıyorsunuz. Eğer bu zat yunanistanda olsaydı, ona altundan ev yaptırırlardı.” (Son Şahitler-5, sh.270)

SEB’A SEMAVAT

Bu arada, 1952 yılında mı, 1953’de mi kesin bilinmiyen Seb’a semavat hakkında bir konferans hadisesi ve buna karşı Hazret-i Üstad’ın cevabı ve Nur talebelerinin faaliyetiyle, konferansçı ecnebi müsteşrik’in koyup kaçması hikâyesi şöyledir:

İngiliz asıllı ecnebî bir müsteşrik İstanbul’a gelerek, bir konferans vereceğ’ini, bu konferansı da Kur’anın Seb’a Semavat hükmüne karşı olacağını ve yedi gün üst üste aynı mevzuu işliyeceğini ilân, etmiş.. Bir gün sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde konferansına başlamış, birinci gününde ilk konuştuğu şey, Kur’anda “Seb’a Semavat” yani yedi tabaka göklerin hakikatını inkâr etmeye yeltenmişti. Bu konferansı dinliyenler arasında bulunan Nur talebesi Üniversiteli gençler, hadiseyi gelip Üstad Bediüzzaman’a da bildirmişlerdi. Hazret-i Üstad hemen harekete geçmiş ve 1915 yılında Birinci Cihan Harbi esnasında te’lif etmiş olduğu İşarat-ül İ’caz tefsirinde ve 1928-1930’larda Barla’da kaleme almış olduğu Risale-i Nur silsilesinden Lem’alar bölümünün 12. Lem’asının ikinci mes’elesinde; Kur’anın mevzuu bahis ayetini, ilim ve fennin ve dinin en son noktalarına tatbik ederek tefsir etmiş olduğundan, bu iki eserindeki tefsirlerin yan yana getirilmiş şeklinden ibaret olan 12. Lem’adaki kısmı daktilo ettirerek. Nurcu genç talebeleri vasıtasıyla konferansın ikinci gününde henüz konferans başlamadan önce, dinleyiciler arasında dağıttırmıştır. Yabancı müsteşrik profesör, salona girdiğinde kendisine de bu yazıdan verilmiş veya dinletilmiştir.

Konferansçı ecnebî müsteşrik sormuş: “Bunu yazan kimdir?” Gençler: Bunu yazan Bediüzzaman Said-i Nursi’dir demişlerdir.

Bunun üzerine yedi gün üst üste devam ettireceğini ilân etmiş olduğu konferansını, o günü çok kısa ve heyecan içinde acele bitirivermiş, kalan beş günlük bölümünü devam ettiremeden Türkiye’den ayrılmış, gitmiştir…

Adı geçen, yabancı münkir konferansçı müsteşrike cevab olarak hazırlanmış broşürün mukaddemesinde Üstad tarafından şunlar yazılmıştır:

1835

MUKADDEME

Evvelâ: Ramazan-ı Şerifte (76) Üniversitede ecnebî bir müsteşrik feylosof, konferansında Seb’a Semavat cümlesini inkâr tarzında, dinliyen sâfdil Müslüman gençleri şüpheye sevketmek ihtimaline binaen: Birinci Harb-i Umumi’nin başında Arabî İşarat-ül İ’caz tefsirinden ve yirmibeş sene evvel onikinci lem’ada “İkinci mesele-i mühimme” serlevhasıyla, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Ta çok ayat-ı Kur’aniyede bulunan o cümle hakkında, mektepli İslâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.

Saniyen: Kur’an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi, Sani-i Zülcelâli sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-y-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, coğrafyayı ders vermiyor. San’at ve intizam, hikmet ve nizam ile Halıkı bildiriyor. Manay-i harfî ile o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi manay-i ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor..

Salisen: Madem Kur’an kâinattan bahsi istidlâl suretiyledir. Delil, zahir ve malûm olmak lâzım geldiğinden; örf ve adetçe malûm tabiratı isti’mal etmek, talim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zahir manası, ehl-i fennin derin mes’elelerini bildirmiyor.

Rabian: Risale-i Nurda mu’cizat-ı Kur’aniye, Zülfikar Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için, bütün iliştikleri pek çok ayetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur, birer i’caz lem’asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i’caz yüksek hakikatlar olduğunu göstermiş. İsteyen bakabilir. Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevab vermiş. Ta zaif kalblilerde bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nurun mümtaz bir hasiyeti de şudur ki: Hiç şüpheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevab verir ki; o şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor.

Bu hakikatı görmek istiyenleri Risale-i Nura havale edip, yalnız nümune için bu Ramazan-ı Şerifte o konferansı dinliyen bir kısım “imamHatip” talebelerinden ve Kur’an hıfzı ile meşgul olan masum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için, pek çok ayetlerdeki Seb’a Semavat cümlesini inkâr eden müsteşrik feylosofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş:…. (77)” 

Bu mukaddemenin devamında Onikinci Lem’a’nın ikinci makamı olan “İkinci Mes’ele-i Mühimme” dercedilmiştir.

(76)Ramazan-ı Şerif 1953 yılında Temmuz ayı içinde olduğu için, hadisenin 1953 senesinde cereyan ettiği kati olmuş oluyor. A.B.

(77)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 94

1836

1837

FENER PATRİĞİ İLE GÖRÜŞME

Üstteki hadise ve mesele münasebetiyle; Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALT HENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstad’ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes’elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstad’la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstad, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener’deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: ”Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?”

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab vermiş. Bu hadiseyi nakleden, Üstad’ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır. Ezcümle Ahmet Aytimur, şimdi Almanya’da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire…

Nitekim aynı ma’nada olarak 22 Şubat 1951’de, Üstad’ın izni ve müsaadesiyle Vatikan’daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa’ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.(78)Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur’anın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu. Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.

BİR HATIRA

Ezher mezunu Konyalı Mustafa Akdedeoğlu anlatmış:

“Üstadı ikinci ziyaretimdi. Mısırda beraber okuduğumuz Ali Özekle beraber, Fatih Çarşambada bir evde ziyaretine gittik. Mısırdan geldiğimizi söyleyince bize şöyle hitap etti:

“Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Mısırdan Şeyhül-İslam Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş.. Ve Risale-i Nur külliyatı içinde neşrini istiyor… Fakat bunu Risale-i Nur için-

(78) Emirdağ- 2 S: 62

1838

de neşrine müsaade(1) yoktur. Çünki kitabı içinde çok ihtilaflı meseleler vardır. Risale-i Nurun meşrebi ise ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir.

Benim çok selamımı söyleyin. Yinede kitabının başım üstünde yeri vardır. “Bunları aynen söyleyin” dedi.

ÜSTAD’IN EMİRDAĞ’A DÖNÜŞÜ

Üstte, geçen hesap ile, Üstad’ın İstanbul’dan Emirdağ’a bu defaki dönüşü, kuvvetli tahminlerle 1953’ün Temmuzu sonudur. Bu hesaba göre Hazret-i Üstad bu defa İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalmıştır.

Hazret-i Üstad İstanbul’dan Emirdağ’a döndükten sonra, burada bir hafta kadar istirahat etmiş ve sonra da Eskişehir’e giderek, Yıldız Otelinde bir kaç gün misafir kalmıştır. Bu sırada, Isparta’dan onu Isparta’ya götürmek için Eskişehir’e gelen Tahiri Mutlu Ağabey ile diğer hizmetkârları refakatinde 23 Ağustos günü Isparta’ya şeref vermişlerdir. Bu bahsi ilerde ve tarihi sırasında ayrıca ele alacağız.

ÜSTAD’IN DÖRDÜNCÜ MAHKEMESİ

(Bu mahkeme Isparta’da)

Hazret-i Üstad Isparta’ya, son ve daimi ikamet için gitmeden evvel, 5 Şubat 1953 günü Isparta’lı Hüsrev Altınbaşak’ın evi bir ihbar üzerine aranmış, Nur risalelerinin gönderildiği yirmibeş kadar adresler ele geçmiştir. Bu sebeble, Türkiye’de bir çok yerlerde Nur talebelerinin ev ve iş yerleri aranmış ve davalar açılmıştı. Isparta savcısı Türkiye’de Nurculuk dosyalarının birleştirilmesi ve Isparta adliyesinde ona bakılması için harekete geçti. Ancak Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen dosyalar, kimisi takibsizlik, kimisi men’i muhakeme ile, kimisi de emniyet araştırmasında bir suç görülmeden sonuçlanmış olduğu; az bir kısmı da henüz soruşturma saf’hasında iken Isparta’da toplanmıştı.(79) Böylece Isparta C.Savcılığı tahkikatını bitirdikten sonra, gizli cem’iyet maddesiyle 954/311 tarihli iddianamesini hazırlamış ve Türkiye çapında mezkûr maddeden seksen dokuz kişinin Isparta Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak üzere, dosyayı Isparta Sorgu Hâkimliğine tevdi’ etmiştir. Sorgu Hâkimliği de dosya üzerinde ve bir çok kimsenin ifade ve sorgulamalarına baş vurarak uzun bir tahkikat yapmış.Tabiî bu arada cem’iyetçilik isnadıyla, Üstad Bediüzzaman Said-i Nur-

(1)“Allahü a’lem, Mustafa Sabri Efendinin o kitabı “Mevkıf-ul beşer tahte sultani-lkader”eseri olabilir.A.B.

(79) Bu davada, Üstad’ın Urfâ daki üç fedai talebesi olan Zübeyr Gündüzalp, Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu da Urfa cezaevinden alınarak, elleri kelepçeli şekilde jandarmalarla Isparta hapsine getirilmişlerdi.

1839

si’nin ismi de bu meselenin başındadır. Bir zaman sonra sorgu hâkimliğinden Üstad’a tebliğ edilen 25/3/956 tarih ve 311 sayılı iddianameye karşı Hazret-i Üstad 1.5.956 günü iki itirazname, birisi Üstad’ın imzasıyla, diğeri de Üstad’ın emriyle ve fakat hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp’ın imzasıyla cevab verilmiştir. Üstad’ın mezkûr cevabı aynen şöyledir:

“İTİRAZNAMENİN TETİMMESİDİR

Isparta Sorgu Hâkimliğine gönderilmek üzere,Emirdağ Sorgu Hâkimliğine!

Isparta C.M.U’nin 25.3.956 tarih ve 311/18 numaralı esas hakkındaki iddianamesine kanunî müddet zarfında itirazımdır.(80)”

Muhterem hâkim! Bana isnad olunan suç: “Lâikliğe aykırı olarak devletin içtimaî, iktisadî, siyasî veya hukukî temel nizamlarını dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla gizli cem’iyet te’sis etmek, tanzim, sevk ve idare etmek.. ve Türk Ceza Kanununun 163. maddesine göre cezalandırılmam” taleb olunmaktadır.

Şimdi hak ve insaf kaideleri içerisinde bir an düşünelim! Bana isnad olunan bu suç dolayısıyla beş defa Ağır Ceza mahkemelerinde beraet kararı almış bulunmaktayım.. Ve hem de üç sene evvel Malatya hadisesi münasebetiyle alâkadar yirmi mahkeme: “Suç yoktur” diye hükmetmiştir. Hem otuz sene içinde hiç bir mahkeme cem’iyetçiliğe dair en küçük bir delil bulamamış ve temyiz mahkemesi verilen beraeti ve Risalei Nur kitaplarının iadesini tasdik etmiş ve bu mes’ele kaziye-i muhkeme haline gelmiştir.

Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, şimdi yine aynı suç için ceza talep olunması, Ceza kanununun umumî prensiblerine ve Türk Ceza kanununa aykırı değil mi? Eğer bu suçtan hakkımda dava ikamesini taleb eden zat, aynı suçtan beraet ettiğimi bilmiyorsa, kusur benim midir?

Şeytanların dahi elini çektiği, ahiret kapısında bekliyen bir kimsenin işlemiş olduğu fiil ve hareket, ârizâmik tedkik olunmadan mahkemelere sürüklenmesi, vicdan ve adaleti rencide etmez mi?

Muhterem hâkim! Merkezi Isparta’da olmak üzere tarafımdan bir cem’iyetin kurulduğu ve Nur Risaleleri diye yazdığım eserlerin de bu cem’iyetin nizamnamesi ve bunu okuyan Müslümanların ise Nur talebeleri ve binnetice farazî cemiyetin a’zası kaydedilmiş olduğu.. Ve nihayet bu cem’iyetin Irak’ta kurulmuş Müslüman Kardeşler cem’iyetiyle de irtibat te’min etmiş olduğu gibi şeyler maalesef iddia edilmektedir.

(80) Herhalde bu itirazname bir avukat tarafından kaleme alınmış, fakat Hazret-i Üstad onu okumuş ve tasdik etmiş olarak imzasını koymuştur. Çünkü tarz-ı ifadesi Üstad’ın sair ifadelerine pek benzemiyor. A.B.

1840

Türkiye Cumhuriyeti kanununun 163. maddesinin ikinci fıkrasında “Dağılmaları emredilmiş olan yukarda yazılı, cem’iyetleri sahte-nam altında veya muvazaa şeklinde olanı dahi yeniden te’sis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler…” diye yazılı bulunduğu veçhile; bu fıkranın mefhum-u muhalifinden bu maddenin birinci ve ikinci fıkralarına göre suç olabilmesi için, suç unsuru olan bir cem’iyetin, cem’iyetler kanununa göre te’essüs ederek faaliyete geçmesi kanunun sarih ve âmir bir hükmü değil midir?

Saniyen: Nur Risaleleri, iddia olunduğu gibi müddeinin farzettiği cem’iyetin nizamnamesi hâşâ olamaz. Nur risaleleri Kur’an-ı Azimüşşanın bir tefsiri olduğunu bilmiyen bir Müslüman kalmamış iken, müddeinin burada kasden Kur’an-ı Azimüşşana yakışmıyacak bir lisan kullanmasından üzüldüm.

Muhterem hâkim! Bir kimse bir eser yazsa ve bu eseri okuyacak olsa ve okuyanlar da eseri sevse, hatta hayatta kendine rehber ittihaz etse; bu fiil ve hareketi bir cem’iyetin kurulması mı demek olur?..

Yine benim çok eski senelerdenberi içimde sakladığım gayeyi tahakkuk ve te’mine çalıştığımı beyan ile, müteaddit def’alar mahkemeye verildiğimi iddia etmektedir. Şimdi müddei benim mahkemelere verildiğimi bildiği halde, bu mahkemelerin neticesinin de nasıl tecelli ettiğini merak edip öğrenmiş midir? Öğrenmiş ise, beraet ile neticelenen bu mahkemelerden (Yani aynı suçlardan dolayı) hakkımda iddianame tanziminde hüsn-ü niyet eserini maalesef görmüyorum. Peşinen arzedeyim ki: Gûya suç diye gösterilen onların cümlesi kavl-i mücerredden ibarettir.

Yine yazdığım bir mektupta “Kur’an-ı Azimüşşanın istikbalde İslâmiyete tam bir bayram getireceğini, Nur risaleleri ve bu risaleleri okuyanların mahkemelere verildiğini ve fakat âdil mahkemeler huzurunda beraet ettiğimi “yazdığım iddia edilmektedir. Bu temennî ve iftihar vesilesi olan cümlede müddeinin nasıl bir suç bulmuş olduğu anlaşılmamaktadır.

Neticeten: İddianamede isnad olunan suç hakkında delillere gelince:

1- İkrar … İşte muhterem hakim! Delil olarak gösterilen ikrarın iddianamede bir temenni ve iftihar vesilesi bulduğu, yüksek nazarınızdan kaçmıyacaktır.

2- Şehadet… Suç mahiyetine göre, hadise şehadetle tebeyyün etmez. Çünki 163. maddeye göre suç olabilmesi için kanun mucibince kurulmuş bir cem’iyetin bu maddeye aykırı olarak faaliyette bulunması iktiza eder. Keyfi, indî, farazî bir cem’iyet iddiası ise, hukukî olmaktan çok uzaktır.

1841

3 – Elde edilen kitapları da iki kısımda mütalâa edebiliriz:

A- Nur risaleleri..

B- Kanun-u mahsus mucibince matbaalarda tab’ edilen eserler..

Bunlardan Nur risalelerini en selâhiyetli yüksek ilim heyetinin bilirkişiliği neticesinde kanuna aykırı hiç bir cihet görülmediğinden beraetle neticelenmiş olup, aleyhimizde hiç bir vecihle bir delil teşkil edemiyeceği gibi, tab’olunan eserlerin dahi isnad olunan suç ile bir alâkası mevcud bulunmadığı aşikârdır.

4- .. İddianamede yazdığım beyan olunan mektupta, yukarda beyan olunduğu vecihle bir temenni ve mahkemelerle iftihardan ibaret bulunan mektubun hiç bir suretle aleyhimizde bir delil olmıyacağı meydandadır.

5- Ehl-i vukuf raporları… Müddei bu kadar senedir Türkiye’de yaşadığına göre, Risale-i Nur hakkında müsbet ve lehde olan verilen ehl-i vukuf raporlarını görmemesi ve okumaması hayretimi mucib olmuştur.

Yukardan beri izah ettiğim vecihle Nur risalelerinin hiç bir suretle kanuna aykırı olmadığı ve beraetle neticelendirildiği halde, bunun aleyhimizde delil gösterilmesi, müddeinin hüsn-ü niyetle hareket etmediğine bir karine olup, ancak müsned suç hakkında muhtelif vilâyet Ağır Ceza Mahkemelerinin, yani Türk İslâm mahkemelerinin vermiş olduğu âdil hükümler hatırı için, bu müddei kardaşımızı da bu cihetle affederek vicdanınızdan bir suretle suç teşkil etmiyecek olan iddianameye bu suretle itiraz ederim.

1.5.956

Emirdağında mukim Said-i Nursi (81)

Üstad’ın hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp’in imzasıyla ve fakat Üstad’ın emriyle ona vekâleten gönderdiği istid’a ise şöyledir: (Bazı kısımlarını alıyoruz)

“Emirdağ C.M.U.si eliyle, Isparta Sorgu Hâkimliğine!

Isparta C.Müdde-i Umumisinin 25.3.956 tarih ve 311 sayılı iddianamesine itirazım:

Üç sene evvelki bir tevehhüme binaen yazılan bir iddianame, üç sene sonra Ramazan içinde gayet hasta bulunan Üstad’ımız Said-i Nursi’ye o iddianame geldi.

Dedi ki: “Ben, bu otuz senede halimi tetkik eden ve beş defa beraet veren âdil mahkemelerini ittiham etmek hükmünde, tekrar aynı mesele ve otuz senede mes’uliyeti mûcib delili bulunmıyan “gizli cem’iyetçiliğe dair”

(81) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 78-111

1842

otuz senelik adliyeleri ittiham etmek hükmünde olan bu yeni iddianameyi reddediyorum, kabul etmem. Ta hakkımda beraetle adalet eden o âdil mahkemelere hürmetsizlik olmasın.. ve intişar etmiş ikiyüz sahifeden ziyade müdafaatlarım, benim bedelime bu tekrar edilen ittihamnameye bir itiraznamemdir.. Başka bir diyeceğim yok…”

“Sen bu itiraznameye bir haşiye yaz, çünki hastalığım şiddetlidir” dedi. Sözü kesti.

Hizmetinde bulunan ben ve Mustafa Acet onun bedeline bir iki hakikatı ifşa ediyoruz. Şöyle ki:

Bu beş altı senedir hizmetinde bulunduğumuz Üstad’ımız Said-i Nursî’nin acib bir hasiyeti budur ki: İnsanlardan hatta en yakın dostlarla, hatta en yakın dost ve akrabalarıyla görüşmek istemiyor. Hatta yirmi sene talebesi ve hayatta kalan tek bir kardaşını, yakınında olduğu ve otuz senedir görüşmediği halde, görüşmek için çağırmıyor. Fıtratında öyle bir inziva var ki; Zaruret-i kat’î olmazsa ve Nur dersinden bir hakikat-i imaniye olmazsa, halklarla konuşmak kat’iyen istemiyor: Hatta daimi hizmetinde bulunduğum halde, dört-beş günde bir defa benimle ciddi konuşmuyor. Konuşsa da bir şaka suretinde konuşuyor. Benden çok ziyade sâdıkane hizmet eden kardeşlerim için de beni hizmetinde tercihi; Ben bu sırr-ı inzivayı ve tevahhuşu bozmamak, fıtratımda bir seciye bulunduğundandır. Hatta bazı bana: “Taşsın, hayvansın… o cihetten seni tercih ediyorum.” der

Biz bütün yakın talebeleri biliyoruz ki; nasıl maddî hediyeyi kabul etmiyor, manevî bir hediye olan hürmetkârane bir hizmeti de istemiyor, istiskal ediyor. Hem dünyada hiç bir mal ve mülkü, hanesi olmadığı gibi; Öyle de kendine hiç bir kemalât vermiyor “Ben müflis, miskin bir adamım. Hazine-i Kur’aniyenin bir hizmetkârıyım.” der.

Ben birkaç senedir en gizli sırrına vakıf olduğum halde, benlik ve enaniyeti ima edecek bir seciyesini bulamadım. Risale-i Nurda yazdığı gibi; acz-ı mutlak, fakr-ı mutlak seciyesiyle daima şükür ve sabır seciyesini görüyorum. Bütün vazifesi, hissiyatı: Kur’an-ı Hakimin hakaik-i imaniye derslerinden kendine bulduğu ilâçları, tiryakları ehl-i imana da bildirmak bir vazife-i fıtriyesi olduğunu ben ve kardeşlerimiz biliyoruz, görüyoruz. Musibet ve belâlar geldiği vakitte bizlere der: “Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değil.. O vazife-i ilâhiyyedir. Vazife-i ilâhiyyeye karışmak haddimiz değil.” diye zalim düşmanlarına da beddua etmiyor.

Hem yine bütün kardeşlerimiz biliyorlar ki; Otuz beş senedir Euzü billahi mineşşeytani vessiyaseti deyip terkettiği siyaseti, otuzbeş senedir (bir buçuk sene müstesna) hiç bir gazeteyi okumak, dinlemek istemedi. Yalnız düvel-i İslâmiyenin teşekkülünde ve Hıristiyan âleminde şiddetli bir dinsizlik, bolşevizm, İslâmiyetin hakikatına karşı mübarezesi noktasında bir

1843

buçuk senedir (82) yeni harf bilmediği halde, ben bazı merak ettiği nokta için dinlettiriyordum.

Acaba bu kadar infiradî inziva bir hayata sahip olan ve böyle bir acib seciyesi bulunan ve dünyanın en yüksek şeylerine beş para ehemmiyet vermediği ve bu kadar musibetlere giriftar olduğu halde, menfice hareket etmediği, müdafaatında dediği gibi: “Yirmi sekiz senedeki bana edilen emsalsiz işkencelere, sekiz günde intikamımı alabilirdim.” Fakat Kur’an’ın bir kanun-u esasisi olan وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰ sırrıyla, asayişi bütün kuvvetiyle muhafaza için o işkenceli zulümlere karşı menfice hareket etmediği mahkemelerce tahakkuk etti… Acaba böyle bir adamın siyasî cem’iyetlerle münasebeti olabilir mi?

Eğer onun Nur talebelerine Üstadlığı itibarıyla cem’iyet namı verilse, bütün vâizlere, muallimlere ve imamlara cem’iyet namı vermek gibi olur. Belki onun hizmet-i imaniyesi; haricî, dahilî düşmanlara karşı bir manevî mücahede olduğu itibarıyla, ona cem’iyetçi denilse; bütün zabitlere, taburlara cem’iyet namı vermek lâzım gelir.

Üstad’ım Said-i Nursi Uhuvvet-i İslâmiye itibarıyla, bütün hayatında bütün Müslümanlara bir irtibatı ve tesanüd ve muhabbeti taşıdığı halde, ona cem’iyetçi demek uydurma bir ittihamdır. Âlem-i İslâmın mecmuuna gizli cem’iyet denilemez. Yüzde doksan sekiz adam, bir kaç adama karşı cem’iyettir demek, bir hezeyandır. Çünki ekseriyete karşı ekalliyetin içtimaına cem’iyet namı verilir.

Meclis-i meb’usanda, divan-ı riyasette M.Kemal’in hiddetli, şiddetli itirazına karşı en gizli sırlarını çekinmiyerek söyliyen.. ve Divan-ı Harb-i Örfi’de irtica’ ittihamına karşı: “Eğer Meşrutiyet, İttihad ve Terakkî partisinin istibdadından ibaret ise, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciim” diyen, darağaçlarına beş para ehemmiyet vermiyen ve bir makalesiyle yirmi bin adamın İttihad-ı Muhammedî Cem’iyeti’ne girmelerine vesile olan ve bütün hayatında esrarını ifşa eden bir adama: “Siyasi gizli cem’iyet kuruyor” denilse, elbette gayet kat’î bir hatadır.

Hem şimdi cem’iyet namını vermek, bu otuz senede bu kadar tarassudlar ve mahkemelerdeki yüzlerle mektuplar ve Risale-i Nur kitaplarının tedkiki neticesinde, beş mahkemenin cem’iyete dair en küçük bir emare bulmıyarak verdikleri beraet hükümlerini ittihamdır.

Said-i Nursi’nin şiddetli hastalığı
zamanında hizmetinde bulunan

Ziver Gündüzalp (83)”

(82)Düvel-i İslamiye birleşmesinin mebdei 2 Nisan 1954 olup 24 Ocak 1955’de Bağdat paktı teşekkülüyle başlamıştır. O sıra Hazret-i Üstad İslâm âleminde uyanan yeni -yeni haberleri almak üzere bazı gazeteleri dinlemiştir. A.B.

(83)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 78-111

1844

Böylece, Isparta’da açılmış umumî cem’iyetçilik isnadı olan dava da ,bu müdafaalar ve itirazlar neticesinde ve Afyon mahkemesi de beraetle neticelenmesinden iki üç ay sonra, yani 11.9.1956’da Sorgu Hâkimliğinde devam eden dava, men-i muhakeme kararıyla sonuçlanmıştır.

MEN’İ MUHAKEME KARAR SURETİ

“Isparta Sorgu Hakimliği

Esas: 954-28

Karar: 956/65

C.M.U. 954-311

“………….(84) Dosyada adları yazılı maznunların, Ceza kanununun 163/1,65,26 ve 40’ıncı maddelerine tevfikan cezaları tayin ve tesbit olunmak üzere, haklarında Isparta Ağır Ceza Mahkemesi’nde son tahkikatın açılması C.Müdde-i Umuminin 25.3.1956 tarih ve 311/18 sayılı iddianamesiyle istemekte ve bu iddianame son olarak evrakı tetkik eden bilirkişinin tarihsiz raporuna istinad ettirmekte ise de:

İddia ve ihbar olunduğu vecihle, adları yazılı seksendokuz kişiden ibaret maznunların herhangi bir cem’iyet teşkil ederek faaliyete geçtikleri ve bu suretle propaganda yaparak, başkalarının da mezkûr cem’iyete girmelerine gayret sarfeyledikleri.. ve isimleri yukarda tasrih olunan vilâvet ve kazalarda gizli bir cem’iyet ve cem’iyet şu’beleri vücuda getirdikleri.. ve maznunların dini husustan başka bir maksad ve gaye ile hareket ederek devletin iç emniyetine müteveccih ve temel nizamlarını yıkmaya matuf cem’iyet kurup fiil ve hareketlerde bulundukları hakkında tatmin edici bir delil elde edilmemiş…

Ve dinlenmiş bulunan yüz küsur şâhidin de, adları yazılı maznunların mevzu-u bahis müsned suçu işlediklerini ve bu suçla gizli cem’iyet kurarak faaliyette bulunduklarını görmediklerini ve bilmediklerini açık ve kesin bildirmiş olmalarına..

Ve toplanmış bulunan vesaikin ve eserlerin de böyle bir cemiyetin müteşekkil bulunduğuna delâlet eder mahiyet ve vasıfta olmamalarına..

Ve iddiaya mesned teşkil eden ve yegâne suçun delili olarak gösterilen bilirkişi Bülent Esen ve arkadaşları tarafından verilen otuz altı sahifeden ibaret tarihsiz raporun, şahsî mütalâaya müstenid olup zann ve tahminden ibaret bulunmasına ve başka delille de takviye ve te’yid olunmamasına..

Ve bilirkişi gurubunun tetkikatından evvel mezkûr evrak ve eserleri

(84) Bu dosyada başta Hazret-i Üstad olmak üzere seksendokuz kişinin isimleri yazılıydı. Bunların içinde Merhum Eşref Edib, AbdürrahimZapsa, N.Fazıl Kısakürek’in isimleri de vardı. A.B.

1845

tetkik etmiş bulunan Diyanet İşleri Müşavere ve Dini Eserleri İnceleme Kurulu’nun yapmış olduğu tetkikat neticesinde vermiş bulunduğu 15.5.1953 tarih ve 242 sayılı raporunda, maznunlardan yakalanarak tetkikata tabi tutulmuş bulunan; ve ekserisi, maznun Said-i Nursi tarafından kaleme alınmış olan kitap, Risale vesair yazıların Kur’an-ı Kerim’den alınmış dinin ihtiyaçlarını ve ibadetin hükümlerini ve müellifin hayat tarihçesini muhtevî olup, siyasî veya başka bir cepheleri bulunmadığına..

Ve sırf dinî bakımdan yazılmış eserler olduğu bildirilmiş olmasına..

Ve son bilirkişilerin maznunlar aleyhindeki raporunu zedeliyen ve tasnif eder mahiyette bulunan bir raporun vasıf ve mahiyeti itibarıyla diğer rapora müreccah ve daha uygun görülmesine..

Ve yine mezkûr evrakın kısm-ı azamını tetkik etmiş bulunan bilirkişi İsmail Akdere’nin 25.3.1953 tarihli raporu ile, Diyanet İşleri Müşavere Heyeti’nin fikir mütalaasına iştirakle tetkik etmiş bulunduğu eserlerin münhasıran dini bakımdan yazılmış olup, devletin emniyet ve nizamlarını istihdaf eder ve lâikliğe aykırı cihetlerinin bulunmadığını sarahetle beyan eden müşavere heyetinin raporunu desteklemiş bulunmasına..

Ve maznunların mevzu-u bahis suçları işledikleri ve devletin nizamlarını yıkmaya çalıştıkları ve lâikliğe aykırı fiil ve harekette bulundukları, yukarda bahsi geçen bilirkişi raporundan başka delilin bulunmamasına..

Ve zann ve tahminden ileri geçmiyen bu raporun da başlı başına bir delil olarak kabul ve son tahkikatın açılmasına kâfi görülmemesine..

Ve nakdi kefalet karşılığı olarak tahliye edilip men’i muhakemesine karar verilmiş olan maznunlardan Abdurrahim Zapsu’nun yatırmış olduğu evrakın tetkikatından anlaşılan 2500 lira ve Hacı Hasan Naim’in aynı şekilde vermiş olduğu bin lira ve Necip Fazıl Kısakürek’in yine kefalet olarak yatırdığı bin liranın şimdiye kadar kendilerine verilmemişse, sahiblerine ve iadesi için gereken evrakın iliştirilmek suretiyle C.Müdde-i Umumiliğine müzekkere yazılmasına..

Ve maznunlardan yakalanmış olup karışık bir halde daire-i emanette bulunan kitap, risale vesair yazıların sahipleri tarafından istenildiği takdirde kendilerine verilmesine..

Ve hukuk-u amme namına tahkikat ve tedkikat icra edilmiş olduğudan masraf ve harcın alınmasına mahal olmadığına..

Ve varid görülmiyen C.Müdde-i Umumiliğinin iddiasının reddine.. ve iddiaya muhalif karar, görülmek üzere dosyanın C.Müdde-i Umumiliğine gönderilmesine.. Karar verildi. 11.9.1956

Isparta Sorgu Hâkimi                                      Kâtip

   Doğan Dündar                                     Tevfik Göker”

1846

İKİNCİ FASIL

(Risale-i Nur’un Resmen İntişarı ve Serbestlik Devri)

Afyon Ağır Ceza mahkemesi 23.6.956’da vermiş olduğu tarihî ve büyük son kararıyla başlıyan çözülme, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesi emanetinde mahfuz Gençlik Rehberi kitapları da aynı ay içinde teslim alınmış ve üç senedir devam eden Isparta mahkemesi de, yukarda karar suretini okuduğumuz 11.9.956’da men-‘i muhakeme ile sonuçlanmasına te’sir etmişti. Böylece bu tarihe kadar ayrıca Türkiye’de toplam yirmibeş mahkemenin beraet kararları sadır olmakla; artık Nur Risalelerüıin âleme resmen neşredilmesine kapı açılmış ve Hazret-i Üstad’ın 1947’lerde hararetle arzu ettiği “Matbuat âlemiyle intişara başlamak zamanı geldi veya gelecek…” hakikatı böylece on sene sonra tahakkuk etmiş oluyordu.

Fakat Hazret-i Üstad, Nurun resmi matbuat âlemiyle intişarını -üst taraflarda nümunelerini kaydettiğimiz üzere- hükûmetin Maarifi eliyle veya Türkiye Cumhuriyeti Diyanet Riyaseti kanalıyla ve ona mal ederek neşrinin gerçekleşmesini hararetle arzu ediyor ve eserlerinin tamamını te’lif hakkıyla birlikte hükûmete veya Diyanete devretmeye hazır bulunuyordu. 1956’da ilk neşriyat teşebbüsü sırasında bu arzusunun gerçekleşmesi için lâzım gelen girişimlerde bulundu. Isparta Meb’usu Doktor Tahsin Tola bu işle vazifelendirildi ve mesele ilk başta Başbakan Adnan Menderes’e götürüldü. Merhum Menderes ise, Hazret-i Üstad’ın bu arzusu istikametinde çok istekli göründü.. ve o da ayrıca Doktor Tahsin Tola’yı bu hususta vazifelendirdi. Menderes’in direktifiyle, Tahsin Tola Diyanet Riyaseti nezdinde girişimlerde bulundu. Fakat her nedense o zamanki Diyanet Reisi Eyyüp Sabri Hayırlıoğlu, Menderes’in arzusuna rağmen bu işten korktu ve yanaşmak istemez gibi göründü. Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur da gizlice C.Bayar’la bu mevzuyu görüştü. Neticede o iş olmadı.

DOKTOR TAHSİN TOLA’NIN İFADESİ:

“Üstad Hazretleriyle Nurların resmi neşri mevzuunda konuşup müsaade aldıktan sonra, Ankara’ya gittim. Yanıma iki meb’us arkadaş daha alarak, Başvekil Adnan Menderes’le görüştük. Menderes’e, Risale-i Nurların resmen neşriyle, dahil ve hariçte temin edeceği iki büyük fayda ve neticeyi anlattık. Bunlardan birisi: Dahildeki anarşi tehlikesinin durdurulması.. İkincisi: İslâm Âleminin Türk milletine karşı eski uhuvvet ve muhabbetinin iade edilmesi hizmeti…

Adnan Menderes bizi son derece samimiyetle dinledikten sonra, hiç itiraz etmeden bana dedi ki: “Pekâlâ, bu işte seni vazifelendiriyorum. Diyanet

1847

reisiyle görüşün. Derhal eserler (Nur risaleleri) basılsın!..”

Diyanet reisi Eyyüp Sabri Hayırlıoğlu’na gittim. Bu mevzuda görüşerek, Adnan Bey’in arzularını anlattım.

Reis: “Tahsin Bey, ben size itimad ediyorum. Fakat benim de meselenin detayları için Adnan Bey’le bizzat bir görüşmem icabeder.” dedi.

Bu görüşmemiz üzerinden bir müddet geçti. Ben bir ara tekrar Diyanet Reisine gittim. Mes’elenin neticesini sordum. Reis, bu defa şunları söyledi:

“Adnan Bey’le görüşmem mümkin olmadı. Bu kıyafetle her gün gidip kapısında görüşmek için beklemem uygun olmuyor. Adnan Bey boş kalmıyor. Onunla görüşemeyince müsteşar A.Salih Korur’la görüştüm. Başvekil ile görüşme mevzuunu anlattım. Müsteşar bana:

“Ne yapıyorsun hocam, bu eserlerin neşredilmemesine bir tek sebeb olarak “Said-i Kürdî’nin ismi kâfi değil mi?” dedi.(1)

Bunun üzerine ben Isparta’ya döndüm ve Hazret-i Üstad’a durumu arzettim. Üstad Hazretleri: “Öyle ise, Risale-i Nurları siz neşredin, onlara nasib olmadı, her ne ise…” dedi.

Ben de hemen Ankara’ya döndüm. Evvelâ kâğıdı temin etmeye çalıştım. Kağıt sıkıntısı çok iken, bize kolaylıklar gösterildi. Ankara’da arkadaşlarla birlikte resmen neşir işine başladık. Hukuk talebelerin-

(1) Merhum Doktor Tahsin Tola’nın bizzat Diyanet Reisinin ağzından duyduğıı bu haberin Başbakan Adnan Menderes’in müsteşarından gelmesiyle; insana iki şeyi hatırlatıyor. 1- Diyanet reisiyle müsteşar birleşerek, bu plânı merhum Menderes dışında hazırlamışlar… 2- Veya Menderes kendisi müsteşarına böyle bir talimatı hususi şekilde vermiştir.

Bu her iki şık da ihtimal dahili olmakla birlikte, birinci şık ihtimal, daha kuvvetli görünüyor. A.B.

1848

den Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Salih Özcan ve vaiz Said Özdemir’le birlikte harekete geçtik.”

Merhum Doktor Tahsin Tola’nın ifadesinde beyan edildiği gibi; resmi neşriyata ilk başlıyan Ankara’da Salih Özcan oldu. Salih Özcan onar bin nüsha İhlâs ve Uhuvvet Risalelerinin neşriyle bir deneme ve yoklama mahiyetinde meydana atıldı. Daha sonra Ankara’da “Sözler” mecmuasına başlandı. Bu arada İstanbul’da da neşir için faaliyete girişildi. Aynı zamanda Samsun ve Antalya’da da başlandı. Fakat;Ankara ve İstanbul dışındaki yerlerin neşriyatları ancak küçûk birer risaleyle kaldı ve devam etmedi. o ise bu işte Ankara ve İstanbul merkeziyet teşkil ettikleri için idi.

HZ, ÜSTAD’IN MEVZUU DEĞERLENDİRMESİ

“… Hatta Pakistan’da çıkan ESSIDDIK mecmuasının, Risale-i Nurun bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu kadar intişar ile hiç bir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatlar gösteriyor ki: Elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakiki bir vazifesidir. Diyanet dairesi,Meşihat-ı İslâmiye gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum Âlem-i İslâma Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek. su-i tevehhüm etmemek hususunda bu zamanda ziyade lüzumu var.

Hem de Türkiye ile ittifak etmiyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı su-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve Âlem-i İslâmın her tarafında belki Avrupa’da da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet dairesinin hem şerefini muhafaza ettiğinden, Âlem-i İslâma karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zaruri olduğunu; bu noktayı ehl-i vukuf tam nazara alsınlar. Onun için biçare Said-i Nursi ve Nur talebelerinden yüz derece ziyade Diyanet Riyaseti azaları, hocaları alâkadar olmak lâzım. Ta ki Risale-i Nur dinsizlerin taarruzuna karşı muhafaza ve himaye edilsin. Mükerrer beraetler verildiği halde, olan desisecileri susturmak lâzım…

Said-i Nursi(2)”

Görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad bütün samimiyetiyle Nurların resmen Diyanet dairesince neşredilmesini arzu etmesine rağmen; -Her zaman güzel raporlarıyla himaye etmeye çalışmış oldukları halde- Diyanet Riyaseti bu azim ve küllî hayra ve o pek büyük ve çok mühim menfaate vesile olup delil olamamıştır. Merhum Ahmed Hamdi Akseki 1952’de vefat et-

(2) Emirdağ Lahikası- 2 S:151

1849

memiş olsa idi, kuvvetli tahminimizce o bu azim işe ve küllî bizmete bigâne kalmaz, mutlaka elinden geleni yapacaktı. Fakat Ahmed Hamdi Efendi’den sonra gelen Reis Eyyüp Sabri Hayırlıoğlu maalesef bu büyük hakikatı idrak edemedi. Dolayısıyla Hazret-i Üstad’ın çok şiddetle ve samimiyetle arzu ettiği, Diyanet adına Nurların neşri gerçekleşemedi. Haliyle iş yine şahsî teşebbüslere kaldı. Nurların kâğıt ve baskı masrafı için Nur talebeleri faaliyete geçtiler. Ufak bir sermaye toplandı ve Nurlar resmen basılmaya başlandı.

Nurun sermayesi mevzuunda Ankara’da Nur naşiri talebeler o sıra şöyle bir mektup neşrettiler:

Aziz Kardeşlerimiz!

Sözler mecmuası muayyen miktarda ve ancak alıcılar sayısınca yeni yazı ile basılacağından, arzu edenlerin tahmini hediyesi olan on beş lirayı talib olanlardan toplayıp, en geç yirmi gün zarfında hasıl olan yekûnü aşağıdaki adrese göndermenizi rica ederiz.

Bu şekildeki hareketle pek çok kardeşlerin bu hizmete iştirâkleri mümkin olacak. Hem de kendileri otuzüç sözü havi Sözler mecmuasına sahip olacaklardır. İnşaallah..

Not: İstiyen birden fazla kitaba abone olabilir.

Elbaki Hüvelbaki

Kusurlu kardeşleriniz

Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural

Adres:

Said Özdemir

Bend deresi, Öncüler Mahallesi No: 2 Altındağ/ANKARA”

Nur talebeleri abone usulüyle iştirâkleri epeyce oldu. Hazret-i Üstad da kendisinde artmış bulunan bir miktar ta’yinat parasıyla bu hayra iştirâk etti ve Elhamdülillah 1956 yılı içerisinde Sözler Mecmuası, Asayı Musa ve Mektubat kitapları resmen basıldı. Yani ilk olarak matbaalarda serbestçe basılarak yayınlandı.

HZ. ÜSTAD BAYRAM YAPIYORDU

Nur risalelerinin, hükûmet ve Diyanet adına resmen basılamamış olmasıyla birlikte, fakat yine de hükûmetin bir nevi ses çıkarmamak içindeki müsaade ve müzaheretiyle serbest basılmasına ve intişarına Hazret-i Üstad

1850

çok seviniyor, adeta bayram yapıyordu. Gerek Ankara’da, gerekse de İstanbul’da basılan Nur risalelerinin baskı safahatını ve tashihat işini Üstad çok titizlik içerisinde takib ediyor ve bizzat ilgileniyordu. Matbaa işleriyle meşgul talebeleri de -Bilhassa Ankara,daki Nur talebeleri- çoğu zaman, matbaadan çıkan formaları tek-tek Üstad’a getirip ulaştırıyorlardı. Hazret-i Üstad ise, her şeyini bırakır, gelen formalara müteveccih olur, bir an önce onun tashihini yapar ve hemen geri gönderiyordu.

YENİ HARFLERLE R. NUR’UN NEŞRE BAŞLAMASI

Az üstte arz olunduğu gibi;hz.üstad,Nurların yeni yazıyla, yani resmî şekilde intişara başladığı günlerde, adeta uçuyor bayram yapıyordu.Hz. Üstadın bu halinin şahitleri yüzlercedir.Bilhassa Ankara ve İstanbulda neşir hizmeti ile meşgul olmuş kimseler ve bu arada Hz. Üstadın hizmetindeki zatlar şehadet ediyorlar.

Biz, bir nûmune kabilinden olarak, üstteki iki gurup zatların (Yani matbaa işleri ile meşgul zatlarla Üstadın yanındaki talebeleri) dışından pekçok şahitlerin şehadetlerinden sadece iki mühim şahsiyetin hatıralarını kaydetmek istiyoruz.

1- Ülemay-ı Kîbardan Erzurumlu Molla Muhammed Kırkıncı Efendi der ki:

“Hz. Üstadın ziyaretine giderken, Ankaradan Sözlerin bir formasını Üstada götürmüştük. Üstad, formayı sahifelerini çevirerek seyrediyordu. Bu arada buyurmuşlardıki: “Risale-i Nur çok yakın bir zamanda başlara taç olacaktır. Öyle zaman gelecekki satırları altınla yazılacak, radyo lisanıyla bütün dünyaya neşredilecektir.” (Bkz. Bediüzzamanı nasıl tanıdımM.Kırkıncı,sh.103-104)

2- Eski Alay Hocalarından Konyalı Cevad Çağrı Efendi der ki:

“Üstadı ilk ziyaretimde, sözler mecmuasının ilk formasını beraber götürmüştük. Üstad bunları görünce neşe ve sururundan hislendi ve ağladı. Mehmed Çalışkan ve Hamza Emekte orada idi. “Çok şükür ölmeden bunları gördüm” dedi..

Ve: “ Ben vazifemi yaptım, bundan sonrasını siz yaparsınız” diye ifade etti. (Son Şahitler-4, sh.272)

ÜSTAD’IN BAZI TASARRUFLARI

Nurlar yeni yazıyla serbest neşir sahasına geçtiğinde; Hazret-i Üstad bazı tashihat hususlarında olduğu gibi; Risale parçalarının neşrinde de bazı tasarruflarda bulundu. Hususîlik ve mahremiyet gibi cihetleri nazar-ı itibare alarak ve ona göre müraat ederek, yeni yazıyla neşredilen mecmuaların

1851

bazısında bir kısım risaleleri veya onların bazı parçalarını yeni yazılarında neşrettirmedi. Nasılki daha önceleri teksirle çoğaltılan bazı Nur mecmualarının tanziminde de benzeri bazı tasarruflarda bulunmuştu. Bu husus nâşirlerce malûmdur. O sıra neşir işinde ve hizmetinde çalışmış ve bulunmuş ve Hazret-i Üstad’ın bu tasarruflarına bizzat şahid olmuş, halen hayatta başta Üstad’ın hizmetkârları ve Nur nâşirleri zatlardan bir çoğu vardır. Şer’an bir meselede iki sadık şâhidin şehadeti, milyonlarca nefy edicilere racihtir.

Hazret-i Üstad mezkûr tasarrufları yaptığı gibi, hatta nâşir talebelerine ve yanındaki hizmetkârlarına da bazı tasarruf selâhiyetleri vermişti. Ancak talebeler bu izin ve selâhiyetlerini Hazret-i Üstad’ın malûmatları dışında asla kullanmamışlardır. Bunun da vesikaları, şahidleri çoktur. Belki bu mevzu ilerde genişçe ele alınabilecektir.

Nurların intişarı üzerine gelen tebrikler

Risale-i Nurların matbaalarda serbestçe basılıp resmen intişarına candan sevinen dahil ve hariç Müslümanlar, Hazret-i Üstad’a ve Nur talebelerine hatta Türkiye Cumhuriyeti hükûmetine yüzlerce tebrik telgrafı ve mektuplar gönderdiler. Üstad’ın yaptığı o büyük bayramı birlikte paylaştılar. Bu tebrikler çoktur. Dahilden gelen tebriklerden sarf-ı nazar edip, yalnız hariç Âlem-i İslâm’dan gelen tebrik mektuplarından nümune için bir ikisini kaydediyoruz:

1- Pakistan’dan gelen birinci mektup:

“18.12.956

Karaçi-Pakistan

Muhterem Doktor Salih Özcan -İslâm mecmuası müdürü- Ankara

İçten gelen samimi selâmlarımı arzettikten sonra, sizden aşağıdaki kısacık sözlerimi yüksek mecmuanızda neşretmenizi şimdiden binler teşekkürle rica ediyorum.

Evvelâ:…..

Saniyen: Müslümanlar hizmetinde ve İslâmiyet yolunda çok mücadelede bulunan Üstad Said-i Nursi’nin Risale-i Nur nâmındaki eserlerini Maarif Vekâletinin yakında neşretmeye başlıyacağını duyduk.

Hükûmetinizi tebrik ediyorum. Bu suretle hem İslâmî eserler neşredilmiş olacak, hem de Türkiye de ve bütün İslâm Âleminde komünizm fikri öldürülmüş olacak. Bu iki mühim ileri adımdan dolayı bütün İslâm memleketlerinin hükûmetinize büyük bir sevgi ile bağlanmasını dilerim. Selâmette daim olunuz..

Muhammed Hasan El-A’zami İslâm Âlemi Kongresi Kurucusu(3)”

(3) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:113

1852

2- Pakistan’dan Adnan Menderes’e gelen mektup(4):

“26.1.957

Büyük Türkiye Başvekili Adnan Menderes Hazretlerine!

Dostumuz Türkiye Başvekiline gönülden selâm ve hürmetler… Gazetelerden aldığımız bir habere göre, siz İslâm dünyasının büyük mütefekkiri ve din mücahidi olan Bediüzzaman Said-i Nursi’nin imanî ve Kur’anî eseri olan Risale-i Nurun neşri için emir vermişsiniz!

Bu mübarek ikdamınız münasebetiyle, Pakistan’da İslâmiyet yolunda çalışan ve komünizme karşı mücadele eden İslâm talebe cem’iyeti merkezi namına hulûs ve ihtiramlarımı bildirip size teşekkür ederim.

Dinsizlik ve komünizm, sadece Türkiye ve İslâm dünyası için değil, belki insaniyet için en büyük tehlikedir. Komünistler ve dinsizler yıllardır ki Türkiye’yi yıkmak istiyorlar. Ve dinsiz ve ahlâksız rejim için çalışıyorlar.

Dinsiz bir milletin payidar olabileceğine inanmıyoruz. Türkler Müslümandır. Müslüman olarak yaşayabilir ve yaşayacak. Filhakika komünizme karşı nazarî bir mücadele de lâzım geliyordu.

Esasen sizin bu büyük ikdamınızdan Nur talebeleri ve Said-i Nursi, Türk düşmanlarına karşı artık açıkça mücadele edebilirler ve İslâmiyet ve insaniyete de iyice hizmet ,edebilirler. Bu ikdamınızdan Türkiye aleyhindeki hârici propagandalar kırılacak ve Türklere izzet ve hürmet izafe olacaktır. Biz istikbalde bu gibi ikdamlara muntazırız ve Türk gençleriyle de şerikiz. Allah tuttuğunuz bütün hayırlı işlerinizde yardım etsin.

Din kardeşiniz Ebsar Alem

Pakistan İslâm Talebeleri Cemiyeti Başkanı(5)”

Daha bu iki nümuneler gibi Suriye’den, Irak’tan ve Medine-i Münevvere’den gelen tebrik mektupları vardır. Bunların bir çoğu Büyük Tarihçe-i Hayatta ve bu kitabın yukarı kısımlarında kaydedilmiş olmasından bu iki nümune ile iktifa ediyoruz.

(4)Bu mektup, o sıra Ankara’da münteşir İslam mecmuası eliyle gelmişti.

(5)Emirdağ·-2 Müntehap dosya sıra no: 115

1853

ÜÇÜNCÜ FASIL

(Dinî ve Siyasî Büyük Şahsiyetlerin Alâkaları)

1950-1960 arası Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın nurlu şahsiyeti ile ve Risale-i Nuru ve mesleğiyle alâkadarlık gösteren büyük şahsiyetler çoktur. Bunların içinde aynı zamanda siyasî ve askerî büyük zatlar da vardır. Bu zatlar hem dâhilden hem de hariçten, gerek şahsen gelip ziyaret ederek; gerekse mektuplar vasıtasıyla Üstad Hazretleriyle muhabere şeklinde alâkadar olmuşlardır.

Âlem-i İslâmın bir çok memleketlerinden gelen bu samimî alâkaların nümunelerini gösteren bir kısım mektuplar,Büyük Tarihçe-i Hayat kitabı “Risale-i Nur ve hariç Âlem-i İslâm” bölümünde kaydedilmiştir. Geniş bilgi ve malûmatı oraya havale ederek, bu samimî alâkaların nümunelerinden sadece bir fıhriste kaydedeceğiz. Bu alâkalara karşı Üstad Hazretlerinin de söz ve beyanları vardır, lahika mektupları asıllarında mevcuttur.

Hariç Âlem-i İslâm’dan gelen alâka ve samimiyet örneklerinin fihristesi şöyledir:

1- 17.1.951’de, Pakistan Maarif vekili yardımcısı Ali Ekber Şah’ın bizzat gelip Üstad’ı ziyaret etmesi ve bu mevzu’da Hazret-i Üstad’ın beyanı.. (Müntehap dosya: 37)

2- 12.3.1951’de, Mısır’ın büyük âlim ve müderrisi Ali RızaEfendi’nin, Üstad’a hususî bir alimini göndererek alâka ve muhabbetini göstermesi.. (Müntehap dosya: 37)

3- 27.3.951’de, yine Mısır’dan hususi şekilde Üstad’ın ziyaretine gelen Buharalı büyük bir âlimin alâka ve ziyareti.. (Müntehap dosya: 44-49)

4- 15.11.954’de Alim, şair ve edip olan Ali Ulvi’nin Medine-i Münevvere’den yazdığı mektup..

5- 16.9.955’de, Pakistan’da çıkan “ESSIDDIK” mecmuasının samimi yakınlık ve alâkaları (Müntehap dosya sıra No: 106)

6· Aynı tarihlerde, Irak’ta çıkan “EDDİFA’ ” gazetesinin Nur talebeleriyle ve Üstad’ın hayatıyla ilgili neşriyatı.. (Müntehap dosya: 130)

7- 6 Ağustos 1957’de Yunanistan’lı Hafız Ali Reşad Efendi’nin yazdığı uzun şiir ve mektuplarıyla alâkadarlıkları.. (Müntehap dosya: 108)

 8-1950-1952 yıllarında Mısır’da hayatta bulunan eski Şeyh-ül İslâmımız Mustafa Sabri Efendi’nin samimi alâkaları ve Risale-i Nura sahip çıkması.. (Son Şahitler-2 5:31)

9- Eski Kudüs müftüsü meşhur allâme Emin El Hüseynî 1952 veya

1854

53’lerde hususi alâka ve muhabbetlerini göstermek üzere, damadı Ebu-l mekdrim i kıymetli bir cübbe ile Üstad’a göndermesi(1) (Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra, defter S: 59)

10- 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesinin beraetle neticelenmesi üzerine Irak ulema reisi Emced Zühavî’nin hususi alâka ve samimiyetlerini gösteren mektubu.. (Târihçe-i Hayat S: 604)

11- Iraklı büyük bir âlim olan Tahir-Eşşûşi’nin samimi alâka ve talebeliğini gösteren mektubu.. (1371’den başlar defter S: 98)

12- 1950’de Almanya’ya gönderilen Zülfikâr eserini aldıkları zaman Almanya’da gazetede yapılan ilân.. (Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra S: 6)

13- 1955 lerde Hz. Üstadı ziyaret etmiş, Al-ı beyte mensub alim, fazıl ve mutasavvıf, hapishane vaizliğini de hem o zaman, hemde şimdi suudî Arabistan da yapmakta olan Halep’li ŞEYH ÖMER ADİL EL MELAHİFCİ ‘nin Halep’ten felçli olan ağabeysini alarak, Hazret-i Üstadın ziyaretine gelmesi ve ağabeysi için şifa duasını talep etmesi ve üstadın şifa duası yapması üzerine ağabeysinin şifa yab olması hadisesidir… (Şeyh Ömer Adil’in bu ziyareti hakkındaki uzunca yazısını ilerde kaydedeceğiz inşaallah.)

Nümunelik için kaydettiğimiz şu on üç hadisenin her birisini tafsilâtıyla kaydetmek çok uzun olur, belki de usandırır diye sarf-ı nazar ettik. Sadece bunların içinden, kendi el yazısıyla yedi tane İşarat-ül İ’caz kitabını yazıp, Irak’ta ulema arasında dağıtan Irak’lı alim Tâhir Eş-Şuşî’nin kısacık mektubuyla, Pakistan maarif vekilinin vekili Ali Ekber Şah’ın bizzat Emirdağ’a kadar gelerek Hazret-i Üstad’la görüşmesi hadisesini kaydediyoruz.

IRAK’LI TAHİR EŞ-ŞUÎ’NİN MEKTUBU:

(Mektubun aslı Arapça olup Tûrkçeye çevrilmiştir)

“Rahman ve Rahim sıfatlarıyla mevsuf olan Allah’ın ismiyle başlarım.

Hâdim-i Kur’an olan büyük hocam Molla Said Bediüzzaman’ın huzur-u şâmisine! Cenab-ı Hak ömür ve afiyetinizi ve nef’inizi ziyade etsin. Şerif olan parmaklarınızı öptükten sonra:

Muhakkaktır ki; Allahü Teâlâ Hazretleri, naziri olmıyan “İŞARAT ÜL İ’CAZ Fİ MAZAN-İL ÎCAZ” tefsirinizle benim üzerime in’am ve ihsanını yağdırdı. Bu tefsirden büyük halavet ve son derece sevinçler buldum. Allah için çalışmış olduğunuzdan âtaya-yı cezilenizi de Allah verecektir. Bu öyle güzel üslub ile bir heyet ve zinette, yekta bir tefsirdir ki; bir olan Allahü Teala ve Tekaddes Hazretlerinin parlak ve geniş ve müstakim yolunda olanların, bunu

(1) Bu cübbe şimdi Beditizzaman’ın hizmetkârlarından Mustafa Sungur Ağabeyde bulunmaktadır.

1855

mütalâa edenler için, üç cihetle nizam ve intizamlı olup; kesretli nükteler hatırlatmakta ve en garip işaretlerle hakaiki açmakta ve esra keşfetmektedir..O ise, bütün fenlerin ruhu mesabesinde olan hak ve hakikat cihetinden, bu tefsir bütün bunlarla lâtif ve zarif ibarelerle ulvî ve tatlı terkiblerle te’lif edilmiş ve ilmin kapalı ve düğümlü noktalarını aydınlatmış ve halletmiştir.

Elhasıl: Bu tefsir baştan nihayete kadar güzel sıfatlarla vasıflanmış olmasından dolayı, Allah’ın ism-i a’zamıyla ve Resul-i Ekrem’in (A.S.M) ve âl ve ashabımn yüzü suyu hürmetine isterim ki; onlara salât ve selâm etsin. Size de Hazret-i Allah daima iyilik ve ihsanda bulunsun.. Nasıl ki onun size , ettiği iyilik ve ihsan ile bizlere büyük bir fazilet ve iyilikte bulunmuş olmakla, bu tefsir-i mübarekin bu tarz ve bu minval üzere te’lif ve ikmali yapıldığı gibi, bizde de bulunmasını ve bu mübarek tefsirin bize de gelmesi icabettiği halde nasıl gelebileceğini ve onu tekrar tab’ ettirmenin mümkin olup olmıyacağını istirham ederim..

İstediğimiz bu faydaların ikmali için ve onunla Kur’ana hizmet ve ümmet-i Muhammed’e menfaat vermek için ve Cenab-ı Hakk’ın âyet-i celilesi emri mucibince amel etmek için, delâlet buyurmanızı diliyoruz. Bu tefsiri her gören ve işiten almak istemektedir.

Dost ve kardeşler arasında bu tefsirin işitilmesi ve yayılması için kendi hattımla iki nüsha(2) yazdım, çok dikkat ve itina ile emek verdim. Bize göre bu tefsirden bir nüshayı bulup elde etmek demek, misli olmıyan bir nâdide cevhere muvaffakiyet demektir.

Netice-i meram: Gece gündüz mektubumun cevabına muntazırım. Daha fazla uzun kelâm ile sizi rahatsız etmek istemedim. Lâkin tekrar edeyim ki; ifrat derecede şevk ve muhabbetim şu tefsirin neşriyle Âlem-i İslâmın menfaatyab olmasıdır. Bu sözümün sıdkına vekilim Allahtır, ona malûmdur.

Dualarınızı umarak, üzerinize selâmlar deyip sözümü hatmediyorum efendim.

Elhadim Elmuhlis Eşşuşi

İmam-ı karyeti Sosinan

Tahir Eş-Şuşî(3)”

Irak-Akra

 

(2)Bilâhare bu zatın İşarat-ül İ’caz eserinden durmadan yedi nusha kadar kendi eliyle yazdığını Ahmet Ramazan gibi bazı zatlardan duymuştum. A.B.

(3)1371’den başlar, defter S: 88

1856

PAKİSTAN MAARİF VEKİLİ YARDIMCISI ALİ EKBER ŞAH’IN ÜSTADI ZİYARETİ

Resmi bir davetle 1951 başlarında Türkiye’ye -Ankara’ya- gelen Pakistan Maarif Vekili yardımcısı Seyyid Ali Ekber Şah, Ankara’daki Nur talebeleriyle görüşmüş ve Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmek istediğini söylemişti. Bunun üzerine Üniversiteli Nur talebelerinden Urfa’lı Salih Özcan’ın refakatıyla 15.1.1951’de Emirdağ’a gelmişler ve Üstad’la görüşmüşlerdi.

Salih Özcan’ın ifadesine göre; çok iyi Arapça konuşan bu zatla, Hazret-i Üstad ilk başta Arapça konuşmak istememiş, Salih Özcan arada tercümanlık ediyormuş. Fakat Üstad’ın anlatmak istediği büyük mes’eleleri, Salih Özcan’ın tam olarak aktaramadığını gören Üstad Hazretleri, gayet fasih bir Arapça ile bu zatla konuşmağa başlamıştır. Yine Salih Özcan’ın ifadesiyle: Ali Ekber Şah bu görüşmeden sonra, ikrar etmiş ki: “Ben Âlemi İslâmda bir çok hatip ve edip zatlarla görüştüm. Fakat Kur’an lisanını en fasih şekilde konuşan Bediüzzaman gibi bir kimseye rastlamadım” demiştir.

Yine Salih Özcan demiştir ki: Ali Ekber Şah beraberinde getirdiği çok kıymetli İngiliz kumaşından bir kumaşı Üstad’a hediye etmek istemişse de Üstad kabulde mazeret göstererek, onu kırmadan almamıştır. Amma kendisi bir takım Nur risalelerini ona hediye etmiştir.

Ali Ekber Şah’ın ziyaretiyle ilgili Üstad’ın mektubu ve beyanı da şöyledir:

17.1.1951

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Bütün ruh-u canımla geçmiş mevlid-i nebeviyenizi tebrik ediyoruz.

Saniyen: Sizin nurun neşrindeki muvaffakiyetinizi Âlem-i İslâm tebrik edip alkışlıyacak.. Şimdi de emareleri görünüyor: Ezcümle bir nümunesi: Pakistan maarif vekili nurlar için yanıma geldi. Risale-i Nurun mühim bir kısmını aldı. “Doksan milyon Müslümanların içinde neşrine çalışacağım” dedi, aldı gitti.

Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde, hem Avrupa’da hem Asya’da, uzak yerlere Risale-i Nuru götürmüşler, hem istiyorlar.

Hem Berlin’de Almanlar Zülfikâri aldıkları vakit, bir gazetelerinde

1857

alkışlıyarak ilân etmişler.

Hem dahilde ehl-i iman; en ziyade muarız olan eski Başbakan ve dahiliye vekili yasak ettikleri Asay-ı Musa ve Zülfikar’ı yasaklarına ehemmiyet vermiyerek kemal-i şevk ile okuyorlar. Okuyanlar Ankara’da pek ziyadedir.

Hem bir kaç yerde hapishane müdürleri iki üç vilâyette karar vermişler ki; biz hapishaneleri medrese-i nuriye yapacağız ki, bizim mahpuslar da Denizli, Afyon hapisleri gibi nurlarla ıslah olsunlar…

Kardaşınız Said-i Nursi(4)”

Ali Ekber Şah, Hazret-i Üstad’la bir iki saat kadar görüştükten sonra, Konya’ya, oradanda Ankara’ya dönmek üzere ayrıldı. Beraberinde Salih Özcan refaket ediyordu. Hazret-i Üstad da onu Emirdağ’dan otobüsle beş on kilometrelik mesafeye kadar teşyi’ edip yolcu etmişti.

Ali Ekber Şah, Ankara’ya döndükten sonra, Hazret-i Üstad’la yaptığı görüşme ve ziyaretinden aldığı intiba’ ve telâkkilerini; onu ziyaret eden ve sonra yolculuyan Ankara Üniversitesi Nur talebelerine bir kaç kez anlatmıştır.

Ezcümle: 20.1.951’de üniversite gençlerinin Üstad Hazretlerine Ankara’dan yazdıkları bir mektuplarında, Ali Ekber Şah’ın konuştuğu sözlerini şöyle bildiriyorlardı:

“… Siz sevgili Üstad’ımızı ziyaret eden o muhterem zat, siz sevgili Üstad’ımızın huzurlarında duyduğu heyecan hissini ifadeden aciz bulunduğunu, yalnız bir deryaya bir katre ile işaret nev’inden; kendisini teşyi için giden kalabalık bir nurcu kitlesine dedi ki:

“Her ne kadar Hazretin ismini Türkiye’ye ve Âlem-i İslâma duyurmamak için çalışmışlarsa da, artık bütün âlem duydu ve duyacaktır. Hem Bediüzzaman yalnız Türkiye’nin değil, bugünün Âlem-i İslâmının ve yarının dünyasınındır.

“Âlem-i İslâmın mukadderatı hakkında yolda hazırladığım bir çok mühim sualleri, hiç zikretmeden bir saat kadar konuşma esnasında tamamıyla halletti. O gün, artık hayatımda ebediyen unutulmıyacak bir gün olarak kalacaktır.

“Elli senedir hakikat ve hakikî mürşid arayan aciz bir insan sıfatıyla, sizi kat’iyen temin ederim ki: Âlem-i İslâm çapında hakikî mürşid ve kurtarıcı yalnız Bediüzzaman’dır. Kat’iyen derd-i maişet ve meşgale-i dünyeviye sizi mağlub etmesin. İcabederse, bu mübarek eserin külliyatı için değil, yal-

(4) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 37

1858

nız bir harfi için ölünüz ve onu muhafaza ve neşrediniz!..

İslâm tarihini tetkik ettim: Bir çok halifeler ve kumandanlar her ne kadar İslâmiyete hizmet etmişlerse de, bir kısmı şan ü şeref ve cazibe-i dünyadan kendilerini kurtaramamışlardır. İşte milyonluk bir kitleye hâkim olan Bediüzzaman’ın evinde bir lamba bile yoktur.” demiştir.

Bizler de mübarek ellerinizden öper, dualarınızı bekleriz.

Ankara Nurcuları namına

Abdullah, Sungur, Osman, Ceylan

Salih, Abdunnur, Ahmet Atak, Mehmet(5)”

Daha sonraları, Ankara genç Nur talebelerinin bu uzun ifadeleri hülâsa edilerek tarihçe-i hayatlarda neşredildi.Bu hulasa yazı herkesçe malûm olduğundan tekrarına lüzum görülmedi.

DAHİLDEKİ ALÂKALAR

Dahilde, yani Türkiye içinde dinî ve siyasi büyük şahsiyetlerden gelen alâkalar -bilhassa 1950’den sonra- çok ziyadedir. Umumiyeti itibarıyla nazara alsak; yüzlerce, binlerce insan Hazret-i Üstad’la şahsen görüşmüş, alâka peyda etmiş ve Nur talebesi olmuşlardır. Necmeddin Şahiner’in 1972’lerden sonra tesbitine başladığı sadece 1950’den sonraki senelerde, Hazret-i Üstad’la şahsen görüşenlerden -hatıraları kaydedilenlerin- sayısı yetmiş üç tanedir. Buna göre, Üstad’ın son hayatı olan 1950’den sonra, Onunla görüşenlerin o tarihlerde belki bir kaç misli de vefat etmiş olanlar olduğu gibi, onun birkaç mislinin de tesbit edilememiş olanları olması mümkindir.

1950’den evvel Hazret·i Üstad’la görüşüp, ona talebe olmuş olanların bazılarının tesbit edilebilen hatıraları da müteferrik veya çeşitli hadiseler vesilesiyle mühim bir kısmı bu kitapta kaydedilmiştir. Üstad’ın son hayatıyla alâkadar ve sadece Necmeddin Şahiner’in tesbit edebildiği mezkûr yetmiş üç insanın(*) hatıralarının mühim kısmı da ilerde ya hadiseler dolayısıyla veya müteferrik şekilde kaydedilmesine çalışılacaktır.

BÜYÜK VE MEŞHUR ŞAHSİYETLERİN ALÂKALARI

1950’den sonra tezahür etmiş olan bu samimi alâkalardan sadece bir kaç nümunesi olarak; dinî, siyasî ve askerî bazı şahsiyetlerden yalnız bir kaç zatın mektup veya şiirlerini kaydetmekle iktifa edeceğiz. Bunları da bir kaç bölüm halinde verecek ve evvelâ bir fihristte takdim edeceğiz.

(5) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 38

(*)N.Şahiner’in”Son şahitler” dizisinin 4.ve 5.ciltleri bu hesaba dahil değildir.

1859

A- Bilhassa 1948’den başlıyarak kendileri ve gazeteleriyle Üstad Bediüzzaman’la ve nurlu, haklı da’vasıyla alâkadar olup bizzat görüşen ve müsbet neşriyatlarıyla yardımına koşan gazeteci ve yazarlar gurubu:

1- En başta Kurtuluş Savaşı mücahidlerinden, Mehmet Akif’in ve Bediüzzaman’ın cihad arkadaşı ve Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad sahibi Eşref Edib Fergan.

2-1948’lerde dini ve İslâmiyeti müdafaa ile meydana çıkan Ehl-i Sünnet mecmuası sahibi Avukat Abdurrahim Zapsu.

3-Meşhur “Büyük Doğu” mecmuası sahibi şâir ve edip Necib Fazıl Kısakürek.

4-Volkan Mecmuası sahibi Nihat Yazar

5-Büyük Cihad Gazetesi sahibi, Mustafa Bağışlayıcı

6-Hür Adam Gazetesi sahibi Sinan Omur

7-Yine dinî makale ve eserler yazan Profesör Ali Fuat Başgil ve tefsir sahibi Hasan Basri Çantay.(6)

B- Askerî Erkân:

1950-1951’den sonra, gelip Hazret-i Üstad’la bizzat görüşen ve ona talebe ve sadık muhib olarak ayrılan subaylar, özellikle havacılar arasında subay ve astsubaylar pek çoktur. Bunların içinden sadece 3 isim veriyoruz: (1947-1950 arasındaki rütbelerini yazıyoruz)

  1. Albay Muhammed Yümnî Bey.
  2. Binbaşı Reşad Bey.
  3. Yüzbaşı Ekrem Bey.

Askeri erkân adına binbaşı (o sıra binbaşı) Reşad Beyin bir mektubu ile şiirini kaydetmekle iktifa etmek istiyorum:

Tarih: 14 Nisan 1951

“Hulusi mahiyetinde bir binbaşının manzum bir fıkrasıdır

Said-i Nursi.

Çok muazzez ve mukaddes Efendim Hazretleri!

Mehmet Çalışkan kardeşimiz eliyle lütfen ibzal buyurulan iltifatnamenizi

aldım. Allah’ın rahmet ve rızası size olsun. Bendenizi en büyük teselliye sevketti.

(6) Tafsilat arzu edenler, Son Şahitler-1 S: 44’e bakabilirler.

1860

Bugün Zülfikâr’ın üçüncü zeylinin on ikinci sözünü okurken bir füyûzat eseri olarak, aşağıdaki manzum satırlar sudûr etti. Eskiden müstaid olan fıtratım, iki senedir hikmet-i huda, tek bir manzum meydana getiremez iken, perişan olan bu mısraların meydana gelişini bir hikmete hamlederek, inşaallah açılır ümidiyle teberrüken arzına cesaret ettiğimden özür diler, kusurlarımın bağışlanmasını yalvararak mübarek ellerinizden saygı ve huşu’ ve hürmetle öper, duanızı istirham ederim. Cümle arkadaşlarım saygı ve selâmlarını da iblağ ederim efendim Hazretleri.

Muhammed Reşad

Zülfikârı Okurken

Bu nasıl ifade, bu nasıl kelâm,

Ey Allah’ın dostu sana bin selâm.

Cezalet, belağat bu hüsn-ü üslub,

Ancak sana vermiş gaffar-ez zünub

Kur’ana hizmetin mükâfatı mı, Tefsir-i Kur’anın bir sıfatı mı.

Allah’ım Zülfikâr ne azim eser,

İçtikçe kanılmaz bir havz-ı kevser.

Dillere muhatap bir nur-u mübin,

Sanki dile gelmiş, Kur’an-ı Kerim. 

Habib-i Ekrem’den (A.S.M.) söylüyor gibi,

Velî değil ya ne, bunun sahibi.

Bu yalnız ilim eseri değil,

Eğil ey dost sen de önünde eğ’il.

“Haddesenî kalbi an Rabbî” diyen

Velîlik tacını başına giyen.

Ey Bediüzzaman ey abd-i Said,

Veyl ona ki, ola o senden baid.

Ey benim sultanım kurbanın olam,

Dua et potanda ben de yoğrulam.

1861

Ey nâşir-i din-i mübin-i Ahmed (A.S.M.)

Zülcelâl Allah’tan sana bin rahmet.

Duam budur Ya Rab abd-i hakirin,

Habib-i Ekrem nur-u mübinin.

Muhammed Mustafa (A.S.M.) aşkına bizi,

Yolundan ayırma Said-i Nursî.

İzinde daim et ey zat-ı daim,

Kur’an-ı Hakimin aşkına amin.

14/Nisan/1951

Mübalağalarında fazlalık, hüsn-ü niyetimize bağışlanmasını ve diğer kusurlarımın affını istirhamla arz olunur.

Muhammed Reşad(7)”

ULEMÂ VE MEŞÂYİHİN ALÂKALARI

(Türkiye’dekiler)

Meşhur ulema ve meşayihin -bilhassa 1950’den sonraki- alâkaları çoktur. Hapsini kaydetmemize imkân yoktur. Önce bir kaçının isimlerini bir fihriste şeklinde kaydettikten sonra, bir iki zatın ifadelerinden nümuneler arzedeceğiz:

1- Sabıkan bahsi geçen ve alâkası hakkında ifadeleri kaydedilen Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Aksekilinin çok samimi ve ciddî alâkaları.

2- Eski Kerkük meb’uslarından Şehr-izorlu, Tarsus’ta mukim büyük alim Abdulmecid Kerkûkî’nin alâka ve telâkkilerini gösteren mektubu: (Müntehap.. 38-39)

3- Konya-Seydişehirli Şeyh Abdullah’ın ve müridlerinin büyük ve samimî alâkalaınnı gösteren yazısı: (Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra defter, S: 6)

4- Eskişehir-Muttalib köyünden Hacı Şeyh Hilmî Efendi’nin ve talebelerinin alâkalarını gösteren söz ve beyanları: (Son Şahitler-2 S: 51)

5- Ankara’lı meşhur ehl-i kalb ve âlim Osman Nuri Efendi’nin alâkasını gösteren mektupları: (Müntehap, dosya sıra no: 10, 26, 32) (*)

(7) Emirdağ-2 Mnntehap dosya sıra no: 52

(*) Eski Alay Müftülerinden Osman Nurî Efendinin 1920 lerden beri hz. Üstadla alaka ve manevî irtibatları olduğu gibi, 1944 de Denizli mahkemesinin berat kararını temyizdende tasdiki için Ankaradan lazım gelen muavenetleri olmuştur. 1950-1954 senelerinde Hz. Üstad için Ankara-Cebeci semtinde hususi bir ev inşa ettirmiş ve Hz. Üstadı hararetle Ankaraya davet eden mektuplar yazmıştı. Bu evin masrafının bir kısmını Maraşal Fevzi Çakmak da vermişti. Ancak Hz. Üstad, o sıralar Ankaraya gidememişti. Merhum Osman Nurîye hususî mektup yazarak teşekkür etmiş ve onun yaptırdığı o evi bir nevi medrese-i Nuriye olarak kabul etmişti. Hz.Üstadın mezkûr mektupu Emirdağ-2 sh.44 dedir.

Bu mevzu’da tafsilat, Son Şahitler-4, sh.273 de.

1862

6- Adapazarı’nda Dağıstanlı Murad Hoca’nın alâka ve samimiyetini gösteren 1951 yılında yazdığı mektubu: (Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra defter s: 97)

7- Aslen Erzurumlu olup, muhaceretle gelip Urfa’ya yerleşmiş ve Hazret-i Üstad’ın cenazesini yıkama şerefine nail olmuş, âlim, fazıl, mutasavvıf Molla Hamid Efendi’nin samimi alâkasını gösteren mektubu: (Aynı defter

S: 4)

8- 1950’de Tillo’dan Muhammed Ali isminde büyük bir âlimin alâka ve samimiyetini gösteren Arapça takrizi: (Müntehap dosya sıra no: 29)

9- Mardin-Cizre’den, aslen Gevaşlı Molla Abdurrahim’in yazdığı samimî mektupları: (Müntehap dosya: 46)

10- Cizreli (Cezire) meşhur Şeyh Seyda’nın alâkadarane muhabereleri ve Hazret-i Üstad’ın ona olan hususi teveccüh ve mukabeleleri bir çok rivayetlerle meşhur olmuştur.

11-Çankırılı meşhur alim,muderris H.Hasan Efendinin samimi alakaları (Son şahitler-4 sh.358)

12-Urfalı meşhur-kurra’ Muhammed Hafız Efendinin yüksek takdirleri…(Hususî hatıra dosyamız)

İşte fihristevarî bazı nümunelerini verdiğimiz bu zatlar gibi, bir çok âlim ve meşayihin isimlerini sıralamak da mümkindir. Fakat bunlar maksada kifayet eder.

Üstteki fihristede isimlerini kaydettiğimiz zatların bir çok mektup ve telakkilerinden sadece iki üç nümune vermekle bu bölümü de kapamak

istiyoruz.

1-Eski Kerkük Meb’usu, âlim Abdülmecid’in mektubu (Bazı bölümlerini alıyoruz) 30.1.951 tarihli.

“… Ey hürmete lâik, ey tebcile şayan!

Haddim olmıyarak şu verakpare-i aciziyi ikinci olarak(8) atabe-i bâlânıza sunuyor, saygılarımı takdim ediyorum. Gerçi sizin gibi bir muhakkik ve mücahid ve hakikatı müşahid bir zat ile muhabere etmeye kendimde liyakat göremiyorum. Zira sizi karşılayacak ve muhatabaya lâyık edecek ilmim yok, fazl ve faziletim yok, amelim yoktur.

Ömrüm beyhude geçmiş.. Ne geçmişlerin izini tuttum, ne de muasır fazıllara katıldım, ne de efazılın yürüdükleri caddeden yürüyebildim. Hüsranın fezây-i namütenahisinde sefil ve sergerdan bir serseri gibi yol aldım.

Ancak son günlerde, hikmet-i Rabbanî ve muktaza-i irade-i Rahmanî: envar-ı satıânızdan lem’alar şa’şa-paş olmaya başladı. Onur-u pür-sürûr-

1863

dan belki bir kabes iktibas ederim ümidiyle, tevcih-i ânan ederek, koştum, buldum, Elhamdülillah buldum.. Meğer irade-i kayyumiye iktizası bil-vasıta bir rahmet deryasının bir cedveli imiş gördüm. Hemen o cedvel-i irfana hücum ettim. Evvelâ bir şefe irtişaf, ba’dehu bir gurfe iğtiraf ettim. Fakat anlıyorum ki; reddedilmedim, kabul kaydı da görmedim.

Yalnız rahmi tebşir eden bir his; O cedvel-i nuranî رَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْ umman-ı bî-pâyanından bahşedilmiş ve makbul bir vârise ve lütfa mazhar bir hâdiye ikram olunduğundan, her talibe bir matlub, her rağibe meyvedar bir maktaf, her garibe himayetkâr bir me’va, her yoksula siyanetkâr bir melce’, her müride ulaştırıcı bir murad, her mütemenniye husulpezir bir mütemenna, susamışa bir selsebil-i pür şifa-i yeşfilgalil.. Ve ruvvad ve kussara bir hayr-ı makil imiş.

Evet öyle gördüm, buldum. O ravza-i yania’ya girdim, kovulmadım. İçindeki hiyazından içmek istedim. İçtim, reddedilmedim…

Nurcular ezan-ı İslâmı i’lân etti. Allahü Ekber sadaları mükevvenatı çınlattı. Envar-ı Kur’an elvah-ı hayatı aydınlattı. İşte o nurlar içinde gözlerimizi açınca sizi gördük, kalb gözleriyle yine sizi gördük. Baş gözleriyle de esfar-ı celilenizi okumaya muvaffak olduk. İşte bu kadar…

Abdülmecid

Ennaib-ül Kerkükî Eşşehrezorî(9)”

Diğer ulema ve meşayihin mektup ve makalelerinden de bu makama bazı örnekler kaydetmek isterdik, fakat herhalde bahis uzayacağından sadece bu gelen bir-iki nümune ile iktifa etmeyi uygun bulduk.

2-ÇANKIRILI H.HASAN EFENDİ

Çankırılı alim, fazıl, Hafız H.Hasan Efendi-ki meşrutiyet yıllarında Bediüzzamanı görmüş iken, iki defa üstadı ziyaret etmiştir.Yakın talebe ve evlatlarına :“Bu asrın imamı ve mücedidi Bediüzzamandır” diyerek, Risale i Nur eserlerini okumalarını tavsiye edermiş. Ayrıca oğlu Visalî Beye:

“Oğlum her asrın bir müceddidi var. Bu asrın mücedidi Bediüzzamandır. Onu laaletta’yin bir âlim olarak sanmayın” demiş. (Son Şahitler-4, sh. 358)

3- URFALI KURRA MUHAMMED HAFIZ EFENDİ

Kırk seneden fazla şapka giymemek için evinden Çarşı-pazara çıkmayan, bütün ömrünü ilme ve dine, bilhassa Kurana vakfedip talebe yetiştiren ve fakr-ı haliyle beraber devletin maaşlarını almamak için resmî vazifeleri

(8)Bu zatın lahika mektupları asıllannda bir kaç mektubu daha vardır. A.B.

(9)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 39

1864

almayan âlim, fazıl, mecevvid ve müttakî insan Muhammed Hafız Efendi,

Risale-i Nur ve üstad Bediüzzaman hakkındaki telakkilerini Abdullah Yeğin Ağabeye şöyle anlatmış: (A.Yeğin Ağabey bunu çok kereler anlattığı gibi, 7.8.1992 Perşembe günü akşamı Urfada Zehraiye Camii avlusunda büyük cemaatada anlatmıstı.) “Bir gün bazı Urfalı zatlar yanıma geldiler, ta’riz tarzında derilerki : “Şu Nurcular Üstadlarına Mehdî diyorlar. Bu işe ne dersiniz?”

Ben de onlara dedim ki: Üstad Bediüzzaman Mehdiden büyüktür. Ona peygamber demeyin ne deseniz layıktır.”

Ben de (A.Kadir Badıllı) Hocamızdan bir gün Risale-i Nur hakkında şöyle duymuştum: “Evladım, Risale-i Nur Kur’an’ın hakiki manasıdır. Bu asırda, adeta Kur’an Türkçe nâzil oluyor.”

“Ben akşam Üstadın Zülfikar eserinden okumuştum, bir ayete verdiği mana karşısında fevkalade te’sir altında kaldım. Sonra yattım, Üstad hz.lerini rü’yamda gördüm. Baktımki senin amcan Badıllı Said Beyle beraber atlara binmiş oldukları halde bizim evin avlusuna girdiler. Ben onlara kahve ikram etmenin telaşı içerisinde iken uyandım.

Evladım, Üstad Bediüzzaman ateş gibi bir âlimdir. Onun Kur’ana verdiği manalar harikadır, emsalsizdir.”

1865

1866

SİYASET RİCALİ BAKAN VE MEB’USLARDAN GELEN ALÂKALAR

Siyasilerden ciddî şekilde zuhur eden alâka ve samimiyet, sadece Demokratlara münhasır değildir. DP’li, MP’li, HP’li hatta CHP’li kimselerden de görülmüş ve bazı meb’us ve diğer partilere mensub ünlü eşhastan bazıları da, şahsî dindarlıkları hasebiyle, Üstad Bediüzzaman’la görüşüp dersini dinliyenler de vardır.(10) Lakin CHP’nin asıl idareci kadrosu, mağlûbiyetlerinin temelinde Üstad Bediüzzaman’ı bildikleri için, ona düşman idiler. Seçim hadisesinden sonra, daha da çok düşman kesildiler. Ayrıca bu partinin içinde gizlice rol oynıyan farmason komitesi de, dinsizlik ve farmasonluklarından zaten Üstad’a ebedî hasım idiler. Halbuki Hazret-i Üstad’ın DP’ye biraz teveccüh etmesi, onun teşekkülünden sonra, yani iktidar başına geldikten sonra; ve demokrasi ve hürriyet yolunda attıkları adımlarından ve ferahlatıcı bazı icraatlarından dolayı olmuştu. Yoksa Hazret-i Üstad bu partinin ne teşekkülünde, hatta ne de ilk seçimi olan 1950 seçiminde kat’iyetle ne temas etmiş, ne de teveccüh etmiştir. Üstad’ın açıkça şahsen teveccühleri yalnız bir seçimde olmuş, o da 1957’deki seçiminde, DP’lilerin çok zayıf düştükleri bir hengâmında idi. Bu mevzuu ayrıca sırasında tahlil edeceğimizden burada bu işaretle kâfi görüldü.

Evet, Hz. Üstada karşı siyasî şahsiyetlerden ilk başta alâka duyan 1950 den önceki CHP genel sekreteri Hilmi Uran’dır. 1950’den sonraki yıllarda da bazı CHP’li milletvekilleri gelmiş, Üstad’la görüşmüşlerdi.

Hazret-i Üstad’da CHP’nin yirmisekiz senelik iktidarlarında ona ettikleri zulüm ve dine ihanet ve sairelerinden, sadece bu partinin yüzde beşine suç veriyor, geri kalanlarını affediyordu. DP’lilerin de bundan ibret almalarını ve onlar gibi davranmamaları için ikaz ediyordu:

DP iktidarı döneminde ise 1950’de Ezan-ı Muhammedînin ilânı gibi müsbet bazı icraatları vesilesiyle Hazret-i Üstad ve Nur talebeleri onları hem tebrik, hem de o güne kadar kendisinin ve Nur talebelerinin maruz kaldıkları zulümleri şikâyet tarzında, yeni iktidarın üst mercilerine yazdıkları bazı müracaatları vesilesiyle bazı tanışmalar ve konuşmalar neticesinde, DP’lilerden başta Başbakan Adnan Menderes, Tevfik İleri, Gazi Yiğit, Halil Özyörük, Lütfü Karaosmanoğlu, Ömer Bilen, Fehmi Çobanoğlu, Celal Yardımcı Ekrem Ocaklı, Hasan Fehmî Ustaoğlu, Tahsin Tola ve Giyaseddin Emre gibi mahdut bazı bakan ve meb’us zatlar, şahsî dindarlık hisleriyle Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzamanla ilgilenmeye başlamışlardı. Adnan Menderes ile isimlerini saydığımız şahıslardan üç dört kişi müstesna, diğerleri gelip bizzat Hazret-i Üstad’ı ziyaret edip görüşmüşlerdir.

(10) Son Şahitler-1 S: 413 ve Aydınlar Konuşuyor S: 50

1867

DP’lilerden böyle samimî hamiyetkâr ve dindar kimseler olduğu gibi; içlerinde kalbsiz, mason tipi, din muarızı, hatta gizlice CHP zihniyetli kimseler de çoktu. Bu yüzden DP iktidarı süresince, Menderes’in ve yakın bazı bakan arkadaşlarının iyi niyet ve hizmet arzularının hilâfına ve rağmına olarak ve malûmatları dışında, zaman zaman Hazret-i Üstad’a rahatsızlık verilmiş ve incitilmişti. Yine şapkadan dolayı karakollara çağrılmış, hatta o yüzden mahkemelere verilmiş, rahatsız edilmiştir. Nitekim bazı nümûneler üst tarafta kaydedildi.

İsimlerini kaydettiğimiz DP’lilerden bir kısmının ve bu arada başta Adnan Menderes’in Hazret-i Üstad’la ve Risale-i Nur hizmetiyle ilk alâka duymaya başladıkları tarih ve alâka şeklini gösteren bazı belgeler şöyledir:

Menderes’in ilk olarak alâkadar olmaya başlamasına sebeb; 7 Şubat 1951 tarihinde Afyon’da çıkmakta olan “Kocatepe” adlı bir gazetenin sinsî ve maksatlı ve iftirakâr yazılarının ona da şikâyet edilmesi üzerine, Menderes’in o günden itibaren Üstad’la alâkadar olmaya başladığını gösteren Üstadın 22/2/1951 tarihli şu mektubudur:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ hadsiz şükür olsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye ma’nasında, küçük Saidler ve nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirâk ediyorlar.

Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dahiliye

Vekâletine Nur talebeleri bazı meb’uslar söylemiş. Adnan Menderes ile Dahiliye Vekili pek dostane mukabele edip, haber göndermişler ki:Hiç merak etmesin ve me’yus olmasın.. ve Afyon’daki gazeteci de: Ben Emirdağ’ına geleceğim ve Üstad’a iki dileğim var, bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim” demiş.. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden talebelerim yüzaltmış adedini alarak imha etmişler. Daha fazla yazacaktım, rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım. Vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.

Elbaki Hüvelbaki

Said-i Nursi”(11)

Hazret-i Üstad’ın 22.2.951’de yazılmış olan(12) üstteki mektubunda verdiği haber göstermektedir ki; merhum Menderes ancak 1951 başlarından

(11)Emirdağ- 2 S: 61

(12)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 43

1868

itibaren Üstad Bediüzzaman’la ve hakikatlı Nurlu davasıyla perdeler gerisinde ilgilenmeye başlamıştır. Bu tarihten önce kesinlikle ne Menderes’in ismi Üstadça anılmış, ne de o Üstad’ı tanımış ve ilgilenmiştir.

Merhum Menderes; Tahsin Tola gibi bazı meb’usların anlattıklarına ve yaptığı veya yapmak istediği bazı iyi icraatlarına nazaran; şahsen dine, din adamlarına hürmeti olan, Allah’ın Velî kullarının maneviyatlarına inanan bir insan imiş. Şahsî kusurları, za’afiyetleri olmakla birlikte, milletine karşı şefkatli, hakikî demokrasiye taraftar, hamiyetkâr bir şahsiyet idi. Allah rahmet eylesin,âmin…

Evet, Menderes’in Üstad Bediüzzaman’a karşı duyduğu alâkaları mezkûr hislerden başka bir şeyden değ’ildi. Üstad’ı memnun etmek, manevî destek ve dualarını almak arzusunu taşımaktaydı. Onun için idi ki; zaman zaman hükûmet olarak sıkıntıya düştükleri zaman, Hazret-i Üstad’a bazı meb’uslar vasıtasıyla selâm gönderir, dua taleb ettiğini bildirirdi. Nitekim bir defasında şöyle haber göndermişti: “Hoca Efendi’ye selâm ve hürmetlerimi söyleyin. Biraz daha sabretmesini istediğini ve zulümlerin yavaş yavaş ref’ edileceğini, her şeyin düzeleceğini” bildirmişti.

Lâkin maalesef merhum Menderes her dediğine veya arzu ettiğine muvaffak olamıyordu. Zulümlü evhamlar Üstad’ın vefatına kadar bitmediği gibi, bir çok şeyler de düzelememiş, hatta kötüye gitmişti. Bu kabilden olarak DP’nin son yıllarında; İnönü’nün sırtını bazı ordu mensublarına dayayarak saldırıya geçmesine karşı çok ziyade za’afa düştüklerini, hatta CHP’yi memnun etmek veya ona hakk-ı sükût vermek için bir çok mühim mevzuları ihmal ettiklerini, hatta feda ettiklerini de müşahede ettik. Ancak bütün bunlara rağmen, Hazret-i Üstad Menderes’ten tamamen yüz çevirmiyor, yaptığı iyiliklerini unutmuyor ve hep alâkadar olduğunu izhar ediyordu. Hatta ben 1959 Kasımında askere giderken, Hazret-i Üstada uğradığımda” bir gece orada kaldım. Sabah dersinden sonra, bir münasebetle buyurmuşlardı ki: “Kardeşlerim size hususî olarak söylüyorum, ben Adnan Menderes’le çok alâkadarım. Hasta olmasaydım, Ankara’ya yanına giderdim…”

Nitekim Hazret-i Üstad 1960’dan az evvelki seyahatlerinde bu niyet ve gayelerle Ankara’ya gitti, görüşmek istedi..ve DP’yi helâket uçurumunun başından çevirip kurtaracak bazı ikazlarda bulunmak istedi ise de; maalesef mümkün olmadı.

Evet; filhakika DP içinde mahdut bir kaç bakan ve meb’uslardan samimi dost olanları vardı. Bu dostlar vasıtasıyla, 1949 CHP iktidarında bakanlar kurulunun kararıyla bazı Nur mecmuaları hakkındaki müsadere ve toplatma kararını geçersiz saymışlar ve o Nur mecmualarını imhadan kurtar-

1869

mışlardı. Ayrıca Isparta ve Afyon’da müsadere edilen Nur mecmualarını, önceki mahkemelerin kaziye-i muhkeme kararlarına dayanarak iade edilmesinde büyük rol oynamışlardı.

DP’nin içinde, samimi olan bazı hamiyetkârların bu gibi müsbet icraata vesilelikleri cihetiyle ve o alâkaları dolayısıyla Hazret-i Üstad DP ye  bilhassa ilk iktidarları zamanında- daha biraz dostane bakmış, onu ehven-i şer saymış ve samimi bazı nasihat ve ikazlarda bulunmuştu.

BİR MESELE’NİN HAKİKATI VE BİR TAHLİL

Adnan Menderes, Bediüzzaman’la görüştü mü?

Bu meselenin tahlilinde üç mevzu’ vardır. Bunlardan birincisi: Sol basının o sıra, yani Menderes’in Bediüzzaman’la görüştüğünü yazdıkları 1958 senesinde ve sonrasında abarttıkları yalan ve iftiralarının aslı ve hakikatı ne olduğu..

İkincisi: Üstad Bediüzzaman kendi arabasını Menderes’i karşılamaya gönderdi diye olan mevzu..

Üçüncüsü de: Emirdağ’da Menderes’le uzaktan işaretle merhabalaşmalarıdır.

Birinci Mevzu: Gazeteler, bilhassa sol basın -Gerek 1957’de Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ile Celal Yardımcı’nın Isparta’dan geçerlerken Üstad’la görüşme talebleri üzerine, Isparta ile Eğridir veya diğer rivayette Isparta ile Burdur arasında yol kenarında tenha bir yerde görüşmeleri hadisesinde olsun, gerekse Adnan Menderes’in 19 Ekim 1958’de Emirdağ’a geldiği zaman, uzaktan işaret yoluyla Üstad Bediüzzaman’la bir iki defa elle selâmlaşma hadisesinde olsun- hadiseleri büyütüp abartarak mübalâğa ve yalanlarla neşretmişlerdi. Hatta bu basit ve gayet normal bir vatandaş muamelesi olarak beşerî bir münasebetten ibaret olan mezkûr görüşme ve selâmlaşma hadisesini, bilâhare bazı yazarlar yalan ve mübalağalarla kitap haline bile getirdiler veya bazı kitaplarına yalanlı şekilde geçirdiler. Amma gerçeğini değil, yalan ve iftiralarla büyüterek yazdılar.

Ezcümle bunlardan birisi NİMET ARZIK adında bir yazar, Menderesin idamından epey zaman sonra; “Menderes’i İpe Götürenler” adlı kitabında şunları yazdı:(13)

“1- İzmir dolaylarında Celal Bayar’la Said-i Nursi’nin buluştukları.

2-Sözde kendisinin de bulunduğu bir yolculukta: “Menderes’in Isparta dolaylarında bir köyde -galiba Emirdağ’da- karşılaşıp buluştukları..

(13) Menderes’i İpe Götürenler- Nimet Arzık S: 127

1870

3- Menderes’in Emirdağ’da Said-i Nursi’yi takdis eder gibi selâmladığını; ve o sıra Emirdağ minarelerine yeşil bayrakların çekildiğini.. vesaireyi kitabında yazdı.

Ama işin hakikatı ise: Nimet Arzık’ın kitabında yazılı üç meseleli mevzulardan birincisi kesinlikle aslı faslı olmıyan bir yalandır. Çünki Bediüzzaman Hazretleri bütün ömründe sadece bir defa, o da 1911’de, Şam’dan İstanbul’a vapurla gelirken, İzmir’e uğrıyarak geçmesinden başka, hiç bir zaman ne İzmir’e gitmiş, ne de orada Celâl Bayar’la bir karşılaşması olmuştur.

Bediüzzaman Celal Bayar’la ömründe bir kere karşılaşmış, o da 1922-23 yıllarında Ankara’da bulunduğu sıralarda olmuştu. Bu kitabın ilgili yerinde bu mesele tafsilâtıyla yazılıdır.

İkinci hadise ve mesele ise: “Isparta dolaylarında bir köyde -Galiba Emirdağ’da-” diye yazan bu kadın, anlaşılıyor ki; Türkiye’nin haritasını dahi bilmekten acizdir. Zira Emirdağ İlçesi, Isparta dolayında bir köy değil, Eskişehir dolayında ve Afyon vilayetinin büyükçe bir kazasıdır. Hem Isparta dolaylarında Üstad Bediüzzaman’la görüşen Adnan Menderes değil, 1957’de Milli Eğitim Bakanı olan Celâl Yardımcı ile Tevfik İleri’dir.

Üçüncü mesele ve hadise ki: “Menderes’in Bediüzzaman’ı takdis eder gibi selâmladığı” yalanıdır. Çünki takdis, bir kere ancak Hıristiyanlarda olur. Evet, hadisenin aslı vardır. Lâkin yazarın kasdî olarak abarttığı tarzda değildir. Çünki uzaktan normal bir selâmlaşmada, hâşâ ne bir takdis mevzuubahistir, ne de bu kadının yazdığı şekilde Emirdağ minarelerine yeşil bayrakların çekilişi vardır.

Hadisenin aslını ve hakikatını Bediüzzaman’ın hizmetkârı ve aynı zamanda o sıra hususi şoförü olan Hüsnü Bayramoğlu aynen şöyle anlatmaktadır:

“Menderes’in 1958’den önceki Emirdağ’a uğraması sırasında da; Üstad namına satın alınmış bir jip vardı. Bu jipi Emirdağlı Mahmut Çalışkan çalıştırıyor ve onun üzerinde kayıtlı idi. Üstad Hazretleri bazen teneffüs için gezmeye çıktığı zaman, benzin parasını vermek şartıyla, öncelikle jip Üstad’ın emrinde olurdu. Amma sair boş zamanlarında ise, araba piyasasında durur, müşteri işinde çalıştırılırdı.

Menderes, Emirdağ’a geldiği zaman, kaymakam ücret mukabilinde bu jipi de kiralamış ve Menderes’i karşılamaya götürmüştü. Ancak Üstad’ımız bu meseleyi duydu, bir şey demedi.

Hadise böyle iken, bazıları “Üstad kendi arabasını Menderes’i karşıla-

1871

maya gönderdi” şeklinde yaymaya başladılar.”

Hüsnü Bayramoğlu, Hazret-i Üstad’ın Menderes’le selâmlaşma hadisesini de şöyle anlatıyor:

“… o tarihte, (Yani 19 Ekim 1958 yazında) Üstad’ın şöförlüğünü ara sıra ben de yapıyordum. Menderes’in Emirdağ’a geleceğini haliyle Üstad’ımız da duymuştu. Fakat öğle saatlerinde geleceği bildirilmişti. O günü Üstad’ımız saat dokuz on sıralarında: “Biz de o tarafa gidelim. Tenha bir yerde otururuz. Eğer Menderes bize rast gelirse, belki görüşebiliriz.” dedi. O tarafa gittik. Tenha bir yerde, yol kenarında bir müddet oturduk. Menderes’in Emirdağ’a gelmesi te’hire uğramış, bildirilen saatlerde gelememişti.

Üstad: “Dönelim eve…” dedi. Emirdağ’a döndük. O günü Menderes ancak akşaın ile yatsı arasında Emirdağ’a ulaşabilmişti. Haliyle halk toplanmış bekliyordu. Hükûmet konağı meydanında kısa bir konuşma yaptı. Tam da Üstad’ın evinin altında bulunuyordu. Üstad’ımız pencereye çıktı, oturdu. Tam o sırada bir milletvekili Menderes’e: “İşte Hoca Efendi karşıda!.” diye göstermişti. Merhum Menderes de, gerçekten eliyle iki üç defa Üstad’a selâm işaretini verdi. Üstad da eliyle karşılık vermişti. Ben tam

Üstad’ımızın yanında idim. Hadise bundan ibarettir.”

EMİRDAĞLI MERHUM HAMZE EMEK İSE DERKİ:

“Menderes Emirdağa geldiğinde yanında ben, (*) birde Millet vekili adayı Orhan Bey vardı. Tam Üstadın evinin yanına geldiğimizde, Ben Orhan Beyi, oda Menderesi ikâz ederek Üstadın pencerede beklediğini gösterdi.

Menderes Üstada, oda Menderese elleri ile selam işareti verdiler.

(Son Şahidler-4, sh. 261)

TEVFİK İLERİ İLE CELÂL YARDIMCI’NIN BEDİÜZZAMAN İLE GÖRÜŞMELERİ

Bu görüşme gerçektir ve şöyle olmuştur: O sıra, Milli Eğitim Bakanı “(Ağrı Milletvekili) Celâl Yardımcı ile; eski Milli Eğitim Bakanı ve o sıra Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı (Samsun Milletvekili) Tevfik İleri 1957 baharında, Antalya’dan Burdur’a geçerlerken; (Başka bir rivayette Ankara’ya geçerlerken) Isparta’ya uğramışlar. Buraya gelmişlerken, şahsî dindarlıkları ve din âlimlerine karşı hürmetkârlıkları hisleriyle Bediüzzaman’la da görüşmek istemişlerdir.Bu arzularını Isparta milletvekillerine açıklamışlardı. Haber Hazret-i Üstad’a da gelmiş, o da bu görüşmenin Isparta içinde uygun olmıyacağını söylemiş, geçip gidecekleri zaman yol kenarında tenha bir yerde bir kaç dakikalığına görüşebileceklerini bildirmişti.

(*)Çünki o sıra HAMZA EMEK D.P Emirdağ Teşkilatındadır. A.B.

1872

Daha sonra Üstad Hazretleri kendi arabasıyla, yanında da hizmetkâr talebeleri olduğu halde, Isparta -Eğridir veya Isparta- Burdur yolu kenarında tenha bir mahalde arabası içinde oturmuş, kitap tashihini yapmakla meşgul olmaya başlamıştı. Bir müddet sonra, otomobille gelen Tevfik İleri ve Celâl Yardımcı’nın arabaları da, Üstad’ın arabasının durduğu yere gelmiş, durmuştu. Böylece ayak üstü bir kaç dakika görüşüp gitmişlerdi.

Tabii her iki Bakan da, Hazret-i Üstad’ın ellerini öpmek ve duasını almak istemişlerdi. Elbette, asırların ender yetiştirdiği büyük bir İslâm dahisi, âlimi ve velîsinin elini öpüp ziyaret etmek ve duasını almak; Müslümanım diyen herkes için gayet makul, gayet fıtrî ve gayet normal bir şey olduğu için, bu ziyaret olmuş. Arıca, Demokrat Partili bu her iki Bakanın da şahsî ve sülâlevî dindarlık ve din âlimlerine karşı hürmetkârlıkları da bu ziyarete sebeb ve âmil olmuştur. İşte bu hadise dahi bu kadardır.

Eski Milli Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı, bilâhare bu mevzuda hatıralarını atırken, hadiseyi -hatırında kaldığı kadarıyla- şöyle anlatmıştır:

“…1958’de Milli Eğitim Bakanı olduğum sıralarda, Antalya’dan avdet ederek, Burdur’a geçtiğimiz zaman, yol kavşağında, bazı gençler karşımıza çıkarak görüşmek istediklerini, Said-i Nursi’nin de orada bulunup bizi görmek istediğ’ini ifade ettiler. Bu vatanın bir evlâdı olarak, hiç kimseyi çiğneyip geçemezdik. Tevfik İleri de benimle beraberdi. Arabadan indik, Said-i Nursi ve öbür gençler yanımıza geldiler. Hasb-i halde bulunduk. Kendisi: “Haksız olarak bazı kimselerin Risale-i Nur yayınları hakkında kendisini tazyik ettiklerini, rahatsız ettiklerini” şikâyet yoluyla bize bildirdiler. Dinledik, şikâyetini ilgili bakanlıklara, İçişleri Bakanlığına ileteceğimizi söyledik. Milli Eğitim Bakanlığı cephesinde de gereğini yapacağımızı ifade ettik ve vedalaşarak aralarından ayrıldık.

İki gün sonra, CHP cenahında ve yayın organlarında şu propagandaya esefle şahid olduk: “DP’nin iki Bakanı, Celâl Yardımcı ile Tevfik İleri Said i Nursi’yi özel olarak ziyarete gittiler. Elini öptüler. Hayır duasını aldılar. DP’ye yaptığı yardımlarından dolayı teşekkür ettiler ve bu yoldaki faaliyetlerine devam etmesini rica ve istirham ettiler.(14)”

Bediüzzaman Hazretlerinin on iki senelik sâdık hizmetkârı ve talebesi merhum Zübeyr Gündüzalp ise, bu görüşme hadisesini şöyle anlatmıştır(15)”

“… DP iktidarı Milli Eğitim Bakanlarından Tevfik İleri ve Celâl Yardımcı, Isparta’dan Ankara’ya giderken; Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi

(14)Aydınlar Konuşuyor S: 50

(15)Zübeyr ağabey sadece mülâkat ve görüşme kısmını anlatmıştır.

1873

de kendi arabasıyla Eğridir yoluna çıktı. Bir talebesini de yüksekçe bir yere bırakarak, geldiklerini haber versin diye..Üstad arabanın içinde oturup bekliyordu. Nihayet Tevfik İleri ve Celâl Yardımcı’nın arabasının sür’atle yaklaşmakta olduğu görüldü. Arabaları Üstad’ın arabasının tam yanında durdu. Onlar arabadan inmek isterken, Hazret-i Üstad bir anda yay gibi arabasından fırlayarak, Tevfik İleri’nin arabadan inmesine fırsat vermedi. Arabasının penceresinden elini Tevfik İleri’nin omuzuna koyarak bastırdı. Tevfik İleri ve arkadaşları her ne kadar arabadan inmek ve Üstad’ın ellerini öpmek istedilerse de, Üstad zamanın nezaketini göz önünde bulundurarak, arabadan inmelerine mani’ oldu. Bu esnada arabanın arka koltuğunda oturan hanımları, arka kapılarını açarak dışarı çıktılar ve Üstad’ın ellerini öpmek istediler. Asrî kıyafetli olan bu hanımları Hazret-i Üstad reddetmedi, dirseklerini uzatarak öpmelerini söyledi. Diğer bir rivayette ellerine cübbesini sararak öptürdü. Bakanlarla da bir kaç dakikalık görüşüp konuştular.(16)”

İşte, gerek Menderes’in Üstad’la selâmlaşması, gerekse Tevfik İleri ve Celâl Yardımcı’nın görüşme hadisesi ve hikâyesi ve aslı özetle bundan ibarettir.

Evet, gerçekten Demokratların içinde bazı zatların, şahsen samimî olarak

Hazret-i Üstad’la alâkadarlıkları olmuştu. Bu alâkalardan meselâ

21.11.1951’de DP’lilerin Hazret-i Üstad’a Diyanet Riyaseti içinde büyük bir vazife vermek istemelerine karşılık, Hazret-i, Üstad’ın yazdığı şu mektubu bunun bir nümûnesidir:

Aziz sıddık, vefadar, fedakâr kardeşlerim!

Evvelâ: Bütün ruh-u canımla fevkalâde nuranî hizmet-i imaniyenizi tebrik ederim.

Saniyen: Ankara’da dindar ahrarların kongresinde, beni Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife ile tavzif etmeyi hararetle istemelerine ve Medreset-üz Zehra’nın Nur talebelerini bu meselede bana kabul ettirmekte vasıta yapmalarına karşı derim: O toplanmada bu teklifi yapan meb’uslara ve dindar arkadaşlarına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffakiyetlerine çok dua ederim.

Fakat ben ziyade za’fiyet ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî vazifeyi yapmaya iktidarım olmamasından, benim yerimde Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve benim be-

(16) Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi 6. Baskı S: 392

1874

delime Nur şâkirtlerinin hâs ve halis ve İslâmiyetin hakikî fedakârlarının şahsiyet-i maneviyesi o kudsî vazifeyi şimdiye kadar gayr-ı resmî perde altında yaptıkları gibi, inşaallah resmi bir surette dahi yapabilecekler.

Onlara havale ederiz.

Elbaki Hüvelbaki

Duanıza muhtaç kardaşınız

Said-i Nursi

Haşiye: Sungur’u Ankara’ya Temyizdeki işimiz için, Hıfzı’nın mahdumu Hüsnü’yü de, Zübeyr ve Abdullah’a yardım için Urfa’ya gönderdik.(17)”

Üstad’dan gelen bu haber gibi, üstte de isimlerini verdiğlmiz bazı DP meb’uslarından en başta Tahsin Tola, Gazi Yiğit, Gıyaseddin Emre, Ekrem Ocaklı gibi zatların, bir çok defa Hazret-i Üstad’la görüşmeleri olduğu gibi; DP içişleri bakanlarından Halil Özyörük Devlet Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve ileri kademedeki birkaç zatlar da Üstad’a karşı yakın ilgi ve dostluk gösteriyorlardı.

Hazret-i Üstad da, DP’nin içinde bulunan bu samimi hamiyetkâr zatların hatırı için ve demokrasi ve hürriyet yolunda attıkları müsbet adımlarından dolayı, onlara müteveccih olmuş, alâkadarlık göstermişti. CHP’nin şerli şeytanetlerinden köklü bir şekilde muhafaza olunmaları için, daha ileri adımlar atarak kuvvetlenmeleri hususunda lâzım gelen esasları ve her zaman geçerli bazı tedbirleri; ve yapacakları hareket usullerini zaman zaman bildirmiş, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Lâkin DP’nin içindeki bu dindar hamiyetkâr zatların bulunmasına karşılık, aynı partinin içinde bazı tinetsiz masonlar gurubu da mevcuttu. Tıpkı İttihad ve Terakki Cem’iyeti içindeki gerçek ahrarlar ile aynı cemiyette bulunan Masonlar gurubu gibi… Bu yüzden DP’lilerin hamiyetkar gurubu her istediklerini serbestçe ve kolayca yapamıyorlardı. Dışta CHP, içerde bunlar vardı.

Hazret-i Üstad da bu durumu çok iyi biliyordu. Her şeye rağmen DP içindede hamiyetkâr, dindar bir kaç zatın hatırı; ve içinde ve zımnında komütnist hâkimiyeti himayetkârlığı yatan CHP’nin iktidar olmasından, bir derece ehven-i şerli olacağı keyfiyeti için;1954 seçimlerinde sükütiyle ve meyil ve işaretiyle; ve 1957 seçimlerinde ise alenî ifade ve hareketleriyle DP’yi tutmuş, yardım etmişti.

Bu mevzu’ ilerde de ayrıca ele alınacağından, burada bilmünasebe kaydedildi.

(17) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 71

1875

1876

DÖRDÜNCÜ FASIL

(Türkiye’de ve Dünya’da İnkişaf Eden Hadiseler ve Üstad’ın Değerlendirmeleri)

Hazret-i Üstad’ın, dünya hadiselerini Kur’an ve iman hizmeti noktasından değerlendirmeye tabi tutması, sadece DP iktidarı döneminde değildir. Belki dünyadan ve hadiselerinden ve siyasetinden en çok uzak kaldığı yıllarda da, ona karşı tamamıyla bîgane kalmamış, hizmet-i Kur’ana taalluk eden noktalarıyla değerlendirmiş ve zaman-zaman talebelerine bildirmiştir.

İkinci Cihan Harbi hadiselerini ve Türkiye’de harbten sonra inkişaf eden bazı müsbet hadiselerin iyi cihetlerini iman ve Kur’an nuruyla bakıp yaptığı değerlendirmeleri, neşrettiği lahika mektuplarında mevcutturlar. Fakat 1946 yıllarına kadar bu değerlendirmelerin tek bir tanesini dahi hükûmet ricaline bildirmiş değildir. CHP iktidarının son yıllarında yapmış olduğu sadece iki değerlendirmesini hükümet ricaline de bildirmesi olmuştur.

Bunlardan birisi: 1946 CHP iktidarının içişleri bakanı olan Hilmi Uran’a yazdığı ve fakat göndermediği, daha sonra CHP Genel Sekreterliğine geçtiğ’inde aynı yazıyı ona, bir de CHP iktidarının kendisine karşı uyguladığı merhametsizce zulüm ve tazyiklerin asıl sebeb ve manasını keşfedip kaleme aldığı ve zamanın Reis-i Cumhuru İsmet İnönü’ye 1947 yılı içerisinde gönderdiği istid’adır. Bu iki yazı dışında tek bir yazı  hapislerde iken yolladığı müdafaa parçaları hariç- gönderdiğ-i yoktur. Şikâyetleri havî istid’alar içinde, bilhassa Reis-i Cumhur’a yazılan istid’ada can damarı hükmünde çok büyük ve hayatî hakikatları ihtardan ibaret ve kudsî bir değerlendirmeyi taşıyan o iki yazı, bu kitabın ilgili yerlerinde kaydedilmiştir.

Amma 1950’den sonraki DP iktidarı döneminde ise, durum hayli değişik ve farklıdır. Çünki hadiselerin değerlendirmelerini kaleme aldığında yine en başta kendi talebelerine, zaman zaman da hükûmet ricaline intikal ettiriyordu. Bir kaç kez de direkt olarak DP’li hamiyetkâr zatları ikaz eden yazılar da gönderdi.

Buna göre, bazı çevrelerin; Üstad’ın sadece DP iktidarında dünya hadiselerine baktı, siyasî ve içtimaî mevzularda değerlendirmeler yaptı.. Veya, (sözüm ona) tek partili, çok partili sisteme göre kendini ayarladı. Ondan önce hiç bakmadı, değerlendirmedi gibi lâf ve güzafların ilim ve hakikatla alâkası olacak hiç bir değeri haiz değildir. Bunları ileri sürenlerin, Bediüzzaman’ın hayat seyri ve yaşayışından haberleri yoktur diyebiliriz. Nitekim bu kitabın her bir faslında bu hadisat değerlendirmelerinden nümuneler 

1877

dercedilmiştir.

Hazret-i Üstad’ın bilhassa 1950’den sonraki değerlendirmeleri içerisinde hakikatlı, istikametli temel mes’elelerdeki ikaz ve irşadlarını üç ana kısımda toplamak mümkündür.

Birinci Kısım: Demokratları re’sen ikaz ve irşadları..

İkinci Kısım: DP iktidarı zamanında da; yerleşmiş CHP zihniyetli kadro kalıntılarının sinsî ve sistemli plânları ile, yer yer uygulanan zulümlü bazı muameleleri şikâyet yollu bildirme içinde Demokratlara gösterdiği selâmetli çıkış yolu ve aynı istikamette yaptığı ikazlar..

Üçüncü Kısım: Dünyada ve Türkiye’de inkişaf eden hadiseleri değerlendirerek, başta talebelerine, dolayısıyla iktidarı elinde tutan hamiyetkâr zatlara müteveccih, bazen müjdeli, tebrikli; bazen de ibret dersleri ve çıkış yolları gösterici irşadlarıdır.

Hazret-i Üstad’ın bu derslerinde, bazen DP’lileri müsbet yöndeki icraatlarını tebrik içinde; ikmale götüren yol ve metodlarını da bildirmiştir. Şu üç ana bölümler ile tarifini yaptığımız ve bölüm-bölüm nümunelerle izahı yapılacak olan bu değerlendirmelerde Hazret-i Üstad’ın verdiği esas ders ve yaptığı ikaz ve bildirdiği irşad ve tenvirleri çok hülâsalı olarak topluca şöylece özetlenebilir:

1- Demokratların Kur’an ve imana ve şeair-i İslâmiye hakikatlarına tam dayanmalarını temin maksadıyla; Onları iktidara getiren şeyin en başta Kur’an ve imanın manevî kuvveti ve desteği olduğunu tarihî ve ilmî ve mantikî beyanlarla, bazen yumuşak üslub içerisinde, bazen de uyandırmak için başlarına sertçe vurduğu ana esas ve temel hakikatlardır. Bu mananın esas tılsımı ve ana umdesi olarak da, iki şeyin behemahal yapılması ve yerine getirilmesinin kat’i lüzumunun ihtarından ibaret ikazları idi.

Bunlardan birincisi: Risale-i Nurların resmen hükûmet eliyle Ya Maarif vekâleti veya Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla neşrettirilmesi..

İkincisi: Ayasofya Camiinin eski kudsî vaziyetine bir an önce çevrilmesi…

İkinci isteği: (Yani Demokratlardan umumî olarak istediği şeylerin ikincisi) İslâm Âlemiyle uhuvvet ve yakın alâkayı inkişaf ettirecek ve onu kendi arkasında ihtiyat kuvveti haline getirecek olan adımların atılması.. 3- Hangi şekil ve namlar altında görünürse görünsün, dünyanın ve insanlık âleminin bugünkü haliyle iki ana kamp halinde bölünmüş olmasından; bir tarafı inkâr-ı uluhiyyet ve dinsizlik üzerine bina edilmiş

1878

komünizm, sosyalizm ve sair taraf ve bloku..

Öbür tarafı da: Tüm sefahet, rezalet ve mimsiz medeniyetiyle birlikte; demokrasilik ve fikir, din ve vicdan ve insanlık hak ve hürriyeti üstünde müesses Batı dünyası ve Amerikan bloku şeklinde teşekkül etmesinden; dünya siyaseti itibarıyla bu ikinci tarafın yanında olabilecek şekilde siyasî hareketlerin takib edilmesi idi.

Evet, Hazret-i Üstad’ın Demokratlara verdiği derslerin esasları hülâseten ve temel prensib olarak bunlardan ibarettir diyebiliriz. Ama bütün bu derslerin icrasında, iman ve Kur’an hakikatlarına dayanmayı; Komünizm âfetinin tam olarak durdurulabilmesi için maddî kuvvet ve tedbirlerin yetmiyeceğini, onu durduracak ve tevkif edecek ve bizi onun istilâsından koruyacak ancak ve ancak Kur’anın ve imanın dersleri ve hakikatları olabileceğini, her defasında ihtar etmeyi de ihmal etmemiştir.

DEĞERLENDİRMELERİN TAFSİLÂTI

VE BİRİNCİ KISMI

Üç ana kısım halinde toparlamaya çalıştığımız değerlendirmelerin hakikatlı izahlarından nümüneler vermek üzere, Hazret-i Üstad’ın 1950 den sonra kaleme almış olduğu ders ve irşadlarına geçmek istiyoruz.

BİRİNCİ KISIM: DP’lileri re’sen ikaz ve irşad eden değerlendirmeleri içeren dersler:

Üstad’ın bu kısım ikaz ve irşadları bazen lütf-u irşad denilen yumuşak, ikna’kâr üslublu ve okşayıcıdırlar. Bir kısmı da, oldukça sert üslublu ve şikâyetli tarzdadır. Ancak biz bunları ayrı ayrı sınıflandırmadan kaydedeceğiz. Bunları kaydederken de her bir mesele ve mevzuu  yukardan beri yaptığımız gibi- tarih i’tibariyle başından alıp sona götürmeye, meselâ, her bir bölümün ilgili vesika ve belgelerini, ayrı ayrı kısımlarla 1950’den alarak 1960’lara götürmek gibi… Çok olan vesika ve belgelerden de ancak birer ikişer nümunelerini arzedebileceğiz. Birinci Bölümün Birinci Nümunesi: 30/5/950’de Reis-i Cumhur Celâl Bayar’a gönderdiği şu tebrik telgrafıdır:

“Celâl Bayar-Reis-i Cumhur ANKARA

Zatınızı tebrik ederim. Cenab-ı Hak sizi İslâmiyet ve vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin.

Nur talebelerinden onların namına

Said-i Nursi (1)”

(1) Emirdağ- 2 S: 16

1879

Hazret-i Üstad’ın bu telgrafın arkasından aynı günde “Reis-i Cumhur ve hey’et-i vükelasına – Ankara” diye gönderdiği tebrik mektubu ise, çok mühim hakikatları ihtar etmektedir. Hem de daha işin başında iken onlara asıl vazifelerini ihtar etmek içinde, kendi davasını da tebliğ etmektedir.

Mektup aynen şöyledir:

“Reis-i Cumhur Celâl Bayar ve Hey’et-i Vükelâsına – Ankara

Biz Nur talebeleri yirmi senedir emsalsiz bir ta’zib ve içkencelere hedef olmuşuz. Sabrettik, ta Cenab-ı Hak sizi imdadımıza gönderdi. O işkencelerin sebebini onbeş senedir üç mahkeme hakikî ve kanunî olarak yüzotuz kitap ve bin mektubatta bulamadıklarına, mahkeme-i temyizle Denizli mahkemesini şahid gösteriyoruz. Otuz senedenberi ben siyaseti terketmişim.

Bu defa bir kaç gün zarfında ahrarların başa geçip, milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle, Reis-i Cumhuru ve hey’et-i vekileyi tebrik ile beraber, bir hakikatı ifşa ediyorum. Şöyle ki:

Bize hücum eden, bu mahkemelerde ta’zib edenler demişler: “Bu Nur talebelerinin dini siyasete alet etmek ihtimalleri var. Belki de ediyorlar” Biz de o zalimlere karşı müdafaalarımızdaki binler hüccet ile demişiz ve diyoruz ki:

Biz dini siyasete alet değil, belki rızay-i ilâhiden başka hiç bir şeye, hatta dünyaya ve saltanatına alet etmemek, bizim esas mesleğimiz olduğundan, düşmanlarımızca da tahakkuk etmiş ki, üç senedir üç çuvaldan ziyade dosyalarımızı garazkârane tetkik ettikleri halde, bizi mahkûm edemiyorlar. Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, temyiz o hükümü bozdu.

Evet, biz dini siyasete alet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassibane dinsizliğe alet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine alet, dost yapmaktır ki; üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.

Elhasıl: Bize işkence edenlerin, siyaseti asabiyetle dinsizliğe alet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine alet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.

Said-i Nursi (2)”

Üstad Hazretleri Reis-i Cumhur Celal Bayar’a ve hey’et-i vekileye gönderdiği bu telgraf ve mektup hikâyesi hakkında, hizmetkârı Zübeyr Gün-

(2) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:11 ve Yeni yazı Emirdağ S: 16

1880

düzalp’tan bizzat dinlemiş olduğum bir hatırayı buraya dercediyorum:

“Üstadı’mız Celâl Bayar’a tebrik telgrafını gönderdikten sonra, aynı gün beni çağırdı, Zübeyr dedi. Buyurun efendim dedim. “Ahmak, ben bu telgrafı o koca masona ne için gönderdim?” diye sordu.

Ben boynumu bükerek, bilmiyorum Üstad’ım dedim.

Buyurdular ki: “Eğer ben bu alâkayı göstermesem, derler ki: “Ha!.. Demek Said bizi de beğenmiyor. Onun başka maksadları var” diyecekler ve CHP ile birleşerek bizi daha çok ezmeye çalışacaklar”

1- BÖLÜMÜN İKİNCİ NÜMUNESİ: 6 Eylül 1951’de “Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar” başlıklı yazısıyla Türkiye Cumhuriyeti siyasetinde pek mühim mes’eleleri, tedbirleri ve atılacak adımları bildirmektedir. Yazı aynen şöyledir:

“Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var. Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı.. Bu cereyan yüzde otuzkırk adama zarar verebilir:

Birisi de: Eskidenberi müstemlekâtlarının Türklerle olan alâkalarını kesmek için, Türkiye içinde dinsizliği neşretmek için “ifsad komitesi” namında bir komitedir. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmıyan bir kısım siyasîler hey’etidir. Bu cereyan yüzde, belki binde birisini Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlarını muhafazaya çalışmışız. Mümkin olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamağa mesleğimiz bizi mecbur eyliyordu. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu, gördük ki: Demokratlar evvelki iki müthiş cereyana karşı bize, Nurculara yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince zıddırlar. Yalnız, dinde hissesi az olan bir kısım, garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar.

1881

Madem o cereyan, yüzden ancak birisini, belki binden birisini purutlar ve Hıristiyan gibi yapmaya çevirebilir Çünki İngilizler ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâmdan, ikiyüz adamı purutluğa geçirememiş ve çeviremez. Hem hiç bir tarihte bir İslâm, Hıristiyan olduğunu ve kanaatla başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş işitilmediğinden; İktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyle üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azimenin durmasına ve def’etmesine mecburi vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faydası dokunabilir. Bu cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla, pek kûllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden; o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz-ve dinde laubalî kısmını dahi cidden ikaz edip, hemen çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız diye ihtar ediyoruz.. Ki vatan, millet ve onların hayatı ve saadeti hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak, İman ve İslâmiyele olabilir.

Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmette muvaffakiyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin ehemmiyetli bir mahsulü ve bu vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda da pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nuru müsaderelerden kurtarıp, neşrine hizmet etsinler, ta bu vatandaki dindarları kendilerine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.(3)”

Said-i Nursi (4)”

Görüldüğü üzere Hazret-i Üstad Demokratlara karşı takındığı tavır ve yaptığı nasihat ve ihtarlar içinde hem okşayıcı, irşad edici tabirler bulunuyor, hem de aslî davası olan Risale-i Nur hakikatlarını tebliğ etmeye ve kabul ettirmeye ve onları hizmetkâr yapmaya çalışıyor.

(3)Bu mektubun bir haşiyesi de vardır. Risale-i Nurun memlekete büyük menfaatlerinden ve belâların def’ine vesile olmasından bir çok misallerle 1893 numuneler verilmektedir. Haşiyenin altında da Sungur ve Hüsrev diye imzalar vardır. Bahis uzayacağından buraya dercedilmedi. A.B.

(4)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 65 ve Emirdağ-2 S: 177

1882

BİRİNCİ BÖLÜMÜN ÜÇÜNCÜ NÜMUNESİ: Demokratları, hürriyet ve demokrasilik yolunda asıl hizmete çağırmak içinde, memleketin mühim ve can damarı hükmünde olan bir kanunu tehir etmelerini de tevbih ediyor, zecr ediyor. Yazı 20.12.1951’de yazılmıştır, aynen şöyledir:

Dindar, hamiyetkâr ve vatanperver milletvekillerine şunu arzediyorum ki:

Mekke-i Mükerreme’de Hacer-ül Esved yanında hürmet için konulduğunu hacıların gördükleri Zülfikâr Mu’cizat-ı Kur’aniye mecmuası ile, Medine-i Münevvere’de Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asa-yı Musa mecmuası gibi Risale-i Nurun bir kısım eczaları, Âlem-i İslâmın bizimle hakikî uhuvvetini temine vesile oldukları halde, müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri; Ve biz de çok makamata istid’a ile müracaât edip serbestiyetini istediğimiz; Ve hem Başbakanın “Din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiç bir zarar gelmediğini” söylediği halde:

Bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikinin ta’cili ve takdimi lâzım gelirken, te’hir edilmesi; “Dindar meb’usların nazar-ı millette kendilerine düşen en ehemmiyetli vazifelerini yapmıyorlar” diye dindarların bir telâşı var. Biz de telâş ediyoruz ki; Dahilî gizli dinsizler ve komünizm hesabına çalışan hainler bu vaziyetten istifade etmemeleri için bu gelecek hakikatı sizlere beyan etmeye hamiyeten mecbur oldum. O hakikat da budur ki:

(Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikatı ihtar)

Bugünlerde hastalığım itibarıyla, kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve fırtına ile, gazab-ı ilâhîyi haber vermek nev’inden hiddet ediyorlar gibi âdeta muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir manevî fırtınaya alamet hissettim. Kalbime geldi ki: Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hatay-i umumî mi meydana geldi? Adetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terkettiğim halde, bu nokta için sordum:

“Ne var ceridelerde? Ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu ta’cil edip tasdik etmişler.

1883

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyetin maslâhatı her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem ta’cil hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünki bu tasdik ile, Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dörtyüz milyon âlem-i İslâmın manevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistlik manevi tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un; Amerikan ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade, bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken; o tecavüzü durduran şüphesiz hakaik-i Kur’aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda herşeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi bil-fiil elde tutup, dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sed yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünki Rus şimdiye kadar Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir. Yoksa Rusların tahribat nevinden manevî kuvvetlerine karşı, adliyenin binden birine maddi ceza vermesiyle serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak manevî bomba lâzım ki;O da hakaik-i Kur’aniye ve imaniye atom bombası olup, o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddi ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için, dindar milletvekilleri bu ta’cili lâzım gelen hakikatı tehir etmelerinden çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi, bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğuyla buna itiraz ediyor.

İki dehşetli harb-i umuminin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle; kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz.. Rus da dinsiz kalamaz.. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile iatinad eden ve aklı ve kalbi ikna’ eden Kur’ana tabi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’ana kılınç çekemez.

Said-i Nursi(5)”

Hazret-i Üstad’ın Demokrat Parti milletvekillerini, dindarlar hakkındaki kanunun tehirinden dolayı bu tevbih yazısı sırasında, Demokratlar solculara karşı ve CHP karşısında za’af gösteriyor ve bir nevi rüşvet verme durumunda görünüyorlardı.

(5) Emirdağ.2 Müntehap dosya sıra no: 76 ve Emirdağ-2 S: 70

1884

DP’LİLERİ RE’SEN İKAZ BÖLÜMÜNÜN DÖRDÜNCÜ NÜMUNESİ:

Bu mektup 1952 yılı içinde direkt olarak Adnan Menderes’e hitaben yazılmıştır.(6)”

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa bir kaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum: 

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasisinden birisi:
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى  
Ayet-i kerimesinin hakikatıdır ki; “Birinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.

Halbuki, şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile, bir canînin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriyorlar. Bir canînin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şeni’ gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet, yüz cinayete çevrildiğinden; Gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisle mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısırdaki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil, bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasiden geliyor.

Meselâ, bir hanede ve bir gemide bir masum ile on canî bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtanp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek, ta ki masum çıkıncaya kadar…

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek; On canî yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı ilâhinin celbine vesile olur.

(6) 1371 den başlar defter S: 104

1885

Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış.. Kur’an-ı Hakimin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini zaman ihtar etmiş.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasisi şu hadis-i şerifdir: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ  hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır. Bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm aleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zaafiyetiyle, benlik ve enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet olmaz, esasiyle de bozulur ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur.Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin. Belki nefsâni haksızlıklara vesile olur.

Şimdi Adnan Menderes gibi “İslâmiyetin ve dinin icablarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasiye karşı muhalefet edip, tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan(7) gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci Kanun-u esasiye muhalif olarak, bir cani yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış.(*) Bu derecede bir istibdat-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp -evvelkisi gibi- bir canî yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatta ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükumet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem de Demokratın takib ettiği siyaset aleyhine çalışarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acib bir tehlikeyi o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

(7) Bu iki dehşetli cereyan ile birlikte, üçüncü cereyanın mahiyet ve hakikatleri üstteki yazılarda geçmiştir. A.B.

(*) Hz. Üstad işaretettiği hadise, 1943 yılında, 3. Ordu Komutanı General Mustafa Muğlalı Van’ın Özalp Kazasna bağlı iki köyden 33 adamı, İranla kaçakçılık yaptılar diye kurşuna dizdiriyor.. Köylerinide tarumar ediyor ve uzun zaman o iki köyün yerini askeri yasak saha olarak bulunduruyor… Lâkin 1990’lı Türkiyesi doğuda ikibinden fazla köy ve kasaba yakıp yıktırıyor.. hiç kimsenin de kılı bile kıpırdamıyor.A.B.

1886

للّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle dörtyüzmilyon hakikî kardeşin her gün dua-i umumisiyle manevî yardım görmek yerine; ırkçılık, dörtyüz milyon mübarek kardeşleri, dörtyüz serseriye ve laubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’i bir menfaatı için terkettiriyor. Bu tehlike hem vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinirler.

Bu iki taife(8) her şeyden istifadeye çalışıp, dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz sene zarfında ve her asırda üç yüz-dörtyüz milyon şâkirdi bulunan hakikat-ı Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine, o cazibedar hakikatla beraber nokta i istinad vapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız, sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükliyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmiyecek bir tehlike olur. Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye, ben ve Nurcu kardeşlerimiz; sizin yapacağınız ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasisi dahi bu hadis-i şerifin   اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatıdır.

Yani: Hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adaveti terketmek ve tam tesanüd etmektir. Hatta en bedevî taifeler dahi bu kanun u esasînin menfaatını anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde; o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki: Benlikten, hodfuruşluktan,gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikirle, kendi tarafına şeytan yardım etse, rahmet okutacak.. Muhalifine melek yardım etse, lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor

(8) Hazret-i Bediüzzaman kudsi dehasının ferasetiyle bir kaç sene sonra tahakkuk edecek olan meş’um altmış ihtilal hadisesini haber vermesi içinde, onun tahakkukuna vasıta ve alet olanların ve o günden başlıyarak hazırlık içinde olanların içinde CHP’nin müfrit altı tokçuları ve bunlarla beraber sözde milliyetçi ırkçılar da olacağını beyan buyuruyor. A.B.

1887

Hatta bir salih alim, fikr-i siyasisine muhalif bir büyük salih alimi tekfir derecesinde gıybet ettiğini ve İslâmiyet aleyhinde bir zındıkı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm.. ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.

Hem şimdi, birisi hem Ramazan-ı Şerifte, hem şeair-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir.

Bu acib halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden ma’zur göstermek damarıyla, muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha cânî görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zir ü zeber edip, bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir su-i kasıd hükmündedir.

Daha yazacaktım, bu üç nokta-ı esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.

Said-i Nursi(9)”

Bu mektupla ve içindeki hakikatla çok alâkadar ve münasebettar olan, Emirdağ-2 sahife 81’deki irtica’ meselesi mektubunu da bu makamda dercetmek icabederdi. Ancak ilerde diğer kısımlarda kaydedileceğinden, mezkûr mektubun hakikatlarını da bu makamda düşünerek ve oraya havale ederek kısa kestik.

Demokratları re’sen ikaz bölümünün hususî bir nümuneciği de 1952 baharında başlayıp, 10 Temmuz 952’de sonuçlanan Ticanî davası ve 1 Ağustos 1952’de kurulup, altı ay sonra mahkeme kararıyla kapatılan “İslam Demokrat Partisi” hadiseleri üzerine, Hazret-i Üstad’ın yine Demokratlara hitaben ve onları uyarmak tarzında kaleme almış olduğu “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza dair bir hakikat” başlığı altındaki yazısinın haşiyesini kaydediyoruz. Asıl yazıyı sırasında ve yerinde kaydetmekle beraber, bu haşiyenin üstteki mektupla ilgisi fazla olduğu için burada dercediyoruz: “Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i isti’malleri neticesinde, belki de tahrikleriyle(10) zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve Âlem-i İslâmın nazarında da Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi, kendimce böyle düşünüyorum:

(9)Emirdağ- 2 S:172

(10)Ticanî Şeyhi Kemal Pilavoğlu 1950 seçimlerinde CHP Ankara Milletvekili adayı idi çünki…A.B.

1888

Ezan-ı Muhammedi’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek; ve halen Alem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmisekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nurun resmen serbestisini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit Âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuzbeş senedenberi terkettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said-i Nursi(11)”

Hazret-i Üstad’ın bu çok acib ve çok harika olan teşhisine ve DP’lilerin girdikleri tuzaktan kurtulma çaresini harika dehasıyla bulup göstermesine dikkat edilsin ki: Ticaniler Ankara’da CHP’nin geriden geriye tahrikleriyle heykeli kırmışlardır. Bununla beraber CHP bütün kuvvetiyle suçu, DP’nin ta’vizine, hatta teşvikine müfteriyane şekilde vermeye çalışarak ilân ederlerken; DP iktidarı ise, Ticanîleri mahkemelerce hapislere doldurtmuş ve ağır hükümler vermiştir. CHP’nin sinsî tahrikiyle olduğu kesin olan Ticanî hadisesinde hapislerde mahkûmiyetlerinden tedirgin olarak saldırıya geçen dindar çevreler ise, ayrı bir cepheden DP’ye karşı hücuma geçmiş, hatta bunun neticesi olarak da, İslam Demokrat Partisini kurmuşlardır. Âlem-i İslâmdan da bu hadiseye büyük tepkiye ve tedirginlik alâmetleri belirmekteydi. İşte DP’liler böyle bir girdap ve tuzağın içinde iken, Hazret-i Üstad üstteki yazısıyla onlara çıkış yolu gösteriyordu.

Ve nihayet, DP hükûmeti Başbakanı Adnan Menderes’i ikaz ve irşad eden Üstad’ın yazılarından beşinci nümune:

Bu yazı, Hazret-i Üstad tarafından söylenmiş, talebeleri kaleme almışlardır. Gönderenler olarak da, bazı Nur talebeleri kendi imzalarını atmışlardır. Yazı 23/Temmuz/1955 yılında kaleme alınmıştır. Yazı; Demokratlar akıllarını başlarına getirmeleri ve hazırlanmış veya hazırlanmakta olan komplolu hadiseleri idrak edip öğrenmeleri için, benzeri şikâyet yollu istid’a ve dilekçelerde de(12) bir çok zaman olduğu gibi, bunda da Nur talebeleri kendilerini DP mensubu diye takdim etmişlerdir. Lâkin araştırmalarımızda elde ettiğimiz hakikat ise, bazı hizmetler ve Nur neşriyatının engel- 

(11)Emirdağ – 2

(12)Mevzubahis hadiseler ve o vesile ile yazılan istid’ali yazılar ailerde bakılacaktır.

1889

lenmemesi için hususî şekilde Emirdağlı Hamza Emek ve bir iki kişi daha hariç, imzalarını atanların hiç birisi ne DP’lidir, ne de herhangi bir kayıt ve kuyudları mevcuttur.

Yazı aynen şöyledir:

Sayın Adnan Menderes!

………………………………….

“… Üstad’ımızdan ne için DP’yi muhafazaya çalıştığını sorduk. Cevaben:

“Eğer DP düşse, ya Hâlk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı azamı tamamıyla eski pârtiye yüklendiği için; bu asil Türk milleti, ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiç bir zaman ecnebilere mukayese edilmez.

İşte bunun için, hayat-ı içtimaiyeye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için Demokrat Partiyi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” dedi.

“Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Parti’ve yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmıyarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise: birden hakikî Türk olmıyan; -bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır- O zaman hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek.O vakit hakikî Türkleri, ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek.. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile, masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli tehlikeli olduğundan; Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokratların iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum” dedi.”

1890

Hazret-i Üstad’ın bizzat ifadeleri olarak kaydedilen ve o sıra DP iktidarı ileri gelenlerine gönderilen ve aynı zamanda hususî şekilde neşredilen bu yazının yazılış sebebini ve tabiri caiz ise, vurûd sebebini gösteren onun sonuna eklenmiş şu son satırlardır.

“Sizin gibi, “dinin icablarını yerine getireceğiz. Din bu memleket için hiç bir tehlike teşkil etmez” diyen bir Başvekilden: vatan, millet, İslâmiyet adına Partimize maddî ve manevi büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstad’ımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz.

DP azalarından Nur talebeleri

Mustafa, Nuri. Nuri, Süleyman, Hasan, Seyda, Recep, İbrahim, Faruk

Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmet(13)”

Hazret-i Üstad’ın DP’lileri ikazkâr yazıları daha da vardır. İrtica’ yaygarasına karşı Üstad’ın kaleme alıp gönderdiği ve neşrettirdiği yazısı da son derece mühim ve pek çok kıymetlidir. Bu yazıların tamamına yakın kısmı, Emirdağ-2 lahikası kitabında müteferrikan dercedilmişlerdir. Lâkin Hazret-i Üstad’ın gerek re’sen Demokratları ikaz sadedinde yazdığı hakikatlar, gerekse Nur talebelerinin imzalarıyla ve fakat Üstad’ın sözleri olarak gönderilen şikâyetnamelerin ekserisi, hatta hepsi Nur davasının tebliği içindirler. Bilhassa kendilerini Demokrat Partili göstererek(14) imzalarını atan Nur talebelerinin yazılarında mutlaka bir hadisenin vukuu söz konusudur ve o hadise üzerine o yazılar yazılıp gönderilmiştir. Nasıl ki 1957’de Emirdağ ve Eğridır de,1958’de Eskişehir’de ve nihayet 1959’da Ankara ve Konya’da hükûmetin evhamlı ve titrek davranışlarına karşı, onları ikaz için bir çeşit rüşvet-i kelâmlı yazılar yazılmıştır. Yoksa Nur talebesi iken, bilhassa Üstad’ın hususî hizmetinde bulunurlarken, kendilerini hakikatta DP mensubu şeklinde ilân etme kaziyesi değildir ve bizlere bir ders de değildir.

Evet, Nur talebeleri; Hazret-i Üstad’ın büyük tehlikelerine parmak basıp işaret ettiği hususlardan dolayı DP’yi ehven-üş şer görüp reyleriyle yardım etmişlerdir. Lâkin mukaddes davalarını onlara peşkeş çekercesine onların siyasetlerinin iç işlerine girmemişler ve tâbi’ olmamışlardır. Hem de Müslüman halk arasında Nur talebeliğinin şerif ve kudsi şahsiyetini siyaset çirkefiyle bulaştırmak suretinde hiçbir zaman siyasetçi görünmemişlerdir.

Bilâkis Hazret-i Üstad’ın daima yaptığı gibi, ellerinden geldiğince, DP’lileri,

(13) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 87/7 ve Emirdağ-2 175

(14) Bayram Yüksel Ağabey, Hamza Emek’in bir ara Emirdağ DP başkanlığını yapması, sadece Üstad Hazretlerine karşı yapılan keyfi tacizlerin önüne bir derece sed olma niyeti idi diyor. (Son Şahitler ·1 S: 452)

1891

davası olan Kur’an ve iman hizmetinde yardımcı yapmaya ve vasıtalarıyla büyük şerleri def’etmeye çalışmışlardır. İlerde bu hususa ayrıca temas edilecektir.

ÖZEL BİR FASIL

Doğu Üniversitesi

DP hükûmetinin müsbet ve menfaatlı ve mühim icraatlarından birisi olan o sırada Doğu Üniversitesini vücuda getirmeleridir. Hazret-i Üstad bu meseleyle çok yakından ilgilenmeye ve takip etmeye başladı. İlk önceleri bu üniversitenin Van’da kurulması plânlanmışken ve Reis-i Cumhur Celâl Bayar onun Van’da kurulacağını, Van’da yaptığı konuşmayla vaad ve söz vermişken CHP cenahı ve yandaşı basın buna karşı taarruza geçmesi ve DP hükûmetini, “Said-i Nursi’nin medresesini inşa ediyorlar” şeklinde hücumları karşısında, Demokratlar za’fa düştü ve plânı değiştirdi. Onu Van’dan Erzurum’a naklettikleri gibi, ismini de Doğu Üniversitesi değil, Atatürk Üniversitesi olarak değiştirdi.

İlk teşebbüs:

Şark Üniversitesi fikrini evvelâ Celâl Bayar başlattı. 1951’de Van’daki konuşmasında bu meseleyi açtı. Daha sonra 1952’de Meclisteki konuşmasıyla onun ehemmiyetini dile getiriyordu. 4 Ağustos 1951’de Van’da yaptığı konuşmayla; orada bir üniversitenin kurulacağını vaâd ederek söylemesi ve sonra meclisteki konuşmasıyla onun ehemmiyetini dile getirmesi üzerine; Üstad Hazretleri Celâl Bayar’ın Meclis konuşmasının, Şark Üniversitesi bölümünden bir parçasını bir lâhika mektubu gibi neşrettirdi. Konuşma metninde, ilgili bölümün bir kısmı aynen şöyledir:

“Bu günki iktidarın siyasî proğramında, Doğu’da yüksek bir kültür merkezi tesisinin yer aldığı malûmdur. Geçen senelerde maruzatım arasında, “Doğuda bir üniversite” tesisi lüzumuna ben de temas etmiştim. Yüksek meclisinizce kabul buyurulan ödenekle, mütehassıs bir ilim heyetine icabeden tetkikler yaptırılmış ve neticede Doğu’da bir üniversite kurulması için lâzım gelen şartların mevcut olduğunu ve böyle bir müessesenin, Doğ’unun yükselmesine, maddî ve manevî bakımdan kalkınmasına hizmet edeceği kanaatı te’yid edilmiştir. Müstakil Doğu Üniversitesinin kuruluş kanunu tasarısı hazırlanarak yüksek tasvibinize arzolunmuştur…”

Reis Celâl Bayar’ın bu konuşmasının altında, bir kaç Nur talebesi imzasıyla neşredilen yazı da aynen şöyledir: (Bu yazının ifadesi Hazret-i Üstad’a aittir)

“Reis-i Cumhurun birbuçuk saat devam eden nutkunda; Devletin büyük ve küllî umurları içinde bu hususî meseleyi küllî bir vazife-i hü-

1892

kûmet şeklinde göstermesi; Ve bir iki sene evvel maarif vekili ile beraber Van’a gidip yalnız bu meseleye büyük bir ehemmiyet verip, “Her şeyden evvel bu üniversiteyi açacağız” diye va’detmesi; bu, Şark’ın Cami-ül Ezher’i hükmünde olan “Medreset-üz Zehra” manasıyla “Doğu Üniversitesi” namındaki Darül-Fünuna Üstad’ımız elli senedenberi o meseleye çalışması ve otuz sene evvel mevcut ikiyüz meb’ustan yüzaltmış üç meb’usun imzasıyla yüzelli bin lira tahsisatına dair imza ile kabul etmeleri; ve Sultan Reşad da aynı darül-fünuna yirmi bin altın lira tahsisat vermesi gösteriyor ki; Şark’ın ve Âlem-i İslâmın şimdi en büyük bir vazifesi bu darül-fünûnu; İran, Hindistan, Türkistan ile manevî bir meclis-i şurası ve küllî ve umumî bir medrese-i âliyesi ve ikinci bir Camiül Ezher’i yapmaktır.

Emirdağ Nur talebeleri namına

Mehmet, Nuri, Tahir, Mustafa, Ahmet,

Sadık, Hâlim(15)”

Üstte geçen Celâl Bayar’la ilgili mektubun neşrinden önce de Reis-i Cumhur Celâl Bayar’la Milli Eğitim Bakanı ‘Tevfik İleri’nin 4 Ağustos 1951’de Van seyahatlerinde, Şark Üniversitesi mevzuunda yaptıkları konuşma üzerine, 20 Ağustos 1951’de Hazret-i Üstad bakanlar kuruluna ve hususan Milli Eğitim Bakanına şu aşağıdaki mektubu yazıp göndermiştir:

“Hey’et-i Vekilleye ve Tevfik İleri’ye arzediyoruz ki:

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstad’ımıza söyledik. O da dedi: “Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için Vilâyât-ı Şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla maarif vekilini tebrik ediyorum.

Hem elli beş senedenberi Medreset-üz Zehra namında Şark Üniversitesinin te’sisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da te’sis etmek için hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele geri kaldı. Sonra İttihadçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî Darül-fûnunun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara ve hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir Darül-fünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir…”

O vakit bana va’dettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altun lirayı Şark Dâ-

(15) Emirdağ-2 Müntehab dosya sıra no: 4

1893

rül-fünununa veriniz!.”Kabul ettiler… Ben de Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’de temelini attıktan sonra Harb-i Umumi çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Harekât-i Milliyeye hizmetimden dolayı beni Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu Darül-fünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadçılar yirmi bin altun lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz. Onlar yüzelli bin banknotu vermeye karar verdiler.

Ben dedim: “Bunu bütün meb’uslar imza etmelidirler.” Bazı meb’uslar dediler: “Sen yalnız medrese usulü ile sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Garplılara benzemek lâzım!..”

Dedim: “O Vilâyât-ı Şarkiye Âlem-i İslâmın merkezi hükmünde fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiya Şark’ta ve ekser hükema Garpta gelmesi gösteriyor ki, Şark’ın terakkiyatı dinle kaimdir. (Haşiye)

(Haşiye): Hatta o zamandan evvel, Türk olmıyan bir talebem var idi. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulum-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.”

Sonra aynı talebe, tali’sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş.. Sonra ben dört sene sonra onunla görüştüm, hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocaaına tercih ederim.”

Ben de eyvah dedim: “Sen ne kadar bozulmuşsun!..” Bir hafta çalıştım, onu kurtardım. Eski hamiyetli hakikata çevirdim.

Sonra, Meclis-i Meb’usanda bana muhalefet eden meb’uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var?. ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatına uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermezseniz de, herhalde Şark Vilâyetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermek lâzım…

O vakit, bana muhalif meb’uslar da çıkıp o layihamı 163 meb’us ile imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istid’ayı elbette yirmiyedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.

Başka vilâyetlerde sırf fûnun-u cedide okuttursanız da, Şark’ta herhalde millet ve vatan maslahatı namına ulum-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmıyan Müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesanüde mecburuz.

1894

Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle, elli senelik bir gaye-i hayatımı görüp ta’kip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip Şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh-u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız otuzbeş sene evvel Ebuzziya matbaasında tab’edilen Münazarat ve Saykal-ul İslâmiyet namındaki eserim elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben, hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azim Üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir proğramı ve muazzam bir tedrisatı nevinde, Risale-i Nurun yüzelli risalesini kendime tevkil ediyorum.. Ve bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite Nur talebelerine ve maarif dairesine arzedip, bu meselede muvaffakiyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu biçare Said’e bedel, Risale-i Nura himayetkârane sahip çıkmasını rahmet-i İlâhiyyeden niyaz ediyorum.

Elbâkî Hüvelbâkî

Çok hasta, Çok ihtiyar, garip, tecrid içinde

Said-i Nursi(16)”

Hazret-i Üstad, Doğu üniversitesi meselesini üstteki mektubunun daha geniş ve izahlı esaslarını havî ve o medresenin bulunduğu mevkiin (Yani Van’ın) bir çok İslâm milletlerinin merkezinde olduğunu, hatta o milletlerin nüfus sayılarını da kaleme aldığı daha geniş bir mektub ile Reis-i Cumhur ve Başbakan’a da meseleyi bildirdi ve ikaz etti. Aynı zamanda o mektupta; 23 Eylül 1955’de Türkiye, Irak ve Pakistan’ın ittifak akdettikleri Bağdat Paktını da tebrik ediyordu. Ancak o mektup, buraya dercedilen kısa mektubun muhtevaca aynı şeyleri olduğundan ve lâhikalarda ve Tarihçe-i Hayatta, hususan Emirdağ-2 sahife 194’de neşredilmiş olduğundan oralara havale edilerek buraya dercedilmedi.

Hazret-i Üstad, hükûmet ricalini Doğu Üniversitesi te’sisinden dolayı tebrik ve teşvik ettiği ve bu üniversitede okutulacak derslerin mutlaka hakaik-i Kur’aniye ve Nur dersleri olmasının zaruri olduğunu onlara ilmî ve mantıkî ikna’ usulleri ile bildirip ikaz ettiğ’i gibi; talebelerine de bu hususta büyük müjdeler vererek, bu mananın hükûmetçe anlaşılmasının, Nur talebelerinin hizmetlerinin bir neticesi ve semeresi olduğunu bildiriyordu. Bu

(16) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 64

1895

çeşit mektuplardan da bir iki nümune arzettikten sonra bu faslı kapatmak istiyoruz.

Medreset-üz Zehra olan Doğu Üniversitesinin mazisi ve tarihçesi ise, bu kitabın ilgili bölümlerinde vesikalarıyla izahlı geçmiştir.

Birinci ve ilk müjdeli mektup: Reis-i Cumhur Celal Bayar ile Maârif vekili Tevfik İleri’nin 4 Ağustos 1951’de Van’da yaptıkları konuşma ile bu Üniversiteyi va’detmeleri üzerin, Hazret-i Üstad talebelerine şu mektubu yazdı: (Mektup 22/5/952’de yazılmıştır.)

Nurculara ehemmiyetli bir müjde:

Evvela: Kırk senedenberi ta’kib ettiğim ve Sultan Reşad’ın yirmi bin altun ve eski müstebitler hükûmetinin Millet Meclisi’nde yüzaltmış üç meb’usun imzasıyla, yüzelli bin banknot küşadı için tahsisat verdikleri, hem Âlem-i İslâmın, hem Şark’ın hem bu milletin en mühim bir işi olan Van vilâyetinde Cami-ül Ezher gibi bir İslâm Darül-Fünûnu ve büyük üniversitesi olarak Medreset-üz Zehra’nın yapılması lüzumunu yeni hükûmetin Reisi de anlamış ki; büyük memleket işleri içinde sizlere müjde olarak gönderdiğim aşağıdaki haberi vermiş. Fiilen yapılmasa dahi bu mananın anlaşılması büyük bir fâl-ı hayırdır.

İşte Mecliste Reis-i Cumhur, büyük işler sırasında ehemmiyetli nutkunda bu gelen fıkrayı söylemiş: “… Van havalisinde Doğu Üniversitesinin kurulması için Maarif Vekâleti’nin tetkikata giriştiğini söyliyen Celâl Bayar demiştir ki:

“Doğu vilâyetlerimizden olan Van’da öyle bir irfan müessesesinin kurulması için bütün müşkilât iktiham olunmalı ve önümüzdeki bütçe yılında işe başlanmalıdır” demiştir

Demek Tarihçe-i Hayatı takdim eden genç üniversiteliler bir derece Nur Risalelerinin kıymetini Reise ihsas etmişler.

Saniyen: Reis-i Cumhurun bu çok ehemmiyetli fıkrası, Risale-i Nurun bu memlekette ve bu vatanda ettiği ve edeceği çok kıymettar hizmetlerinin anlaşıldığına bir emaredir ve Nurcuların bütün çektikleri zahmet ve Nurların müsadereleri bu büyük neticeye vesile olması cihetiyle şekva değil, şükür etmelidir.

Salisen:……….(Burası başka mevzua sa’yah değil dair olduğuiçin derc edilmedi.

Elbaki Hüvelbaki

Hasta fakat memnun kardeşiniz

Said-i Nursi(17)”

(17) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 87 ve Emirdağ-2 S: 35

1896

Hazret-i Üstad üstteki mektubunda olduğu gibi, bir çok mektuplarında Şark Üniversitesi meselesinde mesruriyet ve memnuniyetlerini bir çok defa talebelerine izhar ediyordu.O mektuplardan bir nümune daha takdim etmek istiyoruz: Aşağıdaki mektubun da yazılış tarihi 1952’dir. Fakat mektup uzuncadır sadece bazı bölümlerini alıyoruz.

“… İhtiyar Risalesinin üçüncü ricasında beyan ettiği gibi, Medresetüz Zehra’nın mekteb-i iptidaisi ve Van’ın yekpare taşı olan kal’asının altında buluna Horhor medresemin vefat etmesi; Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret olarak o azametli mezara, azametli Van kal’ası mezar taşı olmuş.. Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal’anın başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız!

Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bakî ve geniş bir hey’ette yaşayan Medreset-üz Zehra’yı cismanî bir surette bina ediniz demektir. Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş.. Ve o matbu’ Risalenin(18) yüzkırk yedinci sahifesinden ta yüz elli yedinci sahifeye kadar Medreset-üz Zehra’nın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatları yazmış.. Bir Fâl-ı hayırdır ki; yirmibeş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile, Maarif Vekili Tevfik, Van’da Şark Üniversitesi namında Medreset-üz Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celâl dahi, mühim mes’eleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi; Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor…(19)”

Ve nihayet Şark Üniversitesi meselesi 1952 bütçe yılında kanunlaştı. Fakat daha sonra, Ulus, Zafer gibi gazeteler ve bunların yanında daha bir çok sol basın bu meselede hükümete karşı hücuma geçmesi üzerine, DP hükumeti Üniversitenin yerini Van’dan Erzurum’a nakletmeyi kararlaştırdı. 17 Kasım 1958’de de inşası tamamlanarak açıldı. Reis-i Cumhur Celâl Bayar onun açılışını yapmak üzere Erzurum’a gitti. Açılış konuşmasında, baştan beri kendisinin arzusu olan bu Üniversitenin Van’da kurulmasının bir sebebi olarak: “Atatürk’ün böyle istediğini ve arzu ettiğini” tekrarladı.Üniversitenin ismine de Atatürk ismi konuldu.

(18)Buraya sadece ilgili bir iki parçasını aldığımız bu mektubun üst kısımları Münazarat kitabının bir cümlesinin manalarının tezahüründen bahsettiğ’i için, bu tarzda yazılmış ve o bölümler burada bu şekli almış… A.B.

(19)Emirdağ- 2 S: 107

1897

BİR HATIRA

Üstad’ın evlâd-ı manevisi Abdullah Yeğin Ağabey bu Üniversite ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:

“Şark Üniversitesi Erzurum’a nakledilerek inşası bittikten sonra, bir gün Üstad’ımızın ziyaretine gitmiştim, buyurmuşlardı ki: “O Üniversite benimdir. Çünki ben elli senedenberi onu takib ediyorum. Demokratlar ve Hükumet her ne kadar korkarak onu Erzurum’a aldılar ve ismini değiştirdilerse de, onun manasına zarar etmez,O benimdir… Ve sen orada ilerde Profesör olacaksın!”

Abdullah Yeğin Ağabey diyor: “Benim maddî sebebler itibarıyla orada profesör olmama imkân yoktu. Acaba Üstad Hazretleri ne için öyle konuştu” diye hep düşünüyordum. Sonraları 1960’dan sonra, Albay olan ağabeyim Münib Yeğ’in emekli olunca, oraya öğretim üyesi olarak girmesi ve profesörlüğe yükselmesiyle, Hazret-i Üstad’ın verdiği o haber çok az bir te’vil ile doğru çıkarak manası zâhir oldu.”

HADİSAT DEĞERLENDİRMELERİNİN İKİNCİ KISMI

Bu kısımda, DP iktidarı döneminde de eski parti kadro kalıntılarının sinsi tedbirleriyle Hazret-i Üstad ve Nur talebelerine uygulanan zulümlü bedmuamelelerin hadiseleri vesilesiyle, DP’yi ikaz edici şikâyetli yazıları yer alacaktır. Bu yazılardan, Üstad ve Nur talebeleri DP hükûmetine şikâyetli istid’aları içinde, onların başlarına da vurarak gafletten ayıltmak ve akıllarını başlarına getirmek için dersler de mevcuttur. Ancak bu çeşit yazılar ve mektuplar çoktur, hepsini buraya dercetmeye imkân yoktur. Bunlardan sadece bir kısmı, 1950 yılı içerisinde Nurların müsadere haberi üzerine yazılıp gönderilen ve aynı zamanda talebeler arasında neşredilenlerdir..Ve bir kısmı da o sırada bazı dost gazetelerde neşredilen yazılardır. Biz bunların dışında kalan kısımdan bir iki nümune takdim edeceğiz. Nur talebeleri kendi imzalarıyla gönderdikleri yazıların hemen hepsi de Hazret-i Üstad’ın ma’lumatları altında yazılmış veya kontrolundan geçtikten sonra gönderilmiştir. Hatta bunların bir çoğu Üstad’ın kendi ifadeleri olup, onun emriyle yanındaki Nur talebelerinin imzalarıyla gönderilmiştir.

Birinci Nümune: Hazret-i Üstad’ın emriyle yanındaki hizmetkârı Zübeyr’in imzasıyla 1951’de hükûmet ricaline gönderilen bir yazı şöyledir:

Halk Fırkası iktidar partisi iken Üstad’ımıza yspılan eşedd-i zulüm ile yüzer kanunsuz işkencelerinden birinci nümunesi:

1898

Zemin yüzünde, bu asırdaki kadar misli görülmiyen bir zendeka cereyanının plânlarıyla Üstad’ımıza yirmi beş senedir istibdad-ı mutlak ile yapılan zulmün bir nümunesi şudur ki; Nefes almak üzere kapalı arabayla kırlara gitmek için dışarıya çıktığı zaman, buranın büyük bir memuru kıyafetine ilişmek istemiş. Bu beş cihette kanunsuz ve beş vechile vicdansızlık olan hadsiz cüretkârlığa karşı deriz ki:

Padişahın küçük bir tahakkümüne tahammül edemiyen ve Meşrutiyet ilânında Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkeme Reisi Hurşit Paşa’ya ve mahkeme azalarına cevaben: “Eğer Meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret işe, bütün ins ve cin şahid olsun ki; ben mürteci’im. Şeriatın bir tek meselesi uğrunda bin ruhum olsa fedaya hazırım.” diyen..

Ve Meclis-i Meb’usanda M.Kemal’a karşı: “Namaz kılmıyan haindir, hainin hükmü merduttuı: “Söyliyen.. Ve İslâmî kıyafeti kat’iyen ve asla tebeddül etmiyen ve kıyafetine ilişmek istiyen ve sonra kendi kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzat isminde Ankara valisine: “Bu sarık bu başla beraber çıkar” tarzında konuşarak boynunu göstermesiyle, dokunulmıyan bir zata.. Hem Isparta, hem Eskişehir, hem Denizli Mahkemeleri dahi başını açtırmadıkları ve -Son Afyon Mahkemesi müstesna- binlerce halk ve yüzyirmi polislerin bulunduğu sıralarda bile başını açması ihtar edilmediği ve münzevî olduğu halde; o düşüncesiz memurların manasız ihanet için müdahele niyeti, doğrudan doğruya anarşilik hesabına vatan ve millete tehlike getirmeye çalışmaktır.. Ve bütün bütün kanunsuz olmakla beraber, senelerdenberi emsaline rastlanmamış bir ferağat-ı nefis ve fedakârlıkla, en ağır şerait altında yüzotuz parçadan müteşekkil muazzam ve harika eser külliyatıyla vatan ve milletin manevî kurtuluşunu temin eden böyle bir zata, bu tarzda ilişmek,elbett millet ve gençliğin mahv ve perişan olmasına gayret eden gizli vatan düşmanlarına yardım etmek ve alet olmaktır.

Afyon’da bir iki mütemerrid ve bir zındık masonun iştirâk ve teşvikiyle o insanın bu tarz ihanet etmek fikrine; hiç bir ihanet kabul etmiyen Üstad’ımızın tahammül etmesinden ve ehemmiyet vermediğinden kat’iyyen anladık ki: Bu vatan ve millete kendi yüzünden bir zarar gelmemesi için haysiyetini, şerefini, nefsini, ruhunu, rahatını dahi feda etmiştir.

Konyalı Zübeyr(20)”

İKİNCİ NÜMUNE: Üstad’ın hizmetkârlarından Mustafa Sungur’un Hazret-i Üstad’ın izni ve malumatıyla yazıp bazı meb’uslara gönderdiği mühim bir mektubun bazı bölümleridir: (Bu mektup 12.11.950’de neşredilmiştir.)

(20) Emirdağ- 2 S:191899

Aziz Millet Vekilleri Muhterem Ağabeylerimiz Kasım Küfrevî ve Selahaddin Beyler!

………..

Üstad’ımız Bediüzzaman Hazretlerinin sizlere çok selâmları var. Kırk senedenberi hayatını ona sarfettiği ve üç defa hapislere ve daima tecrid-i mutlakta işkencelere maruz kaldığı ve on beş defa zehirlendiği ve hayatının gayesi ve mahsulü ve meyvesi bulunan yüz otuzüç parça Risale-i Nur eserlerinin bu günlerde beraetine veya müsaderesine temyiz mahkemesince karar verilecektir.

………….

Şimdi Temyizde tetkik edilmekte bulunan bu meselede, hem İslâmiyetinize, hem milletinize, hem mübarek ecdadlarınız, hem sizlerin manevî pek yüksek şeref ve haysiyetlerinizin iktizası olarak, bu ehemmiyetli vazifelerinizi takdir edersiniz. Biz sizlere yalnız haber veriyoruz. Sizlerin çok kıymettar ecdadlarınızın yüksek şeref ve haysiyetle kahramanlıklarını inkâr ile o aziz zatların aziz evlâdı olan sizlere ve binlerce sizlerin akrabalarınıza ve dindaşlarınıza; dinsiz zalimlerin işkencelerini(21) hatırlatmaya lüzum yok. İşte Cenab-ı Hak o zalimlerin o zulümlerine mukabil, yine sizin ecdadlarınızın içinden, onların namına bir elmas kılınç ihsan ederek o zalimlerden zulümlerinin intikamını öyle aldı ve aldırttı ki; en müstahkem kal’alarını ve muazzam cesim duvarlarını parça parça etti… Her tarafa hücum eden dinsizlik ve masonluğa karşı en keskin silâh ve bu asrın tabiiyyun ve felsefiyyun zulümatına karşı en parlak ziya olarak parıldıyan Risale-i Nurdur. Bu vatan ve milletin elinde dinî, içtimaî ve siyasî bütün hayatında en kuvvetli halâskâr ve bütün milletlere karşı mefahir-i âliyesi olarak yâdedilecek bir eserin müsaderesi, şimdi Demokrat idare zamanında hem vatan ve milletin aleyhinde, hem de Demokrat idarenin siyaseti aleyhinde olacak ve milletin ve İslâmiyetin aleyhindeki gizli zındık düşmanlarının ekmeklerine yağ sürülmüş olacaktır.

(21) Üstad’ın hizmetkârı Mustafa Sungur Ağabey bu mektubunun yazılış sebebini şöyle anlatmaktadır “Ben 1950 senesi Şubat’ında Ankara’ya iki takım külliyat götürüp, Diyanet reisi Ahmet Hamdi Akseki’liye teslim ettikten birkaç gün sonra, Emirdağ’a gelip Üstad’ımızın hizmetinde yirmi gün kadar kalmıştım. O sıra Zübeyr Abiyi Üstadımız İstanbul’a göndermişti. Bu tarih tahminen 1950’nin Mart ayı başlarında idi. O sıra Eskişehir’den Yaşar Zeydan isminde bir zat ile, Ankara’da PTT memuru ve Yaşar Zeydan’ın tanıdığı zat, ikisi Üstadımızın ziyaretine gelmişlerdi. Uzun bir sohbet oldu. Üstad bu sohbette Şark hadiselerine temas ederek yapılan zulümleri ve saireyi anlattı ve “Cenab-ı Hak o ulema ve evliyaların içinden veya onların talebeleri içinden birisini çıkarttı (veya bu Said-i çıkardı) Bütün hayfımızı aldırttı. Üstad bu cümleleri söylerken, mübarek yataklarından öyle bir fırladı ki, üç dört adım yürüdü. Ben de Emirdağ lahikası ikinci kısmının sonlarına yakın dercedilmiş Şarklı meb’uslara yazdığım bu mektup, işte o dersten mülhemdir.”

1900

………….

Sizler gibi fıtratları o hakikatın hamuru ile yoğrulmuş İslâmiyet kahramanlarına da arzediyoruz ki, şimdi elinize geniş selâhiyyet bahşeden resmi vazifenizle Nur risalelerinin müsadereden kurtulması hususundaki hizmetinizi rica ediyoruz.

Sevgili Üstad’ımız dahi sizleri haberdar etmemizi bize emrettiler. Biz de size arzediyoruz. Hem hürmet ve selâm eder, muvaffakiyetinize dua ediyoruz.

Nur talebeleri namına

Mustafa Sungur (22)”

ÜÇÜNCÜ NÜMUNE: Aynı tarihlerde Hazret-i Üstad’ın şahsen makamata gönderdiği bir istid’a da şöyledir:

“Reis-i Cumhura, Hey’et-i vekileye, Başbakanlığa, Adliye Bakanlığı yüksek katına, Diyanet Riyasetine – Ankara

Hakikî hürriyet ve adalet için çalışan zatlara bir kaç nokta beyan ediyorum: Birincisi: Hem Denizli Mahkemesi hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi bütün Risale-i Nur eczalarını tetkik edip ve ehl-i vukufun da iştirâkiyle beraetlerine ve sahiplerine iade etmesine bir mahzur olmadığına karar verip, Said’i arkadaşlarıyla beraet ve tahliye ederek, iki sene ellerde ve mahkemelerde kalan Nur Risalelerinin tamamıyla Said’e ve arkadaşlarına iade edildiği ve aynı kararı mahkeme-i temyiz, Kaziye-i Muhkeme haline getirip tasdik ettiği halde; Şimdi Afyon’un, Said’in şahsına karşı iki garazkârın aynı kitapları, hem gayet antika mu’cizatlı yazılı Kur’anını, bütün bütün hilâf-ı kanun olarak müsadere edip Said ve arkadaşlarına verdiği asılsız hükmünü yine aynı mahkeme-i temyiz bozduğu; ve şimdi vatan ve milleti eski partinin garazkârane istibdadından kurtaran hamiyetkâr, vatanperver bazı Demokrat liderleri kemal-i istihsan ile o Risaleleri kabul edip sahip oldukları halde, üç senedir hiç sebebsiz binler lira bizim gibi fukaraya zarar vermek, acib bir zulüm içinde şahsî bir garazkârlık vardır ki; yirmi ay tecrid-i mutlakta hizmetçisiyle temas ettirmediler. Tahliyeden sonra, iki polis kapısında bıraktılar

Hem o gayet müttakî Nur şâkirtlerini kasden sebebsiz, sırf takvalarına ihanet için, mağrib namazının vaktinde muhakeme edip namazlarını kazaya bırakarak acib bir zulüm etmişler.

Hem bütün bu Risale-i Nur eserlerini bir defada Isparta tamamen müsadere edip, tetkikten sonra tekrar aynen iade etmiş..

(22) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 70 ve Emirdağ-2 S: 160

1901

Demokratların zamanında madem Ezan-ı Muhammedî (A.S.M.) ve din dersleri gibi şeair-i İslâmiye ile Kur’ana hizmet ve eskilerin Kur’an zararına tahribatları tamire başlanılmış; Ve madem dinsizlerin ve masonların ve komünistlerin eserleri intişan ediliyor.. Elbette Âlem-i İslâmın Mekke, Medine, Şam gibi yerlerinde büyük âlimlerin takdir ve tahsinlerine mazhar olmuş ve Diyanet riyasetinde hocalara okutturulan Zülfikâr, Asay-i Musa ve Sirac-ün Nur gibi feylesofları susturan mübarek mecmuaları müsadere etmek, üç sene onlarla beraber binler lira kıymetinde değerli mu’cizatlı, altın ile İsm-i Celâl yazılmış, Diyanet reisi bütün takdiriyle tab’ına çalıştığı Kur’anı müsadere eden adamlar; elbette adalet ve adliye ve hakikat hesabına değil, belki komünistlik, masonluk hesabına bir garazkârlık ediyorlar. Ben kendim zehir hastalığıyla şiddetli hasta olduğumdan ve kendi hukukumu müdafaa edemediğimden Sungur’u kendime vekil ediyorum. Eski hükûmetin bana karşı yirmi senelik işkence ile bu tahribatın kaldırılmasını adalet-perver yeni hükûmetin bakanlarından bekliyorum. Kardeşlerimden Mustafa Sungur’u tevkil ediyorum.

Nur şakirtleri namına

Said-i Nursi (23)”

DÖRDÜNCÜ NÜMUNE: Sözü Hazret-i Üstad tarafından olan aşağ’ıdaki mektuba, Üstad’ın emriyle yanındaki talebeleri imzalarını atmışlardır. Bu mektup, daha çok üçüncü kısım olan “hadiseleri değerlendirme” bölümüne ait olduğu halde, burada Demokratları ikaz ve İttihad-ı İslâma sevketme irşadıyla da münasebeti fazla olduğundan, iki bölümün ortasına derci münasib görüldü. Yazıldığı tarih 1951 veya 1952’dir.

“Ehemmiyetli bir hakikat Ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasb-ı halidir.

Şimdi milletin arzusuyla Şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek için çare-i yegânesi; İttihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani’ olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor.. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir.. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilay-i ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip, komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

(23) Emirdağ- 2 S: 23

1902

Bir Ezan-ı Muhammedinin serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler.

Hem manen İttihad-ı Muhammedî’den olan yüzbinler Nurcularla (Eski zaman gibi farmason ve İttihadçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi) şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder, Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokratlara eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmağa hazırlanıyorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde,(*) az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî efradının çoklarını astılar ve Ahrar denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar.

Aynen öyle de: Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor. Hatta ulemanın resmi bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, ta Nurcular vasıtasıyla ulema Demokratlara iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler, ulema dahi tarafdar olurlar. Çünki onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki ona girsinler.

İşte madem hakikat budur: Yirmibeş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen, hem kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip, Demokratları devirmemek için; Demokratlar mecburdurlar ki, hem Nurcuları, hem ulemayı, hem milleti memnun ve minnettar etmek; hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için, bütün kuvvetleriyle Ezan meselesi gibi, Şeair-i İslâmiyeyi ihya için mümkin oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf bazı müfrit ve mason ve komünistler Demokrat aleyhinde olduğu halde, kendini Demokrat gösteriyorlar ki, Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.

Nur talebeleri ve

Nurcu Üniversite gençliği namına

Sadık, Sungur, Ziya (24)”

(*) Ahrarların 2 defa iktidara geçmesinin biri: İttihadçıların oyunu ile Haziran 1912 de Kurulan Ahmet Muhtar Kamil Paşa Kabineleri ..Diğeride, 31 Mart olayı sırasında Sadra’zam Hüseyin Hilmi Paşa (İttihad ve Terakkî güdümünde) Kabinesinin istifası üzerine Kurulan Tevfik Paşa Kabinesidir.(Bkz. Türkiye İnkilabın iç yüzü-Mevlanzade Rifat , Sh. 66)

(24) Emirdağ- 2 S: 24. Bu üç imza sahibi de üstadın hizmetkarlârıdır.A.B.

1903

Ve nihayet beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu nümuneler olarak da; 1957 yılında, Üstad’ın köylerde DP için dolaştığına dair dedikodu ve Isparta Emniyet Müdürünün “Huzursuzluk çıkarıyor” ittihamı üzerine yazılan şikâyetnameler ve ikazlar.. ve ayrıca 16.6.956’da Avukat Abdurrahman Şeref Laç’ın İstanbul Birinçi Ağır Ceza Mahkemesinden Gençlik Rehberi eserlerini teslim alıp, getirip Emirdağ’a Hazret-i Üstad’a teslim ettiği zaman, kaymakamın gösterdiği muamele üzerine yazılan istid’a.. ve 15.8.957’de Eğridir kaymakamının kanunsuz ve keyfi şekilde, Hazret-i Üstadın şehre girmesini men’ etmesi üzerine yazılan istid’a.. ve 27.11.957’de Hazret-i Üstad Eskişehir’e geldiğinde Emniyet Kuvvetlerinin gösterdikleri acib evhamlı tavır üzerine Eskişehir halkı Nur talebelerinin gönderdikleri istid’a.. ve 7.4.958’de Emirdağ’da Hazret-i Üstad ile ilgili vuku’ bulan hadise üzerine Emirdağ halkının ve Demokrnatlarının yazdıkları istid’a.. ve 12.12.958’de bu mevzuları dile getiren Elbistanlı Şair Ahmet Çıtak’ın kaleme aldığı ve bazı bakanlıklara gönderdiği şiirli şikâyetname.. ve en sondada Hazret-i Üstadın Ankara’ya girmesini men’ eden hükûmetin resmî emri üzerine Üstad’ın yazdığı yazı ve aynı günlerde Konya’ya giderken, Emniyet kuvvvetlerinin acib durumlarıyla karşılaşması üzerine yazdığı ikaz ve yazılarıdır.

Biz bunlardan şimdilik sadece 1957 ve 1958’de cereyan eden bir iki hadise vesilesiyle yazılmış istid’alardan bazı örnekler vermek istiyoruz. 1957 ve 1960 arasındaki hadiseler ve o vesile ile yazılan ikazlı istidaları sırasında ve yerinde kaydetmeyi düşünmekteyiz.

1- EĞRİDİR KAYMAKAMI HADİSESİ

Bilindiği gibi, Hazreti Üstadın hayatının son senelerindede birçok defa kendisine su-i kasd için gizlice verilen zehirli hastalıklardan ve ihtiyarlığından dolayı sık-sık tebdil-i havaya ihtiyacı şeditti. 1953-1957 arası, aşağı yukarı her hafta başında Barla’ya, her ay başındada Emirdağ ve Eskişehir’e Isparta’dan kalkıp oralara kadar gider, bir iki gün kalır, tekrar Ispartaya dönerlerdi. Isparta, Barla ve Emirdağ’da kalacağı kiralanmış meskenleri vardı. Eskişehir’dede kaldığı zaman ya bir otelde, yahutda bir talebesinin evinde bir gece kadar kalır ayrılırdı. 1956 veya 1957 senesinde Üstadın arzuları üzerine Eğridir’de de bir ev kiralanmıştı. Üstad Barla’ya haftada bir gidip gelirken bazen bu evindede biraz kalırdı.

15.8.1957 günü Hazreti Üstad yine adeti üzerine Isparta’dan Eğridir’e gitmiş. Evine çıkıp biraz istirahat etmek istemişti. Van tarafından buraya tayin edilmiş yeni bir kaymakam âdi sivil bir elbise ile Hazret-i Üstadın arabasının önüne çikmiş. Ve âmirane bir şekilde Üstadın Isparta’ya dönmesini söylemiş ve Eğridir’e girmesini men’ etmiştir.

1904

Bunun üzerine Eğridir halkı ve Nur Talebeleri ve oranın Demokrat Parti idare hey’eti aşağıdaki istid’ayı müştereken yazmış, Başvekâlete ve Dahiliye vekiline göndermişlerdi. Bu istid’adan bazı bölümler alıyoruz:

“Başvekâlet-i celiliye – Ankara

80 yaşını tecavüz etmiş, bütün hayatını ilmî ve uhrevî sahada harcamış ve büyük ve yüksek eserleriyle Türkiyemizden başka İslâm âleminde tanınmış bir din âlimi olan Bediüzzaman Said-i Nursi , bir müddetten beri halktan uzlet etmiş, bütün saatlerini ibadet, bilhassa dahilde ve hariçte afakı dolduran eserlerinin intişarına vesile olan Demokrat hükûmetimizin her sahada muvaffakiyetine çalışan Nur talebeleri ile.. ve İslâmiyetin teâlisine hasr-ı vücud ederek, dünyadan elini çekmiş, âhirete müteveccih, yalnız gıdasını maneviyattan alarak Isparta’da ikamet etmektedir.

Bu muhterem zat, hasta ve hava tebdiline muhtaç bir vaziyette olduğundan, kazamız bulunan Eğridir’in suyundan ve havasından ve göl manzarasından istifade edebilmek için; Eğridir’de mütevazi bir hane kira ederek, haftada bir gün gelip gitmekte ve hiç bir kimseyle ihtilât etmiyerek, hatta kendisine fahrî hizmette bulunan bir iki hizmetçileriyle dahi görüşmiyecek halde bulunduğu Isparta ve Eğridir halkınca malûm ve müsellem bulunmuştur.

Bu muhterem zat, ber-mutad Eğridir’de kira eylediği hanesinde bir gün veyahut bir kaç saat kalmak ve hava almak için, 15.8.1957 günü Eğridir’e geldiğini haber alan ve siyasî maksad takib eden ve hükûmetimize karşı her fırsattan bil-istifade cebhe alarak, hasis menfaatler teminine çalışan muhalif muarızlardan başka, partimiz mensuplarından ve ileri gelenlerinden bazı mahdut şahıslar da yine şahsî emellerinin tahakkuku için, bu zatın Isparta’da bulunmasını ve Eğridir’e gelip gitmesini ve eserlerinin intişarı ile Âlem-i İslâma ve muhitimize yayılmasını -gizli dinsizlere aldanmalarına binaen- emellerinin tahakkukuna mani’ telâkki edegelmişlerdir.

Bu sebepten, yeni gelen, kazamız kaymakamlığına tayin olunarak, on gün evvel işe başlıyan kaymakamın ruh ve akidesi ve hükûmetimize karşı beslediği menfi düşünce ve hareketlerinin tahakkukunu müsaid bulmuş olmalıdır ki; bervech-i maruz burada menafi-i şahsiyelerini; milletimizin, vatanımızın zararlarında arayan muarız parti mensuplarından başka, zahiren Demokrat mensubu ve fakat iç yüzü muhaliflerden daha ziyade müfrit ve her nasılsa DP’mizin manevî nüfuzunu birer suretle ellerine geçiren ve partimizi içinden yıkmaya çalışan mahdut bazı şahıslar ile kısa bir zamanda kaymakam anlaşarak, aralarında mutabakat hasıl olmalıdır ki; bu muhterem, Âlem-i İslâmca tanınmış, hasta ve ihtiyar Said-i Nursi’nin  yukarda yazılı- bir gün Eğridir’e gelerek, arabasından inmesini; Demokrat hükûme- 

1905

timizi temsil eden sözde idare memuru kaymakam bizzat hiddet ve şiddet göstererek mani olmuş, hizmetçi ve şoförü tehdit etmiştir.

Bu müessif hal ve hareket ise; ancak bu muhterem zatın kıymetli eserlerinin neşrine müsaade eden Demokrat Parti ve hükûmetimizin hudapesendane hal ve hareketine karşı bir su-i kasıd ve ihanet tertibatı olduğu kanaâtına varılmış ve bu hadise çok fena te’sir bırakmış ve halk lisan-ı hal ile bu gibi fena ruhlu, idaresiz idare memurlarının ve kara kalbli, yahudi meşrebli şahısların partimize ve hükûmetimize ve milletimize karşı besledikleri kötü emellerinde muvaffak olmamalarını ve hüsranla mukabele görmelerini Cenab-ı Hak’tan tazarru’ ve niyaz ederek; bu müessif ve hiç bir milletin manen bağlı bulundukları din adamlarına karşı reva görmedikleri hadisenin kasabamızda vuku’ ve hudûsundan doğan teellümat, yalnız kasabamız halkına ve muhterem zata karşı olmaktan ziyade, muvafık ve muhalif,  muhteris particilerden maada- bütün halkça ve dünyaca müsellem olan hükûmetimizin icraatına sed çekebilmek ve halk ve efkâr-ı umumiyeden düşürmek emel ve maksadları her sahada olduğu gibi, her vesile ile de mezbuhane tertib edilmiş su-i kasıd telâkkî eylemekte bulunmuş olduğumuzdan; bu hadise dolayısıyla muhterem zatın muhtemel olan kalbî inkisarlarını tamir ve bütün halkın teessürlerinin izalesi nokta-i nazarından hadisenin maddî ve manevî derkâr olan ehemmiyetine binaen, hadisenin yüce makamınıza arz ve iblağı vecibeden görülmüştür.

Eğridir D.P Mensupları

Yeşilada mahallesinden Kubbeli mahallesinden Poyraz mahallesinden

            Halil Hopan           Salih Gündüz                       Ali Savran

Seydi mahallesinden   Poyraz mahallesinden   Ağa mahallesinden

Mehmet Özdemir          Mustafa Sakarya              Ahmet Kuzgun

DP Hükûmetinin daimi dava vekili

Hakkı Tığlı (25)”

Bu istidaya bir de ek olarak eskidenberi Üstad’a muarız ve zıt, hatta düşman Tevfik Tığlı’nın amcası olan dava vekili Hakkı Tığlı Efendi’nin Dahiliye Vekâletine yazdığı 19.8.1957 tarihli istid’ası, ayrıca 15.8.1957 günü kaleme alınıp Isparta Milletvekili Kemal Demiralay’ın da imza ettiği “Acib bir hadise” başlıklı yazı, birlikte gönderilmiş ve o sıra bunlar lahika şeklinde neşredilmişlerdir.

Hadiseyi daha iyi anlatması bakımından “Acib Bir Hadise” başlıklı yazıyı da buraya dercetmeyi münasib gördük:

(25) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 116

1906

“ACİB BİR HADİSE

Üstad’ımız Said-i Nursi de, bil-hassa son zamanlarda bir hal vaki’ olmuş ki; Kat’iyen kimseyle konuşmuyor. Hatta biz hizmetçileri ile iki dakikadan fazla konuşsa bir hararet başlıyor. Bu acib haletin sükûnet bulması için ara sıra bazı günler tebdil-i hava niyetiyle kırlara çıkıyor. Hiç bir kalabalık yere gidemiyor. Hatta camiye de gidemiyor. Odasından çıktığı vakit, hemen hususi otomobiline bir veya iki hizmetçisiyle biner, bazen de haftada bir veya iki defa kira ile tuttuğu Eğridir’deki evine gidiyor. Bir kaç saat kaldıktan sonra yine Isparta’daki ikametgâhına dönüyor.

Bir gün de yine Eğridir’e gitmişti. Tam evinin önünde birisi rastgeldi ve bize hitaben: “Derhal Isparta’ya dönmenizi emrediyorum” dedi.

Biz önce kim olduğunu bilemedik. Sonra anladık ki; Eğridir’e bir kaç gün evvel Van vilâyetinin bir kazasından gelen yeni kaymakam imiş (26). Biz, hangi kanun veya hangi ta’limat ve nizamnameye istinaden arabamızın önüne geçip şehre girmeyi men’ ediyorsunuz”? diye bu keyfi ve kanunsuz harekete mukavemet edeceğimiz anda; Üstad’ımız Said-i Nursî bizi men’etti. Hem de Said-i Nursi’ye sarsılmaz bir bağlılık ve büyük bir hürmetleri olan şehirli ve köylü ahalinin hususan pazar münasebetiyle (27) bugün kalabalık olmasıyla; kanun hilâfına hareket eden bir kimsenin yüzünden çıkacak herhangi bir hadiseyi önlemek için geriye dönülmüştür.

Şöyle kanaatımız geldi ki; Üstad’ımız Said-i Nursî siyasete katiyen karışmadığı ve insanlarla görüşmediği halde, Risale-i Nurun Anadolu ve Şark vilâyetlerinde ve hatta Âlem-i İslâmda fevkalâde bir hüsn-ü kabul görmesi ve Ankara’da hükûmetin müsaade ve te’yidiyle büyük mecmualarının resmen tab’ edilmesi; Ve bütün mahkemelerinden beraet kazanması sebebiyle; Risale-i Nurla alâkadar olan çok büyük bir kitle de Demokrat lehinde olarak hareket ettiklerinden ve bilhassa bu vaziyet Şark vilâyetlerinde pek zahir müşahede edildiğinden; Nur talebeleriyle hükûmetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eski parti taraftarlarının plânıyla bu yeni kaymakamı, asayiş ve din aleyhinde olan böyle muameleye vesile yapmışlar.

Üstad’ımız en cebbar firavunlara karşı bile izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip baş eğmediği ve hatta esareti vaktinde Rus’un baş kumandanına kıyam etmiyerek ve idamı kabul edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı halde; bu mübarek vatanda asayişe zarar gelmemek için, en küçük bir jandarmanın dahi hürmetsiz ve ismetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabır ile karşılıyor. Sebebi de: Kur’anın bir kanun-i esasisi olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى

(26)Bu kaymakamın adı Mustafa Atak’tır.A.B.

(27)Eğridir pazarı Perşembe günüdür. A.B.

1907

sırrıyla bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz, kardeşi de olsa…

Said-i Nursi Hazretleri Nuru okuyanlara, hususan bütün Vilâyât-ı Şarkiye’dekilere Nur dersleriyle demiş ki: “Dâhilî asayişe ilişmek, yüzde on cânî yüzünden doksan masuma zulüm ve zarar etmektir.. Onun için Risale i Nuru okuyanlara ilişmek istiyenlere karşı bu kaideyi muhafaza etsinler.”

İşte bu sır için siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyor. Yine bu günde bu müessif hadiseden dolayı kaymakama hiddet etmemiş, bilâkis selâm göndererek hakkını helâl ettiğini bildirmiştir.

Asayiş lehine izzetini ve milletin ahireti için dünyasını ve hatta lüzum olsa ahiretini feda eden böyle bir İslâm kahramanı muhterem bir ihtiyar misafirin hukukunu müdafaa kadirşinaslığı, herkesten evvel misafiri bulunduğu Isparta vilâyetinin hükûmetine ve Demokratına düşmektedir. 15.8.1957

Demokrat Nur talebeleri namına

Rüştü Çakın, Mehmet Süzer, Mehmet Babacan, Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp

Düşüncelerinin halisane olduğunu ben de bilmekteyim.

Demokrat Milletvekili Kemal Demiralay (28)”

Yazıda görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad’ın Isparta’daki en eski talebelerinden üç zat ve hizmetkârlarından ikisi, parti ile, siyasetle ve Demokratlıkla -siyasî cihetten- alâkaları kat’iyen yokken; Sırf DP’lilerce ve iktidarca meselenin anlaşılması ve Üstad’larının istirahatı ve Üstad’ın şahsına, dolayısıyla Risale-i Nur hizmetine karşı gizli çevrilen sinsi plânların bilinmesi için kendilerini “Demokrat Nur talebeleri” şeklinde göstermişlerdir.

Şayan-ı ibret bir hadisedir ki; Demokrat Parti’nin iktidarı zamanında dahi Isparta’da, Eğridir’de, Eskişehir’de ve Emirdağ’da 1957 ve 58 yılları içerisinde, idare adamları tarafından Hazret-i Üstad’a bu kadar ta’cizler yapıldığı halde, yine de DP’nin ilk iktidar yıllarında Ezan-ı Muhammediyi i’lân, Risale-i Nurun bir derece serbestiyetini temin ve hürriyet ve demokrasi yolunda atmış oldukları adımlar ve bazı müsbet icraatları gibi bazı iyiliklerinin hatırı için; onlardan tamamen yüz çevirmiyor ve küsmüyordu. Hatta bütün bunlara rağmen 27 Ekim 1957 genel seçimlerinde alenî olarak sandık başına gitmiş ve reyini DP’ye kullanmış idi.

Yine garip hadiselerdendir ki; 1957 Nisanında benzeri hadiseler gibi, bazı tinetsiz idare adamlarının Hazret-i Üstad’a karşı o evhamlı, belki kasdî tacizleri oluyor iken; Isparta’da yapılan askerî Tugay Camiinin harcını at-

(28) Emirdağ- 2 S:184

1908

mak için Tugay Komutanı Hazret-i Üstad’ı resmen davet etmiş, Üstad da bu davete icabet etmiş ve askeri camiin temel harcını mübarek elleriyle atmışlardı.

2-ESKİŞEHİR’DEKİ HADİSE

Eskişehir’de vuku’ bulmuş müessif hadisenin şeklini, Eskişehir halkından ve Nur talebelerinden on bir imzalı istid’alarının metninden anlıyoruz ki: 27 Kasım 1957 Çarşamba günü sabah saat on sıralarında, Emirdağ’dan dönen Hazret-i Üstad, Eskişehir’e gelmiş, Yıldız Oteline inmişler. Herhalde Üstad’ın, önceden buraya geleceğini öğrenen emniyet kuvvetleri ve sivil polisler çoklukla otelin etrafını, içini, hatta Üstad’ın kaldığı odasının kapısı yanındaki yerleri tutarak mevzilendiği görülmüştür. Bu evhamlı acib hadiseye çok hayret eden Hazret-i Üstad, yetkili şahısları yanına çağırarak; meseleyi ve Eskişehir’e ne için geldiğini anlatmak istemişse de, polis şeflerinden yanına kimse gelmemiş ve Üstad’ı konuşturmamışlardır. Bu acib evhamlı durumdan rahatsız olan Üstad, Eskişehir’de durmamış bir daha Emirdağ’a dönmüştür.

İşte bu acib hadiseyi Eskişehir Nur talebeleri ve halkı istid’a suretinde Başvekâlete, dahiliye Vekili’ne ve Emniyet Genel Müdürü’ne bildirmişlerdir. Bu istid’aya da Eskişehirli Nur talebeleri zatlar imzalarını atarken “Eskişehir Demokrat Nur talebeleri” diye kendilerini öyle göstermişlerdir.

Bu hadisede de istid’aya imzasını atanların hiç birisi Demokratlık, particilik ve siyasetle alâkası olmıyan Nur talebeleri, kendilerini o şekil göstermelerinde; Demokratları hadiseler karşısında ikaz ve Hazret-i Üstad’ın rahat bırakılması için uyandırmak olduğunu öğrendik. İstid’anın suretini buraya değil, ilerde dercetmek va’diyle meseleyi kısa kesiyoruz.

İsimlerini yazanların listesini vermek suretiyle bu zatların kimler olduğunu herkes bilecek ve bunların parti ile, siyasetle, ocakla bir alâkaları hakikatta olmadığını öğrenecekler. Mezkûr istid’a müntehap dosyamızın 119. sırasında mevcuttur.

İstid’aya İmzasını Atan Zatlar

“Şükrü Yürüten, Muhiddin Yürüten, Osman Şenkaya, Osman Toprak, Hilmi Yürüten, Yaşar Zeydan, İsmail Hakkı, Ömer Kuzucu, Ahmet Arı, Mehmet İmre.”

Mezkûr hadise üzerine veya bir ihtimalle benzeri diğer bir hadiseden dolayı Emirdağ Nur talebeleri de, 23 Kasım 1957’de Ankara’ya Bakan ve meb’uslara hadiseyi protesto için istid’a yazdılar. Bu istidada da kendilerini Demokrat Nur talebeleri diye takdim ettiler. İçlerinde sadece bir Hamza Emek, resmen parti üyesi idi. Diğerlerinden iki üçü de, resmi parti başkanı

1909

ve üyesi idiler. Bunların dışında kalan hiç birinin parti-marti ile alâkaları olmıyan kimselerdi. Bu istid’anın da sureti bizde mahfuzdur, ilerde belki kaydedilecektir.

EMİRDAĞ’DAKİ HADİSE

Emirdağ halkı ve buranın Demokrat Parti heyeti, 1950’den 1959’lara kadar Başbakan Adnan Menderes’e ve diğer bazı bakanlara Hazret-i Üstad hakkında bir çok defalar istid’alar yazdılar, şikâyetnameler gönderdiler. Bunlar çoktur.Bütün bunlar o sıralarda neşredilmiş lâhika mektupları arasında bulunmaktadır. Emirdağ’da 1958 yılında kaymakam ve jandarmanın Üstad’a karşı, Emirdağ’dan ayrılıp gitmesini kanunsuz şekilde istemeleri ve Üstad’ı ta’ciz etmeleri üzerine, Emirdağ DP idare heyeti ve bazı Nur talebeleri de kendilerini Demokrat göstererek Ankara’ya yazdıkları bir istid’anın sureti ise şöyledir:

25/4/958 “

“Bera-yi malûmat hem resmî zatlara, hem dostlara mühim bir hakikatı beyan ediyoruz:

Üstad’ımız gençliğinde ve hatta çocukluğundan itibaren izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, halktan şiddetle istiğna ediyordu. Zekât ve sadakayı kat’iyen almadığı gibi; ikinci mektupta da beyan edildiği üzere hediyeyide kabul etmiyordu. Bu halin şimdiki ihtiyarlık ve zaiflik zamanında devam edebilmesi için, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle o istiğna düsturu hastalığa inkılâb etti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa, derhal hasta oluyor, o lokmayı yiyemiyor. Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç değildi. Tek başına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi.

Şimdi pek çok talebelerine tayin verdiği ve bir kaç hastalıkla hasta bulunduğu bir zamanda, o istiğna düsturunun muhafazası için rahmet-i İlâhiyye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.

Aynen öyle de: üstad’ımıza hürmet dahi manevî bir hediye gibi olduğundan, şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu. Tarihçe-i hayatının ve ihtiyarlar lem’asının şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak, Siirt’in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Ağrı vilâyetinde Şeyh Ahmed-i Hanî Hazretlerinin türbesine kapandı. Rusya’ya esir düştüğünde doksan kadar esir zabit kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde; üsera kampında Tatarların küçük hâlî bir camiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. İstanbul’da, Darül-Hikmet-il İslâmiye azalığı gibi câzib bir hayat içinde iken, Yuşa’ tepesinde kimsesizliği tercih etti. Van’a döndüğünde, pek çok eski ve yeni talebeleri arasında sürurlu bir ömrü istemiyerek, Erek Dağı’ndaki bir mağa-

1910

raya kapandı. En son defa bu otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrid müddeti onbeş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hatta bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta tutulduğu halde, kimseye şekva etmedi.

Bütün bu haller gösteriyor ki: Üstad’ımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte, bunun devam etmesi için bir nevi hastalık haleti verilmiş. Beş dakika konuşsa, şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hatta Şafiî mezhebinde olduğu için, namazda fatihayı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken; bu hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından mezheb-i Hanefiyi takliden namazlarını eda ediyor. Bu hastalığına dair iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

Şimdi Risale-i Nurun fevkalâde fütûhatı ve Âlem-i İslâmda dahi fevkalâde bir hüsn-ü kabule mazhar olması hengâmında, düşmanlar dahi dostlara inkılâb ettiği bir zamanda; Risale-i Nurun azamî ihlâsının -ki rıza-i ilâhiden başka dünyevî ve uhrevî hiç bir rütbeye, makama alet etmemek- muhafaza için dehşetli bir merdüm-giriz, yani insanlardan tevahhuş ve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı; ve elini öpmek ona adeta bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti, kat’iyen bize kanaat verdi ki; bu bir istihdam-ı Rabbanîdir. Hatta bu hakikatların izharına vesile olan bir şahsı da Üstad’ımız helâl etti. (Haşiye)

(Haşiye): Üstad’ımızdan sorduk: “Neden Risale-i Nurun şa’şaalı intişarı ve düşmanların dahi mağlûb olarak dostane vaziyet aldıkları bir zamanda insanlarla görüşmüyorsun?

Cevaben dedi ki:

“Benim ile görüşmek istiyenler ya muarızdır veya dosttur. Dost olan Risale-i Nurun yüzbinler nüshası benim bedelime tam konuşuyor, bana kat’iyen ihtiyaç bırakmamış.

Görüşmek istiyen muarız olsa, bu otuz sene zarfında pek çok mahkemeler ve ehl-i vukuflar tedkik ettikleri halde, “Ne Nur Risalelerinde ve ne de talebelerinde hiç bir suç bulamıyoruz.” dedikleri, dört mahkeme de uzun tedkikattan sonra Nur risalelerine beraet vererek, kazıye-i muhkeme haline gelen kararları ile bütün mektupları, kitapları sahiplerine iade etmesi, benim bedelime muarızlara da tam cevab veriyor, bana ihtiyaç kalmamış.

Eğer şahsî görüşmek istenilse, bütün Nur talebeleri bir cihette bu biçare Said’in dava vekilleri olduğu gibi, İstanbul da ve Ankara da avukatları bulunduğundan istiyenler onlarla görüşebilir.

1911

Şiddetli hastalığı ve çok ihtiyarlığı için zaruri işlerini gören hizmetkârları

……       ……       ……        …..(29)”

Mahiyetini etraflıca bilmediğimiz o hadisede bir de o zaman Emirdağ’da hükûmet tabibliğini yapan Merhum Dr. Tahir Barçın’ın Üstad hakkında aynı tarihte vermiş olduğu tıbbî bir raporu da vardır. Rapor aynen şöyledir:

DOKTOR

Tahir Barçın

Diploma No: 1221-4689

Emirdağ’ın Çilli mahallesinde mukim Bediüzzaman Said-i Nursî’nin 25.4.1958 günü evinde yapılan muayenesinde:

Hastanın yatakta yatar vaziyette bulunduğu, Kaşektik denecek derecede zaif, kansız ve mecalsiz olduğu, sesinin çıkmadığı, konuşmasının işitilip anlaşılmasına imkân bulunmadığı, ayağa kalkacak durumda olmadığı, umumi bir düşkünlük dahi görülmekle, şimdilik bir hafta yatakta tedavisi icabettiğine dair rapor verildi. 25.4.1958

Pul imza (30)”

İşte ancak küçük bazı nümunelerini kaydettiğimiz hadiseler ve vesileleri ile yazılmış protesto yazıları ve şikâyetli ikaznamelerden görüldüğü üzere: Hazret-i Üstad Bediüzzaman DP iktidarı döneminde de tam bir hürriyet ve rahat yüzü görmemiştir. Hayatının son yılında zaten korku ve telâştan bütün bütün evhamlanan DP hükümeti, bilhassa zamanın içişleri bakanı evham ve za’fiyet içine düşerek; CHP’nin arzuları doğrultusunda Hazret-i Üstad’a karşı müteyakkız ve takibçi duruma düşmüş idi. 1957’den başlıyarak vefatına kadar kapısı önünde bekliyen polisler, bir yere gittiği zaman, onu takib eden polis arabası gibi acib evhamlı titrek vaziyetlerle Hazret-i Üstad hep taciz edilmiştir.

DP iktidarından bir müddet sonra dost ve müsbet bir Adliye Bakanının; Risale-i Nurun müdafaa işlerini o sıra görmekte olan bir avukata söylediği şu sözü: “Sizi bir şer kuvvet adım-adım takib ediyor” hükmü ve hakikatı Hazret-i Üstad’ın vefatına kadar devam etmiştir. Vefatından sonrada 30 yıl aynı durum yine devam etmiştir.

(29)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 121

(30)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 121

1912

Kimbilir belki de, Hazret-i Üstad’ın zaman zaman ifade buyurdukları gibi; kader-i ilâhice o zulümlü ve evhamlı takib ve ta’cizlerin bir hikmeti: “Üstad Bediüzzaman ve Nur şakirdleri tamamıyla Demokratların içindeki bir kısım adamların esnek, batıcı ve bir derece dinden uzak olan durum ve halleriyle angaje olmuşlar, onlar gibi asrîlik bid’atkârlıklarına kapılmışlar, ilmanîlik mefhumunu tamamen kabullenmişler” diye İslâm Âleminin hüsn-ü takdirle karşılamakta oldukları Risale-i Nur ve Nur talebelerinin kudsî hizmetleri hakkında evham gelmemesi için idi.

Hülâsa-i kelam: DP iktidarı insanlık, hürriyet ve demokrasilik adına Hazret-i Üstad’a, Risale-i Nura ve Nur talebelerine bazı iyilikleri dokunmuş olmakla birlikte, onlardan istenen tam hürriyet, tam kanun-perestlik ve tam demokrasilik hizmetleri tamamen değil, üçte birisini dahi ifa edemediler. Çünki korktular, evhamlandılar ve bu halin neticesi olarak büyük zaafa düştüler. CHP’nin şerrinden çekinmek yolunda, son yıllarında artık hiç bir iş yapamıyacak duruma düştüler. İnönü’nün şerli saldırılarından kendilerini muhafaza etmek yolunda ne kadar taviz verdilerse de, düşündükleri ve evhamla çekindikleri iş ve hadise yine de başlarına gelmiş oldu.

Lâkin herşeye rağmen, DP içindeki mason olmıyan hamiyetkâr bir grubun gayretleri ve hamiyetkârlıkları sayesinde, Türkiye’ye az da olsa, hürriyet mefhumunun girmesine veya onun kapılarının açılmasına ve yirmi yedi senelik zalim dikta rejiminin kırılmasına sebeb ve vesile oldukları da inkâr edilemez. Bunun içindir ki, Hazret-i Üstad Bediüzzaman Demokratlardan bir çok nâseza ve münasebetsiz tacizler gördüğü halde, onların Türkiye’ye getirmeye vesile oldukları bazı iyiliklerinin hatırı için, onlardan tamamen yüz çevirmedi, alâkayı kesmedi ve hayatının sonuna kadar da, düştükleri girdaptan kurtulmalarına çalıştı ve çırpındı.

BİR İZAH

NUR TALEBELERİ GERÇEK MANASIYLA DEMOKRAT OLAMAZLAR

Risale-i Nur talebeleri, her ne kadar partiler içinde bilhassa 1950 den sonra, Demokrat partiyi tutmuş ve oylarını vermişlerse de, amma Demokrat nizamının mevcud haliyle ve mahiyetiyle,olduğu gibi Nur talebesinin kabulu ve akide itibarıyle tam inanacağı bir şey olamaz.

Evet, üst tarafta bir kaç nümunesini arz ettiğimiz vechiyle, Nur talebeleri sadece zevahiri kurtarmak ve mevcut Demokrat iktidarının aleyhinde olmadıklarını göstermek için;Üstad Bediüzzamana karşı Demokrat iktidarı döneminde, yapılan bed muameleler vesilesiyle makamata yazdıkları istidalarda kendilerini Demokrat diye gösterenlerin hiç birisinin kaydu ve kuyudu olmadığı gibi;kayıdları olmuş olsa da, sadece zahire göre olduğu ve hakikî manasıyla mevcut Demokratlık nizamını olduğu gibi kabul ve tasdik

1913

etmek ise, dinin hassas akidesinin bazı köşelerine dokunan pek mühim noktaları es geçmek demektir.O halde, Nur talebeleri sadece o zamanlar CHP ye karşı ehvenüş-şer olan Demokratları, içlerine girmeden uzaktan desteklemek gibi davranışta bulundular. Mesele bundan ibarettir.

Şimdi meselenin hakikat ve asliyetini Üstad Bediüzzaman’ın değerlendirmelerinden okuyalım… İşte birinci değerlendirmesi: “Üstadımız diyor ki: “Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki;bu te’hirde de hayırlar varki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç Âlem-i İslam’da nurun ehemmiyetli te’sire başlaması ve inkişaf ve intişara başlaması.. Ve buranın siyasileri Avrupaya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle;mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tammesi için karar vermek;hariç Alem-İslamda nurların hakikî ihlasına böyle bir şüphe gelecekti ki:“Ya nurcular riyakarlığa macbur olmuşlar..Ve yahut böyle medenileşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar,za’af gösteriyorlar ” diye nurun kıymetine büyük zarar olduğu için,bu te’hir o evhamları izale eder ve ispat ediyor ki:Otuz senedenberi İslamiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.”(Emirdağ-2 S:107 )

Üstadın ikinci değerlendirmesi(Abdullah Yeğin Ağabeyin Berlinden faks ile gönderdiği 9.04.1996 günkü mektubu ve hatırasında, Üstadımızdan duyduğu sözlerini aynen naklediyoruz:)

“Bir zaman, üstadımızın son zamanlarında,zannederim 1958 senesi idi.Türkiyede 16 yerde nurcular tevkif edilmişti. Ben de herhalde sen de tevkif edilmiştin.(1) Hapisten çıktıktan sonra Üstadımızı ziyarete gitmiştim. O zaman üstad dedi ki:“Halk partisi ve Demokrat partisi ikisi kardeştir”.Ellerini iki parmağına işaret ederek:“Böyle iki kardeştirler” Alem-i İslam Nurcuları takip ediyor..Bunlar hakikî şeriatçı mı, yoksa siyasetçi mi? diye.. Türkiyede sizlerin tevkifınız, bizim siyasetçi veya Demokrat olmadığımızı gösterdi. Nurcuların şerefini kurtardınız. Demek, biz Debmokrat değiliz. Halk partisi başımızı kesiyor.. Demokrat kolumuzu kesiyor. Başımızı kurtarmak için, biz kolumuzun kesilmesine razı olduk,

Demokratı destekledik“ Her ne ise..

Abdullah YEĞİN”

(1) Abdulkadir Badıllı’yı kasdediyor .

1914

HADİSAT DEĞERLENDİRMELERİ BÖLÜMÜNÜN
ÜÇÜNCÜ KISMI

Bu kısım, dünyada ve Türkiye’de inkişaf edip zuhur eden hadiseleri ve bunların Hazret-i Üstad tarafından yapılan değerlendirmelerini ihtiva edecektir.

Hazret-i Üstad son hayat faslının başlangıcı olan 1949 yılı sonlarından itibaren, ta 1960’lara kadar çeşitli sahalarda zuhûr eden hadiseleri birer vesile ile değerlendirmiş ve bu değerlendirmelerden bir kısmı vecîz ve öz ifadelerle kaleme almıştır. Bu yazıları başta talebelerine, bir de DP’nin ileri gelenlerine de bildirmek ve onları uyarmak için göndermiştir. Mesela: Türkiye’nin siyasî işler sahasında, İslâm âlemiyle ittihad ve ittifak sahasında, Batı dünyası ve Amerika ile ittifak sahasında, istiklal için ön görülecek tedbirler sahasında vesaire bir çok değerlendirmelerde bulunmuştur.

Üst taraflarda kaydettiğimiz gibi, 1923-1950 arasındaki zaman zarfında da Hazret-i Üstad’ın benzeri değerlendirmeleri çokça olmuş. Fakat o zamanlar bunları sadece kendi talebelerine bildirmiştir. Hükûmet ve idare adamlarıyla bu noktalardan hiç münasebeti olmamış. Zaten o sıralar münasebet de mümkün değildi.

Bu üçüncü kısım mezkûr noktalardan dolayı herhalde biraz uzayacaktır. Çünki, içinde Hazret-i Üstad’ın çeşitli sahalardaki değerlendirmeleri ve ikazları yer alacak. Hem Üstad’ın bu kabil değerlendirme ve ikazlarından  Üstad’ın vefatından sonra- bir çok yorumlar, teviller eklenerek fetvalar alındığı ve siyaset heveslileri kendilerine me’haz ve mesned ittihaz ederek ve sözde bunlara dayanarak hareket ettikleri için, bu değerlendirmelerin gerçek mahiyetleri ve hakikatları ve vürûd sebebleri ve ayrıca öz metinlerinin hâs manaları ele alınacaktır. Bu değerlendirmelerin de, üstteki mevzular gibi sınıflandırılması mümkin ise de, ancak fazla uzama korkusuyla müştereken kaydedilmesini münasib gördük.

DEĞERLENDİRMELER VE NÜMUNELERİ

1- 1950 yılı içinde bir hadise münasebetiyle Üstad’ın yaptığı ilk değerlendirilme şöyledir:

9.5.1950, genel seçimden bir hafta önce talebelerinin leyle-i mi’raçlarını tebrik içinde, şöyle bir hususa işaret ediyor ve bu işarette Demokratların iktidarı ele geçireceklerini ima ediyordu.

“…Salisen: Otuz seneden beri siyaseti bırakıp havadislerini merak etmediğim halde; Mu’cizatlı Kur’anımızı iki buçuk sene müsadere edip vermemek ile beraber, dünyada emsali vuku’ bulmamış bir tarzda Afyon

1915

mahkemesi bizi tazip ve kitaplarımızın neşrine mani’ olmak cihetiyle ziyade beni incitti. Ben de bu beş-on günde iki-üç defa siyaset dünyasına baktım, acib bir hal gördüm:

Müdafaatımda dediğim gibi; istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile hareket eden bir cereyan-ı zendaka; masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladığını gördüm. Fazla bakmak mesleğimce iznim olmadığından daha bakmadım.

Elbaki Hüvelbaki

Hasta kardeşiniz

Said-i Nursi (31)”

2- Ezan-ı Muhammedi’nin i’lânına ilk teşehbüs hadisesini Hazret-i Üstad şöyle bildiriyordu: (Bu mektup 1950 Ramazan başında yani 14.6.1950’de yazılmıştır.)

“…Nurlar kemal-i ihtişamla İstanbul ve Ankara münevver gençlerinde büyük bir iştiyakla kendi kendine intişar edip şâkirtlerine ders veriyor. Bu manevî galebesinin bir neticesidir ki; Ezan-ı Muhammedînin okunmasına çalışan Başvekile, yüzer imza ile genç münevverler teşekkür ve tebrik yazıyorlar….(32)”

3- Demokrat Hükûmetinin 16.6.1950’de Ezan-ı Muhammediyi i’lân etmesi üzerine, Hazret-i Üstad şu mektuptaki değerlendirmeyi kaydetmiş ve neşrettirmiştir: (Bu mektup da 1950 yılı Ramazanı içinde yazılmıştır)

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Hem sizin, hem Âlem-i İslâmın mühim bayramlarının mukaddemesi olan bu memlekette şeair-i İslâmiyenin yeniden parlamasının bir müjdecisi olan Ezan-ı Muhammedînin kemal-i ferahla on binler minarelerde okunmasını tebrik ediyoruz.. Ve seksen küsûr sene bir ibadet ömrünü kazandıran Ramazan-ı şerifteki ibadet ve dualarınızın makbuliyetine âmin diyerek, rahmet-i ilâhiyeden her bir gece-i Ramazan bir Leyle-i kadir hükmünde sizlere sevab kazandırmasını niyaz ediyorum. Bu Ramazanda şiddetli za’afiyet ve hastalığımdan çalışamadığımdan sizlerden manevî yardım rica ediyoruz…”

(31)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 11

(32)Emirdağ- 2 S: 20

1916

Bu mektubun devamında Isparta’nın mübarekiyetinden ve Isparta hükûmetinin Nurlara karşı hep iyi davranmasından bahsetmesi münasebetiyle; Ispartadaki ahrarların, yani Demokratların Nurları takdir etmelerine ayrıca minnettar olduğunu yazmaktadır. Daha sonra bunun devamında da Isparta’ya bir iki ay sonra gelmeyi düşündüğünü yazmaktadır. Isparta ve Demokratlarından bahseden Üstad’ın mektubunun devamı şöyledir:

“Saniyen: Benim son hayatımı Isparta ve havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Ve Nur efesinin dediği gibi demiştim: “Isparta taşıyla toprağıyla benim için mübarektir diyor”

Hatta yirmibeş senedenberi beni işkence ile tazib eden eski hükûmete ne vakit hiddet etmişsem, hiç bir zaman Isparta hükûmetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükûmetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlıyan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar, yani Hürriyetperverler, Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp, tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar…(33)”

Bu mektupta Hazret-i Üstad Isparta’daki Hürriyetperverlere minnettar olduğunu, dua ettiğini yazdıktan sonra, “İnşaallah o ahrarlar, istibdad-ı mutlakı kaldırıp, tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.” diyor.

Bu mektubun muhtevasında olduğu gibi, Hazret-i Üstad gerek Kastamonu lahikasında, gerekse Emirdağ-1 lahikasında bir çok defalar Ispartadan senakârane bahsetmiş, hem İslâm köyünden de senakâr bir çok ifadeleride vardır. Ancak mevcut ve mahfuz hiç bir mektubunda; (Son zamanlarda Hazret-i Üstad’a izafe edilen ve rivayeti de sadece İslam köylü Abdullah Çavuş’a dayandırılan ve güya, Hazret-i Üstad bir mektubunda: “İslâm köyünden bir adam çıkacak… Eğer Kur’an’a ve İslâmiyete hizmet ederse…ilh” olacak.. cak.. cak…) gibi hâşâ bin kere hâşâ kehanetkâr sözleri varid değildir ve yoktur. Ne hususî mektuplarında, ne umumilerinde, ne neşredilmemişlerde, ne de edilmişlerde… Eğer vardır diyorlarsa buyursunlar, göstersinler..

Bu manaya benzer bir rivayet şeklide İspartalı Rüştü Çakın Ağabeye izafe edilmiştir.Ancak bunda Üstadın mektuplarından bahis yoktur.Hem sadece bir rivayettir. Bizde bir şey demiyoruz.

Şayet merhum Abdullah Çavuş bunu böyle söylemişse de, kendisinin meczûbane bir içtihad ve istinbatı olabilir. Merhum Abdullah Çavuş herkesçe bilindiği gibi, cezbeli bir zat idi. Her ne ise…

Bu gibi gayr-ı vârid rivayetlerin neşrinden maksad, İslam köylü Süley-

(33) Emirdağ-2 Müntehab dosya sıra no: 16 ve Emirdağ-2 S: 20

1917

man Demirel medar-ı nazar olduğu ma’lumdur. Bizde bu hususta hz. Üstadın hizmetkârlarından Bayram Yüksel Ağabeyin bir rivayet ve hatırasını nakletmek istiyoruz. Tâki hakikat vuzûha kavuşsun.

İşte Bayram Ağabey der ki: “Bir gün Ispartada, Süleyman Demirelin kayınbabası geldi, hz. Üstada bir müjde tarzında dediki: “Bizim damad Devlet su işleri genel müdürü olmuş!.” Fakat Üstadımız hiç alaka duymadı ve ses çıkarmadı. O zat, müjdevari olan haberini tekrarladı. Üstadımız yine hiç ehemmiyet ve alaka göstermedi” (Bu rivayeti, bayram Ağabey 17/6/1992 Çarşamba günü İstanbuldaki Tevruz apartmanında Abdullah Yeğin Ağabeyin yanında anlattı.)

Şimdi böyle hayalî bir mektuptan söz edip, âleme neşretmek ve onu siyasî bir adama tatbik ederek, mukaddes olan Üstad’ın davasını ve sözlerini ve mübarek şahsiyetini adeta iftiralı bir şekilde siyasetlere alet etmeye çalışmak,bize göre büyük bir cinayet ve kabahat olduğu halde, siyaset şarabının humarı insanları bu derekelere nasıl düşürdüğü hayret ve taaccüble müşahede edilmiştir.

4- KORE’YE ASKERİMİZ GÖNDERİLDİĞİNDE

DP iktidarı başa gelince, Birleşmiş Milletler arasındaki yerini ve hür dünya ile olan münasebetini ta’yin için, 25 Temmuz 1950’de Demokrat iktidarı, Türk askerlerinin Kore’de komünistlere karşı savaşmak için, Birleşmiş Milletler’in emrine ilk olarak dörtbin beşyüz kişilik bir Türk Tugayını verdi ve Kore’ye gönderdi. Bu hadiseye haliyle CHP şefi İsmet İnönü şiddetle karşı çıktı. Hatta o sıra bir çok dindar insanlar ve bazı din adamları da bu hadiseye karşı çıkıyor ve DP iktidarına itiraz ediyordu. “Gâvurların emrinde, başka bir gâvurla harb edilmez. Bu harpte ölen şehid değildir” gibi dedikodular yapılmakta idi.

Fakat Hazret-i Üstad Bediüzzaman, DP iktidarının bu hareketini tasvib ediyor Ve “Elbette inkâr-ı ulûhiyete karşı yapılan bu harbe katılmak lâzımdır” diyordu. Hazret-i Üstad’ın bu ifadeleri her ne kadar yazılı mektuplarında yoksa da, fakat onun en yakın talebeleri ve hizmetkârlarından mevsûkan rivayet edilmiş, şahsen bir çok defalar duymuşumdur.

Ayrıca aynı sene içinde yani 8 Şubat 1951’de Afyon’da münteşir “Kocatepe” gazetesi, Hazret-i Üstad’ın ve Nur talebelerinin Kore meselesinde hükûmetin hareketini desteklediklerini abartarak: “Nurcular Kore’ye gönüllü topluyorlar” diye yaygara koparmıştı. Nur talebeleri de o gazetenin o abartmalı neşriyatına cevab vermişlerdi.(34)

(33)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 16 ve Emirdağ-2 S: 20

(34)Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra defter S: 55

1918

Bu meseleyi, Kore’ye asker olarak giden Üstad’ın hizmetkârlarından Bayram Yüksel şöyle ifade etmektedir:

“…Üstad’ımıza, Kore’ye kur’amın çıktığını anlattım. Üstad’ımız çok sevindi. “Tamam, ben bir Nur talebesini Kore’ye göndermek istiyordum. Onu da, ya seni veya Ceylan’ı düşünmüştüm. İnkâr-ı ulûhiyete karşı Kore’ye gitmek lâzım..” dedi ve çok sevindi. Üstad’ımız NATO’yu da tasvib ediyordu….(35) Hazret-i Üstad’ın bu işteki kesin tavrı ve taraftarlığı bize Peygamberimizin hayatında vuku’ bulmuş ve Kur’andaki sure-i Rum’un başında çok ehemmiyetli bir mevzu’ olarak yer almış olan: O zamanki Mecusi olan İran ile, ehl-i kitap olan Bizanslıların müteaddit defalar harpleri olmuş. Yine bu harplerden birisinin başlangıcında Kureyş müşrikleri İranlıları kendilerinden sayarak; bir harpte Bizanslıları mağlub etmeleriyle iftihar ediyor ve her zaman İran’lıların kazanacaklarını söylüyorlardı.

Hatta Ubeyy ibni Halef ile, Ebu Bekir Sıddık (R.A.) arasında bir mübahase olmuş. Ebu Bekir (R.A.) gelen ayete istinaden, bundan sonra İranlılar harbi kazanamıyacak demiş. Nesine, demişler. On devesine.. hangi taraf kaybederse, on deveyi öbürüne verecek diye kararlaştırmışlar. Hadise Peygamberimize (A.S.M.) intikal etmiş.. Peygamber (A.S.M.) Ebu Bekr-i Sıddıka demiş:

“Git şartnameyi yüz deveye çıkart!” ilh..” hadisesi…(36) Bu meseledeki Hazret-i Üstad’ın tavrının şahidleri olarak bir iki zatın hatıralarını da kaydetmek istiyoruz:

Birinci Şahid: Emirdağlı Ahmet Urfalı demişki: “Üstad hz.leri Kore harbiyle çok alakadar oluyordu. Korede “Kunuri” Çemberi yarıldığının haberi geldiğinde Üstad çok sevinmişti (Son Şahidler-4, sh.253)

İkinci Şahid: Eski Alay müftülerinden Nâci Erdönmez diyor ki: “Ben Hazret-i Üstad’ı İstanbul’da 1952’de Reşadiye Otelinde ziyaret ettiğim esnada, bir çok mevzulardan sonra, mevzuyu Kore’de ölen oğluma getirerek; “Sen oğluna öldü deme, o şehiddir. Dualarımda o yetmiş birinci sıradadır. Sen de Muhammed Naci olarak yetmiş ikinci sıradasın.(37)” Üçüncü Şâhid: Bolvadinli İsmail Hakkı Ünlü der ki: “Kore’ye asker gönderileceğini haber alınca, derhal gidip gönüllü olarak Kore’ye gideceğimi bildirdim. Beni ilk Kore Türk tugayına gönüllü yazdılar.

Kore’ye gitme zamanı gelince, bize üç gün izin vermişlerdi. Ben de memleketim olan Bolvadin’e, ailemle vedalaşmaya gittim. Babam beni alarak, o zaman Emir-

(35)Son Şahitler-1 S: 396

(36)Tefsir-i Bagavi C: 3, S: 475

1919

dağ’da bulunan Üstad Said-i Nursi’ye götürdü. Ondan hayır dua almamı söyledi. Üstad bizi sevgi ve alâka ile karşıladı. Babamla birlikte ellerinden öptük. Üstad’ın babama hitaben ilk sözleri şunlar oldu:

“Oğlun Kore’ye gidiyor, sen çok merak ediyorsun, üzülüyorsun. Hiç merak etme, üzülme! İnşaallah oğlun gidip gelenlerden olacak. Hükûmet Kore’ye dört bin beşyüz kişilik asker gönderiyormuş. Eğer bana da izin verseler, beşbin genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harp etmek için ben de giderdim. Ben Ruslar’la eskiden de harbettim. Şimdi de onlarla çarpışmaya hazırım. Hatta o harplerde yaralanıp esir düştüm” ve bana dönerek:

“Kore’ye gitmekten korkma! İhlâsını muhafaza et!” dedi.

Ben de: “Üstad’ım bu harbe nasıl niyet edeyim?” dedim.

Üstad Cevaben:

“Din-i İslâm uğruna, Allah için cihada, şeklinde niyet et!” diye tavsi ye etti…(38)”

5-ESKİ İKTİDARIN MANEVÎ VİCDAN AZAPLARI

Hazret-i Üstad CHP’nin 1950 seçimlerinde fahiş bir hezimetle mağlubiyetlerini ve manevî vcdan azabı çektiklerini ve dünyada da Risale-i Nur talebelerine verdikleri azab ve işkencelere mukabil, adalet-i ilâhiye ile müstehak oldukları mağlubiyet içine yuvarlandıklarını bir mektubunda şöyle izah ediyor: Bu mektup 14 Teşrin-i evvel, 27 Ekim 1950’de yazılmıştır)

“…Salisen: Nurcuları yirmi senedenberi tazib eden ve hapislere sokan bedbahtlardan, şimdi bazıları hergünde, bize bir ay verdikleri sıkıntılar kadar manevi azap çekiyorlar. Biz o zalimleri cehenneme havale edip sabrederdik. Fakat hizmet-i imaniye kudsiyeti, o bedbahtlar dünyada da bir nevi cehennemi adalet-i ilâhiyeden istemiş ki; bazıları bir senede istibdad-ı mutlaktan aldığı lezzeti, bir günde gördüğü tahkirat ve nefret- umumiyeden gelen o menhus lezzeti hiçe indiriyor gördük, zaman göserdi. Demek adalet-i ilâhiye ve inayet-i ilâhiyyenin himayeti bize kâfir…(39)

6-UMUMİ AF KANUNU

DP hükümeti’nin 14 Temmuz 1950’de çıkarttıkları umumi bir af kanunu üzerine Hazret-i Üstad o hadiseyi şöylece değerlendirmiştir:

“Hapsin lâtif bir hatırasıdır ki ;

Hapislerde, hususan Afyon hapsinde, eski zalim müstebitlerin aldat-

(37)Son Şahitler-1 S: 70

(38)Son Şahitler-1 S: 74

(39)Müntehap dosya sıra no: 21

1920

mak suretinde ara-sıra mahpuslar benden soruyorlardı: “Acaba af olacak mı?”

Ben de derdim: “Bu zalimler aldatıyorlar. Fakat Nur şâkirtleri madem se girdiler. Rahmet-i ilâhiyeden kuvvetli ümid ederim ki: Hapislrin tam bir af ile çıkmasına bir alâmet olduğuna kuvvetle ümid ve müjde ediyordum. Çok defa, çok adamlara bu teselliyi veriyordum.”

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; kahraman Demokratlar o ümid ve ihbarlarımı tasdik ettirip, keyfî tarafgirane bazı kanunların bahanesiyle ve garazkâr bazı memurların tarafgirlik hesabına, bahanelerl ezilen çok mahpusları azaptan kurtarmaya vesile oldular ve milletin cür’etkâr kısmını kendine ve asayişe taraftar ettiler. O vesileyle pek çok mahpuslar Nurlara ve Nurculara birden alâkadarlık sebebiyle, tamamıyla ıslâh-ı hal edip vatan ve millete değil muzır, belki birer hizib ve uzv-u nâfi’ hükmüne geçtiler.

Said-i Nursi (40)”

7-ATLANTİK PAKTI VE TÜRKİYE

16/Eylül/1950’de, Türkiye’nin Atlantik Paktı’na girmesine dair yaptığı müracaatına, İngilizler karşı çıktı ve o defa müracaat kabul görmedi. Ertesi sene 23 Temmuz 1951 tarihinde Amerikan filosu İstanbul’a geldi. Bu hareket ile Amerikan Hükûmeti; Türkiye’yi İngiliz ve Fransızların karşı olmalarına rağmen NATO’ya almaya dair bir kararı gibi idi… Ve nitekim 17 Ekim 1951’de Türkiye’nin Atlantik Paktı’na, NATO’ya iltihakına dair protokol Londra’da imzalandı.

Bu tarihten önce, Üstad’ın Emirdağ’daki bazı talebeleri, İngilizlerin Türkiye’nin müracaatına ihanetkârane karşı çıkmalarına üzüldüklerini görmüş ve 26/6/1951’de şu gelecek değerlendirmeyi yaparak hakikat-ı hali beyan etmiştir:

Demokratların içerisinde meb’us Gazi ve Gazi Yiğit gibi dindarlar ve Isparta’da Rüştü ve akrabası ve Emirdağ’ında Mehmet Çalışkan ve Hamza gibi Demokratların hatırı için yalnız bir saat dünyaya baktım.

Said-i Nursi

Aziz kardeşlerim, bu yazıyı Üstad’ımız yazdırdılar:

1966

İngiliz’lerin bizi Atlantik Paktı’na almadıklarına müteessir olmuştuk. Bilâkis Üstad’ımızın bize beyan ettiği bu hakikatlar karşısında, alınmadığımıza ruh u canımızla memnun olduk.

Mehmet, Hamza, Nuri

(40) Emirdağ- 2 S: 51

1921

“İNGİLTERE’NİN İSLÂMİYETE KARŞI DÜŞMANLIĞI

Elli beş sene önce, İngilterenin Hindistan Müstemlekât Nazırı matbuatta intişar eden bir makalesinde: “Müslümanların elinde Kur’an durdukça, İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamıyacağını, tam hâkimiyetinin te’sisi için Kur’anın sukut ettirilmesi icabettiğini” yazmak suretiyle; Hükûmet-i İslâmiye hakkındaki gizli siyasetini açığa vurmuştu. İngiltere Hükûmeti İslâmlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takib etmektedir:

Birisi: O zamanın, İslâmların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak, Türkleri İslâmiyetten uzaklaştırmaya ve Kur’anı Türkiye’de sukut ettirmeye çalışmaktaydılar.

Diğeri de: Türkiye’den başka memleketlerdeki Müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki; Bu siyasete göre de, din hususunda Müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden,Türkleri İslâmiyetten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde, Türkleri diğer Müslümanların gözünden düşürerek, Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı.

Lozan Muahedesi’nde, İngilizler İslâmiyet ve Kur’an aleyhine olan siyasetlerine devam ederek, o zamanki Türk Hükûmetiyle, İslâmiyeti Türkiye’den kaldırmak esasında anlaşmaya varmışlardı. Eski İngiliz Başvekili Loid Corc, ölünceye kadar bu siyaseti izhar etmiştir. Lozan Antlaşması’na göre, o zamanın hükûmeti İngilizlere İslâmiyeti peşkeş çekmişler (41) Ve Türkiye’den İslâmiyeti otuz sene zarfında kaldıracaklarını tahmin ederek, ona göre teşkilâtlar vücuda getirerek, çalışmaya başlamışlardı. Otuz sene geçince, bu müddetin kâfi gelmediğini görerek, tekrar otuz sene daha çalışmak icabettiğini, o zamanın Başvekili Mecliste (42)açıklamıştı.

(41) 1923’de Türk Hükümeti Lozan Antlaşması gereğ’ince hilâfeti ilga etmesi üzerine, Hindistan Müslümanları işin İngilizlerin oyunundan geldiğini bildikleri için, çok sert tepki göstererek Türk hükûmetin reislerine mektuplar yazdılar. İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey de hilâfetin ilgasına dair bir makale yazdı. Tanin gibi bazı gazeteler bu yazıyı neşretti. Bu yüzden İstanbul’da İstiklal mahkemesi kuruldu. Fikri Bey idam talebiyle yargılandı. 24 Kasım 1923 Hint Müslüman Iiderlerinden Ağa Han ile Emir Ali İsmet İnönü’nün hilâfeti koruması için ve hilâfetin muhafaza içinde bırakılması hususunda mektuplar yazdılar. Bu mektuplar 5 Aralık 1923’de bazı İstanbul gazetelerinde neşredildiği için. İstanbul’da kurulu İstiklal mahkemesi bu gazetecileri de yargıladı… Ve bu haberi yayınlayan gazeteciler tutuklandı ve tâ Aralık 1923’de İstiklal Mahkemesi bu gazetecileri yargılamaya başladı. Bazı gazeteler kapatıldı. Bazıları hüküm giydi vesaire (Bkz. Elli Yılın Tutanağı S:13-15).

(42)1946 yılı içinde, BBM si Kürsüsünde Başbakan Şükrü Saraçoğlu: “Din zehirdir. Türkiyeden dini tamamen ata bilmek için bize 30 zene daha lazım” diyordu. 1948 de Adliye vekili Ş.Fuad Sirmenin meclisteki konuşmasıda benzeri şeyleri söylüyordu. Hz. Üstad bunlara işaret ediyor. (Bkz. Sebilur Reşad Sayı:103, Mayıs 1951) A.B (43)

1922

Şimdiki Demokratların bazı dindarları, eski İttihad-ı İslâm ve İttihad-ı Muhammedî gayesini tahakkuk ettirmek için çalışanlarla birlikteydiler. Demokratların, eski Hükûmet gibi dini ve Şeair-i İslâmiyeyi İngilizlere rüşvet vermeye kalkmamaları icabeder. Zira artık buna lüzum kalmamıştır.

İngilizler son resmi beyanlarında: Türklerin Asyalı ve Müslüman bulunmalarından dolayı onlarla işbirliği yapılamıyacağını açıklamışlardır. Halen ehl-i salib fikrini devam ettirdiklerine bu âşikâr bir delildir. İngilizler de, zaten İkinci Cihan Harbi’nden sonra, Amerika’nın gölgesinde kalarak talî derecede bir devlet olmuştur. Bu yüzden kendilerine fazla ehemmiyet verip, dostluğunu temin için dini rüşvet vermeye ve onlara yaranmaya çalışmanın lüzumu kalmamıştır. İngiliz’in kendisi de bugün Amerika’nın yardımına muhtaç bir haldedir. Demokratlar dörtyüz milyon Müslümanın nefretini kazanmış olan İngilizlerin dostluğu yerin,bil’akis Müslümanları intibaha getirip onlarla kardaşlık ittifakı yaparak, onların eskide olduğu gibi önderliğini yapmaya çalışmalıdırlar. Elbette bu daha çok hayırlıdır. Bu hayırlı nokta-i istinadı kazanmak için de, Ezan-ı Muhammedî gibi dinin diğer şeairini de yerine getirmek yeni hükûmetin en büyük vazifesi olmalıdır. Yeni hükûmet İngiliz dostluğundan ziyade; Amerikan’ın dostluğuna ehemmiyet vermelidir. Çünki Amerika ile Amerikan halkının Âlem-i İslâmla dost olmaları daima menfaatleri icabıdır ve İngilizler gibi İslâmiyet aleyhine bir siyasetleri yoktur.

İşte ben elli beş senedenberi İngilizlerin bu gizli çalışan düşmanlarına karşı Risale-i Nur’u ikameye çalıştım. Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki, Risale-i Nur onların bu sinsi siyasetine karşı geldi ve onları mağlub etti. Eski İttihad-ı İslâm ve İttihad-ı Muhammedi’nin arkadaşı Demokratların bazı dindarları, herşeyden önce elmas bir kılınç gibi Kur’an hakikatları olan Risale-i Nuru ellerinde tutarak Âlem-i İslâmın kardaşlığını kazanmaya.. Ve aynı zamanda İngilizlerin son beyanatlarıyla bize karşı takib ettikleri siyaset, ellibeş sene önceki siyasetin aynısı olduğu anlaşıldığına nazaran; içimizde bulundurdukları ifsad komitesini yok etmeye çalışmalıdırlar.

(Haşiye)

(Haşiye): Otuzbeş senedenberi Euzübillahi mineşşeytani ves-siyaseti diyen ve siyasetle hiç alâkadar olmıyan Üstad’ımız Bediüzzaman yalnız bugün 20.6.951 bir saat için dünya ile meşgul olmuş ve bu hakikatları yazdırmıştır.

Hamza, Mehmet, Nuri (43)”

(43)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 53

1923

Hazret-i Üstad’ın üstteki acib açıklaması yapıldığı o günlerde, “BÜYÜK DOĞU” mecmuasının da 25.9.1950 ve 29. sayısında “LOZAN’IN İÇ YÜZÜ” yazısında Lozan Antlaşması’nda İngilizler tarafından ileri sürülmüş şartlarını, İnönü’nün bilerek kabullendiğini yazıyordu. Ayrıca, bu mesele bu kitabın ilgili bölümünde de genişçe izah edilmiştir.

8-İRTİCA’ MESELESİ

1951 Şubatında bilhassa bazı sol basının kopardıkları irtica’ yaygaraları ve İnönü’nün, yani CHP’nin bu hususta DP’lilere karşı taarruza geçmesi üzerine Nur talebeleri bir çok tekzib yazılarını yazdılar ve neşrettiler. Bunlar çoktur. Bilhassa CHP yanlısı Afyon’da münteşir “Kocatepe” gazetesi 7 Şubat 1951 tarihli nüshasında bu mevzu’da çok şenî’ ve küfrî iftiralar yaymıştı. Bu iftiraların asıl merkezi Hazret-i Üstad Bediüzzaman ve Nur talebeleriydi. O günlerde Hazret-i Üstad da bu meseleye eğilerek bir değerlendirme yaptı ve o çeşit neşriyat yapan gazeteleri muhatap alarak değil, DP iktidarına hitab eden ilmî tahlilli bir yazı neşretti. Yazı aynen şöyledir:

“Kardeşlerim!

Sizce münasib ise Başvekile ve dindar meb’uslara verilmek üzere ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.

MUKADDEME: Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden; hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bu günlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve Hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlanmakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde, bir iki senedir “İrtica ile ittiham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe alet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve Bedeviliğin bir kanun-u esasisine irtica’a çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarane bir ittiham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle, değil siyasete alet yapmak, belki de siyaseti dine alet ve tabi’ yapmakla; ta İslâmiyetin kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardaşı arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalı-

1924

şanlara, pek haksız olarak İRTİCA damgasını vurup, onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.

Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak,( ikinci noktada beyan etmek zamanı geldi.) Menşe’leri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica’ var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki hakikî irtica’dır. onun kanun-u esasisi çok su-i isti’male ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica’ namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır. İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine, medeniyet namına dine hücum edenler irtica’ ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumisini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anûdane particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilâf görünüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla; o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zir ü zeber oluyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zaiflendiği için, millete ve memlekete ve vatana adilâne hizmete muvaffak olunamadığından, maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki: dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için, o gaddar engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasiye karşı, aynı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى nass-ı kat’îsiyle Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslamiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz, kardaşı da olsa.. Aşireti ve taifesi de olsa.. Partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz… “Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup, ahirette mesul olur, dünya da değil. Eğer bu kanun u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilin olan irtica’a düşecek.

İşte Kur’an’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica’ namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri, şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:

1925

“Cemaâtın selameti için ferd feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” diye bir tek cânî yüzünden bir köyü mahvetmekle, bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek cânînin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler masumu sıkıntıya verdirir ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini(*) o bahane ile nazara almaz.

Birinci Harb-i Umumi’de üç bin adamın caniyane siyaset hatasıyla; otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var. İşte bu vahşiyane irtica’ın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şâkirtlerinin Kur’anın yüzer kanun-u esasisinden ayetinin ders verdiği kanun-u esasî ile adalet-i hakikiyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “Mürteci” namını verip, onları müttehem etmek; mel’ûn Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü, en vahşî ve zalimane bir engizisyon kanunu beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’anın mezkûr kanun-u esasisine tercih etmek hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmesiyle; O kuvvetler, muaraza sebebiyle zaifler. Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zaif kuvvetle; hâkimiyetini -hatta istibdat ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’afiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle, ecanibin politikasına, o ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor.Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor.. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor, milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset, garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini Âlem-i İslâmın ilerde cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azim bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

(*) 1946 de, Rusyadan Türkiye iltica eden 200 müslüman insanı Ruslar tehdidkârane geri istemesi üzerine onlara tesliminde, hemen hudut başında’ Ruslar tarafından kurşuna dizmelerine işarettir. A.B.

1926

İşte, o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacib rüşvet ise: Teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ٭ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا ٭ وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى ٭  وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ

kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Üçüncü Nokta: Şimdilik te’hir edildi…

Said-i Nursi (44)”

Aynı günlerde ve aynı noktadan, Üstad’ın aziz şahsiyetine iftiralı saldırılarda bulunan bazı kiralık vicdanlı gazetelere cevab olarak da; yanındaki talebeleri imzasıyla şu aşağıdaki yazıyı kaleme aldırdı.

1- “Şimdi bazı dönme gazetelerin yalanlarıyla yaygaraları, hususiyle hasta olan Üstad’ımız Bediüzzaman hakkında irtica’ lideri demeleri.. ve “Ege vilâyetlerinde propaganda yaparak geziyor ve Kütahya’da taharrî etmişler ve kendine tevkif emri verilmiş” diye hak ve hakikattan pek uzak olan yalan ve iftiralarını okuduk.

Otuzbeş senedenberi -bir iki ay müstesna- hiç gazeteleri okumuyan ve dinlemesini merak etmiyen ve yeni yazının bir harfini dahi bilmiyen Üstad’ımızın yalnız gazetelerdeki kendine ait kısmını okuduk.

Üstadımız buyurdular ki:

“Onların irtica’ dedikleri İslâmiyet ve hakikat-ı Kur’aniyedir. Çünki ben ve bütün Nur talebeleri arkadaşlarımız, bu hakikatın hizmetine fedakârâne çalışıyoruz. Bu hakikat-ı Kur’aniyenin hâricinde ve o hakikata mukabele ve muaraza ise, bir nevi irtidattır. Mürted olmaktır.

Dönme ve yaygaracı gazetelerden birisi, makalesinde Üstadımız hakkında “Otuz bir Mart mes’ulu ve irtica lideri” demiş. Buna karşı Üstad’ımız dedi ki:

“Kırk sene evvel, Divan-ı Harb-i Örfi’de paşalar bana: “Sen mürtccisin!..” demelerine karşı, ben de dedim ki: “Eğer Meşrutiyet, hilâf-ı şerriât ise; bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciim. Çünki İslâmiyeti terketmek, mürted olmaktır.”

O zaman on günde iki defa tab edilen Divan-ı Harp’teki müdafaatında, yalnız ahirindeki “Mürted” kelimesi tayedilip şimdiye kadar daima ellerde gezmiş, kimse itiraz etmemiş ve o şiddetli Divan-ı Harb-i Örfi’de beraet vermişlerdir.

Demek şimdiki yaygaracılar, irtica’ı hakikat-ı Kur’aniyeye perde ve inkılâbı da dinsizliğe maske ve irtidada teşvik suretinde ortalığı karıştırıyorlar.

(44) Emirdağ- 2 S: 81

1927

2- Bütün Emirdağ halkı biliyorlar ki; altı aydır Emirdağ’da hem hasta, hem iki aydır şiddetli bir zehirlenmekle yatağında yatan, ve otuz beş seneden beri siyaseti terkedip dostlarına ve talebelerine: “ız ve asayişe ilişmeyiniz!.” diye ders veren Üstadımıza; ve hiç ömründe Kütahya’ya gitmemiş ve başka yerlerde de hiç bir evi bulunmıyan Üstad’ımıza, şimdiki o yaygaracı gazeteler neşrediyorlar ki, Vilâyetlerde gezerek şebekeler kuruyor ve Kütahya’daki evini taharri etmişler, tevkif emri verilmiş…”

İşte onların bu sözleri bir yalan, bir iftira değil; yirmi vecihle yalan ve iftira olmakla beraber, efkâr-ı umumiyeyi ve asayişi bozmaya bir vesiledir.

3- Bir adamın yaralanmasıyla (45) yirmi bin adamın, taharri edilerek hücumlarını celbetmeye teşvik etmek ve yaygaralarla adliyenin ve zabıtanın resmi hafif bir alâkadarlıklarını pek büyük bir hadise-i vataniye ve taharriyat-ı umumiye şeklinde neşretmek ve i’zam etmek, elbette asayiş ve vatan ve millet aleyhinde bir su-i kasd olduğuna şüphe kalmıyor.

İslâmiyete ve dine çalışanların aleyhinde haksız olarak taarruz eden bir adamın, bir iki hiddetli adam tarafından yaralanmasıyla; yüzbin Müslüman vatandaşları taharriyatla incitmek ve mahzun etmek için neşriyatla zabıtayı şaşırtmak; Kur’an’ın وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى  ayetindeki kanun-u esasisine zıd ve muhaliftir. Hem zabıta ve adliye aleyhinde böyle yaygara etmekle, doğrudan doğruya bu vatan ve millete eşedd-i zulümle bir su-i kasd yapılmış olur.

Emirdağı Nur talebeleri namına

Tahiri, Nuri, Halil, Sadık, Mehmet,

Hamza, Mustafa, Halil (46)”

9-DP HÜKÛMETİNİN MÜSBET İCRAATLARINA KARARI

Demokrat iktidarının ilk başlardaki müsbet icraatlarını, iyiye doğru giden bir müsbet icraata hamlederek, bu hususta daha iyi ve doğruya gitmesi temenni ve arzusuyla onları ikaz eden irşad ve değerlendirmeler yazdı ve talebelerine de bildirdi. Bu kabilden 1951 başlarında bazı hadiseler vesilesiyle Hazret-i Üstad’ın kaleme almış olduğu bir iki mektuplarını kaydetmek münasibdir:

Birincisi: 17.1.1951’de yazılan bir mektubunun bir parçası şöyledir:

“Hamisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zendeka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare

(45)O adam Ahmet Emin Yalman’dır ki 22 Kasım 1952’de Malatya’da yaralanmıştı. A.B.

(46)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 53/1

1928

var. O da Kur’an’ın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren müsibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’aniyedir.

Rehber Risalesindeki “Leyle-i kadir meselesi” şimdi Amerika hem Avrupa’da eseri görünüyor. Onun için şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, Hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile, ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır.

Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma tarafdar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşilik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ana ve İttihad-ı İslâma tarafdar olmaya mecburdurlar.

Sadisen: Yanıma Nur talebesi bir meb’us geldi, dedi ki: “Ben adliye bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim. Adliye vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon mahkemesine Nurların tamamen verilmesine emir verdim. Hatta bendeki Asa-yı Musa’yı da müellifine iade edeceğim” diye bana söyledi.

Halil Özyörük’ün bu sözü, Demokratlara ve nurlara tarafdarlığını gösteriyor…(47)”

10-SAĞ-SOL TABİRİ YERİNE

Hazret-i Üstad, 19.2.1951’de kaleme almış olduğu bir yazısında pek mühim ve vatan ve memleketin içtimaî ve siyasî ve idarî meselesinde can damarı hükmünde olan bir değerlendirmesini şu şekilde izah ederek talebelerine ve bilvesile hükûmet erkânına göndermişlerdir:

“Saniyen: Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki; Hakikî kuvvet Kur’andadır.. ve İslâmiyet uhuvvetiyle ve imanın hakaikiyle tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler.

Evet, bir tahribçi, yirmi tamirciyi telâşa düşürür. Bazen mağlub edebilir. Koca Çin’i kendine tabî yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslümana karşa adeta mağlub bir vaziyette tecavüzden durduran; maddî kuvvetler, haricî dahilî tedbirler, ittifaklar değil.. Belki yalnız Kur’an ve imanın hakikatları, onların büyük kuvveti olan maneviyat-ı kalbiyeyi, tahribatlarına karşı sed çekmesi ve manevî yaralarını tedavi etmesidir.. Ve yeni hükûmetin maarif vekili bu hakikatı hissetmiş ki; seleflerine muhalif olarak; en ziyade iman hakikatlarının neşrine ve din derslerine ehemmiyet veriyor. Hatta büyük bir ehemmiyetle şimdi de Şark darülfünunu (Tabirlerince Doğu Üniversitesi) için yüzbin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.

(47) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 37 ve Emirdağ-2 S: 56

1929

Hem mezkûr hâkikatı hem Ankara, hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli tahribatçı kuvvete karşı, hem vatanı hem gençliği kurtaracak hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olduğunu kat’iyen bildiler ki; Ankara’daki Üniversiteliler, bin dörtyüz imza ile, maarif vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koymasını(48) tebrik etmişler.. Ve İstanbul Üniversitesinde, yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne… demiş ki: Eğer sen Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var, “onlara da solcular gibi bir derece meydan vermiyeceğiz diyerek…”

Ona mukabil o Üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki: Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlub edemez.

Bu mesele münasebetiyle; meslek ve meşrebime muhalif olarak, eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:

Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünistlik mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve Sol, ortası; üç meslek icabettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı, iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünki hakikî bir Müslüman hiç bir zaman Yahudî ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup, tam anarşist olur. İnşaallah maarif ve adliye vekilleri gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı anlıyacaklar. Sağ ve Sol tabiri yerine; Hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zendekadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i ilâhiyyeden bütün ruh-u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.

Umumunuza binler selam…

Elbaki Hüvelbaki

Said-i Nursi (49)”

11-TİCANÎ HADİSESİ VE SONRASI

DP iktidarının ikinci senesinde, yani 1952 baharında vuku’ bulan Ticanî hadiseleri ve 10 Temmuz 1952’de ağır hükümlerle mahkûm olmalarıyla çalkalanan umumî tedirginlik üzerine daha sonra da bu hadisenin te’sirinden gelen bir heyecan ile Demokrat Parti’den ayrılıp, 1 Ağustos 1952’de ku-

(48) Maarif Vekili Tevfik İleri’nin bu mev’zudaki çalışmaları neticesinde, 21 Ekim 1950’de ilkokullara mecburi din dersleri konulması kararı alındı. (Bkz. Çok Partili Politika Kronolojisi S: 16)Ve 4 Kasım 1951 tarih ve 12018/3 numaralı bakanlar kurulu kararı ile de, ilkokullara cebri din dersleri konulduğu gibi,13 Ağustos 1956’da da orta okullara din dersleri mecburi kılındı. (Bkz. Elli Yılın Tutanağı S:146

(49) Müntehap dosya sıra no: 41 ve Emirdağ-2 S: 60

1930

rulan “İslâm Demokrat Partisi” ve altı ay sonra da, bu partinin mahkemece kapatılması.. Ve 22 Kasım 1952’de Malatya’da gazeteci Ahmet Emin Yalman’a yapılan su-i kasd ile yaralanması üzerine; DP iktidarı, CHP’nin saldırılarına dayanamıyarak, korku ve evham içine girdi ve Türkiye çapında milliyetçi, dindar hürriyetçilere baskılar uygulandı, mahkemelerle rahatsız edildi vs… Bunun üzerine Millet Partisi mensublarıyla, DP mensubu bazı dindar kimselerin iş birliği ve fakat CHP’nin tahrikleriyle kurulan ve aynı meselelerin bir uzantısı olan 20 Aralık 1955’de Hürriyet Partisi hadiseleri ve benzeri hadiseler üzerine, Hazret-i Üstad Demokratlara müteveccih olmuş ve onlara acıyarak içtimaî ve siyasî olan bu mes’elelerin esasında yatan hususları değerlendirerek açıklamalarda bulunmuştu. Hazret-i Üstad bu yazısını tahminen 1954 başlarında kaleme almıştır. Onun bir eki olan haşiyesini ise, daha önce Ticanî hadisesi üzerine kaleme almışlardı. Üstad’ın o yazısı aynen şöyledir:

KALBE İHTAR EDİLEN İÇTİMAİ HAYATIMIZA DAİR BİR HAKİKAT

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.

İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete alet etmemeye, belki siyaseti dine alet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslamiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete alet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır. Halk Partisi ise: hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumiyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, 28 senelik bütün cinayetiyle, başkalarının cinayeti ve İttihadçıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yüklenildiği halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, Nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir Nemrutçuluk ile, nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için; bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmıyan ceridelerin neşriyatıyla beraber, bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar.

Halbuki, İslâmiyetin bir kanun-i esasîsi olan hadis-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

Yani: Memuriyet, âmirlik ise; reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır: Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasisine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa, şahsa geçer, istibdat keyfî olur.

1931

Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyetiki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; O, Demokratın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur.

Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle; Avrupa, Âlem-i İslamı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için, pek çok tarzları ve tehlikeleri ile beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar. Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse, ekseriyet teşkil etmiyen ve ancak yüzde otuz hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu ayet-i kerime وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى dır. “Yani: Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olamaz.” Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle ma’sum bir kardaşını belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez” diye İslâmiyetin bir kanun-i esasisidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Madem hakikat budur: Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına mukabil;daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız -eskidenberi yapılan cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa- size de yükleyip, Halkçılar ırkçıları elde edip(50), sizi tam mağlub etmeye bir ihtimal-i kavi ile hissettim ve İslâmiyet namına telâş ediyorum (Haşiye)

Said-i Nursi”

Ve bu hakikata yakinen şahid olup tasdik eden Risale-i Nur talebelerinden

Mehmet Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza, Sadık, Halim, Raşid, Ahmet,

Hüsrev, Sungur, Tahiri, Nuri, vesaire..(51)”

(50)Gerçekten de ve herkesçe malüm olduğu üzere,1950-1960 arasında bir iki defa kapatılan Millet Partisinin ırkçı mensupları, CHP ile sonunda birleştiler ve ordudaki adamlarıyla anlaştılar. Nihayet Demokrat iktidarını,1960’daki ihtilâl ile birlikte devirdiler. Hiç yoktan ve tamamen suçsuz olan Demokratların bir kısmını astılar. Diğerlerini hapis ve sürgünlüklerde perişan ettiler. Hatta siyasî haklarını yirmi sene kadar gasbedecek kanunlar yaptılar. İşte Hazret-i Bediüzzaman hadiseyi ihtilâlden altıyıl öncesinden sezmiş olarak pek açık ve sarih bir şekilde DP iktidarını ve bilhassa Menderes’i ikna etmek üzere yazıp kendilerine göndermişlerdi. A.B.

(51)Emirdağ-2 S:132

1932

(Haşiye): Üstad diyor ki: Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi. Tabiratta lüzumsuz ve zararlı kelimeleri siz tebdil edebilirsiniz. Merkezlerden münasib gördüğünüz yerlere, -Su-i tefsir yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz. Mülayim bazı tabirlerine Nurların serbestiyeti için bir nevi rüşvet ve okşamak nazarıyla bakabilirsiniz ve kusurumu affedersiniz.

Said-i Nursi”

Üstteki acib ihbarlı beyanın birinci büyük haşiyesi, üst taraflarda Menderes’e gönderilen mektubun altında yazıldığı için burada tekraren yazılmadı.

Hazret-i Üstad’ın “Kalbime ihtar edildi.” dediği bu beyan ve izah ve gaybî ihbar yazısı, 1954 seçimlerine yaklaşıldığı bir zamanda yazılmasıyla; DP’yi oylarıyla tutmaya dair de bir işaretti. Fakat diğer partilerin ismi açık olarak yazıldığı için, alttaki haşiyede lâzım gelen tüm ihtiyat ve dikkati de beraber almıştı. Onun tatbiki hususunda tarifenamesini de yanına koymuştu. Bir su i tefsir ve te’sir vermemesine azami dikkat ediyordu.

Bu su-i tefsir ne olabilirdi?

Bunun cevabı açıktır. Çünki “İttihad-ı İslâm” dediği parti bilfiil değil, bilkuvve mevcuttu. Demokratların içinden Müslüman dindar zatların bazısı onu tutuyor ve o fikri yaşıyorlardı. Hatta bir ara üstad’ın kırk senelik arkadaşı merhum Eşref Edip de, bunlarla beraber oldu.Cevad Rifat Atilhan gibi zatlar da bunların içindeydi. Öbür tarafta Millet Partisi içinde, ırkçı kimseler dışında iyi niyetli milliyetperver insanlarda vardı. Hatta CHP’nin içinde de bazı dindar ve âlimler ve nüfuzlu temiz kimseler bulunuyordu. İşte Hazret-i Üstad bu noktalar için bu mektubun neşrinde çok dikkatli davranıyordu. Çünki DP dışında kalan bu kadar iyi ve temiz ve hamiyetkârların gücendirilmeleri ve binnetice Risale-i Nura karşı soğuk davranma ihtimalleri behemehal söz konusu idi. Öbür tarafta ise, hem DP’nin hem de bazı hatalı adım atabilecek kimselerin ve yakınlarının uyarılması gerekiyordu. Mesele şahsî bir mesele değildi. Millaet ve memleket meselesi idi. CHP’nin tedbirleriyle tezgâhlanan bu oyunundan DP nin kurtarılması icabediyordu. Ve saire…

İşte Hazret-i Üstad bu mektuptaki gerçek hakikatın neşir ve tatbikinde bu gibi ihtiyatları düşünerek, dikkat içinde çok ihtiyat ediyordu. Onun bu 1990 dikkat ve ihtiyatı da mektuptaki hakikatlar gibi her zaman bizim için benzeri meselelerde, hatt-ı hareket tayini işlerimizde daima şaşmaz rehberimizdir ve öyle olması lâzımdır. Lâkin maalesef Hazret-i Üstad’ın vefatından on sene sonra, siyasî bir gurup ve cerbezeli bazı kimseler tarafından bu azim düsturları havî üstadın benzeri hakikatlı kudsî beyanları yorum ve te’viller içinde kamufle edilerek unutuldu ve unutturulmaya çalışıldı. Risale-i Nura da çok büyük zararlar verildi. Her ne ise…

1933

12-NUR TALEBELERİNİ İKAZ

Üstteki “Kalbe ihtar edilen içtimai hayatımıza dair bir hakikat” yazısından evvel, yahut belki de sonra, (52) yazılıp İstanbul’a gönderilmiş Üstadın şu mektubunu da; üst tarafta dercedilmiş noktaların mücmel beyanlarını bir derece açıkladığı, özellikle bir üstteki hakikatlı yazıyla ilgisi ziyade olduğu için ve fakat yine de çok ihtiyat tavsiyesi içinde “Dikkat!. ” işaretini veren beyanını buraya kaydediyoruz:

İSTANBUL’A GÖNDERİLEN MEKTUBUN SURETİDİR

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Mektubunuzda isimleri bulunan hâs kardeşlerimizin İstanbul’a gelmekliğim hakkında tedbirlerine minnettarım ve onlardan ziyade kendim oraya gelmeyi ruh-u canımla arzu ediyorum.. Ve çok zaman o mübarek yerlerde geçirdiğim eski-yeni hayatlarımı sinemavarî görmek bu ahir ömrümde büyük bir iştiyakım var. Fakat görüyorum ki, ihtiyarî arzularımdan ziyade, gaybî bir irade ve inayetkâr bir sevkiyat benim ihtiyarî arzumu susturuyor. Ben de Risale-i Nura birer fayda, birer maslâhat gördüğümden her zahmete sabır ve tahammüle karar veriyorum. Şimdilik daha Afyon’dan kitaplarımızı ve Kur’anımızı almadığımdan, burada çok sıkıldığım halde, başka yere gidemiyorum. Belki inşaallah bir zaman arzu ettiğiniz tarzda hayatım kalmış ise, oraya gelirim.

Saniyen:…. (Dostlara selâm vesaireden bahistir)

Salisen: Dine ve hakaik-i imaniyeye neşriyatıyla hizmet eden Eşref Edip gibi dinî mecmualar sahibi, yirminci Lem’a-i ihlâsı hem neşretmek (53) hem mabeynlerinde hakikî bir düstur yapmak ve beraber dikkatle okumak bu zamanda iktiza ediyor ve hizmet-i imaniye onu emrediyor. Şayet lem’a-i ihlâstan bazı cümleleri beğenmezlerse, orada Nur talebeleri tayyedebilirsiniz. Din ve iman için neşriyat yapanlar, bu ağır şerait içinde eski zaman mücahidleri gibi bire yüz derece, belki ağır şerait altında bir neferin bir saat nöbeti, bir sene ibadet gibi sırr-ı ihlâs şartıyla bir büyük fazilet ve yüksek bir hizmet-i imaniye ve derecat-ı uhreviye kazanırlar.

(52)Mektubun muhtevasından anlaşıldığı üzere. bu mektup 1951 yılı içerisinde yazılmış ve Hazret-i Üstad henüz Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul’a gitmeden önce gönderilmiştir.

(53)Bu tarihten itibaren hem Eşref Edip. Hemde Necip Fazıl Risale-i Nurdan bazı parçalar neşretmeye başladılar. İhlas risalelerini Necip Fazıl neşretti. Fakat Üstadın verdiği izin çerçevesinde sadece bazı cümleleri tayyederek değil, başka bir üslub ve lisanda çok basitleştirerek ve birçok murad ve manalarını değiştirerek neşretti. Hazret-i Üstad talebeleri vasıtasıyla o şekildeki neşriyatı durdurdu. A.B.

1934

Rabian: Otuzbeş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara bırakınız diyordum. Sebebi ise: Siyaset, ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp, dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalışmasından, safdil dindarların hatırı için bir iki defa siyasete, dünyaya baktım, gördüm ki:

Bizi üç dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye bizi ittiham edenler, kendileri dessasane dini tezyif etmek için kendileri dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi, dünyada hiç bir şeddad, hiç bir zalim yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim içinde; Hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî Cem’iyeti ile İttihatçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan ahrar fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i İslâmiyenin başında olan Ezan-ı Muhammediyi, farmasonların zincirlerini kırıp ilân etmesiyle, Siyasetten kat’ı alâka eden ben*, eskide İttihad-ı Muhammedî, şimdi Nurcular namını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelime konuşuyor ve Risale-i Nurun ehemmiyetli bir nâşiri Eşref Edip Bey’ seksen ikinci nüshasında söylemek istediğimi “Kızıl Taassub(55)” hakkında aynen söylemiş. Allah razı olsun dedim, yine yüzümü çevirdim. (Haşiye)

(Haşiye:) Maalesef bir halimi beyan edeceğim; Pek çok iştiyak ile o merkez-i mübarekte halis dostlarımla konuşmak, sohbet etmek çok ziyade ihtiyacım olduğu halde, bu yirmibeş sene işkenceli tecrid-i mutlak ve benim de ihlâsa zararlı olan siyasete hiçbir cihetle karışmamak için inziva-i mutlakta kendimi alıştırdığımdan, gayet müştak olduğum bir kardaşımı yirmi dakikadan fazla -zaruret de olsa- ancak tahammül ederim. Ben oraya gelsem, ruh-u canımla sevdiğim eski ve yeni kardeşlerimle görüşmeye tahammülüm olmıyacak. İnşaallah bu acib hal de tahavvül eder.

Elbaki Hüvelbaki Kardaşınız

Said-i Nursi (56)”

(54)Hazret-i Üstad’ın Demokratlarla ilgilenmeye başlaması, Ezan-ı Muhammedînin ilânından sonra olduğ’u anlaşılmaktadır.A.B.

(55)1951’de Üstad’ın bahsettiği Eşref Edib’in “Kızıl Taassup” yazısının başlığı bir de “Siz mi dine hürmetkârsınız” şeklindedir. Bu yazı da: CHPnin o zamanki genel sekreteri İzmit’teki bir kongrelerinde “CHP dine karşı değil” sözleri üzerine yazılmıştır. CHP’nin. Hazret-i Üstad’ın da işaret ettiği gibi, dini nasıl siyasete alet ve sonra siyaseti de dinsizliğe alet ettiklerinin nümuuelerini üst taraflarda arzetmeye çalışmıştık. A.B.

*Mektubun metninde “ben” kelimesi yotur.  Ancak cümlenin siyakı onu ister diye parantez içinde kaydettim. A.B.

(56) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:79

1935

Görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad’ın bu pek mühim mektubunun “Rabian” bölümünde sinsi dinsizlerin dini siyasete alet ederek safdilleri kandırmalarına karşı siyasete girmeye müsaadekâr bir iması var gibi görünmektedir. Ancak onun neticesini bağlarken “Nurcuların yanlış basmamak için bazı şeyler söylemek isterdim” mealinde bir dikkat işaretini bırakmıştır. Ayrıca Risale-i Nurların kendisine bedel konuştuğunu, hem kendisinin konuşmak istediği şeyleri Eşref Edib’in yazıp neşrettiğini, böylece meselenin fıtrî bir makamda anlaşılmakta olduğunu ve yüzünü, bu gibi şeylerden-bakmak isterken çevirdiğini yazmaktadır. İşte, siyasete en çok müsaadekâr fetva gibi görülen veya öyle gösterilen Üstad’ın bu beyanı da hakikî murad ve manasıyla sarahate kavuşmuş oluyor.

EŞREF EDİB’E ÜSTAD’IN BİR CEVABI

Merhum Eşref Edip, Üstad’ın üstte kaydedilen mektubunun İstanbul’a gönderilmesinden ve o mektupta kendisinden ve siyasî meselelerden bahsetmesi münasebetiyle, bir sene sonra kurulması için hazırlık içine giren bazı insanların ”İslâm Demokrat” Partisi’ne Nur talebelerinin de katılabileceği ihtimalini Eşref Edib’in yazması üzerine; Hazret-i Üstad, yine İstanbul’a 25.4.1952’de bir mektup yazdı. Bu mektupta; Eşref Edib’in, bir sene evvelki mektubunu iyice anlıyamamış olduğunu ve onun düşündüğü tarzda Nur talebeleri bilhassa muhalif bir parti içinde siyaset yaparak çalışamıyacaklarını, müstakil bir siyaset de yapamıyacaklarını ve kendisinin ve arkadaşlarının o gibi bir partiyi açmalarının farkında olmıyarak memleket zararına CHP’nin bir oyununa gelmiş olabileceklerini gayet lâtifane ve nazikâne, kırmadan beyan ediyordu. Mektup ve mektubun başındaki ta’rif aynen şöyledir:

“Eşref Edib’in, Nurcuların siyasete karışmak ihtimalini söylemesine binaen yazılmış beray-i malûmat size gönderildi.

Aziz Sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdulmuhsin!

Üstadımız diyor ki:

“Eşref Edib kırk senedenberi iman hizmetinde benim arkadaşım ve SebilürReşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardaşımdır. Ve nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edib Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok… Ve Rıza-i ilâhiden başka hiç bir şeye alet edilmediğinden mümkin olduğu kadar Risale-i Nurun mensubları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak

1936

istemiyorlar. Yalnız SebilürReşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh-u canımızla onları takdir ve tahsin edip, onlarla dostuz ve kardaşız. Fakat siyaset noktasında değil. Belki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz, dost düşman derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu manayı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki; Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip, nuru hiç bir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete temas var tevehhüm edilmiş…

Halbuki Nurun tercümanı bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dava edip, yirmibeş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir. “Elbaki Hüvelbaki .

Kardaşlarınız

Sadık, İbrahim, Zübeyr (57)”

Bu mektupta da görüldüğü gibi, Hazret-i Üstad’ın siyaset mevzuunda, DP iktidarından önce tavrı nasıl idi ise, gene aynı şekilde ve aynı meslekte devam etmiştir. Tek bir fark vardır; o da DP içinde dindar, hamiyetkâr bazı kimselerin varlığı ve bu zatların parti kademesindeki yüksek mevkilerde bulundukları ve DP olarak büyük bir ekseriyetle memleketin idaresini ele aldıkları için, onlara zaman-zaman bazı tedbirler hususunda yol göstermiş ve bazı noktalarda da ikaz etmiş ve nasihatlar etmiştir. Hepsi bu kadar…

SİYASETSİZLİĞİN HİKMETLERİ

Bundan önceki mektubun yazılışından tam bir sene sonra da, yani 1953 Mayısında İstanbul’da Üstadın kaleme almış olduğu mektup, üstteki hakikatların muazzam ilmî bir izahıdır. Fırsat ve meydan açılmışken, siyasete neden girmediklerinin ve karışmadıklarının büyük hikmetlerini beyan etmiştir. Mektubun siyasete dair kısmı aynen şöyledir:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh-u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i ilâhiyeden bütün ruh-u canımızla niyaz edip o mübarek dualara âmin derim.

(57) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 87 ve Emirdağ-2 S: 35

1937

Saniyen: Hem çok defa manevî, hem çok cihetlerden maddî ehemmiyetli iki suallerine mahremce cevab vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: “Ne için eskiden Hürriyet’in başında siyasetle hararetli meşgul oluyordun, bu kırk seneye yakındır ki, bütün bütün terkettin?

Elcevab: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîyesi olan: “Selâmet-i millet için ferd feda edilir. Cemaatın selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i isti’malinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-i beşeriye, bir hatt-ı muayyenesi olmadığı için, çok su-i isti’male yol açılmış.. İki harb-i umumî bu gaddar kanun-u esasînin; Bin sene beşerin terakkiyatını zir ü zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvine fetva verdi. Bir menfaat-ı umumî perdesi altında şahsî garazlar; Bir canî yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı: Arş-ı A’zâmdan gelen Kur’an-ı Mu’ciz-ül beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu şu ayetler ifade ediyor:

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا 

Yani: Bu iki ayet bu esası ders veriyor ki; “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz.” Hem “Bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez.” Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka bir meseledir diye hakikî adalet-i beşeriyeyi te’sis ediyor. Bunun tafsilâtını Risale-i Nura havale ediyorum. İkinci Sual:….. (Bu sual ve cevabta medeniyetin seyyiat ve hasenatı mukayese edilmektedir. Burayla münasebeti olmadığından dercedilmedi)…(58)”

Hazret-i Üstad’ın daha bu kabil çok çeşitli değerlendirme ve izahlarından nümuneleri burada sıralamak mümkindir. Amma tahmin ederiz ki, maksad ve mana bu yazılan maddelerle hasıl olmuştur. Burada yazılmıyan diğer bazı madde ve hususlar için Hazret-i Üstad’ın değerlendirmelerinden sadece bir fihriste kaydetmekle iktifa etmek istiyoruz.

Meselâ:

1- 5 Temmuz 1950’de radyoda dini proğramın yayınlanmasına başlanması üzerine Üstad’ın değerlendirmesi..

(58) Emirdağ-2 S: 99

1938

2- 10 Ağustos 1950’de Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin Köy

Enstütülerini kapatma hadisesi üzerine..

3- 19 Nisan 1954’de Bağdat Paktı ön çalışmaları için Irak başvekili Nuri Said Paşa’nın İstanbul’a gelmesi üzerine..

4- 24 Ocak 1955’de Bağdat Paktı’nın teşekkül etmesi üzerine..

5-13 Eylül 1956’da ortaokullarda din derslerinin okutulmasına başlanması üzerine…

Hem meselâ:

1- 5 Mart 1953’de Komünizm müessisi Jozep Stalin’in ölmesi üzerine… (Haşiye)

2- 29 Ekim 1956’da; İsrail, Fransız ve İngilizlerle birlikte Mısır’a saldırmaları ve mağlûb olmaları üzerine..

3-16 Şubat 1958’de Irak ve Ürdün birleşerek bir federal Arap devleti kurmaları üzerine..

4- 21 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye ve sonra Yemen de buna katılarak, Abdünnasır’ın başkanlığında Birleşik Arap Cumhuriyeti kurmaları üzerine..

Ve benzeri müsbet ve menfi hadiselerin inkişaf ve zuhurları üzerine Hazret i Üstad bazen kısaca, bazen tafsilâtlı olarak değerlendirmelerde bulunmuştur. Üstad’n bu değerlendirmelerinin tamamına yakın kısmı yeni yazı matbu’ Emirdağ-2 Lahika mektupları kitabında mevcuttur. Meraklılar isterlerse görüp tatbik edebilirler.

(Haşiye): Mühim ve hakikatlı bir rü’ya: Merhum Ceylan Çalışkan’ın amcasının oğlu Mahmut Çalışkan’ın sadık bir rü’yasının bu hadise ile ilgili olan kısmı şöyledir:

25 Şubat 1953 salıyı çarşambaya bağlıyan gece, rü’yasında: Hazret-i Üstad’ın dış kapısının iç tarafından başlıyan merdivenden yukarı doğru kurulmuş bir şekilde bir merdiven ve bu merdivenin sağ ve solunda yeşil güzel ağaçlar vardır. Dışarda da bazı kimseler bulunmakta, bu ağaçların arasından her nasılsa gür bıyıklı, iri bir adam elinde keser, merdivenden yukarı doğru gidiyor. O, “Bu kimdir?” diye sormuş. Etrafındaki adamlar “Stalin” diye söylemişler. Bu adam Üstad’ın merdivenlerinden çıkarken, tam merdivenlerin ortasına gelince, Üstad, o kâfirin ensesinden tutup aşağıya indirmiş, elindeki keseri ondan alıp, onun kafasına vura-vura beynini delmiş. Küçük Mahmut Çalışkan da rü’yada üstünü başını aramış ki, bir şey bulsun, Üstad’ına yardım etsin. Etraftaki adamlar Mahmud’a diyorlarmış ki: “Sen hiç hiddet etme, onu Üstad öldürecek, o onun vazifesidir.”

Mahmut Çalışkan’ın gördüğü bu rü’ya o zaman Üstad Hazretlerine aynen anlatılmış ve on gün sonra işitilmiş ki; beyin kanaması neticesinde Stalin gebermiş gitmiş… Radyolarda herkes duymuş.

Rü’yanın tabiri: Küfr-ü mutlak komitesinin şahs-ı manevisi Stalin suretinde görülmüş… Risale-i Nurun Zülfikâr ve Asa-yı Musa’sı da Üstad şeklinde görülmüş ki; yarı dünyayı istilâ ettiği halde, Anadolu’ya girmemesi için Zülfikâr ve Asa-yı Musa komünizmin beynini delmiştir. Rü’yanın asıl manası apaçık görüldüğü gibi, bu noktalar da doğru ve haktır.

Emirdağ’daki Nur talebeleri

Rü’yayı gören Mahmut Çalışkan,

Mehmet ve Ahmet (59)”

(59) Hatıralar Dosyası S: 10

1939

 

BEŞİNCİ FASIL

(Müsait Görünmeye Başlayan Siyaset Karşısında Nur Talebelerinin Hatt-ı Hareketi)

Mevzuun can damarı olan pek mühim bir mevzu:

1950’den sonra, Hazret-i Üstad Bediüzzaman siyasete girdi mi? Veyahut Risale-i Nur ve Nurculuk adına bir siyasete girilmeye müsaade etti mi?..

Bu suallerin cevabı için delil ve vesikalarla neticeyi istihraç edip ortaya koymadan; peşinen, hemen şimdi şeksiz şüphesiz kat’î hükmedebilir ve cevabını verebiliriz ki: Hayır! bin kere hayır, asla ve kat’a!..

Evet, hakikat bu merkezde olduğuna ve Hazret-i Üstad’ın “Kur’an bizi siyasetten men’ etmiş” hükmü ve düsturu değişmediğine, yani “Birisinin hatasıyla, günahıyla başkası mes’ul olmaz.” hakikati 1950’den sonra dahi Üstad’ın ictimaî hayat düstûrlarındaki derslerinde sık sık tekrarlanarak ders verilmiş iken, onun siyasete girmesine, yani tarafgirlik hissiyatına bina edilmiş şimdiki mevcud siyasetler şekline girmesine imkân ve ihtimali ve vukuat ve emareleri asla yok iken; fakat buna rağmen, bazı çevreler, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra, güya onun efkâr ve harekâtını mukayese ediyor ve neticeyi çıkarıyor gibi, bir eda ve bir pozisyonla: “Tek partili, çok partili dönem” gibi safsatalara tatbik eder göründüler. O ise, bu adamların yazdıkları ve sözde istihraç ettikleri iş ise; maddî, donuk ve beşerî felsefeli kafaların sisli dumanlı fikirlerinin başakçılığını yaparak, akıllarına taktıkları felsefi gözlüklerle bakmışlar.. ve o beşerî ve felsefî bakışlarla, sözde kuşbakışı ile Hazret-i Bediüzzaman’ın fikriyat ve harekâtına bakıyor, inceliyor, neticesini çıkarıyor gibi bir tavır içinde göründüler. Hatta bu mevzuda kitaplar yazdılar. Çok gülünç. ve çocukça mukallidane felsefeler yürüttüler. İslâm akidesini incitici fikirler ileri sürdüler. Sonra da bu felsefe tufeyliliklerini Hazret-i Bediüzzaman’a mal etmeye yeltendiler. Her ne ise…

Evet, Hazret-i Bediüzzaman’ın hayatında görülen içtimaî hayat derslerindeki fikir, kanaât ve hükümleri, yer yer bu kitapta esbab-ı mucibeleri ve vürûd sebebleriyle birlikte dercedilmiştir. Bilhassa onun hayatının gençlik devrelerinde ve “Siyasete girdim” dediği dönemlerdeki hareket, faaliyet ve fikriyatı esastan incelendi, sıralandı. Delil ve hüccetleri de yine aynı asıllardan getirildi ve görüldü ki; Hem o zamanlar, hem sonraki zamanlarda, hem de DP iktidarı döneminde, üstad’ın yaptığı iş, ettiği nasihat ve söylediği dersler, sadece ve sadece bir yol göstermek, ikaz etmek, hamiyet ve fedakârlık derslerini vermek.. ve bunların yanında sinsi düşmanların ve gizli komitelerin çevirdikleri oyunlarını ibret dersleriyle göstermek vesaireden

1940

ibarettir. Üstadın o içtimaî fikirleri ve hadiseler sebebiyle yaptığı değerlendirmeleri, ikaz ve irşadları her zaman ve her devirde olmuş, yapılmış ve lüzumu kadar söylenmiş ve yazılmıştır. Bir tek fark vardır ki; 1923’den 1950’ye kadar Türkiye siyasetini elinde tutanların belli bir istikamette, tek rey, tek sistem, nasihat kabul etmez ve dinlemez, inatçı ve herşeyi o yolda feda eder adamların diktacı tutumlarını çok iyi bildiği için, aynı zamanda bu adamların kendisine karşı düşüncelerini, uyguladıkları muamelelerle çok kesin şekilde anladığı için; yirmi sekiz sene zarfında hükûmet ricalini ikaz ve irşad eden -Müdafaa kabilinden iki-üç mektubundan başka- “herhangi bir şey” söylememiş, yazmamış ve bildirmemiştir. Bildirmesini de lüzumsuz ve faydasız görmüştür. Amma bu arada talebelerini, hadiseler karşısında, tenvir ve irşad edici değerlendirmeli tahlilleri yapmaktan da geri kalmamıştır. Üstad’ın bu dersleri ise, yani talebelerine müteveccih ders ve ikazlarının esası; fuzulî bir gevezelikten öteye geçmeyen ve hükûmetin icraatı üzerinde herhangi bir te’siri olmıyacak olan günlük siyasî hadiselerle uğraşmaktan uzak kalmalarını ve bulaşmamalarını temin etmek için de hakikatlerin özünü ders vermektir. Hem aynı o irşad ve ikaz dersleri içinde, hadiselerin değerlendirmesini de ihmal etmemiş ve zaman zaman yazmış ve talebelerine bildirmiştir.

Bu arada çok ehemmiyetli bir husus daha vardır ki; Hazret-i Üstad 1926 1950 arası dünya hadiseleri üzerinde, münasebet geldiği zaman yaptığı değerlendirmelerini; ilk önce talebelerinin zihin ve fikirlerini lüzumsuz zararlı günlük politik atmosferden çekip çıkarmasını temin ettikten ve safî, nuranî olan Kur’an hizmeti ve Nur mesleğinin berrak fezasına çıkardıktan sonra yapmıştır. Böylece hadiselerin yağını ve ruhunu ve hakikat olarak bize temas eden zarurî cihetlerini ve Kur’an ve iman hizmeti ve Âlem-i İslâmın gerçek menfaati noktasından onları süzmüş, zararsız menfaatli yönlerini göstermiştir.

1950’den sonra ise, iktidar partisi içindeki bazı dindar ve ciddî hamiyetkârların meydana çıkmalarıyla ve Demokrat Parti’nin az da olsa kapılarını açmaya muvaffak oldukları bazı müsbet hizmet ve icraatlarının eserleri görünmesiyle, onları tebrik ve teşvik içinde, yol gösterici ikaz ve irşadkâr nasihatları etmiştir. Buna ise, çok partili dönemde siyasete girdi denilemez. Belki hadiselere bir nebze baktı, değerlendirdi.. Ve hükûmet riaaline yol gösterici dersler verdi denilir: Bakmak başkadır, girmek başkadır. Yerden göğe kadar fark var…

Evet, Hazret-i Üstad siyaset ve politikaların tamamen dışında olarak, Kur’andan aldığı derslerle, koymuş olduğu kaideler çerçevesinde meslek ve tarzını muhafaza içinde; İslâmın ve Kur’anın menfaatına âlemde bir ce-

 1941

reyan, bir hadise zuhur etmişse, sadece o noktadan ona bakılabileceği düstur ve kaideleri ile, 1940 yıllarında Kastamonu’da iken de beyan etmiştir: 1950’den sonra zuhur eden DP cereyanına aynı o esas ve kaideler çerçevesinde Kur’an, iman, İslâm ve vatan menfaatı noktasından – girerek değil, arasıra bakarak- takib etmiş ve yine arasıra idareyi elinde tutanların hürriyet mücadelelerinde ve Kur’an hakikatlerine dayanmalarında biraz daha ilerlemelerini sağlamak için bazı tebrik ve teşviklerde bulunmuştur:

Hazret-i Üstad’ın 1940 yıllarında Kastamonu’da iken vaz’ etmiş olduğu esas ve kaidelerin aslî hizmete taalluk eden cihetleri o zamanlarda yazdığı yazılarından şöylece tesbit edilebilir: (Esaslardan ancak bir iki bölüm alacağız.)

İşte: “… Risale-i Nur şâkirtleri gibi, hakikat-ı Kur’aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli merak için, netice itibarıyla faydası bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle, İslâmiyet ve Kur’an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takib etmekle meşgul olmak münasib olmadığı için, nefis de akıl ve kalbe tabi’ olup merakını bırakmış diye anladım…(1)”

Bu esaslı ve metin ve değişmez kaidenin daha biraz izahlısı da şöyledir: “…Amma öteki gâlib cereyan ise, ne vakit Kur’ana ve Risale-i Nura ve bize ve İslâmlara yardım etse; Ve Kur’anın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese; siz de o vakit Kur’an ve Risale-i Nur hesabına onun harekâtına merakla bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile, tahribatındâki zulümlere hissedar olmak ihtimali var ve hariç Âlem-i

İslâmın manevî cereyanlarına muhalif olur…(2)”

İşte Hazret-i Üstad bu gibi metin düstûr ve kaideler çerçevesinde DP iktidarının müsbet bazı icraatlarına bakmıştır o kadar…

Ne çok partili dönem, ne de tek partili dönem diye bir şey yoktur. Yani bu gibi felsefi ölçüler Hazret-i Üstad’ın harekâtında mi’yar değildir.

Eğer son senelerde ortaya atılmış iddialar tarzında, gerçekten çok partili dönemde Hazret-i Üstad siyasete girmiş olsaydı ve talebelerine Nur cemaatı olarak girmelerine izin ve müsaade vermiş olsaydı; 1950-1960 arası yazdığı mektup ve müdafaalarında yine eskisi gibi yüz defa, bin defa demezdi ki: “Siyasete girmedim, talebelerime girmeyiniz dedim vesaire.”

(1)Osmanlıca Kastamonu-1 S: 304

(2)Osmanlıca Kastamonu-1 S: 449

1942

Evet Hazret-i Üstad, 1950’den önceki yıllarda olduğu gibi, 1950’den sonra da defâtla ve ısrarla siyasete karışmadığını yazmıştır. Ancak toplamı onbeş kadar mektuplarında: “Bir iki saat baktım, bir iki gün dikkat ettim” mealindeki ifadeleriyle sadece Kur’an, iman, Risale-i Nur ve İslâm menfaatına ara sıra bakmıştır. Şimdi biri çıksa dese ki: “Üstad Bediüzzaman 1950’den sonraki çok partili dönemde siyasete girdi veya karıştı” veya bazı yorum ve te’villerle bu fikri enjekte etmeye kalkışırsa; acaba Bediüzzamanı tekzib etmiş olmaz mı? Ve bunu öyle söyliyen kimseler cehl içinde gaflet yapmış olmazlar mı?

Bir çok defalar bu kitapta temas edildiği gibi; Hazret-i Üstad Bediüzzaman 1907-1921 arası İttihad ve Terakkî hükûmetlerine, zamanın basınına ve bazı parti ve cem’iyetlere karşı yaptığı ikaz, ettiği nasihat ve telkin ettiği isabetli hak ve gerçek fikirler gibi; DP hükumetlerine de, zaman ve zeminin ilcaasına göre aynı manalarda aynı dersleri telkin etmeye çalışmıştır. Mesela İttihatçıların hürriyet perverlerine: “Şeriatın ahkâmını ve kudsî kanunlarını tatbik etmelerini” ikna’kâr metodlarla telkin ederek istediği halde, DP hükûmet ve iktidarından sadece İslâmın mühim bazı şeairlerini ilan etmelerini, Kur’an ve iman hakikatlarına dayanmalarını istemiştir.

Hazret-i Üstad’ın Demokratlara ettiği nasihat ve yaptığı ikaz ve irşad dersleri, aynı zamanda talebelerinin de ders ve irşadlarıdır ve ona göre adım atmaları için mustakim, şaşmaz proğramlardır. Üstadın umum bu izah ve irşadları, 1923’den hatta 1921’den vefatına kadar Kur’anın kudsî kanun u esasilerinden ahzettiği muhkem düsturlar, takib etmiş olduğu Nur mesleğine, siyasetsizlik düsturlarına zıd ve mugayir şeyler asla değildir. Yani ki, 1950’ye kadar siyaset noktasında her vesileyle talebelerini tenfir ettirmiş, fakat bu tarihten itibaren siyasete izin vermiş veya hâşâ kendisi siyasete girmiş değildir. Bu iddia az ilerde, Üstad’ın 1950’den sonra kaleme almış olduğu mektuplanndan, müdafaalarından ve şekvanamelerinden örnekler alınarak ispat edilecektir. Nitekim az yukarda da bu örneklerin bazısından nümuneler kaydedildi.

Çok mühim ve kritik ve vacîb ve zarurî ve ihsan-ı ilahî ile vücuda gelmiş bir nimeti muhafaza gibi bazı sebeblerden dolayı DP’yi sadece oylarıyla tutup muhafaza etme durumunda olduğu günlerde, gayet dikkat ve müsbet hareketlerin şart ve düsturlarıyla, Demokratlara reyleri ile müzahir olmalarına dair tavsiye mahiyetindeki irşadlı ikazlarda bulunması da; elbetteki siyasetsizlik mesleğine ilişmiyecek, rencide etmiyecek şekilde sudûr etmiştir. Bu hakikata bütün lahika mektupları -bilhassa bu mevzu’larla ilgili olanları- sadık şâhiderdir.

Ferdî ve şahsî siyasete, fakat müsbet ve doğru ve menfaatli olanına gir-

1943

meye dair izinleri ise; 1950’den sonrasında da, öncesinde de vardır ve bu gibi şahsî ve ferdî teşebbüslere bir şey dememiştir. Şahısların kabiliyet ve istidadına göre de bazı izinler vermiştir. Bu şahsî izinler daha çok 1946-1947’lerde sudûr etmiştir. Amma Nur cemaatı adına ise, asla ve kat’a!.. Hatta Risale-i Nur cemaatı adına olarak, siyaset lisanı olan bir gazetenin çıkarılmasına da kesinlikle izin vermemiş, rıza göstermemiştir. Hatta siyasetsiz dinî bir mecmuayı da Risale-i Nur adına olarak tasvib etmemiştir. Mevcud dinî ve millî dost gazeteleri tasvib etmesi, dostluk kurması, bazı müdafaa ve yazılarını onlarda neşrettirmesi meselesi ise, tamamen başka bir meseledir. Bu husustaki belgeli delilleri yer yer bu kitapta geçmiştir. Bundan dolayı olacaktlr ki 1968’lerde, merhum Zübeyr Ağabeyi zorlayarak bir gazetenin zaruretini ısrarla söyliyenlere, Zübeyr ağabeyin kaleme almış olduğu on dokuz maddelik şartnamesinde: öyle bir gazetenin kesinlikle Nur cemaatı adına olduğunu hiç kimsenin bilmemesinin ve öyle görünmemesinin kesin şartı ile hususî şekilde kabule mecbur olmuştur.

Emirdağı Nur talebelerinden Hamza Emek, Çalışkanlar ailesinden de bir iki zat ve Isparta’dan Nur talebesi bir iki zat, kendi şahısları adına ve fakat belli bazı şartlar, niyet. ve hizmetler içinde DP’ye resmen kaydolup girmelerine izin verilmesi, yine mezkûr kaideler çerçevesinde cereyan etmiştir. Amma DP hükümeti ve iktidarı nezdinde CHP tipi bazı davranışların şikâyetinde; Eskişehir DP Nur talebeleri falan filan.. Eğridir DP Nur talebeleri, Emirdağ DP Nur talebeleri şeklindeki imzalı istid’aların yazılması meselesi ise; Üst tarafta izahı geçtiği gibi; ve halen hayatta olan Üstad’ın tüm hizmetkâr ve talebeleri şahiddirler ki; İmzasını o şekil koyanların DP idare heyetinde olanlardan birikisi hariç, hiç birisi parti ile, pırtı ile alâkası olmıyan, kaydı kuyudu bulunmıyan kimselerdir. Hal böyle iken; gafil bazı DP’lileri ikaz etmek ve akıllarını başlarına getirmek ve Hazret-i Üstad’a karşı uygulanan CHP tipi muamelelerin kaldırılmasını temin etmek için bir nevi rüşvet-i kelâm tarzında veya niyetlerindeki hakikî hürriyet taraftarlığı kasdedilerek öyle yaptıkları anlaşılmıştır.

Yine ilerde bazı nümunelerini takdim edeceğimiz gerçek vesikalardan ve üstte kaydedilmiş bir çok hakikatlı beyanlardan anlaşılmış ve anlaşılacaktır ki; Hazret-i Üstad’ın Demokratlarla alâkadar olmaya başlaması; Demokratlardan başta Adnan Menderes olmak üzere, Ezan-ı Muhammediyî i’lân etmeye teşebbüse geçmelerinden ve arkasında DP içinden bazı dindar Bakan ve millet vekillerinin 1950 seçiminden sonra, yakın ve samimî alâka göstermelerinden ve CHP tuzağıyla bir çok Zülfikâr ve Asa-yı Musa ve diğer bazı Nur mecmualarını imha planına el koyup kurtarmalarından sonra olmuştur. Bunların dışında bilhassa 1950 Milletvekili seçimlerinde kat’iyet-

1944

le Nur cemaâtı adına karışılmamasına dair Hazret-i Üstadın ikazlı emri sudur etmiştir. 1954 seçimlerinde ise, Nur talebeleri Hz. Üstadın ancak sükût ile ima ve işaretlerine uyarak reyleriyle DP’yi desteklemeleri vaki’ oldu. Hz. Üstad’ın şahsen bu iki seçimde rey kullandığına dair hiç bir rivayet ve emare mevcud değildir.

1957 seçimlerinde ise, durum çok başkadır. Çünkü CHP sekiz senelik kral vari saltanatından zaklaştırılmasının kin, hırs ve intikamını almak için her türlü desise ve oyunlarla gelmeye hazırlanmaktaydı. 1957 seçimini mutlaka kazanma ümidini besliyorlardı. O sıralarda DP hem içten hem dıştan hayli zaif düşmüş, yıpranmıştı. CHP eğer 1957 seçiminde tek başına iktidara gelmiş olsaydı, birçok garazkârlık hırsı ve dinsizdarane intikamlarını bilhassa dindarlardan, hususiyle Nur talebelerinden zulümlü bir şekilde alacakları kesindi.

Ayrıca bu seçimde DP içinde bazı samimî meb’us Nur talebeleri de vardı.

Bu seçim öncesinde de Isparta meb’usu samimi Nur talebesi Tahsin Tola Isparta DP merkezinden adaylıktan düşürülmüş idi. Menderes onu Bingöl’den aday göstermişti. Aynı zamanda 1955-1957 arası Adliye Vekili olan Niğdeli Hüseyin Avnî Göktürk de Tahsin Tola’nın aynı durumundaydı ve benzeri bir çok sebebler…

İşte Hazret-i Üstad, böyle maddî manevî bir çok sebeblerden dolayı 1957 seçimlerinde DP’yi açıkça tuttu. Hatta kendisi sandık başına giderek aşikâr surette oyunu DP’ye kullandı. Hazret-i Üstad’ın bu açık davranış ve hareketiyle birlikte ve Nur talebeleri bu seçimde evvelki seçimlere nisbeten daha biraz hareketli olarak DP’yi destekledikleri halde, CHP yine de kuvvetlenmişti. DP zor-belâ otuz altılık bir farkla iktidarı kurtarmıştı. DP ikiyüzyirmidört, CHP yüzyetmiş sekiz milletvekili almıştı. Şark vilâyetlerinin ve Güneydoğunun bir çoğunda CHP kazanmıştı.(3) Hazret-i Üstad’ın bu açık hareketinin hikmeti seçimin neticesinden sonra daha çok iyi anlaşılmıştı. Çünki Üstad bu seçimden çok önce: “Eğer Demokrat düşse, Halk Partisi gelir. Bu gelince de, onun altında komünizm kuvveti bu memlekete hâkim olur. Normal yollarla CHP kat’iyen iktidara gelemez ve kendi ihtiyarlarıyla bu millet onu iktidara getirmez” mealinde beyanlarda bulunmuştu.

(3) Hulusi Bey, Hazret-i Üstad’ın kendisinin de, Bingöl’den aday göseterilen Tahsin Tola için çalışmasını emretmişti. Fakat her türlü tedbire rağmen Tahsin Tola ve Hüseyin Avni seçimi kaybettiler. Hulusi Bey diyor:

“Seçimden sonra Üstad Hazretleriyle görüştüğümde: şark vilâvetlerini kendisinin CHP’ye bu defa verdiğini, eğer bunu vermemiş olsaydım, CHP bütün herşeyi benden bileceklerdi” diye anlatmışlardı.A.B.

1945

Evet Hazret-i Üstad CHP’nin perde altındaki hareketini ve plânladığı niyet ve oyunlarını çok iyi sezmişti. O durumda Hazret-i Üstad ne yapmalıydı? Zararı yok, o da gelsin mi demeliydi? Oylarınızı CHP’yede verinizmi demeliydi?

1957 seçimlerinde Hazret-i Üstad’ın mezkûr hikmetlere binaen DP’yi açıkca tutmasıyla birlikte, yine de kendi siyasetsizlik Nur mesleğini hiçbir şekilde rencide etmiyecek, ona şâibe getirmiyecek şekilde yaptı. Talebelerini şiddetli ikazlarla irşad ediyordu ki; “CHP’nin yaptığı bütün kötülükler ve kendisinin şahsına, yani dolayısıyla dine ve Kur’ana ettikleri umum ihanetlerin mes’uliyeti onların yüzde beşine aittir. Diğerleri gafil safdillerdir. Çünki bütün kötülükleri plânlıyan, çeviren ve yapan onların elebaşıları olan ancak mevcudun yüzde beşidir.” şeklinde 1957 seçiminde de hiç bir tarafgirlik ve particilik yapmadan, yaptırmadan sadece normal bir hakkımız olan kendi reylerimizle DP’yi iktidarda muhafazaya çalışalım diyordu. Hazret-i Üstad, bu adaletli, muvazeneli ve hakikatlı dersleri DP’lilere de tebliğ etmiş, onları da bu noktalardan ikaz etmeye çalışmıştı. Amma buna rağmen CHP 1957 seçimlerini yüzde yüz kazanacaklarını beklerken, yine de yenilgiye uğramalarını hep Üstad Bediüzzamandan bildiler, ona daha da düşman kesildiler. Bu yüzden 1958-1960 arası Üstad’ın gayet normal bir hakkı olan küçük bazı seyahatleri için, “Said-i Nursi DP için propagandaya çıktı” şeklinde yorumlamış, çok insafsızca iftiraları gazetelerde neşrettirmişlerdi.

İşte meselenin hakikatı, mahiyeti ve hüviyeti bizce budur. Başka bir şey değildir. Lâkin nasıl ki İslâm dini esaslarında, bazı meselelerin yanlış tevil ve yorumlarla gelişen fırkaların batıl mezhepleri dahi, hakikatların birer asıllarına- dayanmış, fakat daha sonra işin içine başka hisler ve garazların girmesiyle, hakikatın aslı ortadan kaybolmuş olması gibi…

Öyle de: Hazret-i Üstad’ın vefatından bir müddet sonra, siyasî çevrelerin ve hadiselerin aldattığı ve yanlış tevillerle yorumlara götürttüğü izahlar ve te’viller neticesinde bazı kişiler, Hazret-i Üstad’ın DP’lilerle ilgili yazmış olduğu ikazlarından ve mülâyim, lâkin siyasetsizlik mesleğinden asla ta’viz vermiyen bazı ifade ve beyanlarından, hem bir çoğu hüve-hüvesine sahih olmıyan ve içine başka manalar ve yorumlar katılan bazı rivayet çeşitlerinden nem kaparcasına geniş yorum ve eklemelerle fetvalar çıkararak, kitle halinde ve Risale-i Nur cemaatı adına da siyasete girilebileceğine, gazeteler çıkarılabileceğine delil olarak gösterdiler ve getirdiler.

Bu hatalı yorum ve yanlış içtihadlar neticesinde, gele gele bir gurup, bilfiil siyasetin ta içine girdi. Amma yine de girdiklerinin farkında değillermiş gibi “biz siyasete girmemişiz” dediler. Nur cemaâtı adına olarak Risale-i

1946

Nur’dan hiç bir cevaz almadan ve zaten alınması mümkin olmıyan gazetenin ilk çıkarılacağı sıralarda; merhum Zübeyr Ağabey bu mevzuu, yani Nur cemaâti adına bir gazetenin çıkarılmasının Risale-i Nur düsturlarınca imkânsızlığını göz önünde bulundurarak, ağır bazı şartlarla öyle bir gazetenin bir iki şahıs adına hususî çıkarılabileceğine bir nevi mecburen razı olmuştu.

Daha sonra, yavaş yavaş, şartları ve martları bir tarafa iten aynı gurup, artık siyaset yolunda her çeşit hareketi, her türlü iftiralı yazıları yazmayı ve neşretmeyi mübah görerek, tam eyyamcı siyasî kesildiler. Partilelerle işbirliği içine girdiler. Her türlü yazıyı, her çeşit siyasî tenkidleri hatta iftiralı yazıları yaymaya başladılar. Kendilerine göre yeni düsturlar türettiler. Artık Risale-i Nur düsturlarıyla değil, kendilerinin türettikleri düsturlarla hareket etmeye başladılar. Meselâ bunlardan birisi diyormuş ki; “İcabında kellelere basılıp kal’alar fethedildiğ-i gibi, biz de öyle yapabiliriz” yani: “bir siyaset yolunda, Nur mesleğini, Nur uhuvvetini, İslâm uhuvvetini parçalar geçeriz.”

Yine mezkûr guruba, bir zamanlar fetvalarıyla bir nevi -tabiri caiz ise Şeyhül-İslâmlık yapan ve fakat bir zaman sonra bunların büyük bir iftiralı ihanetleriyle karşılaşarak onlardan yüz çeviren muhterem bir zat, bir kitabında: “Bir rey bir vatanı kurtarır” başlıklı parağrafında, “bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan bir vatanı kurtardığı gibi; bir rey de vatanı kurtarabilir (4)” fetvasıyla ki; bir siyasi iş için, bir rey için icabında her çeşit hareketin mübah olacağını bir nevi fetva vermek istiyordu, yahutda öyle anlaşılıyordu.

Yine, bunların önde gelen bir adamının meşhur bir sözü de: “Biz ehl-i imanla iman cihetinde müttefikiz, amma siyaset cihetinde ayrı düşünmemizdeki hareketimizde bir olmadığımız zaman, iman cihetindeki uhuvvet bir şeye yaramaz”.

Yine bunların bir adamı, kendisiyle görüşenlere, sık sık: “Kesin tavrını al, siyasette gevşeklik olmaz” yani: İman uhuvveti, iman alakası, Nurculuk irtibatı pek mühim değildir. Esas bağ, rabıta siyasettir.

Bu grubun bir başka düsturları da: “Doktordan nurcu olur, Demirciden, kalaycıdan nurcu olur, neden gazeteciden nurcu olmasın!” Evet, bu söz gerçek manasıyla her ne kadar doğru ise de; ve bir doktor hem doktorluğunu yapar, Risale-i Nuru da okur ve Nurcu olur. Bir demirci de aynı şekilde böyle olabilir. Keza bir gazeteci de, herhangi bir gazetede çalışır, makale yazar. Fakat aynı zamanda nurcu da olabilir. Lâkin bir gazete çıkmış, siyaset yapıyor, ihlâsa münafi hareketlerde bulunuyor. Üstad’ın

(4) Siyâsette Ölçü M. Kırkıncı s: 25

1947

düsturları haricinde iş yapıyor ve bu gazeteyi çıkaranlar kalkıyor, diyorlar ki: “Gazete de bir nurculuktur, biz Nurcuyuz, nurculuk yürütüyoruz. Cemaat adına bir nur hizmetini yapıyoruz.” İşte o zaman bunlara denilir ki; hayır arkadaş? Siz nurcu falan değilsiniz. Siyasî bir gazetesiniz vesaire…

İşte bu acib müthiş siyasî, felsefi ve beşerî düstur ve metodlarla hararetli bir hareket içine girmiş olan mezkur gurup, maalesef Nurculuğa, Nur mesleğine, Nur düsturlarına çok büyük ihanetlerle darbeler indirdikleri halde, kendilerine sorduğun zaman “Ne yapıyorsunuz? Yanlış gidiyorsunuz?” onlar “Biz Risale-i Nurun hizmetini görüyoruz” demektedirler(*)… mukaddeme bitti.

MUKADDEME BİTTİ, MEVZUYA GİRİYORUZ

İşte biz de bu mevzuu hak namına, Üstad namına, Nur mesleği adına; Hazret-i Üstaddan -yorumsuz te’vilsiz- geldiği şekilde, kısmen yukarda kaydettiğimiz Üstadın bu mevzulara dair olan sözlerini ve fıtrî cereyan tarzını ve bir de bunun yanında sahih ve safî rivayetlerden alınan gerçek mes’elenin tahlilini yapmaya gayret etmeye çalışmak istedik. Dinlenmiş, dinlenmemiş, kırılmalar olmuş, olmamış, hakikat ilminde, hakkın müdafaasında Üstad’ın mukaddes mesleği etrafında biriken şaibeleri tenkid ve ta’dil ederken, bize göre bir tesiri olmaması lâzımdır ve olmıyacaktır. Yalnız hak sağolsun, Üstad’ın ebedî, şaşmaz müstakim mesleği varolsun.

Şimdi, mukaddemedeki iddiamızın bazı örneklerini verecek ve meseleyi baştan alarak sırasıyla, ilk önce 1950 seçimleri öncesinde Hazret-i Üstad’ın nasıl bir hareket ve tavır içinde olduğunu gösterir belgeler takdim edeceğiz.

Evet; DP’nin kahir bir ekseriyetle kazanacağı 14 Mayıs 1950 seçiminden önce ve seçim sırasında Hazret-i Üstad’ın seçimlerle alâkadar olmadığına, yani karışmadığına ve talebelerini de karışmama yönünde ikaz ettiğine dair bazı vesikaar şunlardır:

Birincisi: Merhum Mustafa Ezener’in 1/Nisan/1950’de Hazret-i Üstad’la görüştükden sonra, aynı sohbette Üstad’dan aldığı direktifli emirlerini havî şu mektubudur:

(*)Lâkin Allaha şükür, hadiselerin verdiği ikazlı derslerle, zikirleri geçen Kardeşlerimiz siyaset atmosferinin teşvi edici vaziyetten intibaha geldiler. Eski siyaset varî mubarezekâr hallerden uzaklaşıyorlar.

1948

Çok aziz sıddık kardeşlerim!

Evvelâ sevgi ve hürmetlerimi sunar, acizane ve hakirane lisanımın döndüğü kadar Cenab-ı Hak’tan sıhhat ve afiyette daim olmanızı dua ve niyaz eylerim.

Çok aziz, çok müşfik, çok sevgili Üstad’ımız hazretlerini ziyaretimde: – Antalya ve havalisi, Bodrum’da bulunan Nurcu kardaşlarımız namına çok mübarek ellerini öperek, en derin hürmet ve saygı ve sevgilerimizi arzettim. Bilmukabele hepinize ayrı ayrı selâm ve sevgilerini tebliğ etmemi ve aşağıda yazılı hususların duyurulmasını emir buyurdular:

1- Hastalığım fazlalaşmaktadır. Fakat kardeşlerim merak etmesinler.

2- Nur talebeleri parti ve seçim işleriyle alâkadar olmasınlar.

3-Bana hizmet eden Halil, yakında askere gideceğinden ya Isparta’ya veyahut Isparta’ya yakın bir yere gitmek istiyorum, diye buyurdular. Ben de sizlere aynen arzediyorum…

Duanıza çok muhtaç aciz fakir

Kardaşınız

Mustafa Ezener (5)'”

İkincisi: 1950 başlarında, Üniversiteli Nurcu gençlerin hazırladıkları

“Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatından Harikalar” adlı eserin, evvelâ İnebolu, sonra Isparta’da neşredilen eski yazı nüshalarının en başında şu cümleler yazılıdır:

Bu nüshanın tamamını Sebilürreşad neşredecekti. Fakat bu seçim zamanında siyasete temas etmemek için Nur müellifi rıza göstermemiş, “Ceridelerin hakkı değil, belki Medreset-üz Zehra erkânının vazifesidir. Onlar neşredecekler” demiştir”

Böylece Hazret-i Üstad’ın 1950 seçiminden önce umumi şekilde parti ve seçim işlerine karışmadığına delil için üstteki iki vesika kifayet eder sanırım.

Amma 1950 seçimlerinden sonra, 1954-1957 seçimlerinde ise, Hazret-i Üstad’ın DP’yi neden ve ne kadar ve nasıl tuttuğuna dair beyan ve ifadelerine geliyoruz. Üstad’ın Afyon’daki müsadere altında bulunan kitapları DP’liler kanalıyla kurtarmak için Başbakan Adnan Menderes’e 1951’de gönderilmiş hakikatlı tahlilin burada kaydı icabederdi. Ancak adı geçen tahlil yukardaki mevzu’lar arasında geçtiği için sadece bir iki cümlesini alıyoruz:

(5) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 8

1949

“…İktidar partisinde bulunan az bir kısım dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat Partisi meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azimenin durmasında ve defetmesinde mecburi vazifeleri olmasından; bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faydası dokunabilir. Bu cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, Onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalaninasına bedel yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla, pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar…”

İkincisi: Hazret-i Üstad’ın Demokrat Parti’yi niçin tuttuğunun asıl sebeblerinden birisi de bu idi ki: CHP bilhassa 1950 seçimlerinden önce ve seçimden bir iki sene sonraya kadar, dini siyasete alet etmek çabasına düştü.(6) Gayesi de, seçimlerde dini alet etmek suretiyle iktidarı elde ettikten sonra, bu defa eski zihniyetiyle siyaseti dinsizliğe alet etmesini devam ettirmek… Hazret-i Üstad bunların bu gaye ve plânlarını iyi biliyor ve görüyordu.

CHP bu haliyle beraber, Demokratları dine taviz vermekle ve irtica’ı desteklemekle bütün gücüyle yüklenip onu suçluyordu. Hazret-i Üstad, bu durumu Celâl Bayar’a 1950 seçiminin hemen akabinde gönderdiği ilk mektubunda ve sonra İstanbul’a yolladığı bir mektubta açıkça dile getiriyordu.Hülâsası şudur:

“…Şimdi hissettim ki: Bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalışmasından, safdil dindarların hatırı için bir iki defa siyasete, dünyaya baktım, gördüm ki: Bizi üç dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye bizi ittiham edenler, kendileri dessasane, dini tezyif etmek için kendileri dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmek için; dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi, dünyada hiç bir şeddad, hiç bir zalim yapmadığı bir dehşet gördüm…”

Üçüncü husus: Üstad Hazretleri Demokratları ne dereceye kadar ve nasıl tuttuğunu gösteren şu gelen ifadesidir. Bu ifade, 1957 seçimlerinde Hazret-i Üstad’ın arzu etmesine ve bir derece âşikar şekilde çalışmasına rağmen, Isparta meb’usu Tahsin Tola ve Niğde meb’usu (ve 1955-1957 arası Adliye Vekili )Prof. Hüseyin Avni Göktürk’ün seçimi kaybetmeleri üzerine yazılmıştır. Mektubun bir kısmı şöyledir:

(6) Hatta 1950 seçiminde Demokratlar, Ankara Vaizi Ömer Bilen hocayı aday göstermesine karşılık, CHP de Ticani şeyhi kemal Pilauoğlu’nu Ankara dan aday göstermişti. (Bkz. Cüneyt Arcavürek açıklıyor, C: 1, S:

1950

“… Biz Nur şâkirtleri Üstad’ımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan siyasetlerle alâkamız yoktu. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nurun men’ine dair zulümleri yapmadıklarından Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi, bu defa da Nurcuların epey faydası Demokratlar lehine oldu…(7)”

İşte, Hazret-i Üstad’ın Demokrat iktidarı döneminde onların yerinde, olan bazı hareket ve davranışlarına mukabil hareketlerinin özünün özü bu iki-üç hülâsalı beyanlarla ifade edilebilir. Başka bir şeyde değildir. O ise, ne bir siyasettir, ne siyasete girmeye dair bir derstir, ne de tarafgirlik yapmaktır. Evet Hazret-i Üstad, Kur’an ve vatan ve millet menfaâtı için, tek-tük siyasî ve idarî hadiselere bakmış, amma hiçbir zaman girmemiştir, iç işlerine karışmamıştır. İstediği şey, DP’nin daha biraz hakiki hürriyet sahasında ilerlemelerini temin, din ve vicdan hürriyetini baskılardan kurtarmak ve bu vatana hakikî saadet ve menfaat getirmek istemiştir. Bu üç hülâsadan başka bir çok örnekler burada sıralamak mümkindir. Fakat bu bahsin üst tarafında da değerlendirme hadiseleri içinde bu mektuplar gibi Üstad’ın bu mevzuya dair ifadeleri çokça geçtiğinden, bu meseleyi burada bu kadarıyla kapatıyoruz.

(7) Emirdağ-2 S:186

1951

 

ALTINCI FASIL

(Basının İftirakâr Tecavüzü ve Verilen Cevablar)

1946-1950 arası, Türkiye’de basının kısm-ı ekserisi DP’yi tutmakta iken, 1950 DP iktidarında ise, bu defa CHP onu elde ederek yanına çekebildi ve DP aleyhinde kullanmasını becerdi.(1) Bu arada CHP’nin oyun ve girişimleriyle Hazret-i Üstad Bediüzzamanın şahsiyeti ve Nurculuk aleyhinde de şeni’ iftiralarla basını taarruza geçirdi. Bu hal 1950’den, 1960’a kadar ve daha sonrasına kadar devam etti. Fakat en büyük ve şeni’ taarruzu 1958’den sonra oldu. DP’nin 1950 iktidarından sonraki Hükûmeti, çok işler ve hükûmet icraatı vesair hususlardan dolayı basına lâzım gelen ilgiyi gösteremedi. O yüzden CHP onu tam elde etmişti.

Basın, hemen hemen tamamına yakın kısmı vargücüyle DP’yi kötülemek ve karalamak içinde, Bediüzzaman ve Nurculuk aleyhinde de iftiralı ve yalanlı yazılar neşrediyordu. 1952’deki Ahmet Emin Yalman hadisesi, sol basının eline büyük bir sermaye vermiş ve iftiralarına tuz biber olmuştu. Daha sonra Ticanî hadisesi vesaire de ayrı bir sermayeleri idi. Hazret-i Üstad ve Nur talebeleri aleyhdeki bu neşriyata bigane kalmadılar. Her fırsatta cevablar verdiler. Delil ve vesikalarla yalanlı iftiralarını yüzlerine çarptılar. Bir kaç tane küçük, dindar gazete ve mecmualar da Hazret-i Üstad’ın müsbet, hayırlı ve menfaatlı hizmet ve faaliyetinden söz eden yazılar neşrediyordu. Bunlardan bazıları da karşıki tarafa cevablar da verdiler. Hazret-i Üstad’ın ve Nur talebelerinin mukabil cevabları, hep gazetelerle değil, hatta gazetelerde çok az bir kısmı neşredebiliyordu.Geri kalanı hususî neşriyat ve lahika mektupları tarzında oluyordu. Teksir makineleriyle çoğaltılıp neşredilen bu cevablar, daha çok Nur talebeleri cemaatı arasında dağıtılıyordu. Belki bazen de hükûmet ricaline de birer ikişer nüsha gönderilebiliyordu. Ayrıca bazı dost gazete ve mecmualarda da, amma çok az olarak cevablar verilmiş ve neşredilmişti.

İşte Hazret-i Üstad’ın ve Nur talebelerinin hususî ve müstakil şekilde neşrettikleri mezkûr cevablardan bir kısmını kaydetmek istiyoruz. Bunların evvelâ 1950’den itibaren tarih sırasına göre bir fihristelerini arzedeceğiz.

Aleyhte yazı neşretmiş gazetelerin isimleri ve neşir tarihi şöyledir:

(1) Cüneyt Arcayürek Açıklıyor S: 215

1952

Gazetenin İsmi / Yazı ve mevzuu / Neşir tarihi

  1. Kocatepe Gazetesi İrtica’ ve Kore’ye asker gönderme 951
  2. Kocatepe Gazetesi Zararlı hal ve emniyeti ihlal 8 Şubat 951
  3. Yeni Sabah Gençlik Rehberinin neşri üzerine 1951
  4. Kudret Gazetesi İrtica’ ve Tarikat 13 Temmuz
  5. Kocatepe Gazetesi Peygamberlik isnadı 19.2.951
  6. Vatan Gazetesi Çeşitli yalan ve seri itiraflar 23.1.953 (2)
  7. Yeni ulus Gazetesi Doğu Üniversitesi hakkında 1.4.954
  8. Vatan Gazetesi Doğu Üniversitesi hakkında 3.7.954
  9. Zafer Gazetesi Şark Üniversitesi 18.Temmuz.954
  10. Vatan Gazetesi Çeşitli iftiralar 11.11.954
  11. Akşam Gazetesi Şe’ni itiraflar 15.3.958
  12. Umum Basın İftiralar ve yalanlar 11.1.960

Tarihi belli olan bu gazetelerin yaptıkları çeşitli iftiralarına çoğu zaman Üstad tarafından cevabları verildiği gibi; cevabların bir kısmı da Nur talebeleri tarafından verilmiştir. Diğer cevaplar ise, gazetenin isim ve tarihleri verilmeden yazılmış. Bunların içinde, bir iki defa Cumhuriyyet Gazetesi ismi geçmektedir.

İsim ve tarihleri belli olmıyan gazetelere verilen cevablar da şöyledir:

  1. Mürid, Tarikat vesaire tahminen 1958
  2. Üstad’ın köylerde dolaştığına dair iftiralar 1957
  3. Yine tarikat ve Mürid… 1959
  4. Isparta Savcısının huzursuzluk ittihamı 1954
  5. Cumhuriyet Gazetesi’nin Üstad’ın müdafaatını tahrif eden yazısı tahminen 1953.

Dost gazete ve mecmuaların da Hazret-i Üstad’ı ve Nur talebelerini müdafaa sadedinde iftirakâr basına karşı yazdıkları cevablar:

1- 24.7.1952’de Büyük Doğu Mecmuasının Ankara’da çıkan Kudret gazetesine cevabı.

2- 28.7.1952 Nur talebeleri Büyük Doğu’da A.Boyacıgilleri tel’in.

3-22.7.1952 de Hür Adam gazetesinin cevabı.

4-7.1952 Yine Hür Adamın cevabı

5-5 Eylül 1952’de Büyük Cihad da Üstad’ın İkinci Söz risalesinin neşredilmesi ve bu gazetenin buna dair tebcilkâr makalesi.

(2) Vatan gazetesi muhabiri Yılmaz Çetiner. Üstad Hazretleriyle görüştü. Fakat yalan yazılar neşretti.

1953

6- Sebilürreşad 128. sayıda “Mahkemeden Mahkemeye” makalesi Üstad hakkında.

Şimdi Hazret-i Üstad ve Nur talebelerinin ve ayrıca da bazı dost gazetelerin cevablarından bir kaç örnek vermek istiyoruz. Bu cevabların içinde birinci derecede önemli ve mutlaka çok enteresanı Üstad’ın şahsen verdiği cevablardır. İki’nci derecede önemli, Üstad’ın yanındaki hizmetkâr ve talebelerinin cevablarıdır ve bu kıyasla…

ÜSTAD’IN CEVABLARINDAN BAZI BÖLÜMLER

BİRİNCİSİ: Yeni Sabah gazetesine verdiği cevabta günü ve ayı kesin bilinmemekle beraber, fakat 24.3.1951’de, İstanbul savcılığı Gençlik Rehberi hakkında dava açtığı sıralarda, Yeni Sabah Gazetesinin -Büyük ihtimal ile bu tarihlerde Rehber aleyhindeki neşriyatı üzerine Hazret-i Üstad’ın kaleme aldığı ve yanındaki talebeleri isimleriyle bazı yerlere gönderdiği cevabın bir kısmı şöyledir:

“… Bir sene evvel mezkûr istid’ada, şimdi Rehberin müsaderesine dair Yeni Sabah gazetesi, Rehberin ikinci defa basılmasını müellifine medar-ı mes’uliyet gösteriyor.

Halbuki, Rehberin başında yazılan parça, onların yanlışını gösteriyor:

“Gençlik Rehberi-Önsöz: Bu Gençlik Rehberi Eskişehir’de Emniyet Müdürü izniyle resmî bir müsaadeyle yeni hurufla basıldığı gibi, eski hurufla Isparta’da dahi teksir edilip, Hükûmetin ve zabıtanın ilişmemesi ve her tarafta iştiyakla okunması ve intişarı gösteriyor ki, bu Rehberin millete hususan gençlere çok menfaatı var…(3)”

İKİNCİSİ: Vatan Gazetesinin 10.11.1954 nüshasında neşrettiği yalan, iftira ve tezvirlerine Hazret-i Üstad’ın şahsen cevabı şöyledir:

“Yazıları beş vecihle iftira ve yalan olduğunu gördüğüm bir gazeteyi bana okudular. Böyle iftiraların hem Isparta’ya hem neşredenlere büyük zararı var.

Birinci Yalanı: Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarikat diye beni tarikat dersi vermekle ittiham ediyor

Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki; mahkemelerde de sabit olduğu gibi, ben tarikat dersi değil, imanın ve Kur’anın hakikatlarını ders veriyorum. Dersimi dinliyenlere Nur talebesi denir. Mesleğimiz tarikat değil, imanın hakikatlarıdır.

İkinci Yalanı: İftira eden gazete, başka bir gazeteyi kendine teşrik etmekle bazı yanlış ta’birler karıştırmasıyla diyor ki: “Eğridir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar.”

(3) Afyon hapsinden kurtuluşundan sonra defter: 82

1954

Kat’iyen bunun aslı olmadığını bütün Isparta ve Eğridir gençleri biliyorlar. Bunu işittikleri vakit, hiddetle protesto ediyorlar. Yalnız Ankara’da bulunan Eğridirli genç olmayan bir adam, otuz sene evvel benimle görüşmesini az tenkidkârane yazmış. Buna “Gençler mücadeleye başladılar” namını vermek ne kadar zahir bir yalandır Halbuki, kim olursa olsun bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum. Bana, yahut talebelerime karşı Isparta ve Eğridir’de hiç bir gencin mücadelesini işitmemişim.

Üçüncü İftirası: O iftira eden gazete, başka birisinin diliyle diyor ki: “Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar. Emniyeti bozmak tarzında nizamatı değiştirmeye çalışıyorlar”

Bunun yalan olduğuna, yirmi sekiz senede beş mahkeme beraet vermesiyle gösteriyor ki, siyasetle hiç bir alâkam yok.. ve hiç bir emare bulunmaması bunun ne kadar iftira olduğunu gösteriyor. Hatta otuz beş senedenberi siyasetten çekildiğimi bütün dostlarım biliyorlar. Bu hakikat mahkemeler tarafından da sabit olmuştur.

Dördüncü İftirası: “Said-i Nursi bazı kadınlara şeytandır demiş” Bu iftiranın aslı: Eskiden büyük şehirlerde açık saçık, çıplaklık derecesinde hususan yarım çıplak Hıristiyan kızları “Şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar.” demişim.

İşte böyle bir kaç tane açık gezenler hakkında bir sözü, başka surete çevirip, mutlak kadınlara teşmil ederek, tabiri çirkinleştirip, isti’mal etmesi, pek çirkin ve zahir bir iftiradır.

“Kadınlarla Muhavere” namındaki Risalemde kadınlara büyük bir hürmet ve ehemmiyet ve kıymet verdiğimi, hatta şefkat cihetinde, erkeklerden pek ileri olduklarından; Risale-i Nurun mühim bir esası şefkat olduğundan, bu mübarek hemşirelerimi “Muhterem Hemşirelerim” namıyla yâdediyorum. Onların samimiyet ve ihlâslarını ziyade görüyorum.

Beşinci hakaretkârane iftirası: “Gerilemek ve irtica’…” yani İslâmiyet ahkâmına, ahlâkına dönmek manasıyla “Mel’un fikir” tabiri kullanması küre-i arzı titretecek kâfirane bir iftira olduğu gibi, yalnız Isparta’lılara ve

Nur talebelerine değil, belki Âlem-i İslâma karşı bin ihanettir

Çok hasta ve çok ihtiyar

Said-i Nursi (4)”

ÜÇÜNCÜSÜ: Tarihini kesin tesbit edemediğimiz ve fakat 1959 tarihlerinde olduğu kuvvetle muhtemel, Cumhuriyet gazetesinin tahrif ve tağyir dolu yalan ve iftiralarına karşı Üstad’ın cevabıdır:

(4) Gazetelere cevap dosyası No: 10/8 ve Emirdağ-2 S:162

1955

Üstadımız ifade buyurdular ki:

“Aleyhimizde olan Cumhuriyet gazetesi, müdafaamı çok yanlış ve gayet fena bir tarzda tağyir etmiş. Hatta “Bir canî yüzünden on masumu zulmetten kurtarmak için…” gibi hezeyanlar karıştırmış. Hem de o yazdığım cevab, beş altı sene evvel İstanbul İkinci Sulh Ceza Mahkemesinde aynen söylenmiş. En mühim mes’elemde beraet verilmiş bir müdafaa iken; Bir iki ay evvel bir bardak suda bir fırtına koparmak nev’inden, İstanbul seyahatimde gayet manasız, garazkârane bir savcı Isparta müdde-i umumisine havale edip manasız benim ifademi almaya iki resmi polis memuru gönderdi. Onlara dedim: O meseleye beş sene evvel cevab verilmiştir. İşte o zamanki cevabım da budur dedim. Onlar da kabul ettiler Hem de makine ile çıkardılar. Hem o herife de göndermişler. Şimdi uzak bir yerde, tekrar manasız olarak bizden uzak bir kaymakama başkası onu vermiş. İftiracı gazetede “Onu kaymakam savcıya vermiş” demesiyle, Risale-i Nurun bir kısım zaif şâkirtlerine vesvese ve bir evham vermek istemişler.

Bu yazıya Nurun çok avukatları tekzib yazsınlar. O meselenin mevzuuna dair İstanbul Sıhhî hey’etinden dört rapor var. Fakat lüzumsuz olduğu için kimseye göstermeye tenezzül etmedim. Hem de lüzum olmamış. NOT: Ankara’daki iki emniyet müdürüne çok selâm ediyorum. Böyle şeylere ehemmiyet vermesinler…”

Said-i Nursi(5)”

DÖRDÜNCÜSÜ: 1960 başlarında hemen hemen umum basının Hazret-i Üstad’ın küçük bazı seyahatlerini dillerine dolayarak yaygara koparılmasına karşılık, Üstad Hazretleri daha çok talebelerine hitaben, aynı zamanda bu gibi gazetelere cevaben bir yazı neşretti. Bu yazıyı Üstad’ın hayatının en son safhasında kaydedeceğimizden buraya dercedilmedi. Böylece Hazret-i Üstad Bediüzzaman, kendisini ve Nur talebelerini alâkadar eden, basının yalanlı, iftiralı yazılarına karşı bigâne kalmamış, ya kendisi şahsen veya yanındaki hizmetkârları, yahut da diğer talebeleri vasıtasıyla mutlaka cevab vermiştir. 1950-1960 arası gazetelere verilen cevabların mecmuu yirmi otuz kadardır. Bunların tamamı dosyalarımızda mahfuzdur.

(5) Emirdağ-2 S: 202

1956

ÜSTAD’IN HİZMETKÂRLARININ CEVABLARI

Hazret-i Üstad’ın yanındaki talebe ve hizmetkârlarının, onun emriyle ve dikteleriyle verdikleri cevablar da çoktur. Hepsini buraya dercetmemize imkân yoktur. İçlerinden en mühim gördüğümüz bir iki cevabı nümune olarak arzetmekle iktifa edeceğiz. Bu cevabları da yine tarih sırasına göre kaydedeceğiz. Bunların tamamı gazetelere cevab lardır.Şimdi bunlardan sadece bir tanesini alacağız:

1- Afyon’da münteşir Kocatepe gazetesinin(6)yazılarına birçok cevablar verilmiştir. Bunların içinden sadece 7 Şubat 1951’deki bir nüshasında yaptığı iftirakâr tecavüzüne karşı verilen bir tek cevabı kaydediyoruz:

“AFYON KOCATEPE GAZETESİ BAŞYAZARINA!

Gazetenizin 7 Şubat 1951 tarihli sayısının birinci sütununda “İrtica’ ile mücadele” başlığı altında bir yazı okuduk. Bu yazıdan anlaşılan mana şunlardır:

  1. Afyon’da yıllardan beri devam eden ve Hükûmet tarafından önlenemeyen bir irtica’ hareketi vardır.
  2. Bu irtica hareketini Bediüzzaman’la Büyük Doğucular idare etmektedir.
  3. Her zaman ve her vesileyle ifade ettiğinize göre; sol temayüller ve komünistlik vatanın bekası için tehlike arzetmez. Fakat irtica’ tehlike arzeder.

Afyon’da senelerdenberi bir irtica’ hareketinin bulunduğunu, Halk Partisi hükûmetiyle DP hükûmetinin politik mülâhazalarla ehemmiyetsiz tedbirler alarak ürküttüğünü, fakat söndüremediğini yazıyorsunuz. Evvelâ: Afyon ilinde bulunmamız sebebiyle, bu fikirlerinizi şiddetle reddederiz. Afyon’da imanlı Müslüman halk kitlesi vardır. İrtica ve mürteci’ yoktur. Laiklik perdesi arkasında dini senelerce baskı altında tutan, Allahü Ekber diyenleri hapse atacak kadar vicdan ve din hürriyetine tecavüz eden Halk Partisi hükûmetleri, varlığını iddia ettiğiniz irtica’ı görememiş, ceza kanununda bir suç mevzuu olan irtica’ı hükûmetin emniyet ve adliye teşkilâtları yakalıyamamış da, siz mi keşif buyurmuşsunuz!..

Hakikatta mevhum ve kafanızın içinde mevcudiyetine inandığınız ve hatta komünistlikten daha tehlikeli gördüğünüz ve Afyon’a yakıştırdığınız bu evhamı Afyonlular reddeder ve sayın Başbakanın “İnkılâb softaları” diye vasıflandırdığı kadroya dahil bulunduğunuza inanmıyoruz.

(6) Kocatepe gazetesi Hz.Üstad’ın Afyon hapsi sırasında çok zırvalamış, ipe sapa gelmeyen yalanlar yazmıştı.

1957

İkincisi: Vehimlerinize göre Bediüzzaman’ı da bu işe karıştırıyorsunuz. Biz Afyon’lu Nur talebeleri sizin hilâf-ı hakikat olan bu isnadınızı şiddet ve nefretle reddederiz.

Bediüzzaman Said-i Nursi senelerden beri Afyon vilâyeti dahilinde ikamet etmekte ve Emirdağ nüfusuna mukayyed bulunmaktadır. Bu yüksek ilim adamının ismini yazdığınıza, karıştırdığınıza göre; bu zatın ne gibi bir karakterde bulunduğunu, ne işle meşgul olduğunu ve şimdiye kadar ne yapmış olduğunu ve şahsiyetini tetkik ettikten sonra, yazınıza, mevzu’ yapmanız icabederdi. Yazınızdan bunları bilmediğiniz anlaşılmaktadır.

Kısaca size anlatalım:

Bediüzzaman büyük bir İslâm âlimidir. Nur Risaleleri namı altında toplanmış yüzotuzüç parça dinî ve ilmî eseri mevcuttur. Bu eserler Türk diliyle yazılmış Kur’ânî itikadlardır. Bu eserleri Avrupa, Amerika ve bütün İslâm Âlemi tanıyarak, zevkle okumakta ve her gün takdirlerini bildirmektedirler. Pakistan âlimlerinden son zamanlarda memleketimizi ziyaret eden milletvekili ve SİND ÜNİVERSİTESİ dekanı Ali Ekber Şah Bediüzzaman’ı ziyaret için Emirdağ’a kadar gelmiş ve ziyarette bulunmuştu. Eserlerinden birer nüsha alarak Urdu lisanıyla Pakistan’da neşredeceğini söylemiş, birçok ilmî müşkillerinin Bediüzzaman tarafından bir saat zarfında halledildiğini takdirle anlatmıştır.

Bediüzzaman Said-i Nursî bir vatanperverdir. Hürriyet mücadelelerine katılşmış, birinci Harb-i umumide talebeleriyle birlikte gönüllü alay kumandanı olarak Kafkas cephesinde harb etmiş, Bitlis’i kahramanca müdafa etmiş, yaralanmış, esir olmuş ve esarette iken Rus başkumandanına boyun eğmiyerek, ilmini, vakarını muhafaza etmiş, esaretten sonra İstanbul’a dönüşünde İngiliz işgal kuvvetlerine karşı yazılarıyla hücuma geçmiş muhterem vatanperver, cesur ve âlim bir zattır.

Otuzbeş senedenberi siyasetle alâkasını kesmiş, o zamandanberi gazete bile mütalâa etmemiştir. Uzun seneler emniyet teşkilâtının gözü önünde tutulmuş ve üç mahkemede bütün eserleri ve mektupları ehl-i vukuf ve mahkemelerce tetkik edildiği halde, siyasetle hiç bir alâkası, cem’iyetçiliği ve kanunen suç teşkil eden bir hareketi görülmemiştir. En son olarak Afyon mahkemesinde gözünüz önünde, sizin yakıştırmak istediğiniz suçlardan iki sene kadar mahkemesi cereyan etmiş, suç unsuru olacak delil ve emare bulunmadan kanaat-ı vicdaniye ile mahkûm olmuşsa da, yüksek yargıtay bu hükmü esasından bozmuştur. Bu kadar tedkikler ve tahkikler 2035 yıllarca süren mahkemeler böyle bir suç tesbit edememiş de, siz mi bulmuşsunuz? Bu hareket garazkârlık ve iftiradan başka bir şey değildir.

1958

Üçüncüsü: Sol cereyanların, vatanın bekası için bir zarar vermiyeceğini, Türk kültür ve ahlâk anlayışının mütemayili tepemiyeceğine inanmanız bir tezad değil midir? Matbuatta aylardan beri keşfedile edile bitirilemiyen ve her gün yenisi bulunan komünistlik sol cereyan değil midir? Gazeteci olmanız sıfatıyla matbuatı takib etmeniz ve günlük hadiselerden haberdar çıkmanız icabetmez mi? Bu tecahül ve dolayısıyla sol temayüllü müdafaa, komünistliğe hizmet değil midir? Komünistlikten daha tehlikeli gördüğünüz mürteciler nerededir? Şimdiye kadar kaç tane yakalanmış ve adliyelere teslim edilmiştir?

Bütün dünya komünistliğe karşı hep hürriyet cephesi kurarken ve beşeriyeti bu harpten korumaya çalışırken, mevhum fikirlerle millet içerisinde ikilik çıkarmaya çalışmak, kendi öz memleketine iftira etmek, bilgili vatanperver bir Türk’e yakışır mı? Cenab-ı Hak’tan size akıl, fikir, muhakeme, bilgi ve hidayet vermesini dileriz.

Afyon-Emirdağ Nur talebelerinden

Tahir (Doktor Tâhir) Nuri, Sadık (7)”

2- 1952 başlarında Demokrat Parti’den ayrılan Zonguldak Milletvekili

Abdurrahman Boyacıgiller, Millet Partisi içine katılmıştı. O sıra Millet Partisi’nin bir organı durumundaki KUDRET gazetesinde DP aleyhinde ve dolayısıyla Hazret-i Üstad Bediüzzaman aleyhinde yazılar neşretti. Bu yazılarından birisinde, tarikat aleyhinde de bulundu. Üstad Bediüzzaman’ı tarikatçı ve ”DP’nin himayesinde,” tarzında bir baş makale yazdı. Abdurrahman Boyacıgiller’in bu iğrenç ve cahilane yazısına karşı bir çok tepkiler, cevablar verildi. Nur talebeleri de cevablar yazdılar. Dindar gazetelerde de cevablar yazıldı.

Nur talebeleri 13.7.1952 tarihli makalesine ezcümle şu cevabı vermişlerdir:

“… Saniyen: Bediüzzaman tarikatına gelince: Böyle bir tarikatı ilk defa bu zatın yazısında okudum. Ben Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerini pek yakından tanıyan bir kimseyim. Defalarca hususi sohbetlerinde bulundum. Ben bu necib müslümanla ve milletimizin iyiliğine hizmet eden mübarek talebeleriyle içten temas ettim. Böyle bir tarikat neşrettiklerini ne ağızlarından işittim, ne de talebelerinden gördüm, ne de eserlerinde okudum. Böyle bir tarikat varsa, ulu orta şahsî veya mensub olduğu parti menfaatına yazmak olmaz. Delil göstermesi lâzım.

Bilakis Bediüzzaman bütün bu iftiralardan münezzehtir. O, bu günün pek muhtaç olduğu dünya çapında bir allâmedir. Bir din adamıdır. Eğer bu

(7) Gazetelere cevap dosyası No: 2

1959

zavallı muharrir, bu mübarek vatanımıza Allah’ın bir hediyesi olan bu zat ile yakından temas etseydi ve yüz otuz parça Risale-i Nur adlı eserlerinden bir tekini okumuş olsaydı, bu iftirada bulunmazdı… Ve bu asil müellifin ne gibi bir hizmet peşinde koştuğunu ve hiç bir menfaat gözetmeden nasıl ifna-i vücud eylediğini anlar, bu zata hayretle, hürmetle ve minnetle bakardı.

Artık bize kat’î kanaat geldi ki: Esasen tezatlar içerisinde yuvarlanan Millet Partisi, bu gibi tezahürlerle kendisini daha iyi gösteriyor. Bugün dahilde ve hariçte milyonlarla Müslümanın ruhlarında yepyeni bir iman ve ahlâk dersi veren bu mübarek zata karşı yalan söyleyen bir zavallıyı en ileri bir kimse gibi bağrına basan bir partiden yarın için ne bekliyebiliriz.

Allah muhafaza etsin, beni de bu parti ile bugüne kadar konuştuğum için afetsin!.. Bir başa geçseler, Müslümanları kendi iftira ve şenaetleriyle boyayıp çeşitli ittihamlarla mahvedeceklerini şimdiden gösteriyorlar.(8)

Yirmi yedi yıldır Bediüzzaman ve eserleri mahkemelerden geçmiş, tarikatçılık ve bozgunculuk ve iffetsizlik hakkında tek bir emare dahi bulunamamıştır.

Zavallı, zu’munca DP’yi yaralamak istiyor… “Bediüzzaman tarikatı” diye bir şey varsa, lütfen izah etsin. Madem tahkikat etmişler, memleketin nabzını yoklamışlar; meydana vâzıh bir şekilde çıkarsınlar!.. Biz de ona karşı şunu iddia ederiz ki: Dünyanın ender yetiştirdiği bu ilim ve fazilet abidesi muhterem zat, “asrımız tarikat asrı değil, hakikat asrıdır” diye bir çok eserlerine yazmış ve hakikatın ne olduğunu açıklamışlardır.

Bir kaç dinsiz ve sizin gibi mevki’ hissi gözlerini bürümüş bir kaç zavallı müstesna, Bediüzzaman bu necib ve asil milletin kalbinde lâyık olduğu yeri işgal etmiştir. Çünkü o, yakınlarına iyilik, doğruluk, ahlâk ve faziletten başka bir şey vermemiştir.

İstanbul A.Şeref İnanır (9)”

3- Yine Vatan gazetesinin 1 Ocak 1953 nüshasında CHP’nin oyunu ile, belki de o oyunları kendisi tezgâhlayarak dinsizlik ve ilhad hesabına şeni’ yalan ve iftiralarda bulunması üzerine, Üstad’ın hizmetkârları şu cevabı verdiler ve neşrettiler:

(8)Millet Partisi’nin ruhundaki Türk ırkçılığı gayet sabit şekilde bulunduğu için, her şeyi bu mel’un hisse feda ediyorlardı. CHP ile birleşerek, dine darbe vurmak için bile, kabih hareketleri görüldü. Hatta -şimdiki tevbe etmiş, aklı başına gelmiş diye söylenen Türkeş milli birlik komitesi içinde önemli vazife alarak, icraa-ı hüküm ettiğ’i ve birçok hunharca zulümlere şerik olduğu zamanlarında yazmış olduğu “Türkiye’nin Meseleleri” kitabında dine ve İslamî an’anelere karşı aleni tecavüzkâr ifadeleri kullanmaktan hiç çekinmemiştir,A.B.

(9)Gazetelere cevap dosyası No: 4

1960

“… Vatan gazetesinin 1 Ocak 1953 tarihli nüshasında hasta olan Üstadımız hakkında hiç münasebetsiz, sırf yalan ve garazla bahsetmesi, biz Nur talebelerine çok sıkıntı verdi. Üstadımız otuzbeş senedenberi siyaseti terkettiği ve çok hasta olduğu için, böyle sıkıntılı haberleri ona duyurmak istemiyorduk.

O dönme gazete demiş ki: “Said-i Nursi İzmir’de İ’dadiye mektebinde Arabiye muallimliği yapmış ve Mart hadisesinde Derviş Vahdeti’nin baş yardakçılığını ve Mart hadisesinin ihtilâlini çıkarmış” diye beş vecihle yalan ve iftiralarını okuduk.

Bu yalanlardan birincisi: Biz Üstad’ımıza sorduk: Hiç İzmir’e gittiniz mi?”

Dedi: “Bütün eski ve yeni dostlarım biliyorlar ki: Tek bir defa Şam’dan gelirken(10) Vapur ile geçmişim.”

İkinci Yalanı: Üstad’ımız hiç bir vakit mektep muallimliği yapmamış. Belki Van’da Medresede müderrislik yapmış.

Üçüncü Yalan: Hiç bir vakit İ’dadiye mektebine ne girmiş, ne muallim olmuş, ne de Arabi ders vermiştir.

Dördüncü Dehşetli Yalan: Otuz bir Mart hadisesinin baş yardakçısı namını vermesi, ne kadar asılsız yalan ve iftiradır ki; kırkbeş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfi’de bir ay zarfında -Üstad’ımız memleketine gittikten sonra- “İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi”ni Ahmet Ramiz iki defa, rağbet-i umumiyeye binaen tabettirmiş. O zaman o kadar şeriat aleyhinde desiseler olduğu halde, Divan-ı Harb-i Örfi beraet kararı vererek; O iki mekteb-i musibet şehadetnamesi, şimdiki bu dönme muharririn yalan ve iftirasını esasiyla keser. Çünki, hem Divan-ı Harb-i Örfi hem Hareket ordusu kuvvetli delillerle anlamış ki; ihtilâli çıkaranlar başkasıdır. Üstad ise, o ihtilali kısmen bastırmış ve çok taburları itaate getirmiş ve itaat-i askeriyeye çok hizmet etmiştir.

İşte böyle bir vatanperver ve asayiş temimine çalışan ve herkesin kalbinde iman ve Kur’an dersiyle bir yasakçı bırakan, “Asayişe ilişmeyiniz!” diyen Üstadımıza böyle siyasi iftira ile efkâr-ı umumiyeyi bulandırdığı için, efkâr-ı umumiye namına protesto ederiz.

Hatta Üstad’ımıza dedik: “Avukatınız vasıtasıyla bu yalancı ve iftiracı muharriri mahkemeye verelim.”

Üstadımız dedi: “Ben böyle yalan ve iftiracılarla alâkadar olmak istemem…”

(10) Bu tarih 1911 baharındadır. A.B.

1961

4- Vatan gazetesi muhabiri Yılmaz Çetiner’in Üstad Bediüzzamanla görüşmesi hikayesi, yalanları ve verilen cevablar:

Vatan gazetesi muhabiri Yılmaz Çetiner, 1953 yılında Vatan gazetesinde, 1963’de de Cumhuriyet gazetesinde muhabirlik yapmış bir adamdır. 1953 başlarında Vatan gazetesinde Nurculuk hakkındaki yazıları yayınladığı gibi, 1964’de Cumhuriyet gazetesinde “İnanç sömürücüleri” başlığı altında ve fakat yazının ağırlık noktası Nurculuk hakkında olarak tefrika edilmeye başlanmıştı. Bu adam 1953’de bir casus kılığında, masum Nur talebelerinin içinde dolaşmış, Reyhan’lı da emniyete şikâyette bulunmuş, kendisini de şikâyet ettiği kimselerle beraber yakalatmış bir insan…

Ve nihayet 1953 başında kendisini bir Üniversite talebesi olarak tanıtmış ve diğer bazı ziyaretçilerin içine katılarak Üstad Bediüzzamanla görüştükten sonra(11) 3 Ocak 1953 tarihinde Vatan gazetesinde yalanlarla karalamalar yapmaya ve yaymaya başlamıştır.

Bu adamın o iftiralı yazıları üzerine, Üstad’ın hizmetkârları ve yanındaki talebeleri, onun ziyaretinin şeklini ve yalanlarının cevablarını yazdılar. Gayr-ı resmi lâhika şeklinde neşrettiler.

Bu cevabî yazı on sahifeden ibarettir. İçinden, Yılmaz Çetiner’in yalanlarına cevablar kısmından bazı bölümler alabileceğiz:

“…Böyle bir allâme-i zamanı ve İslâmiyetin medar-ı iftiharı bulunan kahraman Üstadımız Bediüzzaman’ı her gün biraz daha kesifleştirilen sun’î sisin arkasından bulut çıkarmakla efkâr-ı umumiyeye tehlikeli bir adam mıdır? Son hadiselerle (12) alâkası var mıdır? diye bir hakikat beyan edeceğiz.

Şimdi İslâmiyet âleminde ve efkâr-ı umumiye muvacehesinde, vicdanları yalanlarıyla titreten, kalbleri hile ve desisesiyle muazzeb eden bu dönme gazetenin hususî muhabirinin Üstad’ımızla olan muhaveresini ve muhaveredeki yalanlarını efkâr-ı umumiyeye arzetmeyi kendimizce bir borc bildik. Şöyle ki:

Birinci Yalanı: Gazetede, “Emirdağ’a bir Nur talebesi namzedi olarak gittim. Başımda kasket, elimde tesbih vardı ve kravatsızdım.Said-i Nursi’nin yanına kabul edilmem için tanıdıklardan birinin tavsiyesi icabediyordu. Binbir müşkilât ile bunu temin ettikten sonra, ikinci el beni Bediüzzaman’ın kapısına götürüp, üçüncü ele teslim etti ve orada dediler ki: “Uzak yoldan gelmişsin, efendimiz hazretleri seni kabul edecekler, yarım saatlik bir vakti vardır, fazla görüşemezsiniz…”

(11)Az ilerde, gazeteci İlhami Soysal’ın 1957’de Hazret-i Üstad’la görüşmesi hikâyesinde, İnönü ve Avni Doğan’ın nasıl rol oynadıkları meselesini kaydedeceğimiz gibi, bu Yılmaz Çetiner’in de aynı kaynaktan hareket ettirildiği kesindir.A.B.

(12)Gazeteci Emin Yalman’a suikast münasebetiyle yapılan yaygaralar muraddır. A.B.

1962

Siyasetin bu kâzib muhabirini bir kaç noktadan tekzib edeceğiz:

1- Üstad’ın yanına yalnız olarak değil, kendisinden başka üç kişi daha vardı ki, bunlardan biri Üstad’ımızın kırkbeş senelik bir dostu olmakla beraber, ikisi de Üstad’ın tanıdıklarındandı. Bir ikindi vakti taksiyle geldiler. Muhabir, o dostunun yanlarında bulunması, onların teklifsiz olarak Üstad’ın yanına gelmelerine vesile olmuştur. Hem o muhabire, “yarım saatten fazla görüşemezsin” diye birşey denilmemiştir.

İkinci Yalanı: “Nur talebesi kapıyı açtı, bomboş bir oda içinde idik. Kenarda bir sandık, gaz tenekesi vesaire vardı. Nihayet buradan da başka bir küçük odaya geçtik. Ortada bir odun sobası bütün şiddetiyle yanıyordu. Tavan gayet alçaktı. Sol tarafta bir tel dolap üzerinde bir takım kavanozlar, teneke kutular, kese kâğıdları vardı. Yerdeki kilimin üzerinde üç dört tane minder gelişi güzel bırakılmıştı. Karşı köşede tahta bir kerevitin üzerinde yatakta Bediüzzaman Said-i Nursi yatıyordu. Beni görünce yatağının içinde doğruldu. “Hoş geldin evlâd” dedi.”

Şimdi dikkatli muhabirin görüşündeki hataları, -kusura bakmazsa tashih edeceğiz:

Birinci odada gaz tenekesi ve sandık yok. testi ve ibrikler vardır. İkinci odada soba yanıyordu, fakat tavanın yüksekliği üç metreden aşağı değildir. Tel dolapta kavanozlar yoktur. Çaydanlık ve çay bardağı vardır. Yerde üç dört minder olmayıp, Üstad’ın üzerinde namaz kıldığı kalınca bir namazlığı vardır.

Üstad, tahtadan kerevit üzerinde değil, demirden bir karyola üzerinde yatmaktadır.

“Hoş geldin evlâd” diye yalnız kâzib muhabire demiş değil, belki yanındaki arkadaşlarına gösterdiği iltifata o da şerik olmuştur.

Üçüncü Yalanı: “Bediüzzaman’a göre siyaseti dine alet etmek lâzım imiş…”

Evet, Üstad’ımız dini bütün herşeyin fevkinde görmektedir. Çünki din mukaddestir, hiç bir şeye alet edilmez. Siyaset ise, bilhassa o dönmelerin takib ettikleri siyasetki felâkettir. Çünki yalan ve iftiralar en büyük düsturlarıdır, nerede karşı bir intibah görseler, hep bir ağızdan akla ve hayale gelmedik yalan ve iftiralarıyla zehirlerini din ehline ve ahiretin mübarek yolcularına püskürmekten asla çekinmezler Allah onların şerlerinden bu vatanın mübarek nesillerini muhafaza eylesin amin. Dördüncü Yalanı: “Dünyanın her tarafında şu’belerimiz var. Risale-i-Nur bütün dillere tercüme ediliyor. Arapça’ya, İngilizce’ye, Almanca’ya ve Japonca’ya tercüme edildi. Pakistan kültür ateşesi buraya gelerek elimi öp-

1963

tü ve teşekkür etti.”

Üstadımız “Dünyanın her tarafında şu’belerimiz var” demedi. Belki “Dünyanın her tarafında nura rağbet ve iltifat çoğaldı” dedi. Nur yalnız Arapça’ya tercüme edilmiştir. Dünyanın her tarafına ya Türkçe veya Arapça olarak gitmiştir.

Pakistan Kültür ateşesi değil, Pakistan Maarif Vekili muavini Ali Ekber Şah gelmiştir ve Ankara’da şu hitabede bulunmuştur:

“Kırk senedir Âlem-i İslâm’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bediüzzaman yalnız Türk milletinin değil, bütün İslâm âleminindir. Ondan Âlem-i İslâm’ın mukadderatına dair soracaklarım vardı. Bütün bu müşkillerim kendileriyle görüştüğüm bir saat içerisinde halledildi. Şimdi memleketime büyük müjdelerle dönüyorum” demiştir.

Üstad’ımızın en çok kaçtığ-ı şey, şöhretfüruşluktur ki, “Elimi öptü” asla dememiştir ve demez de…

Beşinci Yalanı: “Necib Fazıl’ı mağlub ettiler” Said-i Nursi,ye Necib Fazıl hakkında ne düşündüğünü sorunca, başını iki yana salladı, dedi ki: “Yazık oldu. Kendisine çok nasihat ettim, dinlemedi. Kamer, güneşden ayrılan bir parçadır. Güneş kamere peyk olmaz, işte bunun gibi din de mukaddestir, siyasete alet edilmez. Ancak siyaset dine alet edilebilir. Necib Fazıl hiç nasihatımı dinlemedi. Yanlış yolda yürüdü. Dini siyasete alet etti. Sonunda onu mağlub ettiler”. Bediüzzaman daha bazı şeyler söyliyecekti. Fakat birden sustuktan sonra, şu kelimeleri mırıldandı: “Bana bu suali keşke sormasaydın.”

Bu muhabir kendi şahsî ve siyasî hissiyatının tesirine kapılarak burada çok fazla ilaveler etmiştir. Üstada bu suali o muhabir değil, Ruşen isminde bir genç “Necib Fazıl nasıl bir adamdır?” diye sordu. Üstadımız da çok müteessir olmakla beraber, “Necib Fazıl ihtiyatsızlık etti, onu mağlub ettiler. Kendisine biraz ihtiyat et, diye söylemiştim.” demiştir. “Kamer güneşten bir parçadır. Nasıl güneş kamere peyk olmazsa, din de mukaddestir, siyasete alet olmaz” dediği, Üstad’ımızın otuz beş sene evvel siyasete baktığı zamana ait olan sözünü, Necib Fazıl’a vermesi ve “Hiç bir nasihatımı dinlemedi, mağlub oldu.” demesi gösteriyor ki; O muhabir böyle ilâveli sözleriyle Necib Fazıl’ın hatırını kırmak istiyor.

O eski zamanda Üstad’ımız siyaseti dine alet etmekle; ta siyaseti dinsizliğe alet edenlere mukabele için idi.

Altıncı yânlış ve Yalanı: “Rusya’da iki buçuk sene esir kaldım. Bir gün bana fena muamele yapan kumandana hakaret edince, o yanıma yaklaştı ve takdir etti. Burada ise, bana bir jandarma çavuşu ile hakaret ve küfür ettir-

1964

diler, sustum… İstanbul’daki genç talebelerime selâm söyle, onlar için sustum, onlar için hakarete katlandım.”

Konuşmamız yarım saati geçmisti. Said-i Nursi talebesine bir anahtar vererek, bir kitap getirmesini istedi ve bana: “Artık sen bir Nur talebesisin, Nurcusun. Ben kimseye ne hediye veririm, ne de hediye alırım. Sana bir başlangıç kitabı hediye ediyorum…””

Efkâr-ı umumiyeyi böyle yanlış fikirleriyle bulandıran ve siyaseti her şeye tercih etmekle, din ve imandan uzak düşen yalan ve iftiralarını gazete sütunlarında, hatta baş makalelerinde yazarlarken, hiç vicdanları muazzeb olmıyan o dönmelere bilâperva diyoruz ki:

Üstad’ımız Rusya’da esir iken, Rus’un başkumandanı üç defa önünden geçtiği ve diğer esirler kıyam edip, Üstad’ımız İslâmiyetin şerefini, ilmin izzetini, dinin azametini kırmamak için, o kumandana kıyam etmemiştir. “Neden kıyam etmiyorsun?” dediklerinde: “Ben bir Müslüman âlimiyim. Müslüman olan kimse, kâfire kıyam etmez.” Demesiyle, Üstad’ımızı i’damla cezalandırmışlar. Üstad’ı seven dostlar: “Aman efendim, bir parça sühulet gösteriniz, sizi idam edecekler” diyenlere:

“Ben idam olmuyorum, terhis oluyorum. Âlem-i saadete gitmek için bunların idamları bana bir pasaporttur” diyen İslâmın hakiki kahramanını, burada kırda gezerken, “Sen neden başına şapka giymedin” diye keyfî bir emirle bir jandarma başçavuşu ve iki silâhlı asker, o kırda, yalnız başına gezen seksen yaşındaki ihtiyar ve zaif olan Üstad’ımızı karakola getirdiler ve bir sürü eziyetlerden sonra bıraktılar. Bu tahammül edilmez harekete ve şenî’ muameleye karşı susması, masumlar ve çoluk çocuklar ve gençler içindir Yalnız İstanbul’un Üniversitesi talebelerine mahsus değildir. Said-i Nursî’nin genç talebeye anahtar vererek getirttiği kitap bir adet değildir, üç adettir. Çünkü o muhabirden başka kendisi gibi iki genç daha vardı.

Hatırımıza gelmişken şunu da kaydedelim ki; o muhabirin arkadaşları bulunan iki genç, dinledikleri derslerden fevkalâde istifade etmişler ki; semerelerini müsbet olarak gösterdiler ve gittikten sonra memnuniyetlerini bildirir tebrikleri “Mücadele” gazetesinin sütunlarında intişar etmeye başlamıştır.

Vatan başmuharriri olan bu muhabirin sözlerinin arkasından şahsi kin ve ihtirası ile, Otuzbir Mart hadisesini bahane ederek, Üstad’ımız aleyhinde iftiralar etmiş. Bundan kırk sene evvel Divan-ı Harb-i Örfi’de Otuzbir Mart hadisesi sebebiyle iki defa tab’ ettirilen ve şimdi de aynı lüzuma ihtiyaç hissedilen “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” adındaki Risale o muhabi- 1965

rin bu iftiralarını esasıyla keser ve ona tam cevabtır.

Emirdağ Nur talebe ve hizmetkârlarından, Mehmet, Salih, Ahmet

Mustafa, Hamza(13)

Medar-ı hayret bir tevafuktur ki; Vatan gazetesinin iftirakâr şeni’ yalanları neşredildiği aynı günlerde, Bağdat’ta çıkan “EDDİFA’ ” gazetesi de 20.1.1953 tarihinden başlıyarak, (Bu tarih, gazetenin makalesinin Türkçeye tercüme edilip neşredildiği tarihtir) Üstad Bediüzzaman’ın hayatını ve Risale-i Nur talebelerinin büyük hizmetlerini neşretmeye başladı. Eddifa’ın baş muharriri İsa Abdülkadir, Eşref Edib’le irtibat kurarak Risale-i Nur’dan ve Üstad’ın hayatından malûmat alıp neşretti. Eddifa’ gazetesinin üstteki tarih numaralı nüshasında ezcümle şunları söylüyordu:

“…Nur talebeleri Risale-i Nurla hem Türkiye’de hem bilâd-ı Arabiyede komünistliğe karşı muhkem bir sed te’sis ediyorlar. Ben de Sebilürreşad sahibi Eşref Edib’in yazdığı, Nur talebelerinin Üstad’ı olan Said-i Nursi’nin tercüme-i halinden bir kısmını yazacağım.” diyor ve kısaca Hazret-i Üstad’ın hayatını veriyordu.

5- Meşhur muharrir ve eski Tânin gazetesinin baş muharriri Hüseyin Cahid’in çıkarmış olduğu “Yeni Ulus” gazetesi 1.4.1954 tarihli nüshasında; Demokrat iktidarının evvelâ Van’da, daha sonra da Erzurum’da inşasını kararlaştırdıkları ve 373 sayılı kanunla Meclis’ten geçirdikleri Şark Üniversitesi (AT.Türk Üniversitesi) hakkında tenkidkârane yazısı üzerine, Hazret-i Üstad’ın emriyle yanındaki hizmetkâr ve talebeleri de cevab verdiler.

Evvelâ Hüseyin Cahid’in tenkidlerinden bazı bölümler alalım. demiş ki:

“…Üniversite Şark vilâyetlerinde kurulacakmış. Kanun öyle söylüyor. Bir fakültesi bir şehirde, ötekisi başka bir şehir veya kasabada olacakmış. Fen fakültesi olmıyacak, Tıp fakültesi olacakmış. Hukuk fakültesi olmıyacak, Siyasal fakültesi olacakmış… Bunları işitmek istemiyorum. Böyle şey nerede görülmüş? Dosta düşmana gülünç olmanın sırası mı? Üniversite bir bütündür…”

Bu tenkidlerin altına Üstadın yanındaki talebeleri onun emriyle şu cevabı vermişlerdir:

“Bu Üniversiteye çalışan Said-i Nursi demiş: “Ehl-i fen mektepliler, Ulûm u diniye ehli olan ehl-i medrese ve ahlâk ve terbiye-i ruhiyeye çalışan ehl-i hakikat aynı darülfünûnda birer şu’besi bulunup, birbirinden istifade etmek lâzımdır.” dediğine işareten muharrir yazmış…”

(13) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 97

1966

Yine Hüseyin Cahid’in bir başka tenkidi de “… Bir Üniversite mi kuracağız? Bir Üniversite ki, kolu Erzurum’da, budu Elaziz’de, kanadı Van’da, başı bilmem nerede olacak!.. Yazık değil mi, ayıp olmaz mı? Sonra ilk ağızda altmış milyon liralık inşaat ve te’sisat ne olacak?..”

Bu tenkidinin de altında şu cevab yazılmış:

“Said-i Nursi mezkür Üniversitenin bir şu’besinin Bitlis, diğer şu’besinin Diyarbekir, Elaziz’de olmasını teklif etmişti. İki sene evvel reis-i cumhur, aynı mesele için seyahatinde Van’ı, Erzurum’u daha münasib görmüş… Sultan Reşad, bu Üniversite için yirmi bin altun lira (Şimdiki para ile bir milyon küsur(14)) ve sonra Ankara Meclis-i Meb’usanda o vakit iki yüz meb’us varken, yüzaltmışüç meb’usun müttefikan imzasıyla, hatta o zaman mevcud bulunan meb’uslar muhalif bulunmıyarak yüz elli bin banknot (o zaman bir banknot bir altun lira idi) demek yedi buçuk milyon lira(15) inşaasına vermeye imza ettiler. O zaman ihtiyaç bir ise, şimdi yirmidir. Demek yediyüz milyon da olsa çok görülmemeli…

Demek ki, Şark’ın en mühim meselesi o zaman bu üniversite idi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstad’ımızın maddi ve manevi gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu Hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi.

Yeni Ulus gazetesi, bu meseleyi perde ederek muhalif olduğu için, yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica’ süsünü vermek istiyor. Halbuki bu mesele en yüksek terakki ve sulh-u umuminin medarıdır.

Bu müessese, bu Hükûmet-i İslâmiyeye bazı Şeair-i İslâmiyeden Arabî Ezan-ı Muhammedi ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek, belki bu hükûmetin istikbalinde, tarihlerde kemal-i takdir ve tahsinle yâdedilmesine en parlak bir vesile olacaktır…

Üstad’ımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri(16)”

6- Ve nihayet yukarda listesini verdiğimiz müfteri gazetelere cevab yazılarının yirmiden ziyade kısmından bir altıncı nümuneyi de vererek, bu fasla son verelim. Bu son nümune de, o zamanlar Akis dergisi muhabirle-

(14)Bu tarih,1954 olduğ’una göre, bu günki tarih olan,1987 yılı hesabıyla olsa, yirmi bin altun bugünün parasıyla üç milyara yakın paradır.Eğer 1996ye göre hesaplansa;Bir triliyon Liradır A.B.

(15)15 tirilyon T.L. dir. A.B. 1996 yılı hesabıyla hesaplansa,…A.B.

(16)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 102

1967

rinden iken, bilâhare Vatan gazetesinde çalışan İlhamî Soysal’ın, Üstad Bediüzzaman’la görüşme hikâyesini, onun itiraflı beyanından aldıktan sonra; aynı günlerde gazetelerde çıkan iftiralı yazılara cevab olarak neşredilen Nur talebelerinin yazısını da dercedeceğiz.

Gazeteci İlhami Soysal, Üstad Bediüzzaman’la görüşme hadisesini şöyle anlatır:

“1957 seçimlerinden bir iki ay önce “Said-i Nursi, Menderes’in temin ettiği özel bir arabayla DP’nin seçim propagandasına çıkmış” şeklinde Ankara’ya haberler geliyordu. Ben o günlerde İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in Akis dergisinde çalışıyordum. İsmet İnönü ve Avni Doğan idarehaneye sık sık geliyorlardı.

Ben Said-i Nursi’nin ziyaretine bizzat gidip görüşmek istiyordum. Mecmua da beni görevlendirdi. Hem de ben gençlik heyecanıyla bir gazetecilik yapmak istiyordum… Meseleye muttalî’ olan İnönü ve Avni Doğan gitmemi istemediler…(17) İnönü Said-i Nursi’yi Meşrutiyet yıllarında tanıyormuş. Avni Doğan dâ Kastamonu Valisi olduğu zaman onunla münasebetleri olmuş.

İnönü: “Gitme! Başın derde girer. Son derece zekidir. Son derece kurnazdır, başın belâya girer.” dedi. Avni Doğan da aynen İsmet Paşa gibi konuştu: “Çok te’sirli bir kişidir, çevresine çok etkindir, gitme!..” dedi.

Yanımda arkadaşım Tarık Dursun Kılınç olduğu halde, Isparta’ya geldim. Bir hafta kadar uğraştıktan sonra, bir vasıta ile Said-i Nursi ile görüşmeye muvaffak oldum. Ellerini öptük. kendimizi talebe diye tanıttık. Üniversitelilerin Nur Risalelerini okuyup anlamalarından memnuniyetini belirtti. Bir buçuk saat kadar yanında kaldık.

Bu arada ağzından lâf kapmaya çalışıyorduk. Duvarda haritaya benziyen bir levha vardı,(18) eski yazı bilmediğim için anlıyamadım.

“Masonluk ve komünistlik bu vatan için büyük tehlike teşkil etmektedir” dedi. Ayrıca “Halk Partisi de bu vatan için büyük bir tehlikedir” diye ilâve etti. “Biliyorsunuz Halk Partisi ekolu, lâisizmi başka türlü anlar, dinsizlik şeklinde anlar ve böyle de tatbik etmişlerdir” dedi.

(17)İlhami Soysal’ın, burada İnönü’nün kendisini Isparta’ya Bediüzzaman’la görüşmeye gitmesini istemediğ’ini yazmışsa da, bizce bu bir siyaset oyunudur. Zahiren öyle demiş, amma aslında onu tahrik eden ve gönderen onlardır. Hem İnönü’nün, hem Avni Doğan’ın ve Akis Dergisi sahibi İnönü’nün damadı Metin Toker’in istememelerine rağ’men gittim demesi pek inandırıcı değ’ildir. Bilâkis onların müşterek tertibiyle olduğ’u kesindir. A.B.

(18)Bu levha harita değil, Üstad’ın “Mübarek Şecere” dediğ’i Âlem-i İslâmda yetişen büyük evliyaların isim ve meslek şecerelerinden ibaret büyük levha gibi bir yazıdır. A.B.

1968

DP’den stayişle bahsetti. O günlerde Tevfik İleri ve Celal Yardımcı ile görüştüğünden, onların ziyaretinden bahsetti. “Demokrâtlar vatanperver insanlardır” dedi. Onların içlerinde masonların olduğundan yakındı. Alfabenin değişmesinden şikâyet etti. O günlerde yeni çıkan “Sözler” isimli kitabından bize hediye etti. Elini öptük, bizi talebeliğine kabul etti.”

Gazeteci İlhami Soysal, bu görüşmeden sonra, Akşam gazetesinde

Bediüzzaman’ı şöyle tarif ediyordu:

“…Karyolanın üstünde sırtı yastıklarla desteklenmiş, başında puşuya benzer bir sarık bulunan gür beyaz bıyıklı, yeşille mavi arası çini parıltılı, acaib ve keskin bakışlı Bediüzzaman Said-i Nursi ile göz göze geldik.(19)”

CHP MENSUBU GAZETELERİN İFTİRALARINA CEVAB

1957 seçimi yaklaştığı günlerde, yine İnönü ve CHP yanlısı bir çok gazeteler, iftiralarla güya Menderes Bediüzzaman’a bir hususi otomobil almış, o da seçim propagandası için köylerde dolaşıyormuş diye yaygara yapıyorlardı. Buna karşılık Üstad’ın hizmetkârları Isparta emniyeti muhatap olmak üzere bir cevap yazdılar ve neşrettiler. O cevab aynen şöyledir:

(Bazı bölümlerini alıyoruz)

“ÜSTAD’IMIZIN KÖYLERDE DOLAŞTIĞINA DAİR ÇIKARILAN UYDURMA HABERE KARŞI BİR CEVAB

Üstad’ımız Said-i Nursi’nin iki senedenberi misafir bulunduğu Isparta emniyetine bir maruzatımızdır:

1- Üstad’ımız Said-i Nursi otuz senedenberi bu Anadolu memleketinde gezdiği için, bütün vilâyet ve kazalarda kendisini zabıtanın bir misafiri olarak telâkki etmiş.. Ve zabıta efradı da daima dostane ve himayetkârane muamele göstermiştir, Kur’an’ın hakiki ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nuru Isparta’da otuz sene evvel te’life başlıyan Üstad’ımız, hakaik-ı imaniyeye gayet te’sirli bir surette hizmet etmekle, tamamen ahirete müteveccih olan bu hizmetinin dünyevî bir faydası olarak: İman sebebiyle kalblerde fenalığa karşı daimî bir yasakçı bırakmıştır. Bunun neticesidir ki, asayişin teminine vesile olmuştur.

Evet, Üstadımız adalet-i hakikiyeyi ifade eden Yani: “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” ayet-i Kur’aniyesi ve “Bir masumun hakkı yüz şe-rir için dahi feda edilemez” gibi düstur-u Kur’aniye gereğince, yüzde on zalim yüzünden doksan masumlara zarar vermek hakiki adalete, evamir-i Kur’aniyeye tamamen zıdtır diye her tarafta neşretmiş.. Ve kendisine, zulüm yapılmasına karşılık, “Millet-i İslâmiyenin selâ

(19) Aydınlar Konuşuyor S: 44

1969

meti için ben değil dünya hayatımı, belki ahiret hayatımı dahi feda ediyorum” demiş ve demektedir.

Risale-i Nur’un hakaik-i imaniye dersleriyle ve bütün mahkemelerde beraeti netice veren müdafaalarındaki Kur’anî hakikatlarla, hayat-ı içtimaiyenin uhrevî ve dünyevî saadetine rehber olan hakaiki ders veren ve dolayısıyla asayişin muhafazasına ve emniyet-i umumiyenin teminine en büyük vesile Üstad’ımız olduğu, hayat-ı içtimaiyenin saadetiyle alâkadar hamiyet-perver zatların tasdikiyle Sabittir…

İman hizmetinin manevî, uhrevî faydalarından kat’-ı nazar: dünyevi, millete ait bir faydasını vaktiyle Üstad’ımız şu suretle ifade etmiştir -ki zaman bunun ne kadar doğru olduğunu göstermiştir- O zaman demiş:

“Şimdi bu memleketin, bu vatan ve milletin saadet-i hayatiye ve ebediyesi noktasında iki müthiş cereyan var.

Birisi: Şimalden çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı manevî istilâsına karşılık, Kur’anın hakikatları ve imanın nurlarıyla mukabele etmektir. Çünki o dinsizlik cereyanı manevî tahribat nevinden ol duğundan, karşısında bir manevî mukabele olmalıdır. Hakâik-i Kur’aniyenin lem’aatı olan Risale-i Nur, manevî tamirci bir atom bombası olarak bu dalâlet cereyanına mukabele edebilir ve etmiştir.

İkincisi: Bin senedenberi İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk Milletine Âlem-i İslâm’ın adavetini izale etmek ve Türkler yine eskisi gibi İslâmiyetin kahramanlarıdır kanaatı verdirmektir. Bu suretle dört yüz milyon hakikî kardeşleri bu millete kazandırmakla,saadet-i hayatiyesine en ehemmiyetli bir hizmeti îfa eylemektir ki; Risale-i Nur iman hakikatlarını bu vatanda neşrederek bu azim faydayı fiilen göstermiştir…

…Üstad’ımız hastadır, hatta cum’aya dahi çıkamamaktadır Ara sıra hava almaya pek ziyade muhtaç oluyor. Bu sebebten pek nadir olarak, kendine mahsus bir odası bulunan ve otuz sene evvel on sene ikamet ettiği Barla köyüne gider, bir müddet kalır gelir Bazen de burada yaz mevsiminde insanların bulunmadığı şehrin haricindeki mahallere giderek, iki üç saat teneffüs eder, gelir. İhtiyarlığı ve hastalığı dolayısıyla yayan yürüyememekte olduğundan ve halkın hürmetkâr vaziyetiyle rahatsız etmemesi için, bu basit gidip gelmeyi otomobil(*) ile yapar. Bunun haricinde hiçbir köye ve meskûn hiç bir mahalle, hatta otuz senelik dostları bulunan yerlere dahi mezkûr sebeblerle gitmiyor. İşte vaziyet bundan ibarettir.

Hakikat-ı hal de budur.

Hizmetinde bulunan

Tahiri, Zübeyr,(20)

(*) Bu otomobili Üstadın talebelerinden bir iki zat kendi paralarıyla almışlardı.A.B.

(20) Osmanlıca Emirdağ-2 Yeşil defter S: 69

1970

Yine C.H.P mensubu bir gazetnin,inkilab aleyhtarlığı meselesiyle Kürtlük veya Kürtçülük iftirasına karşı Üstad Bediüzzamanın bir cevabıdır: “…..O Halk partililerin müfrit kısmından, o gazeteci, iki acib yalan ve iftirası bu noktayı yazmaya beni mecbur etti ki:Birisi:Cildlerle kitapları inkilap aleyhindedir diye demesi, gösteriyor ki; O,Hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin haricinde sırf bir dinsizlik manasını inkılaba vermiş..İnkilabı öyle kabul ediyor.Bu müslüman millete bu iftirayı eden belasını bulacak!..

İkinci iftirası: Diyor ki:“Said-i Nursi Kürt milliyetini din namına Anadolu evlatlarına neşrediyor..”Acaba bu bedbaht, İslamiyet milliyeti Kürt milliyeti demekle, divanece manamı veriyor?. Ellibeş seneden beri“ırkçılık frengi bir hastalıktır ki, frenkler İslamiyeti parçalamak için içlerine sokmuşlar” deyip,ellibeş senedenberi “ Milliyetimiz yalnız İslamiyettir” der.. Bütün eserlerinde bu esası takip etmiş, gitmiş bir adam hakkında böyle bir isnad, yirmi derece bir iftiradır. Kürtlük isnadıyla ilişenlere karşı hücumat-ı Sittenin bir desisesinde ve yirmialtıncı mektubun bir kısmında kat’î cavabı var olmakla beraber, ellibeş seneden beri, hatta mart hadisesinde ırkçıların kulüpleri açıldığı zaman, onların umumuna: “ Milliyetimiz İslamiyettir.. Bütün biz kardeşiz. Irkçılıkla tefrika vermeyiniz. Türk milliyeti, İslamiyet milliyeti içinde mezc olmuştur. Türk milliyeti İslamiyet milliyetidir” diye o dehşetli hadisellerde belayı onda birisine indiren.. Ve bütün memleketini ve akrabalarını ve aşiretlerini bırakıp,sırf Türk milleti evladına hakikat-i imaniyeyi ders veren.. Ve yirmi sekiz sene işkencelerle azabı çektirdikleri halde, o hizmet-i imaniyeden vazgeçmeyene bu ırkçılığı isnad etmek, yüz derece bir haksızlık ve insafsızlıktır.

Hem, “medeniyet nikahı içinde şer’î nikahta yapılsın” demesini, aile hayatı aleyhinde sayılması, o gazetecinin bu dinin kıymetini takdir etmediğini ve din aleyhinde olduğunu ima ediyor.

El Baki Hüvel Baki

Kardeşiniz

Said-i Nursi”

(Muntehap mektuplar dosyası Numara 1)

HATIRA GELEBİLEN BİR MESELE:

NEDEN ÜSTAD BİR GAZETE ÇIKARTTIRMADI?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa 1950’den sonraki yıllarında CHP ve sol basın bütün şirret ve şiddetiyle onun aleyhinde iftiralar düzerek neşrettiği,Bunlara mukabil o da ortaya atılan o kabil iftiralara şahsen veya talebeleri ve dostları vasıtasıyla cevab vermeye, o iftirayı bertaraf etmeye

1971

hizmet-i Kur’an noktasında mecbur olduğu halde; ve verdiği cevabların ekserisi gazetelerle neşredilmesi zahir hale göre kaçınılmaz iken, bu cevabların çok az bir kısmı, tek-tük dost gazetelerde neşredilmiştir.

Düşünüyoruz da, acaba Hazret-i Üstad’ın bir tek işaretiyle -Bilhassa o sıra bir kaç gazete kurulabilmesi imkân dahilinde iken ve Hazret-i Üstad basına da çok önem verdiği halde, neden Risale-i Nurun bütün mes’elelerini, düşmanların iftiralarına karşı olan cevabları dünyaya neşredebilecek Nur cemaatı adına bir gazetenin kurulmasına hiç bir teşebbüsü olmadı. Teşebbüs şöyle dursun, hiç bir işareti ve buna dair hiç bir hususî meyli de olmadı? Evet hiç olmadı… Hatta değil kendisinden gelen bir meyil, arzu ve işaret; onun dışında olarak talebelerinden gelen gazeteye dair bir niyeti dahi tasvib etmediğini yanında bulunmuş talebeleri ifade ediyorlar.

Abdullah Yeğin Ağabey diyor ki: Bir ara Salih Özcan ve diğer bazı hareketli zatlar, Üstad’a gelerek bir gazete çıkarmak, (yani Nur cemaatı adına bir gazete çıkarmak) fetvasını Üstad’dan almak istediler. Hazret-i Üstad bu zatları kırmadan şöyle buyurmuşlardı: “Ne zamanki Ayasofya yine câmi oldu, bizim de o zaman bir gazetemiz olabilir” diye Abdullah ağabey bizzat bize anlatmıştır.

Sair mevcut dost gazete sahiplerini de, okşayıp taltif eden bir çok ifade ve beyarıları yanında, onları daima bir olmaya, birlik olmaya ve hatta birleşerek tek bir gazete çıkarmaya teşvik ve nasihat etmiştir. Dost gazetelerde, Üstad’ın bazı yazılarını, yani müdafaa ve bazı mektup parçalarını neşredilmesine de, zarurî’ zamanlar hariç, pek razı olmadığını görüyoruz. Zarurî zaman dediğimiz şey ise, 1950-1956 arasıdır. Bir de hapiste bulunduğu sıralardaki müfterî gazetelerin yalanlarına karşı dost gazetelerin yaptığı neşriyatlarıdır. Bu gibi zamanlarda, meselâ devam eden Afyon Mahkemesi, Gençlik Rehberi ve Samsun mahkemeleri, İsparta’da açılan mahkemeler ve Üstad’a şapka yüzünden verilen sıkıntılar vesair hadiselerin cereyan ettiği tarihler…

Lâkin arzettiğimiz veçhile fedakâr Nur talebeleri gerek bu meselede, gerekse sair hususlarda her şeye hazır iken: Hazret-i Üstad öyle bir gazetenin çıkarılması hususunda hiç bir meyli olmamış. Meyil şöyle dursun, hariçte tekevvün eden teşebbüslere de katılmamış ve desteklememiştir.

Acaba bu halin hikmeti ne idi?

Evet, bunun hikmetlerini ve esrarını gösteren; Üstad’ın vefatından sekiz sene sonra, bir çok katı şartlar ve muhkem tedbirler altında çıkarılan ve ilk başta cemaat adına çıkarılmamış olduğuna azamî ihtiyat tedbirleri içerisinde gizletilen ve ilk ismi “İttihad” ikinci ismi “Yeni Asya” gazetesinin Nur cemaatine getirdiği şâibeler, siyasî lekeler, dedikodular ve cemaât adı-

1972

nı küçülten,manevi makamını küçükletir menfaatperestlik ittihamlarını celbeden hareket ve davranışları cereyan etmişti. Evet, adı geçen gazetenin ve onu çıkaranların şahısları hakkında gelmiş bir sürü menfi dedikodular Hazret-i Bediüzzaman’ın Nur cemaatı adına çıkarılacak bir gazetenin şekline karşı gösterdiği tahazzür ve ihtisasının hikmetlerini böylece zaman göstermiş ve o hikmetler için kâfi gelmiştir. Başka bir hikmet aramaya da lüzum yoktur.

BİR HATIRLATMA

Hazret-i Üstad’ın son hayat faslını, on bölüm halinde kaydedeceğimizi başta yazmıştık. Buraya kadar altı bölümünü yazdık. Geri kalan dört bölümden iki bölümü bu geçen altı kısımların içinde dercedilmiş oldu. Böylece sekiz kısımlar içiçe dercedilerek yazıldı. Geri kalan iki bölümden birisi, mu’cizeli Kur’anın tab’ına dair Üstad’ın çeşitli girişimleri hakkındadır. Diğeri de, zaman zaman yanındaki talebelerine yazdırmış olduğu bütün vasiyetnamelerini ihtiva eden husustur. Buraya kadar yazılmamış olan bu iki kısmın mes’eleleri, bölümler halinde sıraya dizerek değil, az sonra gelecek “Müteferrik Hadiseler” bölümünde veya sonrasında kaydetmeyi daha uygun bulduk. Bu düzeltmeden özür dileriz.

 

MÜTEFERRİK HADİSELER KISMI

Bu kısımda, Hazret-i Üstad’ın, 1950-1960 arası hayatında Nur hizmetiyle ilgili yapılan, başarıları veya zuhura gelen hadiseler ve inkişaf eden çeşitli hizmet merhaleleri ayrı ayrı şekilde kaydedilecektir. Bunların her bir nev’inin müteaddit hadiseleri vardır. Bu hadiseler inşaallah tek tek tarih sırasına uygulanarak yazılacaktır. Her birisi için 1950’den başlanacak, sonraki yıllara, neticesine götürülecektir.

1- HAZRETİ ÜSTAD’IN SEYAHATLERİ

Bilindiği üzere, Hazret-i Üstad DP iktidarına kadar gönderildiği yerlerde hep mecburi iskâna tabi’ tutulmuş, kalabend şeklinde yaşattırılmıştır. Bulunduğu yerin yakın bir köyüne gitmesine bile çoğu zaman müsaade edilmemişti. İskân edildiği mıntıkadan kendi ihtiyarıyla başka yere gitmesine -Velevki basit bir hava almak için olsun- kesinlikle müsaade edilmemiştir. O kadar af kanunları çıktığı halde, Üstad Said-i Nursi her zaman ve her defasında müstesna bırakılmıştır. 1925 Şubatından, 1950 Mayısına kadar yirmibeş sene bilâfasıla hep menfî ve esir muamelesi görmüştür. Bu zaman zarfında kendi ihtiyarıyla bir kasabadan diğerine gitmeyi aklından bile geçirmemiştir. Çünki mümkin değildi, memnu’du. Kendisi de müracaata tenezzül etmemekteydi.

1973

Fakat 1950 DP iktidarında durum değişti. Bilhassa Temmuz 1950 umumi af kanunuyla birlikte artık Hazret-i Üstad da serbestti. Kendi ihtiyarıyla bir vilâyetten diğerine, kimseden herhangi bir izin almadan gidebilme imkânı hasıl olmuştu. Bununla beraber, Üstad Hazretleri DP hükûmeti iktidara gelir gelmez hemen bu serbestliğini izhar etmemiş ve tatbik etmemişti. Bir buçuk sene kadar daha beklemiş, 1951’in son aylarında ufak bir seyahat tertiplemişti.

İLK VE SEYAHATİ, ESKİŞEHİR’E

Hazret-i Üstad, ancak yirmiyedi sene sonra kendi rey ve ihtiyarıyla yapabildiği bu ilk ve birinci seyahatını, Emirdağ’dan hemen yanı başındaki Eskişehir vilâyetine yaptı. Bu ilk tecrübe mahiyetindeki seyahat 20.11.1951 günü (21) hicri 1371’in yılbaşısı olan muharrem ayının ilk günlerine rastlıyordu. Üstad’ın bu ilk seyahati çok mânidardı. 1371 Hicri Yılbaşısıyla dünyada ve Türkiye’de yeni bir devre başlıyordu. Rumi 1327’de Şam’da verdiği Şam hutbesinde; 1371’de vuku’ bulacak olan müjdeli, saadetli haberleri, ta o zaman hemen vuku’ bulacak gibi müjdelemiş, aradaki kırkbeş senelik fetret ve keşmekeşlik zamanını nazara almamıştı. Arabi Hutbe-i Şamiye eserini de kendisi 1951 yılı içerisinde Türkçeye tercüme etmiş ve 1327 yerine 1371 senesini nazara vermiştir. Onun bu ilk seyahati, kim bilir belki de dünyada yeni açılan bu devreyi bir kutlamak nevinden olabilirdi.

Ayrıca Hazret-i Üstad’ın bu ilk seyahati, maddî ve manevî olmak üzere iki cihetle sebepli idi. Manevî ciheti: Eskişehir vilâyetinde 1935-1936 yıllarında bir sene onun hapishanesinde kalmıştı. Oranın suyu ve havasıyla, ekmek ve erzakıyla tagaddi etmiş, imtizac etmişti. Hatıralar almış, hatıralar bırakmıştı. Hapis, azap ve çile ile de olsa; Üstad’ın kaldığı yerlerle maddî manevî irtibatlar, alâkalar kurması ve oralarla çok samimî şekilde münasebettar olması onun vefadarlığının, sadakatkârlığının her zaman değişmiyen icablarıydı. İşte Üstad’ın Eskişehir’e bu seyahatinin (ilk ve âni seyahatinin) manevî sebebleri bu gibi hususlar ve münasebetler de olabilirdi.

Amma maddî sebeb ve ciheti ise: Eskişehir vilâyeti Emirdağ kazasına çok yakın olması ve orada yeni yeni çok samimi ve müştak talebelerinin zuhur etmesi,bilhassa havacı subay ve astsubaylardan çok samimî, ciddî ve yakın ilgi ile Risale-i Nura ve Hazret-i Üstad’a talebe olmaları, Binbaşı Reşad Bey, Yüzbaşı Ekrem Bey gibi zatların bilhassa çok fazla alâka ve samimiyet göstermeleri ve onu Eskişehir’e davet etmeleri de bu seyahatin maddî sebebini teşkil edebilmiştir, denilebilir.

(21) Büyük Tarihçe-i Hayat’ta “1371 yılının Muharrem ayında Eskişehir’e geldi” denilmektedir. Bu hesaba göre 1371 yılının sene başısı olan Muharrem ayının birinici günü 16.11.1951,dir. Bu hesapla biz bu seyahati tahminen 20.11.1951 diye kaydettik.

1974

Hazret-i Üstad Eskişehir’de bir ay(22) kadar Yıldız otelinde ikamet ettiler. Bu müddet zarfında müştak ve samimî bir çok talebesiyle görüşmüş, Nurun taze meyveleri olan genç Nur talebeleriyle sohbet etmiş ve hayat-ı içtimaiyeyi bir derece ilgilendiren bazı hakikatları, hizmet-i Kur’an ve iman çerçevesinde anlatmış ve yazmıştır. Eskişehirde kaleme alınan bu hakikatlar lahika mektupları tarzındadır. Bu mektuplardan birisi, 29.11.1951’de yazılmış olan “Kaderin Adaleti” başlıklı yazı ile, Cin ve Ruh çağırma meselesinin hakikatını anlatan yazıdır. Bilhassa kaderin adaleti namındaki yazı çok mühim ve çok acibdir. İsterseniz Üstad’ın bu muazzam yazısını biraz sonra beraberce okuyalım. Yazıda görüleceği üzere, Hazret-i Üstad emsalsiz bir âlî-cenablık içinde, o ana kadar maruz kalmış olduğu bütün zulümlerden hakkını helal ediyor ve bir çoğu da bilmiyerek o zulümlere vasıta olduklarını söyliyerek affediyor. Üstad’ın bu yazısı daha sonraları Eşref Edip tarafından gazete lisanına uydurularak neşredildi ve “Konuşan Yalnız Hakikattır” cümlesi başlık yapıldı. Mektubun asıl metiniyle Eşref Edib’in neşrettiği tarz ikisi de Emirdağ-2 lahika kitabında mevcuttur.

Hazret-i Üstad’ın Eskişehir’de kaleme aldığı mektuplarından en tevafuklusu ve enteresanı, az üstte bahsini ettiğimiz Hutbe-i Şamiye’nin Türkçe tercümesinin Isparta’da teksir edilip, Üstad Eskişehir’de iken ona gelen teksir edilmiş sahifeleridir. Adeta dünyada ve Türkiye’de yeni başlıyan devrenin kutlamasını Eskişehir’de yapmakta iken, Isparta’dan teksir edilip kendisine Eskişehir’e gelen Hutbe-i Şamiye’nin teksir sahifeleri de bu kutlamayı tebrik ediyordu. Hazret-i Üstad’a bu sahifeler geldiği zaman şu mektubu yazmıştır: (Bu teksir sahifeler 23.11.1951’de Eskişehir’e geldi)

“Pek aziz ve kıymetli çok sevgili ve mübarek Hüsrev Ağabeyimiz! Göndermiş olduğunuz Hutbe-i Şamiyeler mübarek Üstad’ımızın hastalığına pek nâfi bir merhem oldu. Elmas kaleminizden çıkan bu pek kıymetli eser inşaallah bütün İslâm âlemi için ayn-ı şifa olarak te’sirini gösterir.

(22) Tarihçe-i Hayat ve N.Şahiner, Üstad’ın bu ilk seyahati olan Eskişehir’deki günleri için bir buçuk ay kadar kaldığını yazarlar. Eskişehir’den sonra gittiği Isparta’da ise, yetmiş gün kadar kaldığını kaydederler. Bu iki rakamın yekûnü yüzonbeş gün eder. Halbuki 22 Ocak 1952 günü İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesinde hazır bulunmuştur.

Üstad’ın Eskişehir’e gittiği tarih. 20.11.1951 olduğu kesin gibi bir hesaptır. Buna göre, bu tarihten İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesi gününe kadar sadece altmış üç gün vardır. Bu durumda Eskişehir ve Isparta’da Üstad’ın kalış günleri hakkında verilen hesabta sehiv olsa gerekir. N. Şahiner hesabı yakıştırmak için Hazret-i Üstad’ın Eskişehir’e gidişini Eylül ayına bağlıyor. Bu hesapta ise dört buçuk ayı içine alır ki o da çok fazla gelir ve hesaba sığmaz. Netice olarak bizce Hazret-i Üstad’ın bu yerlerde kalışı 25 gün veya birer aydan fazla olmaması lazımdır diye düşünüyoruz. Hakikatı yine ancak Allah bilir. A.B.

1975

Üstad’ımız tashihatını yaptı, manayı değiştirmiyen pek az hata buldu. “Maşaallah, bin barekallah” dedi. “Kırk sene evvel yazılmış bir eserin bu kadar dikkat ve itina ile yazılması cidden şayan-ı tebriktir” dedi. Ve bu şekilde siz mübarek ağabeyimize yazmayı emir buyurdular…

Eskişehir Nur talebeleri namına pek aciz ve dualarınıza muhtaç Osman Toprak, Şükrü, Hafız Osman(23)”

ve 29.11.1951de yazılan Kader’in adaleti mektubu.

KADERİN ADALETİ

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: bütün ruh-u canımla hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum. Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasib midir? Değilse ıslâh edersiniz.

Saniyen: Risale-i Nur’da ispat edilmiş ki; insanların aynı zulümleri içinde kader-i ilâhî adalet eder. Yani: İnsanlar bazı sebeble haksız zulmeder, birisini hapse atar.. fakat kader-i ilâhî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki; hakiki bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor. İşte şimdi bu hakikatı gösteren, başıma gelen acib bir misali şudur:

Yirmisekiz senedir müteaddit vilâyetlerde ve mahkemelerde benim mes’uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zalimane işkence ve cezalarına gösterdikleri sebeb; hiç bir emaresini bulamadıkları mevhum bir suçum şudur, diyorlar:

“Said dini siyasete alet yapmak ister ve yapıyor.” Halbuki bu davalarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar. Halbuki böyle mes’elelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes’ul edemedi.. Başka mahkemelerin musırrane aynı meseleyi esas tutmaları bütün bütün kanuna ve akla ve adete muhalif bir halettir. Belki siyaseti dinsizliğe alet edenler kısmı, kendilerine bir perde olarak bu ittihamı bizlere ediyorlar. Bununla beraber, dine hizmet itibarıyla taalluk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet ve yakin bir delildir ki; bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları, dine hizmetkâr ve alet ve tabi yapmak, düsturıyla hareket etmişim. Mahkemelerde de hem dava,

1976

hem ispat etmişim ki; değil dini siyasete alet yapmak. belki bir tek hakikat-ı imaniyeyi dünya saltanatına değiştirmediğimi kat’î delillerle ispat ettiğim halde; böyle yirmi vecihle hakikata muhalif ve divanecesine, büyük makamları işgal eden bir kısım adliye memurları ve siyasî adamlar bu acib hurafe gibi mes’eleyi hakikat zannedip yirmisekiz sene bana zulmettiklerinin hakiki sebebini bu günlerde bildim. Sebebi bu ki: Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede en büyük tehlike ve manevî en büyük suçum ve cinayetim; bu zamanda hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma ait maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma alet yapmak imiş… Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki, bu uzun zamanlarda ihtiyarım haricinde hizmet-i imaniyemi, değil maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hatta saadet-i ebediyeme vesile yapmama, belki hiç bir maksada kat’iyen alet etmemekliğime gayet kuvvetli manevî mani’ görüyordum. Hayret, hayret içinde kalıyordum.

Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i saliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak; hem meşru’, hem hiç bir cihet-i zararı olmadığı halde, ne için böyle ruhen men’ediliyorum?. Rızay-ı ilâhiden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi aynı ücret bana gösterilmiş?. Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye alet ve tabi’ olmıyan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyet ile muhtaçlara te’sirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çare-i yegânesi; ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiç bir şeye âlet olmıyan bir ders-i Kur’anî lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaât-ı kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerâit dahilinde, hiç bir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle, kat’î kanaat gelebilir. Yoksa komitecilikten ve cem’iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i maneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez, çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki; “Bu kudsî şahıs dehasıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı” diye bir şüphesi kalır.

Cenab-ı Hakk’a şükür ki; yirmi sekiz sene, dini siyasete alet ittihamı altında kader-i ilâhî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu ihtiyarım haricinde, dini hiç bir şahsî şeyde alet etmemek için beni beşerin zalimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokadlıyor.. Yani: “Sakın, sakın!” diye îkaz ediyor; “İman hakikatını kendi şahsına alet yapma, ta imana muhtaç olânlar

1977

anlasınlar ki; yalnız hakikat konuşuyor”. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

Hakikaten Risale-i Nurun bahsettiği hakikatların aynı mealinde milyonlar kitap o hakikatları beliğane neşrettikleri halde ve binler hakiki âlimler ders vermeleriyle; bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde; Nurlar mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.

Evet, küfr-ü mutlaka karşı bu ağır şerâit içinde Nurlar bu işi görmüş meydandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı azimden geliyor. Ben de bütün ruh-u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Adil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına!..

Yoksa gayet meşru’, zararsız, herkesin lillah için takib ettikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve manevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acib manevî kuvveti kaybedecektim. İşte bu kuvvetin bir acib nümunesi: bazı zatların -ki ben onların ancak edna bir talebesi olabildiğim halde onların- hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş. Risale-i Nurun da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nurun bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş…

Elbaki Hüvelbaki

Duanıza muhtaç kardaşınız

Said-i Nursi (24)”

İKİNCİ SEYAHATİ ISPARTA’YA

Hazret-i Üstad, bu tarihte Isparta’dan ayrılalı tam on altı buçuk sene olmuş oluyordu.O zamanlar on sene kadar Isparta ve Barlâ’da ikamet etmişlerdi. Risale-i Nur eserlerinin yüzde seksen beşini orada te’lif etmişti. En sadık dost ve talebeleride Isparta’da idi. Şüphesiz bütün kalbiyle Isparta’ya gitmek, Isparta’yı görmek istiyordu.. 1943 sonlarında mevkuf olarak Isparta hapsine getirilip, bir kaç gün burada kalması ve buradan Denizli hapishanesine götürülmesi hesaptan hariçtir.

Hazret-i Üstad’ın 1951’in sonların’da yaptığı bu ilk seyahati olan Eskişehir’ de iken; bir ara işaret yoluyla Isparta’yı arzu ettiğini işiten, Isparta’lı Nur talebeleri, hemen harekete geçmişler ve Isparta’lı terzi Mehmet Sözer ismindeki Üstad’ın eski sâdık bir talebesi, Isparta’dan bir otomobil kiralıya-

(24) Emirdağ-2 S: 101

1978

rak Eskişehir’e gelmiş ve sevgili Üstad’ını alıp Isparta’ya götürmüştü.(*) On altı buçuk sene evvel zulmen tevkif edilerek Isparta’dan hükûmet eliyle ayrılan Hazret-i Üstad, bu defa kendi ihtiyarıyla oraya gidiyordu. On altı buçuk senenin iftirak hasreti içinde Isparta’ya giden Hazret-i Üstad, şüphesiz bu gidişi ona bir bayramdı. Isparta halkı da sevgili üstadlarını büyük bir tezahürle karşılamışlardı. Bunları söyliyen hayatta kalmış Isparta’lı talebeleridir. Isparta çoluk çocuğu ile Üstadlarının gelişini alkışlıyor, adeta bayram yapıyorlardı. Hatta Isparta’nın civar köylerinden kadınlar bile kafile kafle Isparta’ya gelerek Üstad’ı dinlemek istemişlerdi.

Hazret-i Üstad’ın Eskişehir’den Isparta’ya gelişi, tarih olarak 18/12/1951 şeklinde kaydetmişlerse de, lâkin o sıra yazılıp neşredilen lahikalar da ve bizim lahika müntehap dosyamızda ise(25), 5.12.1951’de Isparta’da yazmış olduğu ilk mektubu mevcuttur. Buna göre ve “Hanımlar taifesiyle bir muhaveredir” risaleciğinin yazılış tarihi 20.12.1951 olmasına nazaran(26) herhalde Hazret-i Üstad 1951’in on ikinci ayının içerisinde Isparta’ya gitmiş ve 15 Ocak 1952’de de Isparta’dan ayrılıp İstanbul’a Gençlik Rehberi mahkemesine gitmiştir.

Hazret-i Üstad Isparta’da bulunduğu günlerde ara sıra şehir dışına çıkıp döndüğü zamanlarda, Isparta’lı talebeleri ve Müslüman halk bir kaç kez onu karşılamak tezahürlerini yapmışlar ki, Hazret-i Üstad talebelerine hitaben şunu yazmıştır:

“Hakiki bir vatanım olan mübarek Isparta’ya misafir geldiğimden, siz kardeşlerimiz beş defadır haddimden pek çok ziyade şefkatkârane iltifatınıza karşı ruh-u canımla teşekkür ediyorum. Fakat bu tezahür yeter. Çünki hem mesleğime, hem tarz-ı hayatıma, hem burada bir miktar istirahat etmeme zarar gelmek ihtimali var. Onun için umumunuzu duama dahil ediyorum. Siz de bana dua edersiniz. Ben sizlere hakiki akraba ve kardaşlarım nazarıyla bakıyorum. Sizler de öyle göstermişsiniz… Daha istikbal etmeyin, hoş geldin vakti kalmadı.

Kardaşınız Hasta Said-i Nursi(27)”

(*)Ispartalı İsmet Gülcügil bu hadise hakkında şöyle demiş : ”Terzi Mehmed Babacan bana:”Arabanla gidip Üstadı Eskişehirden getirebilirmiyiz?” dedi.Ben kabul ettim ve gittik.1951’in ilk baharında(*) Üstadı Ispartaya getirdik.”(Son Şahitler -4.Sh.338)

* Herhalde “son baharında” demek istemiştir. A.B.

(25)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 74

(26)1371’den başlar defter S: 18

(27) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 77

1979

Bu mektuptan başka Üstad’ın Isparta’da yazmış olduğu mektuplar ve Risale makamındaki yazılar ise şunlardır:

  1. 12.1951’de Mevlid-i Nebevi gecesinde, Tarihçe-i Hayatının neşredilmesi münasebetiyle kaleme aldığı mektup…
  2. 12.1951’de “Dindar hamiyetkâr milletvekillerine” başlıklı mektup…
  3. Yine 20.12.1951’de “Hanımlar taifesiyle bir muhaveredir” adında Risale makamındaki yazı…

Böylece Hazret-i Üstad’ın Emirdağ’dan Eskişehir’e yaptığı bu ilk seyahatini, -eğer 20.11.1951 tarihinde ise- Eskişehir’de tahminen ancak 15 gün kadar kalmıştır. Amma eğer bu tarihten daha önce Eskişehire gelmişse, o zaman hesap değişir. Hem eğer 5 Aralıkta Isparta’ya gitmiş ve İstanbul’a Gençlik Rehberi mahkemesi için 15 Ocak 1952’de ayrılmış ise, Isparta’da yalnız kırk gün kadar kalmış demektir. ”yetmiş gün” kaldı hesabı sehivdir.

HZ. ÜSTAD’IN ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ SEYAHATLARI

Evet, Üstad’in üçüncü ve dördüncü seyahatleri de şöyledir: Birisi: 1952 başlarında Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul’a… ikincisi de, 1953 baharında Samsun Mahkemesine gitmek üzere yine İstanbul’a kadar geldiği seyahatlerdir. Bu iki seyahat hadiseleri tafsilâtıyla yukarda kaydedildikleri için tekrara hacet yoktur.

Beşinci Seyahati: Emirdağ’dan ayrılıp kendi ihtiyarıyla Isparta’ya yerleşmek üzere oraya gitmesidir.

Bu seyahat 23 Ağustos 1953’de gerçekleşti. 1951’in son ayında Eskişehir’den Isparta’ya ilk seyahati Isparta’lı Terzi Mehmed adı ile meşhur Üstad’ın eski talebesi hususî bir taksi tutarak, gelip Üstad’ını götürdüğü gibi; şu 1953’deki gidişinde de Merhum Tahiri Mutlu Ağabey hususi surette gelmiş ve Üstad’ını alıp Isparta’ya götürmüştür. Bu her iki rivayet ve haberi bizzat kendilerinden dinlemiştim.

Tahir Ağabeyinin refakat ettiği bu seyahatte: Üstad Hazretlerinin Dinar kazası civarında öğle namazını nasıl kıldığını tarif ediyordu. Tahiyyatta şehadet getirirken: şehadet parmağını kaldırdığını ve selâm verinceye kadar da indirmediğini söylüyordu.

Hazret-i Üstad Isparta’ya bu defa gelişinde daimi ikamet etmek niyetiyle kalmaya başladı. İlk önce bir hafta kadar bir otelde, daha sonra bir ev kiralıyarak yerleşti. Yanında dört beş talebesi hizmetçi olarak bulunuyorlardı. Bunlar Üstad’ın hususi hizmetkârları kâtipleri, muhatapları ve hizmet-i Kur’an ve imandaki hâs meşrebinin hameleleri idiler. İsimleri şöyledir: Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Mustafa Sungur, Bayram

1980

Yüksel, ve sonraları Hüsnü Bayramoğlu…

Üstad Isparta’da, bu tarihten itibaren mezkûr hizmetkârlarıyla birlikte müstakil bir evde kalmayı uygun bulmuştu. Bu ev aynı zamanda bir dershane-i Nuriye mahiyetinde idi.Şimdi, o evin mülkiyeti satin alındı ve hizmet içın vakfedildi.. Elhamdûlillah!..

HZ. ÜSTADIN HÂS VE ÖZ MEŞREBİ

Bu tarihten itibaren, Hazret-i Üstad kendi yanındaki hususî hizmetkâr ve kâtiplerine, Nurun umumî meslek ve meşrebi içindeki kendisinin hâs tarzını öğrenmelerini, yaşamalarını, icra etmelerini ve bilhassa vefatından sonra o tarzı devam ettirmelerini hususî şekilde telkin ediyordu. Hayatta sağ kalmış Üstadın hizmetkârlarının hepsi de bu meseleyi böyle beyan etmektedirler.

Merhum Zübeyr Ağabey, Üstad’ının bu hususî tarz-ı hizmetine çok âşina olanlardan birincisiydi. Üstad’ın vefatından sonra o tarzı Nur talebeleri içinde yerleştirmek, alıştırmak için elinden geldiğince çalıştı, çırpındı. Fakat Allah’ın irade ve hikmeti iktizasıyla bu dünyada fazla kalamadı.

Anlatmak istediğimiz bu husus ve mevzu,tek başına büyük bir fasıldır. Hem de pek mühimdir. Uzun ve tafsilâtlı yazılabilir. Misalleriyle, örnekleriyle kaydedilebilir. Lâkin nâziktir, incedir. Belki bazı zararlara bâdi olabilir diye sadece onun bazı hususiyetlerini ihtiva eden ve ona işaret eden

1981

ufak bir köşesini göstermeye çalışarak tafsilâtından sarf-ı nazar edeceğiz.

Şöyle ki:

Risale-i Nur talebeleri camiasında bir çok büyük şahsiyetler, edipler, âlimler olduğu gibi; meşrepleri, istidatları ayrı ayrı ehl-i kalb velîler de vardır. Elbette her birisinin istidadına göre mahsus bir meşrebi ve hizmet anlayışı da berabercedir. Bir de bütün bunların içinde ve hepsinin fevkide üstünde Hz.Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi de vardır. Ebette onun da, Risale-i Nurun hizmet-i Kur’aniyesi için sevk ve idare hususunda hâs bir tarzı ve mahsus bir meşrebi olacaktır ve vardır. Elbette akılca, ilimce, velayetçe, kârihaca, anlayışça, idrakça, ihlâsça mutlaka Hazret-i Bediüzzaman derece-i kemâlde olacaktır ve hayatıyla bunu göstermiştir. Lâkin diğer yüksek şahsiyetli âlim ve edip ve velî Nur talebeleri, tek tek her birisi şahsen bu derece-i kemâle sahip olamadıkları için, hususî meşrep ve hizmet anlayışlarının bazı eksiklikleri ve noksanlıkları olacaktır. Böyle olunca da, elbette hizmetin sevk ve idaresi noktasından bazı kusurlara menşe olabilirler. Öyle olunca, da Nur camiasının umumî ahengi o gibi arızalarla bazı sadmeler geçirebilir. Vesaire!..

İşte Hazret-i Üstad. kanaatımızca bu hakikata işaret etmek istemiş olacaktır ki, yanındaki hâs hizmetkâr ve kâtiplerinden kendi tarzının muhafazasını istemiş ve arzulamıştır.

1948’de Afyon hapsinde, Hazret-i Üstad her ne kadar Nur talebelerinden yek-vücud bir şahs-ı manevînin inkişafı ile bu tarz hizmetin tezahürünü istemiş, beklemiş, arzu etmiş.. ve bilfiil bir üçüncü Said haletiyle, her şeyi talebelerine bırakarak çekilmek ve bütün bütün -Mevlânâ Celâleddin-i Rumi’nin dediği gibi: “ender fena-i mutlak zevk-i beka çeşiden” ehl-i ahiret olmak istemişse de: Lâkin arzu ettiği ve beklediği o kâmil olan şahs-ı manevi tam tezahür etmediğini görünce de, kendi manevî ve ruhanî âleminde o haleti yaşamakla birlikte; maddi âleminde Üçüncü Said’in o haletini uygulamaya imkân bulamamıştır. Hatta 1951 ve sonra 1953’de Isparta’ya iki defa gittiklerinde, madde âleminde Üçüncü Said haletinin zemini henüz tekevvün etmediğini bazı hadiselerle çok yakından bir kere daha müşahede etmiş ve ona düşen vazifenin yükünü kaldıracak ve yüklenecek zatların henüz tam teşekkül etmediğinden, kendi vazifesinin başında ve tarz-ı hizmetinde devam etmek zaruretini duymuştur.

ÜSTAD’IN BARLA’YI ZİYARETİ

Hazret-i Üstad 1953 veya 54(*) Barla’yı ondokuz sene sonra ilk olarak ziyaret ettiği tarihin, gün olarak hangi tarihe rastladığı hakkında kesin bir bilgi mevcud değildir. Fakat eğer 1953 te olmuşsa herhalde, Isparta’ya gitti-

1982

ği ilk günler içinde bu ziyaret vaki’ olmuş olabilir. Oysa, 23 Ağustos 1953 günü Isparta’ya vardığına göre, bir hafta sonra Barla’yı ziyaret etmişse, eylül başı olmuş olur.

Hazret-i Üstad tam on dokuz kûsr senedir Barla’dan ayrılmıştı. 1926-1934 arası sekiz buçuk seneye yakın zaman orada kalmıştı. Risale-i Nurların ana ve kök Risaleleri hep burada te’lif edilmiş, burada neşredilmişti. Barla sıddıkları ona ve Risale-i Nura çok sadıkane ve vefakârane hizmetler etmişti. Hazret-i Üstad gerçekten Barla’yı unutmuyordu, unutması da mümkin değildi. Çünki Barla Nurun ilk kürsi-i dersi idi. Risale-i Nur suretinde nurun lemaanı, feyazânı burada başlamıştı, buradan yayılmıştı.

İşte Hazret-i Üstad bu kudsi his ve halet ile Barla’ya on dokuz küsûr sene sonra kendi irade ve ihtiyarıyla serbest gidebiliyordu. Barla’ya gittiği gün, güzel ve açık bir yaz günü idi. Belediye binasının bulunduğu yoldan Barla’ya girdi. Barla’da mevcud olan talebelerinin bir çoğu Üstadlarını hürmet ve hasretle karşıladılar. Üstadın beraberinde hususî hizmetkârları da vardı.

Kalın kilidi görünce

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Üstad Barla’nın içine girdikten sonra; 1937 Şubatında vefat eden Barla’lı eski talebesi ve hizmetkârı Mustafa Çavuş’un hanesinin önünden geçerken, onun kapısının üzerindeki kalın demir Kilide gözleri ilişince, kendini tutamıyarak hüngür hüngür ağlamaya başlamıştır.

Menzilgâhına gelince

Daha sonra. sekiz buçuk sene kalmış olduğu menzilgâhı olan eski evine, Tahiri Mutlu ve Zübeyr Gündüzalp’ın kolları arasında gelirken, evinin altına geldiğinde. kendini tutamıyarak ağlamaya başlamıştı. On dokuz buçuk senelik bir müfarakat hissiyatının hasret dalgalarıyla ağlıya ağlıya mübarek asırlık Çınar ağacına sarılmış, göz yaşlarını dökmüştü. Daha sonra odasına çekilmiş, iki saat kadar yalnız kalmıştı. Odası içinde ağlamasının sesi dışardan duyulmaktaydı.(28)

Hazret-i Üstad bu hazin halet içinde iken, sıddık ve sadık hizmetkârı olan Sıddık Süleyman gelmiş, Üstad’ına elyazma bir risalesini getirip vermişti. Bu risale 1925-1926 yıllarında Burdur’da yazılmış ve Küçük Sözlerdeki hakikatları daha ağır ve ilmî bir üslupla beyan eden on iki dersten ibaret bir risale idi. Hazret-i Üstad bu risaleye çok memnun olmuş, hazin halet-i ruhiyesi ferahlı ve neşeli bir halete inkılâb etmişti.

(28) hesaba göre ondokuz veya yirmi senedir. Çünkü Üstad 1934 Ağustos’unda Barla’dan ayrılmış, Hazret-i Üstad Barla’ya bu gelişi için “Yirmibeş senelik müfarakattan sonra” diyor. Herhalde ortalama ve yuvarlak bir hesapla, bir çeyrek asır demek istiyor. Tam hesap ise, sabit 1953 veya 54 Ağustos’unda da bu ziyareti yapmıştı.

1983

Daha sonra, bu risale aynı sene içinde, Isparta’da teksir edilmiş, Üstad ona “Nurun İlk Kapısı” ismini vermiş, ona bir mukaddeme de yazmıştı. Bu mukaddeme içinde, Barla’ya şu öndokuz sene sonraki geliş hadisesinin verdiği mezkûr halet-i ruhiyesinden de kısaca bahsetmişti. Mukaddemede Hazret-i Üstad şöyle diyordu:

“Gayet acib ve garib ve beni gayet hayrette bırakan bir hadise-i Nuriyeyi beyan edeceğim:

Risale-i Nurun birinci medresesi ve tarlası olan Barla karyesine yirmibeş senelik bir müfarakattan sonra; Aynen meskat-ı re’sim “Nurs” karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir saikle geldim, gördüm ki: Aynen Nurs köyü vaziyetindeki o eski medresem gibi ve Nurs’taki babamın aynı hanesi gibi; ve hakiki meskat-ı re’sim Nurs’a gelmişim gibi, gayet hazin ve lezzetli bir haleti hissettim. Birden ruhuma baktım ki; Eski Said ‘in ve Yeni Said’in tarz-ı hayatını ve tarik-ı hakikattaki tarz-ı hareketlerini: ve Risale-i Nurun te’lif olunan merkezlerini bilmek için, Risale-i Nurun te’lifine merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim. Sonra gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi..!(29)”

1984

İKAMET MERKEZİ ARTIK ISPARTA

Üstad Hazretleri 1953 Ağustosundan itibaren artık ikamet merkezi olarak Isparta’da hayatını sürdürdü. İkamet için Isparta merkez olmakla birlikte, aynı tarihten itibaren aşağı yukarı her hafta Isparta’dan Barla’ya gider, bir iki gün kalır dönerdi. Her ayda bir de Isparta’dan Emirdağ ve Eskişehir arasında ufak bir teneffüs seyahati yapmaktaydı.

Isparta’dan Emirdağ ve Eskişehir’e ilk seyahatini 12.10.1953’te yaptı. Bu seyahatinde Eskişehir’e geldiği zaman, Nur talebeleri, Afyon Mahkemesine elli bir imzalı bir dilekçe vermişlerdi. Hazret-i Üstad da bu dilekçeye hizmetçilerinin imzasıyla bir not ilâve etti. Ve bu dilekçe 14.10.1953’de lâhika olarak neşredildi. İstid’anın bir kısmı şöyledir:

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi reisliğine!

Biz Nur talebeleri ve Risale-i Nurun fahri avukatları ve Risale-i Nurdan imanını kurtaran yüzbinler Müslümanların namına bu mahkemeden soruyoruz ki. dört mahkeme beraatine karar verdikleri ve temyiz de dört defa beraeti tasdik ettikleri ve dört emniyet dairesi de aynen iade ettikleri ve yirmidört mahkemenin “Risale-i Nurda suç bulamıyoruz” dedikleri halde, dört senedenberi dörtyüz mübarek Risalelerimizi mahzende çürütüp hapsetmek ve bahanelerle dört senedir dörtyüz alâkadar Nur talebelerine  gelip gitmek, soruşturmak için- fakr-ı halleriyle masraf ettirmek veya paralarıyla aldıkları Risaleleri müsadere etmek ve bahanelerle evham verip altıyüz bin nüshaları neşrolunan, hiç bir yerde zarar vermiyen ve dahil ve hariçte yüzbinler şhidin tasdikiyle imanı kuvvetlendirip, âbüyük menfaatler temin eden Risale-i Nura karşı okutmamak için olan bu vaziyet bir musibet-i umumiye olacağından cidden korkuyoruz ve size de ihtar ediyoruz. 14.10.1953

Elli bir Nur talebesi namına

Hüsrev, Nazif, Feyzi, Zübeyr”

Üstad’ın ilâve ettirdiği not ve haşiye:

“Mahkeme-i temyiz dört defa Risale-i Nur lehinde karar verip beraeti tasdik ve bir mahkemenin aleyhinde kararını da reddettiğinden, yüksek bir adaleti nurlara gösterdiği için; şimdi bir küçük mesele vesilesiyle temyizin şimdiki kararına uyup uymadığını çok hasta Üstad’ımızdan Emirdağ sorgu hâkimi ve müdde-i umumisi geldiler sordular O da musırrane dedi:

“Ben adaletli temyizin kendi kendini tekzib etmesine bir emare olan bu kararına razı değilim. Çünki mahkeme-i temyiz kendi dört defa lehdeki kararını tekzib etmek hükmüne geçer. Ben o mahkemeye bu hür-

1985

metsizliğe vesile olmıyacağım onun için musırrane “Razı olmam, bu defaki soruşturmasına cevab vermem” dedi.

Üstad’ımız şimdilik Eskişehir’dedir.

Zübeyr(30)”

Böylece Hazret-i Üstad 1953 yılı ortalarından itibaren, ta 1959 Aralığına kadar Isparta-Barla ve Isparta-Emirdağ arasında ve bazen de gelip geçerken Afyon ve Eskişehire uğramasından gayri, hiç bir yere gitmedi. Bu seyahatleri de ilk başta ta 1956’nın ortalarına kadar devam eden Afyon mahkemesi dolayısıyla; daha sonraları ise yalnız teneffüs kasdıyla yapmaktaydı.

1956’dan sonraki seyahatlerinde vaki olmuş bazı hadiseler

BİRİNCİSİ: Eğridir kaymakamının keyfî müdahale hadisesidir. Bu hadisede, Hazret-i Üstad 15.8.1957 günü Eğridir’deki kiralanmış evine arabasıyla gelmiş, evinin önünde durur-durmaz kaymakam Mustafa Atak gelmiş ve Üstad’ın arabasının geri Isparta’ya dönmesini âmirane söylemiştir.

Bu hadisenin tafsilatı, “DP’yi ikaz” bölümünde geçtiği için tekrarlanmadı.

İKİNCİSİ: Eskişehir’de vaki olan durumdur.

Üstad Hazretleri ber-mutad yaptığı aylık Isparta-Emirdağ teneffüs seyahatlerinden birinde yine Emirdağ’a, buradan da Isparta’ya gitmek üzere Eskişehir’e uğramış. Fakat acib bir durumla karşılaşmıştı. Şöyle ki:

27 Kasım/ 95 7 Çarşamba günü, saat on sıralarında Hazret-i Üstad Eskişehir’e gelerek, Yıldız Oteline geldiğinde, çok kalabalık bir polis grubunun otelin etrafını sardıklarını, hatta ikamet edeceği odasının kapısı önünde bazı sivil polislerin beklediğini görmüş. Hadiseye hayret eden Üstad, alâkalı emniyet mensubları âmirini yanına çağırarak; Eskişehir’e neden geldiğini anlatmak istemişse de, Birinci Şu’be şefi muavini kabaca hareketlerde bulunmuş ve Üstad’la konuşmayı reddetmiş ve men’etmiştir.

Bu hadiseden sonra, hem Eskişehir halkı, hem de Emirdağ’lılar durumu DP’lere ihtar ve hükûmetine şikâyet yollu bildirmişlerdir. Bu şikâyet dilekçeleri de kısmen “DP’yi İkaz” bölümünde tafsilâtla geçmiştir. Zamanın İçişleri Bakanı ve İzmir Milletvekili Namık Gedik 1954’den sonraki senelerde Üstad’a karşı tutumu uygunsuz, evhamlı ve titrek olduğu gibi, bu hadise de yine onun evhamından ve korkaklığından gelmişti. Bu adam CHP zihniyeti doğrultusunda hareket ederek 17.5.1954’den 1960 ihtilâline kadar iç işleri bakanı olarak” aynı uygulamayı sürdürmüştür. Bu adam bilhassa 1957’den sonraki Bakanlığı döneminde çok garip bir tutum içerisine girdi.

(30) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 100

1986

EMİRDAĞ’DA V+AKİ OLAN DURUM

Emirdağ’da 23 Kasım 1957’de Eskişehir’deki durum ile ilgili olarak şikâyet dilekçeleri yazıldığı gibi, 1958’de de Emirdağ Kaymakamının kanunsuz müdahaleleri üzerine, Doktor Tâhir Barçın’ın raporu ve aynı hadise ile ilgili yazılan istid’a ve saireler de, yine “DP’yi İkaz” bölümünde kaydedilmiş olmasından tekrarına hacet görülmedi. Tafsilât müntehap dosyamız sıra no: 121’dedir.

İşte bütün bu hadiseler gösteriyorlar ki; 1957 seçiminden evvel ve sonrasında, ta Üstad’ın vefatına kadar CHP’nin tertip ve tuzakları ile ve durmadan DP’yi evhamlandırmaları, yahut da DP içindeki CHP zihniyetlilerin kasıd, yahut da evham içinde bocalayan titrek bazı Bakan ve saire gibi bazı kimselerin plânlarıyla yer yer Nur talebelerine iliştikleri gibi, zaman zaman Hazret-i Üstad’a da benzeri ilişme hadiseleri olmuştur. Sebeb ise malûmdur; DP’nin zaif düştüğü 1957’den sonra CHP onu dindarlara baskı yapıyor dedirtmek için kullanması.

DP hükûmeti CHP’den titriye titriye za’afiyet gösterdikçe ve Üstad’ın söz ve hareketlerine karşı titrek, evhamlı vaziyet aldıkça; Hazret-i Üstad seyahatlerini biraz daha sıklaştırıyordu.

MENDERES’İN EMİRDAĞ İLÇE TEŞKİLATINI LAĞVETMESİ

Emirdağlı Mehmet Çalışkan ve Hamza Emeğin bu husustaki ifadelerinin müşterek beyanları şöyledir:

“Menderesin 1958 de Emirdağa gelmesinden sonra, Zübeyr Gündüzalp dilekçe gibi bir yazı yazmıştı(*) Yazı, 25.4.1958 tarihlidir. Bu istid’anın yazılışından bir müddet önce; 1957 seçiminde za’fiyet kaydeden DP ye dindar adamlar yerleştirme fikri meydana çıkmıştı. Emirdağ da beni ve Hamza Emeği tavsiye etmişlerdi. Üstadımıza danıştık, uygun gördü. İkimiz parti teşkilatında yer aldık.

Yukarıda adı geçen istidayı, Emirdağ parti teşkilatı olarak bizde mühür ve imza koyduk. Dilekçeyi hususî tutuyorduk. Bazı Bakanlara verilmek üzere yazı Ankaraya gitti.Yazının bir sureti S. Özdemir’in eline geçmiş.

S.Özdemir istişaresiz olarak yazıyı teksir ederek herkese vermiş. Bu arada yazının bir sureti Akis dergisi sahibi Metin Tokerinde (İ.İnönü’nün damadı) eline geçmiş. Akis dergisi DP aleyhine neşriyat yaptı. İnönü hücuma geçti. A.Menderes buna sinirlendi ve bildiği halde, Emirdağ teşkilatını feshetti. Bu haberi Anadolu ajansı Radyo ile bildirdi.

İkinci günü üstadımıza gittik. Üstad hiddetli idi ve:“Bu a-hmak; kuvvetini nereden aldığını bilmiyor” dedikten sonra biraz düşündü, başını kaldır

1987

dı: “Ben de onu Başvekillikten azlediyorum(2)” dedi. Mehmet Çalışkanın rivayetinde: “fakat biraz daha kalması lazım, ortalık çok karışık” diye buyurmuşlardı. (Son Şahitler-4,sh.60 ve 261)

TUGAY CAMİİ’NİN TEMELİ

Hazret-i Üstad, 1957 Nisanında, Isparta askerî Tugay Camiinin yapılmasına başlandığı günlerde, yani 12 Nisan 1957’de, camiin temelini atmak için Tugay Komutanından kendisine davetiye gelmiş, Üstad bu daveti reddetmemiş, camiin temelinin harcını atmıştır.

O sıra Antalya’da çıkan “İleri” gazetesi bu haberi şöyle veriyordu:

“Üstad Bediüzzaman’ın nurlu elleriyle yeni bir camiin temeli atıldı. Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi üçüncü eğitim tümeni câmiine harç koydu” başlığıyla haberi böyle veriyordu:

“Isparta’nın geçen yıllarda teşekkül etmiş bulunan Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen camiin temeli, tertip edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta’da bulunan Risale-i Nur müellifi Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri da’vet olunmuştur. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra, uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardı.”

Üstadın askeriye camiinin temeline harc koyma hadisesini de zamanın sol basını yaygaralarla vermeye başlamış ve yine mes’uliyeti Demokratlara vermek istemişti.

Üstad’ın bu hadisedeki da’vet edilmesi hakkındaki tafsilât Son Şahitler’de ve Bayram Ağabeyin hatıralarında daha da izahı vardır. Burada bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

1988

1989

MÜTEFERRİK HADİSELER -1

VEDA’ SEYAHATLERİ

Üstad’ın veda’ seyahatleri 2 Aralık 1959’dan itibaren başlar. Bu tarihe kadar ise, Hazret-i Üstad belli bir hat üzerinde, Isparta,Afyon, Emirdağ ve bazen de Eskişehir’e uğrıyarak gelip giderlerdi. Isparta’dan Eğridire ve Barla’ya da sık sık giderlerdi. Bu tarihe kadar bu belli noktalardan başka hiç bir yere gitmiş değildi. Fakat 2 Aralık 1959’da Hazret-i Üstad Emirdağdan Ankara’ya kadar uzanmıştı. Bu seyahatin zahirî ve maddî sebebleri, oradaki talebeleri tarafından ısrarla davet olunması idi.

Üstad Ankara’da Beyrut Palas oteline indi. Sadece bir gece kaldı, talebe ve dostlarıyla görüştü. Sabahleyin 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan ayrılarak yine Emirdağ’a döndü. Emirdağ’dan da Isparta’ya gitti ve on beş gün sonra yine Isparta dan Emirdağ’a geldi.

KONYA’YA GİDİŞİ

Hazret-i Üstad maddî sebep olarak, Ankara Nur talebelerinin da’vetleri üzerine Ankara’ya kadar gitme hadisesinden sonra, Konya’daki Nur talebeleri de Hazret-i Üstad’ı ısrarla Konya’ya davet ettiler. Bu davete Hazret-i Üstad 19 Aralık 1959 günü Emirdağ’dan Konya’ya gitmekle icabet etti. Konya halkı ve Nur talebelerinden müteşekkil büyük bir kalabalık Üstad’ı Konya girişinde karşıladılar. Günlerden pazar olduğu için, Mevlânâ’nın türbesi kapalı bulunmaktaydı. Fakat Hazret-i Üstad onu ziyaret etmek istedi. Hususî şekildeki rica ve girişim üzerine, Müze müdürü türbeyi açtırdı. Üstad Mevlânâ Hazretlerinin türbesine ziyarete gitti. Dış kapısından itibaren ayakkabısını hürmet ve ta’zim ifadesi olarak çıkardı, yalın ayak içeri girdi. Ve o vaziyetiyle Mevlânây’ı ziyaret etti, Fatiha okudu ve müzeyi gezdi.

Fakat Üstad Mevlânâ’nın şimdiki vaziyetiyle türbesinin şeklini beğenmedi. İslâmî bir türbe niteliğinde bulmadı. Hatta bazı zatlardan duyduğum kadarıyla; -Hâşâ Mevlânâ’nın değil- türbeyi mevcud hale getirenlerin hareketlerine canı sıkıldı ve “Bunlar burayı bir nevi puthaneye çevirmişlerdir” dedi.

Üstad türbeyi gezerken, takibe gelen bir gurub polis de etrafında dolaşıyordu. Üstad polislerin başındaki yetkili şahsı çağırarak nasihat etti. Onları okşadı ve taltif etti.. Ve “Siz maddî asayiş işini, biz de manevî asayişi muhafaza ediyoruz. Sizi kendimize arkadaş biliyoruz.” mealinde polisleri okşamıştı.

1990

TEKRAR KONYA’YA

Hazret-i Üstad 19 Aralık 1959 pazar günü Konya’yı ve Mevlânâ’yı ziyaret ettikten sonra, aynı gün Isparta’ya hareket etti. Konya hoşuna gittiği için mi, yoksa kardeşini iyice görüp konuşamadığı için mi bilemiyoruz. Birgün sonra yani 20 Aralık 1959 günü Isparta dan tekrar Konya’ya geldi. Isparta’dan geceleyin çıkmıştı. Sabah saat 0.4 de Konya’ya gelmiş ve küçük kardeşi Molla Abdülmecid’in evine inmiş, biraz görüşüp sabah namazını orada kıldıktan sonra Konya’dan ayrılmıştı. Fakat Konya’dan bu defa ayrılan Hazret-i Üstad’ın, geri Isparta’ya mı, yoksa Emirdağ’a mı gittiği hakkında bir bilgi elimizde mevcut değildir.

İKİNCİ ANKARA SEYAHATİ

Ankara’lı ve orada toplanan Nur talebeleri tarafından yine çok ısrarlı şekilde Üstad da’vet edilmekte idi. Ankaraya gitmek için zahiri sebebi, bu da’vetlerdi. Amma hakikatta ise, Hazret-i Üstad çok fazla rahatsız olduğu için, teneffüse ihtiyacından dolayı adeta bu son günlerinde yerinde duramıyordu. Hem bu seyahatlarının en büyük manevî sebebleri, Hazret-i Üstad’ın veda’ ziyaretlerini yapması idi. Üstad’ın Ankara’ya bu ikinci gelişi, 31 Aralık 1959 günü saat onbir sıralarında olmuştu. Üstad’ın bu seferki gelişi gazetelerde çeşitli yorum ve manşetlerle haber verildi. Kimi gazeteler: iki DP Milletvekilinin da’vetlisi.. Kimisi onu üç DP Milletvekili da’vet etti… kimisi beş kişilik bir DP grubu tarafından karşılandı ve ziyaret edildi diye yazdılar.

Hazret-i Üstad yine Beyrut Palas’a inmişti. O günü de yılbaşı gecesiydi. Üstad bu geceyi Ankara’da geçirdi ve sabahleyin İstanbul’a hareket etti.

ÜSTAD İSTANBUL’DA

Hazret-i Üstad Ankara’ya bu ikinci kez geldiği gün, İstanbul’daki talebeleri de onu çok nevaziş ve minnetlerle İstanbul’a da’vet etmişlerdi. Ankara’ya kadar gelmişken, İstanbul’daki talebe ve dostlarının da hatırlarını kıramadı ve İstanbul’a hareket etti. Üstad Ankara’da iken onun hizmetkârları Üstad’ın İstanbul’a gidiş arzusunu öğrendikten sonra, Ankara’dan İstanbul’a, Süleymaniye’deki Nur talebelerine, bilhassa Ahmet Aytimur’a haber etmek istemişler. Ta ki Üstad’a bir otelde yer hazırlasınlar diye…

1991

BU SEYAHATLE İLGİLİ BİR HATIRA

Bediüzzaman’ın hizmetkârı ve o sıra hususi şoförü Hüsnü Bayramoğlu anlatıyor:

(Bu hatırayı bir çok defa Hüsnü abiden şahsen dinlediğimiz gibi, hususiyle 3 Haziran 1986 günü Urfa’da Ahmet Aytimur’un da hazır bulunduğu bir mecliste tekraren detaylarıyla anlatmıştı.)

“Hazret-i Üstad ile birlikte 1959 yılının son ayının son gününde Ankara’ya geldik. Aynı günde biz Ankara’dan İstanbul’un, Süleymaniye dershanesini telefonla aradık. Ahmet Aytimur’u aradık. Bir otelde yer ayırmak için haber vermek istedik. O anda Ahmet Aytimur bulunmamıştı. Sonra Avukat Bekir Bey ve sairleri Ahmet Aytimur’a haber vermeden, Piyerloti Otelinde yer ayırmışlar.Bu zatlar bizi İstanbul’un girişinde karşıladılar. Bunlar bizi karşılamaya gelirken, yine Ahmet Aytimur’a haber vermeden gelmişlerdi. Hazret-i Üstad karşılamaya gelenlerin içinde Ahmet Aytimur’u görmeyince, hiddetli bir şekilde “Hani Ahmet Aydemir, hani Ahmet Aydemir?.. Niye gelmedi?..” diye soruyordu. Onlar da “Efendim bulamadık, mulamadık” gibi lâflarla geçiştirmek istemişlerdi.”

Hüsnü Ağabey diyor: “Mehmet Fırıncı’nın hatırasında:

“Hazret-i Üstad kendisini ve Bekir Berk’i arabasına aldı” gibi bir şey görmedim, bilmiyorum ve öyle bir şey de olmadı. Çünki şoför ben idim.”

Piyerloti Oteline indik. Üstadımız hiddetliydi. Bir ders yapmak istiyordu. Ahmet Aytimur burada da yoktu. Hazret-i Üstad yine “Hani Ahmet Aydemir?” diye onu istiyordu. O gelmeyinceye kadar da ders yapmadı. Bu arada Mehmet Fırıncı alelacele gitti, Ahmet Aytimur’u buldu, getirdi. Üstad da ondan sonra ders yaptı. Ders esnasında oradakilerin hepsine: “Siz Ahmed’in yardımcılarısınız. talebelerisiniz. Ben sizi ona yardımcı veriyorum” mealinde beyanlarda bulunmuştu.”

1992

1993

İSTANBUL’DAN HİDDET İÇİNDE AYRILDI

Hazret-i Üstad İstanbul’a bu gelişinde niyeti bir kaç gün kalmak iken; gazetecilerin ve polislerin, otelin etrafını ve içini sarmaları ve onun namaz tahiyyatında iken fotoğraflarını çekmeleri ve Ahmet Aytimur’un (üstte bahsi geçmiş şekilde) ilk başta bulunmayışı hadisesi gibi sebeblerden canı sıkıldı. İstanbul’da sadece iki gün kalabildi ve 3 Ocak 1960 günü akşamleyin İstanbul’dan ayrıldı.

Üstad’ın bu seyahatinde, İstanbul’a giderken araba içinde olduğu halde şapkadan dolayı bazı emniyetçiler tarafından rahatsız edilmişti. Üstad’ın hizmetkârları da bu mevzû’da bir yazı kaleme alarak, ilgili yerlere gönderdiler. Yazı aynen şöyledir:

“Üstad’ımız diyor ki:

“Ben-elli altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için, bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlâsın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir canî yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi, hatta lüzum olsa hayatımı feda etmeye, her bir tazyikata, manasız lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp, bir bardak suda fırtına çıkarıp, beni ta’ciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali:

Beş mahkeme huzurunda hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hatta İstanbul’da mahkememde yüzyirmi polis bulunduğu halde, hiç kıyafetime ilişmediler.. Ve iki ay İstanbul’da yaya gezdiğim halde mümanaat etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı yok. Çünki hem münzevî, hem de camiye gitmiyor ve çarşıda kalabalık yerlerde gezmiyor, yalnız otomobiliyle çıkıyor. İnsanlarla zaruret olmadan konuşmıyan, yalnız teneffüs için dağlar başında ve hâli yerlerde geziyor… Şimdi ehl-i dünyanın hiç bir hakkı yoktur ki, vaziyetime, halime ilişsinler”

Bir seyahat münasebetiyle ve otomobili içinde İstanbul’a en mühim bir mes’ele-i imaniye için gitmesinden; şimdi İstanbul’un bazı resmî adamları yirmi cihette kanunsuz bir tarzda kanun namına Üstad’ımıza bir bardak suda fırtına koparmak nev’inden, milyonlar fedakâr talebeleri bulunan bir adama sinek kanadı kadar bir ehemmiyeti olmıyan bir mese’le için, resmî adamları yanına göndermek olan yüz cihette ehemmiyetsiz, manasız ve bir habbeyi yüz kubbe yapmak gibi bu şeye karşı Üstad’ımız diyor:

1994

“Ben madem imanın hizmetinde ihlâs-ı etemme ile anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.”

Üstad’ımızın bu defa İstanbul’a gitmesi münasebetiyle İstanbul müdde-i umumiliğince ifadesinin alınması için yanına gelen iki memura Üstadımız dedi:

“Ben daha evvel bu mesele için mahkemede ifade vermiştim. Ve mahkeme tahkikat yapmış, neticede beraet vermiş. Başka diyeceğim yok.” diyerek Samsun mahkemesine giden ve İstanbul mahkemesinde okuduğu ifadatını tekrar söyledi. hem eskiden aldığı bir kaç rapor var ki, hastalığı dolayısıyla başını sarmağa mecburdur ve şiddetli nezleden ve hastalıklardan dolayı istirahata ve tebdil-i havaya ihtiyacı vardır. Daimi bir yerde kalması sıhhatine münafidir. Daha lüzum da olmadığı için bu raporları göstermeye tenezzül etmiyordu. Lüzum görmüyordu.

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Tahiri, Zübeyr, Sungur, Hüsnü, Bayram (31)”

Üstad’ın İstanbul’a olan bu normal seyahati sol basında ve CHP cenahında bir çok yorumlara ve iftiralara vesile ittihaz edildi. İnönü bu hususta bizzat beyanat verdi. Sol basın 1 Ocak 1960 günü “Nurcular çalışma alanlarını genişletti. Said-i Nursî İstanbul’a geldi.(32)” diye manşet attı. İsmet İnönü 4 Ocak 1960’da “DP Said-i Nursi’yi seçim kampanyası için görevlendirdi.(33)”şeklinde beyanat verdi.

(31)Emirdağ-2 S:168

(32)Türkiyede Çok partili politikanın açıklamalı kronolojisi S: 68

(33)Elli yılın tutanağı S: 178

1995

ÜSTAD ANKARA’YA DÖNDÜ

3 Ocak 1960 Cumartesi günü akşamı İstanbul’dan ayrılan Üstad, gece Ankaray’a geldi ve yine Beyrut Palas’a indi. Gazeteciler adım adım Üstad’ı takib etmekteydiler. Üstad’ın bu defa Ankara’ya uğramasıyla da velveleli manşetleri daha da çok kabarmıştı. Hatta Ankara’da bulunan Times muhabirinin Üstad’la uzun uzun mülakat yaptığını da yazıyorlardı. Hazret-i Üstad bu defa Ankara’da üç gün kaldı. Gazetelerin yaygaraları, neşriyatları ve CHP’nin perde altında sinsi dolaplarının umumî ahvala verdiği kargaşalıktan Üstad çok tedirgindi. Talebelerine burada son ve umumî bir veda’ vasiyeti mahiyetinde bir ders vermek arzu ediyordu. Hatta Diyarbekir’de bulunan o zamanlar hizmet başında muvaffakiyetli bir talebesi olan “Mehmet Kayalar da bu derste bulunsaydı” diye bir arzusunu

 1996

ima etmişti. Üstad’ın bu arzusu Mehmet Kayalar’a hemen telgrafla bildirildi. O da aynı gün uçakla Ankara’ya geldi.

Ben de (A.Kadir Badıllı) o sıra Ankara’da askerdim. Pazar günü olduğu için şehre inmiş, Üstad’ı görmek için otele gittimse de nasip olmamıştı. Üstad benim Ankara’da olduğumu ve ziyaretine gidip kendisini göremediğimi duymuştu. O umumî derste benim de bulunmamı istemişti. Ancak öğleden sonra otele yine asker elbisesiyle gittiğim için, polisler beni otele çıkmaya bırakmadılar. Dolayısıyla Üstad’ın bu son veda’ hutbesi mahiyetindeki dersinde bulunamadım. A.B.

Hazret-i Üstad’ın bu son dersi bir veda’ hutbesi veyahut veda’ dersi mahiyetindedir ve son derece mühimdir. Nur talebelerinin bilhassa içtimaî hususlarda her zaman rehber ittihaz etmeleri gereken bir hakikat dersidir. Bu derste Hazret-i Üstad temel esaslardan çok mühim altı hususa temas ederek ders vermektedir:

  1. Müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve bunun izahı..
  2. Medeniyet meselesi ve zarurî hacetin manası ve izahı..
  3. Kur’anın kâfirlere de bir cihette rahmet olduğu ve bu vesileyle çok mühim hakikatların izahı..
  4. Az zararlı, birazcık menfaatlı siyasi partilere karşı Nur talebelerinin tavırlarının ne olacağının izahı..
  5. Dahildeki manevî cihad ile, harici cihadın ayrı ayrı şeyler olup, çok büyük farkları olduğu..
  6. Benlik, enaniyet, hodfuruşluk ve rahatlık içinde hayatını geçirme arzularının birer nefsî hastalık olduğu ve bunların hizmet-i Kur’ana büyük zararları olduğu hakkındadır.

Hülâsasını çıkarıp arzetmeye çalıştığımız son ders adındaki veda’ hutbesi mahiyetinde olan bu hakikatlı dersi burada beraber okuyalım:

 

SON DERS

“Aziz Kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir.. Rızay-i ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla şükürle mükellefiz. Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile boyun eğmemişim.

Hayatımda tahakkümü kaldıramadığım bir çok hadiselerle sabit

1997

olmuş. Meselâ Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfi’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi; dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i ilâhiyyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabırla ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ: Seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevisidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var.. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düsturu ile ki: “Bir canî yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz. İşte bunun içindir ki; bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı isti’mal edilebilir. Mezkûr ayetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimzzle yardım etmektir. Onun içindir ki; âlem-i İslâmda asayişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir.. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i ilâhiyyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir. Netice Cenab-ı Hakk’a aittir, biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin-i Harzemşah gibi: “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; Muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir, deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’an dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.

1998

Bir mes’ele daha var: o da çok ehemmiyetlidir; Hükm-ü Kur’ana göre bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hacat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Ahirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaatı ve maişet derdi için dünyayı ahirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hatta hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:”Biz şimdi mecburuz.. اِنَّ اَلضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle Avrupa’nın bazı usullerini, medeniyetin icablarını taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız!. Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir.. Haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok.. Meselâ, bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cârî olur. Ma’zur sayılmaz, ceza görür. Çünki su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk, cezbe halinde birisini vursa, ma’zurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek, yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var?.. Su-i ihtiyardan, gayr-i meşru’ meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryakî olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u ilâhide ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş…”

Bununla beraber zamanın ilcaâtıyla zaruretler ortalıkta zannedilerek, bazı hocaların bid’alara tarafdarlığından dolayı onlara hücum etmeyin. Bilmiyerek, “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarfetmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa, onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla, daha evvel aleyhimdeki o kadar muarazalara karşı dayandığım, zerre kadar fütur, getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum. Biz dünyaya bakmıyoruz.. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yar-

1999

dım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatlar itibarıyla bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaât-ı tamme verdi ki; Demokratlar dine tarafdardırlar. Şimdi bir Risaleye ilişmek, vatan millet maslâhatına tamamen zıddır.

“Su-i ihtiyar ile olan bir zaruret haramı helâl etmez” kaidesine bir misalcik: Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men’ etmiştim. “öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular takdir ettiler. Sonra beraet verdiler. Mahkeme-i temyiz, o beraeti tasdik etti. Ben de bunu dahilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Şimdi küfr-ü mutlak öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki; Kâinatta hiç bir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’anın rahmeten-lil âlemin olduğunun bir sırrı şudur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; ahirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki; o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı, yani Kur’anla barışmıyan, yoldan çıkmış, Kur’an’a muhalefet eden kısmı;küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşiliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir yaşamaz. ” Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-ı halde yaşanmaz. Onun için Kur’an-ı Hakim, bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olarak, Risale-i Nur şâkirtlerine bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşiliğe karşı sed çeksin, hem çekmiş…

Evet, Çin’i hem yarı Avrupa’yı ve Balkanlar’ı istilâ eden bir cereyana karşı bizi muhâfaza eden Kur’an-ı Hakimin bu dersidir ki; o hücuma karşı sed çekmiş. Bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman, mümkin değil başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve yahudi, hususan bolşevik gibi olmak… Çünki, bir İsevî Müslüman olsa, İsa Aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiç bir dine giremez, anarşist olur.Ruhunda kemalâta medar hiç bir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

2000

Onun için; Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakimin işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arap milletleri içinde, lisan-ı Türkî ve Arâbî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış.. on altı sene evvel altıyüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. DemekRisale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi; İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’anın kanun-u esasilerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar. Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’ana karşı çıkıyor.Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki, ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut tarafdar olanlara; hem şahsın idam-ı ebedisî ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedisi olarak düşündüğü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes’ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor.

İşte bu zamanda bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’an-ı Hakimdir.. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır. Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki; siyasî partiler içinde bir parti bir parça bunu hissetti, o eserlerin neşrine mani’ olmadı.Hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nura mümanaat etmedi, neşrine müsadekâr davrandı, nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli… belki pek yakında öleceğim ve yahut bütün bütün konuşmaktan -Bazen men’olunduğu gibi men’edileceğim. Onun için benim Nur ahiret kardeşlerim “Ehven-üş şer” deyip, bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz değil. Çünki dahilde hareket menfice olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nura zarar vermiyor, az müsaadekârdır. Ehven-üş şer olarak bakınız. Daha a’zam-ı şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun. 2106

Hem dahildeki cihad-ı manevî: manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiç bir hakları yok!..

2001

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hatta otuz sene de hapislerde, tazyiklerde olduğu halde, hakkımı helâl ettim ve azablarına mukabil o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki;
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ayeti hükmünce, kabahat ancak yüzde beşe verildi.

O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur. Hatta bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için; su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nurun bazı kısımlarına yanlış mana vererek, seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, -mahkemelerde ispat edildiği gibi- en ziyade hücuma maruz bir kardeşimiz mahpus iken, pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu, dediler: “Bu, müdde-i umuminin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeiye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; O Risale-i Nurun, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâb etti.

Kardeşlerim! Belki ben öleceğim.. Bu zamanın bir hastalığı daha var; O da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nurun Kur’an’dan aldığı dersin en birinci esası; benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terketmek lüzumudur.Ta ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o azamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hatta Nurun biçare bir şâkirdinin düşmanları dost olduğu vakit, onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i ilâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar, isabet-i. nazar hükmüne geçip onu incitiyor, hatta müsafaha etmek de tokad vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir? Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: Madem mesleğimiz a’zamî ihlâsdır.. Değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse; bakî bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek, a’zamî ihlasın iktizasıdır. Meselâ, harb içinde avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında, Kur’an-ı Hakimin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek; o gülleler içinde Habib kâtibine: “Defteri çıkar!.” diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’anın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terketmemiş. Ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

2002

O kardeşimize sorduk: “Bu acib ihlâsı nereden ders almışsın?” Demiş: İki noktadan…

Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir harbinde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak.. İki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-ı Âlem Aleyhisselâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harbte bu ruhsat var.. Ve madem cemaât hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek, en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş.. Üstad-ı mutlakın (A.S.M.) böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh-u canımızla ittiba’ ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali radiyallahü anhü Celcelûtiyenin çok yerlerinde ve ahirinde bir himayetçi istemiş ki; Namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna -pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum- tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani’ olmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı ilahiden niyaz etmiş.

İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de; Hem Sebeb-i Hilkat-ı Âlem’den (A.S.M.), hem Kahraman-ı İslâm’dan (R.A.) bu iki küçük nükteyi ders aldım.. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’anın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemiyerek, Kur’anın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

SAİD-İ NURSİ (34)”

Bu muazzam ders verilirken, Üstad’ın yanında toplanmış bir grup kıdemli ve büyük talebelerine takrirî şekilde ve bir nevi son hutbe olarak ders verildi. Yanındaki kâtip ve hizmetkârları da bunu evvelâ not halinde kaydettiler. Bilâhare tanzim edilerek Hazret-i Üstad’a arzedildi. Hazret-i Üstad da onu tashih etti ve aynı günlerde neşrettirdi. Ayrıca da bunun sureti bazı hükûmet ricaline de gönderildi.

(34) Emirdağ-2 S:213

2003

BU DEFAKİ ANKARA’YA GELİŞİ İLE İLGİLİ BİR-İKİ HATIRA

Hatıralardan birincisi: Muş Milletvekili ve Şeyh Fethullah-i Verkanisî’nin torunu muhterem Giyaseddin Emreden:

“Üstad Ankara’ya geldiğinde Beyrut Palas otelinde 22 numaralı odada kalıyordu. İsmet Paşa Bediüzzaman’ın Ankara’ya geldiğini duymuştu. Hazret-i Üstad Ankara’ya gelişinde Amamesiyle, sarığıyla, cübbesiyle gelmişti. O sıralar dindar nesil pek yoktu. Yeni bir dindar nesil oluşmaya başlamıştı. Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelmesinden Cumhuriyet, Milliyet gazeteleri tarafından oldukça telaşlı bir şekilde bahsedilmişti.

Bediüzzaman, Beyrut Palas otelinde bulunduğu bir sırada, İsmet Paşa Meclis’te bir konuşma yaptı: “Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz, irtica’ı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman’ı onun için gezdiriyorsunuz!..”

Sonra Adnan Menderes İnönü’ye şöyle cevab vermişti: “Allah aşkına! Paşa, niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, ni-

2004

çin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor. Niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlıyamıyorum?.. (35)”

Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve: “Efendim siz Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramıyacağım” dedi.

Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti.

Menderes’in Üstad’a Hürmeti

Ben Üstad’ın ziyaretlerine gittiğimde “Kim” ve “Akis” dergileri benim resmimi kapak kısmına koymuşlardı.

Üstad o zaman Doktor Tahsin Tola’nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı.Tabii cereyan eden hadiseler üzerine biz de çok müteessir olmuştuk. Üstad’ı ziyarete gitmek üzere iken, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler. Yanına gittim. Bana: “Ta’zimatlarımı kendilerine arzet! Biliyorsunuz bu adamlaınn çıkardığı hadiseleri… Bu hengâmeler bitsin, ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için kendilerine haber gönderirim” dedi.

Üstad’ı ziyarete gittiğimde, yataklarında uzanmış, hadiseleri duymuş ve müteessir idiler. Kapıyı açar açmaz, kalktı, yine: “Ğiyas! Ğiyas!” diye hitap etti ve beni kucakladı.

Dedim: “Kurban! Adnan Bey’in selamları var, ellerinizden öper ve ricaen:

“O bizden daha iyi biliyor bu Halk Partilileri… bir hayli hadise çıkardılar. Üstad Hazretlerini de rahatsız ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm” derler…

Baktım, Üstad’ın gözleri pırıl pırıl Nur saçıyordu, ayağa kalktı: “Bak Ğiyaseddin! Sana söylüyorum; “Türkiye’yi başlarına yıkarım. Yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim” dedi. Tabii ben onun o heybetinden hiç konuşamadım artık. Menderes’in ricalarını kabul ettiler. Saat onbir olmuştu, gittim Başbakanlığa.. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstad’ın ne dediğini sorunca, ben: “Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye’yi başlarına yıkarım… Yalnız O din kahramanı için bu sefer döneceğim” dediğini kendisine söyledim. Adnan Bey memnun oldu…(36)”

Eski Bingöl DP Millet vekili Said Kökerin hatırası:

“1959 da üstadı Ankara -Beyrutpalas otelinde ziyaret ettiğimizde, bize “Bir musibetin gelmekte olduğuna işaret etti ve bizi ikazetti…” (Son Şahitler-5, sh.159)

(35)Giyaseddin Emre’nin bu dedikleri her ne kadar o zaman basında yayınlanmadı ise de, onun temiz bir sülâleye mensubiyeti ve alimliğine itimaden bunları aynen kabul ediyor ve buraya dercediyoıuz. A.B.

(36)Son Şahitler-2 S: 57

2005

ANKARAYA GELİŞ SEBEPLERİ

Ankara’da basının kopardığı feryatlar ve yaygaralar ve CHP grubunun yaptığı gürültüler üzerine Hazret-i Üstad, Hükûmet ricaline bildirilmek üzere; Ankara’ya geliş sebeblerini, kaleme aldığı bir yazı ile şöyle izah ediyordu:

Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi: İslâmiyete ciddî tarafdar dahiliye vekili Namık Gedik’i görmek ve İslamiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki:

Hem Demokrat’a Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek.. Ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak; Ve Âlem-i İslâmı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için; Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip, ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terkettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.

Hem Risale-i Nur Kur’an’ın kanun-u esasisiyle bütün Anadolu ve Vilâyât-ı Şarkiye’de asayişi temin eden Risale-i Nurun yüz bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, asayişi temin ettiğine bir delili budur ki: On küsûr sene evvel Afyon müdde-i umumisi: “Altıyüz bin fedakâr talebesi var. Beşyüz bin nüsha Risale-i Nurdan neşretmiş, belki asayişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Said demiş ki: “Madem altıyüz bin fedakâr talebesi var.. Bu onbeş senedir bana bu kadar zulüm ediliyor, bir tek vukuatı hiç bir zabıta ve mahkeme gösteremedi.”

Hem dedim: “Ey müdde-i umumi! Eğer bin müdde-i umumî, bin emniyet müdürü kadar asayişin teminine Risale-i Nur hizmet etmemişse, Allah beni kahretsin.. Siz de bana ne ceza verirseniz verin.” dedim. O, bu sözüme karşı hiç bir çare bulamadı.

Yalnız bir iki sene sonra, Nurun bir küçük talebesi Risale-i Nur’a zarar gelecek zannıyla kendini intihar edecekti.. Ki tabettiği bir küçük risaleye zarar gelmesin… Sonra Üstad’ı onu men’etti ve küçücük bir hadise oldu ve ikisi de barıştılar.

Halbuki, bir üstadın on tane fedakâr talebesi bulunsa, (Hatta biri selâm etmiş, tokat vurmuş.. biri elini öpmüş, tahkir edilmiş..) Hiç bir fedakârı asayişe ilişmemek için sükût etmişler. Said’den işitmişler ki: “Benim yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum. Onun için وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى kanun-u esasisiyle: Beş canî yüzünden

2006

doksan masuma zarar gelmemek, bir canî yüzünden on masum çoluk çocuk, peder ve validelerine zulüm etmemek için; Risale-i Nur iman hizmetiyle beraber asayişi tamamıyla temin edip, herkesin kalbinde fenalığa karşı bir yasakçı bırakıyor. Ben de, bin ruhum olsa, Kur’anın bu kanun-u esasisine feda ettiğimi tarihçe-i hayatım ispat ediyor ve meydandadır. Ve mahkemeler de kabul etmişler.

Hatta tezahüre bir riyakârlık, bir hodfuruşluk, bir enaniyet manasıııı verip, halklarla görüşmeyi de terkettiği ve rahmet-i ilâhiyyenin ihsanıyla sesi de kesilmiş ki; dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.

SAİD-İ NURSİ(37)”

(37) Emirdağ-2 S: 208

2007

TAHSİN TOLA’NIN HATIRASI

Hz. Üstad’ın Şu son Ankara seyahatinde Tahsin Tola ile Ankara’daki evinde görüşmeleri ve Hazret-i Üstad onu bazı makamlara göndermesi gibi hususlar hakkında merhum Tahsin Tola şunları anlatır:

“Üstad, son Ankara seyahatinde, beni Ankara valisine gönderdi. Görüşmek istedi ve “Ben kendisinin makamına gitmek isterdim. Fakat çok hastayım. Çok mühim bir meseleyi görüşeceğim” selâmımı söyle, buraya o gelsin diye haber gönderdi. Valiye gittiğimde yerinde yoktu. Tekrar dönerek Üstad’a bulamadığımı söyledim. Bu sefer de Üstad beni Ankara Savcısına gönderdi. Mutlaka bir devlet adamıyla görüşmek istiyordu.

Savcıyı yerinde bularak durumu arzettim. Savcı gelmek istemedi. Ve “Biz onun kitaplarını iade ettik” dedi. O günlerde Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin davası vardı.

Ben gelip durumu Üstad’a arzettim. Üstad: “Yok, yok!.. Ben onun için, kitaplar için çağırmadım. Başka çok mühim bir mesele için çağırdım.” diyerek, tekrar savcıyı çağırmamı istedi. Hatta hiç unutmam aynen şöyle dedi:

“Git çağır, gelsin!.. Yoksa Demokrat değil mi?” Tekrar aceleyle savcıya gittim. Bu sefer Savcı daha da evhamlandı, korktu ve telâşlandı. Gelmek istemedi.

Üstad çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi.

“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz!.. Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz!.. Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”’

“Yine Üstad’ın son seyahatlerindeydi. Ankara’da Bahçelievler’deki dairede idim. Üstad da oraya gelmişti. Üstad Kemal Demiralay’ı çağırmamı söyledi. Gidip Kemal Demiralay’ı çağırdım. O zaman da Üstad bizlere şunları söyledi:

“Bizi başka yerlerden, Âlem-i İslâm’dan, Pakistan’dan çağırıyorlar Ben gitmiyorum. Eğer ben gitsem; Böyle böyle olur burası… (Eliyle Türkiye’nin karışacağını, Hükûmetin yuvarlanacağını, tepe-taklak olacağını işaret ediyordu.)

Yine Ankara’da Üstad bana bir Gençlik Rehberi verdi. Arkasına bir dua yazdı. Bu kitabı Demokrat Parti’nin Adliye bakanlığını yapan, daha sonra

2115 da Millî Emniyet başkanı olan Prof. Hüseyin Avni Göktürk’e vermemi söyledi.

Kitabı alarak, Ali İhsan Tola ile birlikte, Hüseyin Avni Bey’e gittik. Kitabı kendisine Üstad Hazretlerinin gönderdiğini ifade ettik. Hüseyin Avni

2008

Bey çok memnun oldu. Ve kendisinin de dindar bir Müslüman olduğunu söyliyerek cebinden bir Kur’an-ı Kerim çıkarıp gösterdi.(38)”

ANKARA’DAN KONYA’YA

Hazret-i Üstad, Ankara’da böylece bu son seyahatinde bir çok talebeleriyle görüştükten ve son ders olan veda’ hutbesini ders verdikten sonra; 6 Ocak 1960 günü saat 10.30 sıralarında Ankara’dan ayrıldı. Şoförüne Konya’ya gideceklerini söyledi. Öğleden sonra, 14.30’da Konya’ya giren Hazret-i Üstad burada pek acip evhamlı bir durumla karşılaştı. Yüzlerce polis etrafını sardılar. Nereye gittiyse, takib ettiler. DP Hükûmetinin bu acib evhamlı ve CHP’nin oyunu ve evham vermelerine gelmiş bu hayret verici davranışından Üstad çok müteessir olmuştu. Fakat herşeye rağmen yine de gitti, kardeşinin evinde biraz kaldı ve ziyaret etti. Az istirahattan sonra, yine Mevlâna türbesine gitti. Fatiha ve duadan sonra, tekrar küçük kardeşi Abdülmecid’in evine döndü. Polis arabaları da adım adım takip ediyordu. Bütün bunlar da maalesef Demokrat iktidarının İçişleri Bakanı Namık Gedik’in korku ve evham içindeki titrek emirleriyle oluyordu.

Hazret-i Üstad’ın bu seferki Konya’da kalışı ve ziyaretleri dahil hep iki saat içinde tamamlanmıştı.

Üstad, Konya’da karşılaşmış olduğu o acib evhamlı durumu görünce;  sağlam bir kaynaktan duyduğumuz kadarıyla- “Bunlar beni siyasetin içine çekmek istiyorlar.. Veya beni siyasete karıştırdılar. Bu durumda ben gitmeliyim.” diyerek, aynı gün saat 16.30 da Konya’dan ayrılarak Emirdağ’a döndü.

Yine Hazret-i Üstad’ın Konya’ya yaptığı bu seyahatinde; sözü sağlam bir zattan duyduğum kadarıyla Hazret-i Üstad: “Artık Menderes de benim gözümde teneke kıymetine indi.” veya bu mananın mealiyle konuşmuştu. (Bu zat, Said Özdemir’dir.)

TİMES MUHABİRİ HİKAYESİ VE BİR HATIRA

İngiliz Times gazetesi Ankara muhabiri, bu seyahatte Üstad’la görüştüğünü yazan 5 Ocak 960 tarihli bazı gazetelerdir. Yazdıkları, bir noktadan doğru idi. Ancak abarttıkları gibi değildi. Hazret-i Üstad henüz Ankara’dan Konya’ya gelmeden bu görüşme olmuştu. Daha sonra bu muhabir, Üstad’la beraber seyahat etmek ve Üstad’ın arabasına binerek Konya’ya kadar beraber gitmek istemişse de, Üstad müsaade etmemişti.

(38) Son Şahitler-1 S:155

2009

Mes’elenin sağlam ravisi

Hadiseyi detaylarıyla anlatan Konya’lı Fehmi Yılmaz’dır ki, şunları anlatıyor: (Hülâsasını alıyoruz.)

“Ocak ayının ilk haftasında Bediüzzaman Konya’ya gelmişti.. Kaldığı yer, polislerle kuşatılmıştı. Kimsenin içeri girmesine müsaade edilmiyordu. Zor bela içeri girip elini öpmek nasib oldu. Bana dua etti. İltifat etti. Kendisi Ankara’dan Konya’ya gelirken cereyan eden bir hadiseyi bana şöyle anlattılar: Ankara’dan hareket edecekleri sırada, İngiliz Times gazetesinin Türkiye muhabiri bu seyahatta kendisiyle birlikte bulunmak istemiş… Üstad hadiseyi şöyle anlattı:

“İngiliz Times muhabiri benimle birlikte bu seyahata katılmak istedi. Önce onun bu arzusunu kabul ettim. Muhabiri yanıma alsam mı?.. diye düşündüm. Bunun vasıtasıyla bir çok hakikatları efkâr-ı âleme ve bütün dünyaya duyurma imkânı olacaktı… Sonra düşündüm, bu şahsî bir seyahattir, vazgeçtim.”

HELÂLLAŞMAK İÇİN SEYAHAT YAPTIĞINI SÖYLEDİ

Üstad, bu seyahatinin gayesi: Kendisine zulmedenleri, işkence edenleri affetmek, helâllaşmak olduğunu söylüyordu.

Yine Üstad: “Dünyayı saran dinsizlik cereyanlarına karşı Allah’a inanan insanlarla, hakikî Hıristiyan ruhanîleri ve Müslümanların yakın bir gelecekte ittifak etmenin kat’î lüzumunun hasıl olacağından” bahsediyordu..Ve er geç, galib gibi görünen dinsizlik cereyanlarının mağlüb olacaklarını ve saire… Yirmi dakikalık bir zaman zarfında bana anlatmıştı. Times muhabiri Üstadla görüşmesini 6 Ocak 960 tarihli Yeni Sabah Gazetesi, 8 Ocak 960 tarihli yine aynı gazete ve 8 Ocak 960 tarihli Dünya gazetesi çeşitli yorum ve abartmalarla veriyorlardı.(39)”

Son Konya seyahati hakkında Üstad’ın beyanatı

Hazret-i Üstad Konya’da karşılaştığı acib evhamlı durum üzerine şu gelen beyanatı kaleme alarak neşrettirmişti. Yazı aynen şöyledir:

En mühim bir mahkemede son sözüm olarak “Mahkeme-i Kübra’ya şekva” namıyla yazılan ve tarihçe-i hayatta bir kaç defa neşrolunan ve mahkemede iken, Ankara makamatına, temyiz mahkemesine ve mahkeme reislerine 2118 gönderilen şekvanın sebebi: O hadisenin acib, garip küçük bir nümunesi bu defa aynen başıma geldiği için; o mahkeme-i kübraya şekvaya bir haşiyecik olarak beyan ediyorum:

(39) Son Şahitler-1 S: 238

2010

İki gün evvel,çok müştak olduğum ve eski zamanda Anadolu Medrese-i ilmiyesi hükmünde olan Konya’ya üç sebeb bahanesiyle geldim: Biri: İki hakiki Nur kardaşım, fakr-ı halleriyle beraber büyük bir masrafa girip İzmir mahkemesine gitmişler. Dönüşlerinde yanıma uğradılar. Ben de onları kısmen masraftan kurtarmak için, hususî otomobilim ile Konya’ya kadar beraber almak..(40)

İkincisi: On beş sene benim yanımda okumuş ve yirmi seneye yakın müftülük etmiş ve kırk senedenberi bir tek defadan başka görmediğim ve bütün kardeşlerim, akrabalarım ile hayatta bir o kalmış olan kardeşimi ve çocuklarını ziyaret etmek ve onlarla görüşmek..

Üçüncüsü: Eski Said’in ve Yeni Said’in mühim Üstadlarından olan ve onun müridleri olan Mevlevilerin her yerde Risale-i Nurla alâkadarlıkları ciheti ile, çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazali gibi mühim bir Üstadım olan Mevlânâ Celâleddin’i ziyaret etmek için gitmiştim…

Hem Tarihçe-i Hayatta, insanlarla görüşemediğime dair neşredilen yazı ki;

(Ziyaretçilerle görüşemiyorum… Nasıl ki hediyelerden men’ etmek için Cenab-ı Hak hastalık verdiği gibi, bu hürmetkârane ziyarette bir nevi hediye-i maneviye olduğundan sesim kesilip, bir eser-i inayet olarak konuşmaktan men’ olunduğumdan) kardeşimin evine dahi giremedim ki, konuşmıyayım.

Hiç olmazsa Konya’da iki üç gün kalmak zarurî iken, mecburi olarak bir saat içinde namazımı kılıp dönmüştüm. Fakat orada bana birden bire öyle bir vaziyet verildi ki; bütün gazetelerde neşrettiler. Kırk senedir bir defadan başka görüşmediğim kardeşimin evine dahi girip görüşemediğim ve konuşamadığım halde, sanki binler adamlarla görüşmüşüm gibi muamele gördüm.

Gerçi polislerin aldıkları emre binaen o vaziyetleri cidden büyük bir sehiv idi. Fakat bu şiddetli hastalıklı halime muvafık geldiği için onlardan sıkılmadım. Bilâkis helâl ettim, Allah razı olsun dedim, teşekkür ettim.

Ben tebdil-i havaya çok muhtaç olduğum için; yazın dağlarda, kışın da kira ettiğim ayrı ayrı menzillerde gezmeye mecbur oluyorum. Bir yerde duramıyorum, hastalığım şiddetleniyor. Niyet ettim; tekrar ara sıra Konya gibi yerlere gideceğim. Hatta kirasını verdiğim Emirdağ’da iki menzilim ve Eskişehir’de bir menzilim varken, o manasız vaziyet beni o tebdil-i havadan, o menzilleri ziyaret etmekten men’ edilmeme sebeb olduğunu Konya’daki vaziyetten hissetmiştim.

(40) Bu iki zat, Atıf Ural ile Said Özdemir’dir. A.B.

2011

Ben kat’iyen kimse ile görüşemiyorum. Bunun gibi adetin hilâfına bana yapılan çok gayr-ı kanunî muameleler var… İşte bu defaki mezkûr vaziyeti beyan eden şu ifadatım evvelce yazılan mahkeme-i kübraya şekvaya bir zeyil olarak neşredilebilir.

SAİD-İ NURSİ(41)”

ANKARA’YA SON SEYAHAT VE MEN’

Basının yaygaralı neşriyatı, CHP grubu ve İnönü’nün tehditkârane hücumu karşısında, son derece evhamlılık ve titreklik içine giren DP iktidarınııı, bilhassa İçişleri Bakanının takındığı acaib tutuma Hazret-i Üstad çok müteessir idi.. Ve za’af ve acz, düşmanın merhametini değil, diş bilemesine yardım ettiğini bildiği için; DP iktidarının düştüğü garip ve akibetsiz durumunun ve ortadaki sebebsiz evhamlarının izalesi ve son defa olarak DP’nin düşmüş olduğu tehlikeli girdaptan ve akibeti uçurum durumundan kurtarmak ve bütün bu ortalığı dolduran evhamların sebebsizliğini anlatmak niyet ve kararıyla; Emirdağ’da üç dört gün istirahat ettikten sonra, 11 Ocak 1960 günü;maddi sebeb olarak,Ankara’dan edilen davetlere icabet etti ve Ankara’ya doğru yola çıktı.

Evet Üstad’ın bu hakiki ve asil niyetleri yanında, bir de yine zahir sebeb olarak bazı da’vetler de mevcuttu. Üstad’ın arabası Ankara’ya yaklaştığında, öğleden sonra saat bir haberlerinde, Hükûmetin sebebsiz ve kanunsuz ve esbab-ı mucibesiz bir tebliği radyoda yayınlandı. Bu tebliği de:”Said-i Nursi Türkiye’nin umum vilayet ve kazaları içinde yalnız Emirdağ’da ikamet etmesini tavsiye” şeklindeydi. Hazret-i Üstad da radyodan şahsen bu haberi dinledi. Fakat yine de geri dönmedi. Ankara’ya mutlaka gitmeye kesin kararlıydı. Bir tedbir olarak Üstad’ın yanındaki talebeleri ve onu Ankara’ya götürmeye gelen diğer zatlar Ankara’ya girmek için, Haymana yolundan dolaşarak Çiftlik civarından Ankara’ya girmek istediler. Fakat polis ve emniyet bütün yolları tutmuş bekliyorlardı. Ankara’ya birkaç kilometre kala bir grub polis tarafından Üstad’ın arabası durdurulmuş ve Hükûmetin kararı re’sen ve resmî şekilde Hazret-i Üstad’a tebliğ edilmişti.

Hazret-i Üstad, her ne kadar ilk başta hiddetlenerek: “Ben Hükümeti tanımıyorum” demişse de, polis şefi: “Siz tanımıyabilirsiniz efendim.. Fakat benim durumumu düşünün ve bana acıyın!” demesi üzerine, Hazret-i Üstad “Peki o halde senin hatırın için geri dönüyorum” demiş ve Emirdağ’a dönmüştür. 

2012

ŞAHİTLERİN İFADELERİ

Ankara’dan Emirdağ’a gelerek; Üstad’a, Ankara’da toplanmış talebelerinin davetini tebliğ eden Erzincan’lı Re’fet Kavukçu ile Adıyaman’lı Hacı Dursun Kutlu bu husustaki ifadeleri aynen birbirlerini te’kid ettiği için; Sadece Re’fet Kavukçu’nun ifadesinin meal ve hülâsasını kaydediyoruz.

Re’fet Kavukçu diyor ki:

“11 Ocak Pazar sabahı olacaktı. Ankara’da toplanmış bir çok Nur talebeleri Hazret-i Üstadı Ankara’ya davet etmeye karar aldılar. Bu daveti de bizzat gidip Emirdağ’da Üstad’a tebliği için dört beş kişiyi seçtiler. Bu seçilenlerin içinde ben, Adıyaman’lı Dursun Kutlu ve iki üç kişi daha vardı. Ankara’dan sabah erkenden yola çıktık. Saat sabah 10 sıralarında Emirdağ’a ulaştık. Yanımızda, Hazret-i Üstad’ı altı vilâyetten davet eden altı tane mektup da vardı.

Abdestlerimizi aldık. Emirdağ meydanında Üstad’ımızın evine doğru gidiyorduk. Hazret-i Üstad bizim geleceğimizi hissetmiş olacak ki; biz henüz uzakta iken. Hüsnü Bayramoğlu Ağabeyi göndererek bizi karşıladı. Hüsnü Ağabey: “Etraftaki heyecanı görüyorsunuz, Hazret-i Üstad bu sıra kimseyi kabul etmiyor. Mektupları ben götürürüm” dedi. Biz ise, Üstad ile görüşmek istediğimizi ısrar ettik. Hüsnü Ağabey danışmak üzere gitti. Üstadın kapısını açar açmaz, Üstad: “Git söyle gelsinler!” demiş.

Gittik, Hamza Emek ağabeyin açtığı dış kapıdan avluya girdik. Üstadın odasına çıktık. Benimle beraber gelen arkadaşlarım bana: “Biz eskiden Üstadımızla görüşmüşüz, ilk önce sen yanına gir” dediler.

Üstad’ın huzuruna girdim. Karyolasında cildli bir risaleyi mütalâa ediyordu. Ziyaret ettim. Mektuplar takdim edildi. Okundu, hepsi de Üstad’ı davet ediyorlardı. Mektupların okunması bittikten sonra, Hazret-i Üstad:

“Ben çok hastayım. Bana yirmi bir defa zehir verdiler. Fakat ölüm yatağında da olsam, bu davetlere icabet edeceğim” dedi ve baş ucundaki zile bastı. Zûbeyr ağabey geldi. Üstad: “Acele arabayı hazırlayın!” dedi ve “Kardeşlerim Ankara’da beni bekliyorlar gideceğiz!. “

Biz de Üstad’ın evinden çıktık, bizi takib eden polisler karakola çağırdılar. Hüviyetlerimizi tesbit ettiler. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Emirdağ’lı halktan Üstad’nı Ankara’ya doğru arabasıyla yola çıktığını öğrendikten sonra, biz de minübüsümüzle onu takib ettik. Arkadan gidiyorduk. Bir ara Üstad’ımızın emriyle bizim öne geçmemiz için işaret verildi. Az bir müddet önde yürüdükse de, içimiz rahat etmedi. Durduk, Üstad’ın arabası geçti. Üç dört defa bu mübadele oldu.

2013

Bir ara çok geride kaldığımız için, Üstad arabasını durdurmuş, bizi bekliyormuş.. Zübeyr ağabey yanımıza kadar geldi ve Üstadımız diyor ki:

“Kardeşlerime söyle korkmasınlar, küfrün bel kemiğini kırdık. Şimdi küfür beli kırılmış bir yılan gibidir.” dedi. Bu sözlerle endişemiz zail oldu. Üstad’ın bir bakıma bu gidişi, bir zahir sebeb olarak da Ankara’da kiralanmış bir eve bir müddet yerleşmek niyeti de vardı. Bu yüzden Hazret i Üstad bir çok eşyasını da beraberinde almıştı.

Emniyet her tarafa Üstad’ın Ankara’ya doğru gittiğini bildirmiş olacak ki, her yerde bizi seyretmek üzere toplanan insanlar görüyorduk.

Hükûmetin tebliği

Öğle namazını bir çeşme başında Üstad ayrı, bizler de ayrı şekilde kıldık.

Öğle haberlerini Üstad arabanın radyosundan dinlemiş. Zübeyr ağabeyi yanımıza gönderdi. “Şimdi radyodan öğrendik; Bakanlar Kurulunun Üstadımızı mecburi iskâna tabi’ tutan kararlarını dinledik. Fakat Üstadımız diyor ki:

“Biz Ankara’ya gideceğiz. Kardeşlerim merak etmesinler” dedi. Ankara’daki ağabeyler de, Hükûmetin bu tebliğini haber almışlar ve bir taksiyle Üstadımızı karşılamaya gelmişlerdi. Ankara yakınında Üstad’ın arabasını durdurdular. Biz de durduk. Gelen ağabeyler Üstadın arabasındaki hususi bazı eşyalarını ihtiyaten kendi arabalarına aldılar. Bizim yanımızdaki eşya da bizde kaldı.

Çiftlik Mevkiine Gelince

Ankara’ya asıl yolundan değil, Haymana yoluna saparak Çiftlik yoluyla Ankara’ya gidiyorduk. Fakat polis Çiftlik civarında da barikat kurmuş ve Üstad’ın arabasını bekliyorlardı. Orada Üstad’ın arabasını durdurdular. Biz ara kenardan geçmek istedikse de bırakmadılar, bizi de durdurdular ve yanımıza bir polis vererek, Ankara Birinci Şu’besine gönderdiler. Bizi bir gece nezarette bıraktılar. Sabahleyin bizi serbest bıraktılar.

Üstad Geri Dönmüş

Bilâhare Zübeyr Ağabeyin bana anlattığına göre; emniyet kuvvetleri Hazret-i Üstad’a Hükûmetin emriyle mecburî iskâna tabi’ olarak Emirdağ’a dönmesine dair kararını tebliğ edince; Üstad şiddetle elini arabanın koltuğuna vurarak: “Ben bu kararı dinlemiyorum. Binlerce talebem beni Ankara’da bekliyor, oraya gideceğim.” demiş.

Bunun üzerine çok nezaket ve edep içinde dönmesini rica eden yetkili amire Üstad: “Yalnız senin hatırın için dönüyorum, Hükûmeti tanımıyorum” demiş ve geri dönmüştür…(42)”

(42) Son Şahitler-2 S: 2302014

Bu hadisenin aynı gününde bütün basın, Hükûmetin düştüğü korku ve evham girdabı içinde aldıkları kanunsuz ve münasebetsiz ve gülünç ve CHP ve İnönü’nün isteği doğrultusunda olan bu kararı büyük manşetlerle vermişler, ortalığı velveleye boğmuşlardı.

ÜSTAD’IN BEYANI

Hazret-i Üstad Hükûmetin za’afiyet, korku ve evhamından gelen kanunsuz kararı üzerine Emirdağ’a dönmüş, 12 Ocak 960 günü de şöyle bir beyanat vermişlerdi:

“Bize ait mes’eleleri neşreden ceridelere karşı yazdığım bu yazıyı neçretseler, bu günlerde olan aleyhimdeki isnadları helâl edeceğim. Şiddetli hastalığıma binaen o cerideler neşretsinler ki, biçare kardeşlerim ederlenmesinler.

Evvelâ: Bu günlerde olan mes’eleler için merak etmeyiniz! Hakkımızda tecelli eden inayet ve Rahmet-i ilâhiye ile büyük bir hayırdır. Hem beş cihetle hasta olduğumdan konuşmaya ve görüşmeye de tahammül edemiyorum.

Şimdi Risale-i Nurun dahil ve hariçteki fevkalâde intişarı ve azim fûtûhatı ile düşmanlar da dost olmuşlar. Herkesin konuşmak istemesine mukabil, inayet-i ilâhiye ile sesim de kesilmiş ki; daha Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmadığından görüşüp konuşamıyorum. Beni altı vilâyetten davet etmeleri üzerine, onların hatırı için Ankara’ya gittim.Ankara’ya yakın önümüze gelen ve Risale-i Nurun ve mesleğimin hakikatını anlıyan dost memurlar: “Emirdağ’ında istirahat etmemi ve Şimdilik Emirdağ’ında kalmamı Hükûmetin rica ettiğini” bildirdiler.

Zaten görüşmeye ve konuçmaya tahammül edemediğimden, hakkımdaki bu dostane teklif ve vaziyet bir inayet oldu ki; beni davet eden çok vilâyetlerdeki hakikî kardeşlerimin hatırları kırılmasın. Hem bazı vilayetlere gidip, diğer vilayetlere gidemediğimden gelen vaziyetimle, yüz binlerle hakikî fedakâr talebelerim gücenmesinler.

Saniyen: Benim bu seyahatlerimde kat’iyen siyasetle alâkamın olmadığına bir delili: Kırk seneden beri siyaseti terkettiğimden, yalnız ve yalnız Kur’anın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risale-i Nur küfr-ü mutlakı kırdığı için, anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara karşı sed çektiği gibi; Kur’anın Risale-i Nura verdiği dersinde bir kanun-u esasi olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى sırrı ile; asayişe ilişmek, beş canî yüzünden doksan masuma zulüm etmektir diye olan uhrevi hizmetimiz vatan, millet ve asayişe de büyük bir faydası olması cihetiyle; beni tecessüs eden, yahut da zahmet veren polis ve inzibatları da helâl ediyorum. Onları asa-

2015

yişin mücahid muhafızları diye kardeş gibi mesrurane kabul ettim. Hatta beni Ankara’dan çevirmelerini de kabul ettiğim gibi, hakkımda bir inayet-i ilâhiyyeye vesile olmaları cihetiyle Allah’a şükrettim ve kemal-ı ferahla Ankara’dan döndüm.

Salisen: Her yerde Risale-i Nurun intişarı ve okunması ve pek fazla müştakları bulunması dolayısıyla, benimle görüşmek ve konuşmak ve davet etmek arzu ediyorlardı. Bu vaziyette yirmi vilâyete gitmemin zarureti vardı. Ancak Risale-i Nurun tab’edildiği yerler olan Ankara, İstanbul ve Konya’ya gittim.

Ben yalnız Hükûmete derim ki: Hakkımdaki bu muamele, bir inayet ve rahmet-i ilâhiyyeye bir vesile oldu, sıkılmıyorum. Yalnız benim yirmi sene(43) kaldığım Isparta vilâyetinde iki senelik kira ettiğim bir evim ve orada bazı eşyalarım var. Oranın havası da bir parça hastalığıma yarıyor. Hükûmetin müsaadeleri ile bir ay Emirdağ’ında, bir ay da kiraladığım Isparta’daki evimde bulunmak arzu ediyoruz.

SAİD-İ NURSİ(44)”

Hazret-i Üstad’ın gerek hükûmete, gerekse basına karşı bu beyanı artık en son beyanı ve neşredilen son bir mektubu olmuştu. Bu mektup üzerine Nur talebeleri ve meb’uslar Hükûmet nezdinde yaptıkları girişimleri neticesinde; Üstad’ın Emirdağ ve Isparta arasında -eskide olduğu gibi- gidip gelmesine ve buralarda kalmasına gayr-ı resmî şekilde müsaadeleri hasıl oldu. Ankara’dan geldikten sonra, Hazret-i Üstad dokuz gün kadar Emirdağ da istirahat için kalmış oldu.

Bu tarihten itibaren, artık hükûmet ve emniyet adamlarının daha çok sıkı mürakabe ve takibleri altında bulunmuştu. Üstad kendisi de DP iktidarından artık yüz çevirmiş, duasını -belki de- kesmiş ve onlara karşı alâkayı kat’ etmiş durumda görünüyordu. Hükûmetle hatt-ı muvasala artık kopmuş gibi idi. DP’nin uçuruma doğru yuvarlanması da o tarihten başlamıştı. Hazret-i Üstad’ın ifade buyurdukları gibi; CHP’liler, ırkçı milliyetçileri elde etmeye başlamış ve her gün biraz daha ihtilalin eşiğine doğru adım adım yaklaşıyorlardı.

Nitekim 19 Mart 960 günü, bazı yüksek rütbeli subaylar İnönü’yü İstanbul’daki evinde ziyaret etti. Bu ziyaret ve görüşme bir ihtilâl manevrası ve hazırlığı idi.

(43)Üstad’ın “ Yirmi sene lsparta’da kaldım” ifadeleri ortalama bir hesaptır. Ve 1926-1935 arası Barla ve Isparta da kalışı dokuz buçuk sene, 1953-1960 arası da yedi sene olduğu için, tamamı kesin hesapla onaltı sene etmektedir.A.B

(44)Müntehap dosya sıra no: 126 ve Emirdağ-2 S: 211

2016

Üstad’ın vefatından sonra da, 16 Nisan 960 günü emekli general ve amirallerden mürekkep on dört kişilik bir gurup, yine aynı gayeler için İnönü’yü İstanbul’daki evinde ziyaret etmişlerdi.

Evet, Hazret-i Üstad’ın 12 Ocak 960 tarihinden sonra hükûmet ve DP’den kopması ve belki de manen yüz çevirmesiyle; DP’nin ipi ve maneviyatı çözülmeye başlamış oluyordu. Menderes ne yaptı ise, hangi ta’vizi verdiyse, intikam ve hırs pençesini açmış İnönü’yü razı ettiremedi.. Ve akibet, gerek sivil teşkilâtların gizli çalışmalarıyla, gerekse ordudaki CHP mensubu ve bunlarla beraber milliyetçi ırkçılar grubu DP aleyhinde anlaşmaya vardılar ve birlikte ma’hut ihtilâli gerçekleştirdiler.

Hazret-i Üstad’ın en son Isparta-Emirdağ arasındaki seyahatleri ile Urfa’ya yaptığı vefat seyahatini ilerde birlikte ele alacağımızdan burada böylece seyahatler faslını kapatıyoruz.

MÜTEFERRİK HADİSELERİN DEVAMI

Müteferrik hadiseleri ve durumlarını içine alan 1950-1960 arası on senelik zaman zarfında cereyan etmiş her bir hadisenin cüz’iyatlarını kaydedebilmek için -bu kitabın bir çok yerinde yaptığımız gibi- yine hep tarih itibarıyla baştan alıp sona götürmek mecburiyetindeyiz.

MÜTEFERRİK HADİSELER-2

Mahkemelere, savcılara ve zabıtaya karşı üstadın hüsn-ü telâkkisi

1943-1944’de Denizli mahkemesi savcılarının, onun ve Nurların aleyhindeki ısrarlı ve inatlı davranışları; ve 1948-1956 arasında cereyan eden bir kaç mahkemesinin, bilhassa sekizbuçuk sene devam eden Afyon Mahkemesi safahatında müdde-i umumilerin pek inatlı ve hatta düşmanca davranışlarıyla birlikte; Üstad Hazretleri hayatının son yıllarında mahkemeler ve savcılara, bilhassa zabıtaya karşı son derece hüsn-ü te’vil içinde şefkatkârane af ve müsamaha ile karşılaması.. Hatta kader ve hikmet-i ilâhiye noktasında onların sert, haşin ve zalimane davranışlarını bir nevi lüzumlu ve mütabık görmesi, hakikaten acib bir kemalin, çok yüce bir âlî-cenablığın hadd-i kusvasında tezahürü ile ekmel bir haletin en bariz tercümanıdır.

Zabıtaya karşı da Üstad’ın daima dostane ve takdirkârane bakması ve lütuflu muamelelerde bulunması da, aynı haletin tezahürlerindendir. Zabıtayı her zaman maddî asayiş bekçileri olarak kabul etmiş, onların zaman zaman zulümlü ilişmelerini de adeta ma’kul karşılayarak affetmiştir. Zabıta dahi çoğu zaman, -Aklı başında olanlar- Isparta’da, Ankara’da ve Eskişehir’de olduğu gibi; Üstad’a, Nur talebelerine ve Risale-i Nura karşı şiddetli emir ve baskılara rağmen dostça davranmış olmaları ve Nur talebelerinin

2017

manevî asayiş bekçileri olduklarını kabul etmiş olmalarıyla sabittir.

Zabıtanın bu telâkkisi gerçi umumî ve her yere mahsus değildir. Amma Hazret-i Üstad, iki üç müsbet hadiseyi umumî gibi ve umum namına kabul etmiş ve öyle davranmıştır.

Hazret-i Üstad’ın bu hususlarda kaleme almış olduğu beyanlarını, zabıtanın da müsbet olan bir iki samimi davranışlarının nümunelerini arzedeceğiz:

EVVELA SAVCILAR HAKKINDA

Üstad’ın savcılar hakkındaki bu gelen yazısı, gün ve ay olarak yazılış tarihi kesin bilinmemektedir. Amma kuvvetli ihtimal ile 1956’da Afyon mahkemesi müsbet şekilde sonuçlanması.. ve İstanbul savcılığında müsadere edilmiş Gençlik Rehberlerinin aynı sene içinde iade edilmesi.. Ve Isparta’da geniş çaplı mahkemenin müsbet olarak neticelenmesi üzerine yazıldığına kesin nazarıyla bakılabilir. Yazı aynen şöyledir:

“Müdde-i umumiler hakkında Üstad’ımızın garip halet-i ruhiyesini beyan etmek zamanı geldi.

Bana dedi ki:

“Otuz-kırk sene bu tazyikatımda, hukukullah manasında olan hukuk-u amme namındaki vazifelerle muvazzaf olan savcılar; ekser hapislerimde, nefyimde şiddetlerini gördüğüm halde, onlara karşı bir hiddet bir küsmek bana gelmiyordu.

Sonra görüyordum; Onların zahiri şiddetine sebep olan kusurları kendilerinde görmüyordum. Fakat çok defa -bir zaman sonra- Kader-i ilâhinin başka kusuratıma binaen şefkat tokadının öyle savcıların eliyle geldiğini gördüm. Kader adalet yaptığı için, o şefkat tokadını ruh ve kalbimle kabul ettim. Zahiri sebebe binaen savcıların şiddetini helâl ediyorum.

Şimdi Cenab-ı Hakk’a şükür, o müdde-i umumilerin bir kısmı vazifeleri olan hukuk-u umumiyenin müdafaası, hukukullah nev’inden olduğu cihetle; bana karşı şiddet değil, bilâkis hakikî adalet noktasında umum İslâmiyete ve belki insaniyete de menfaatı olan Risale-i Nurun hizmet-i imaniyesi cihetiyle şiddeti bırakıp, kader-i ilâhinin şefkat tokadına bakar gibi zahirî tazip, hakikaten yardım hükmüne geçtiği için; ben de bu sırr-ı azim münasebetiyle bütün böyle müdde-i umumilere karşı bir dostluk ve dua etmek vaziyetini aldım. Zahiren bana karşı şiddet-i hüküm görünen hâlât, o hizmet-i imaniyeye bir ilânname hükmüne geçti.

2018

Ben de şimdi onlara, hukuk-u ammenin hukukullah hükmüne geçtiğini bilenlere umumen selâm ve dua ediyorum. Bana olan şiddetlerini umumen helâl ediyorum.

Said-i Nursi”

Üstad’ımızın sizlere yazdığn ayn-ı hakikat olan bu mektubunu arzediyorum.

Talebesi

M.Sungur(45)”

ADLİYELER HAKKINDA

Hz.Üstad’ın adliyeler hakkındaki gelen yazısının beyan tarzı ve ifadesinden anlaşılan, 1954 yılında yazıldığnnı göstermektedir. Savcılar hakkındaki ifadesinde görüldüğü gibi, mahkemeler hakkında da son derece müsamahakârlık, af ve alîcenablık gösterilmiştir. Yazı aynen şöyledir:

MEDAR-I İBRET VE HAYRET VE ŞÜKRANDIR Kİ

Yirmi dokuz senedir -elli senedenberi- benimle muaraza eden gizli düşman komiteler bütün desiseleriyle aleyhimde adliyeyi, hükûmeti sevk etmeye çalışırken ve her desiseye baş vururken, yüz otuz kitabımı, binler mektuplarımı tetkik ve taharri için adliyenin nazarını celbetmiş. O adliyeler beşi kat’î beraet(46) ve umum kitapları “Suç yok” diye iadeye karar vermeleri.. Ve geçen Malatya hadisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar-ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde,yirmi üç mahkeme demişler ki: “Suç bulamıyoruz (Haşiye)”

(Haşiye) Denizli’de bütün Risale-i Nur eczaları iade edilmesi ve İstanbul’da ve Ankara’da ele geçen bütün Risaleleri iade etmeleri ve Tarsus ve Mersin’de ellerine geçen umum risaleleri iade etmeleri.. Ve dört ay Ankara bütün Risaleleri tedkik ile iadesine ve beraetine karar vermeleri ve beraet ve iadeyi mahkeme-i temyiz dört defa tasdik etmesi.. Ve en ziyade uğraşan Afyon, dört sene sonra iki defa beraet ve iadesine karar vermesi gösteriyor ki, adliyeler tamamıyla hakiki adaletle iş görmüşler ki, yeni şeylerin ehemmiyeti kalmıyor.

Said-i Nursi

Acaba benim gibi dünya ehli ile münasebeti pek az ve Risale-i Nur gibi hakikatı hiç bir şeye feda etmiyen, yüzotuz kitabımda bu kadar aleyhimizde bahane arayanlar varken, hiç bir suç bulunmaması.. Ve yanlız Eskişehir’in bir tek mesele olan tesettür’den başka, o da cevab verildikten sonra, kanaat-ı vicdaniyeye çevrilmesi.. Halbuki, Nur talebeleri gibi takvaya taraftar olanlardan bir tek adamın on mektubunda, on günde onu mes’ul edecek bazı maddeler bulunur.Bu kadar hadsiz bir derecede kesretli bir şeyde medar-ı mes’uliyet adliyeler göstermemesi, iki şeyden hali değil:

(45)Emirdağ-2 S: 210

(46)1987 senesine kadar bin kadar mahkeme aynı beraet ve iade kararları verdi. A.B.

2019

Ya kat’iyen bir inayet ve hıfz-ı ilâhîdir ki, bu cihette merhametini, rahimiyetini Nur talebeleri, Kur’an hizmetkârları hakkında gösteriyor.. Ki bize temas eden bütün adliyeleri böyle harika bir adalete ve hiç bir cihette haksızlık yapmamaya ve böyle aleyhimizde binler esbab varken, o hakikat-ı kudsiye-i Kur’aniyenin bir hizmetine yardım etmişler. Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz.

Eski zaman adliyelerinin önünde padişahlar, fukaralarla diz çöküp muhakeme olması.. Ve Hazret-i Ömer Radiyallahü anhü adaleti zamanında, âdî bir Hıristiyanla ve Hazret-i Ali Radiyallahü anhü âdî bir Yahudi ile muhakeme olması ile; gösterilen adliyedeki haktan başka hiçbir şeye alet olmadığını gösteren adliyelik; bu sırr-ı azimine, bizimle alâkadar olan bu adliyeler -Bize temas eden cihette- mazhar olmuşlar. Onun içindir ki, bu yirmi sekiz senedir bu kadar işkenceler, tazyikatlar gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına bu sırr-ı azime binaen, değil küsmek ve beddua etmek, bilâkis kalben bir minnettarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var…

SAİD NURS-İ(47)”

ZABITA HAKKINDA

“Üstadımız diyor ki:

“Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rastgelenler hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermemesinin ve bazı himayetkârane vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar ediyorum ki; Nur talebeleri ve Nur Risaleleri manevî bir zabıta hükmünde asayiş ve emniyeti muhafazaya en kudsi bir şekilde çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatlarıyla iman cihetinden bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş… Zabıta manen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki; Kur’anın bir kanun-u esasisiyle, yüzde doksan

(47)Emirdağ-2,S:178

2020

ma’suma zarar gelmemek için, on cani yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men’ ediyor… Birisinin günahı ile başkası mes’ul olamaz.

Bu sırra binaen, şimdi asayişi bozmaya çalışan manevî dehşetli kuvvetler mevcud olduğu halde; ve Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde, emniyet ve asayişi bozamadıklarının en büyük sebebi: Altı yüzbin Nur nüshaları ve beşyüz bin Nur talebeleri zabıtaya bir manevî kuvvet olarak o manevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta manen hisssetmiş ki, yirmi sekiz senedenberi resmi memurlara muhalif olarak Nurlara karşı insafkârane, merhametkârane vaziyet gösteriyorlar.

Hem Üstad’ımız diyor ki: “Ben derim: Bu zamanda hocalardan, hatta sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup, kebairden kendini muhafaza ve faraizi yapmaları vazifeleri iktiza ediyor ve ona ihtiyac-ı şedid var.Ta ki karşısındaki manevî tahribatçılara karşı asayiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifelerini tam yapsınlar.

En mühim bir emniyet dairesi içindeki siyasî taharri vazifesi bulunan büyük zatlar, bu fıkraları Samsun kararıyla beraber neşrettiler.

SAİD-İ NURSI(48)”

ZABITANIN DOSTLUĞUNU GÖSTEREN BİR NÜMÛNE

Ankara Emniyet Genel Müdürlüğünün Risale-i Nur eserleri hakkındaki görüş ve kanaatını, Milli Emniyet Hizmeti Reisliğine gönderdiği şu gelen raporuyla göstermiştir. Raporun sureti aynen şöyledir:

“Suret

Em. A. Müd.

9 Mart 960 gün ve 21600 sayılı yazı ile örneğidir:

Milli Emniyet Hizmeti Reisliğine!

12.2.1960 tarih ve B 112595/D-95957 sayılı yazıları karşılığıdır. Nur külliyatının ve Nurculuğa ait olup da toplattırılan matbualar hakkında dosyalarından derlenebilen malûmatı muhtevî liste ilişikte sunulmuştur. Ancak Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Said-i Nursi’nin kitap ve sair evraklarının kanunî mevzuata muhalif siyasî veya idarî hiçbir mahzuru görülmediğinden, mezkûr eserler hakkında 23.6.956 tarih ve 954/278 esas, 956/218 karar sayılı ve kaziye-i muhkeme haline gelen beraet kararıyla; ve Isparta Sorgu Hâkimliğinin 11.2.956 gün ve 954/28 esas ve 1956l65 karar sayısıyla aynen ve bilumum Nur risalelerinin sahiplerine iade olunduğu..

(48) Emirdağ-2 asıl yeşil defter S: 64

2021

Ayrıca, 1950 yılında meriyete giren 5680 sayılı kanun hükümleri muvacehesinde 1881 sayılı kanuna muaddel elli birinci maddesine istinaden: Dahilde çıkan basılmış eserlerin men’ine hükûmetçe ittihaz olunan kararların da hükümsüz kaldığı, temyiz mahkemesi dördüncü ceza dairesinin içtihad cümlesinden bulunduğa anlaşılmıştır.

Malûmat husulünü saygı ile rica ederim.

Emniyet Umum Müdür Yardımcısı imza(49)”

MÜTEFERRİK HADİSELER-3

İlmî ve dinî bazı suallere Üstad’ın cevabları:

1950-1960 Hz.Üstad tarafından yazılan Risale makamındaki bazı mektupları çok mühim bazı suallerin harika, muazzam cevabları mahiyetindedir. Bu sual ve cevabların tek-tek her birisinin gün ve ay olarak yazılış tarihleri tam belli değilse de, seneler itibarıyla ekserisi bellidirler.

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla sıraya koyacağız:

1- Cevşen-ül Kebir Hakkında:

10.4.951’de İnebolu’lu Merhum Nazif Çelebi Cevşen-ül Kebir’i teksir ettiğinde;(50) rivayetlerde gelen harika sevabları hakkında şerhini de başına koymak istemiş ve Üstad’ın re’yine müracaat etmiştir. Üstad Hazretleri de şu cevabı vermiştir:

Aziz Sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Cevşen’in teksiri gayet büyük bir sevabdır. Ruh-u canımla sizi tebrik ederim. Fakat sizin tercüme ettiğiniz sevabına dair olan parçanın aynını yazmayınız. Çünki böyle sevablar hakkındaki rivayetler müteşabih nev’indendir Hakikî mahiyetleri bilinmez. Dinsizlerin veya mu’teriz feylosofların; ya mübalağadır veya neuzübillah hurafedir diye tevehhüme düşerler. Onun için Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında Onuncu Aslı dikkatle okuyunuz ve bir kısmı da size leffen gönderildi.

Onun için, ben sizin tercüme ettiğinizin bir kısmını çizgiler çektiğim miktar yazılmasın (Haşiye) ve o büyük hayrınıza bir zarar gelmesin.. ve onunla Nurcuların mu’tedilane demir gibi mes’elelerine, mesleklerine tenkid parmağı uzatılmasın.

(49)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 128

(50)Aynı dosya s.30

2022

Evet, sevabına dair o rivayet müteşabihattandır. Hakikat-ı

Muhammediyenin (A.S.M.) bin bir esma-i ilâhiyyenin yüksek hakikatlarına mazhariyeti noktasından bir harika feyizlerin tecellisine dairdir. Güneşin deniz yüzünde ve katrenin göz bebeğinde temessülü gibi, o acib sevab her ferde imkânı var. Fakat derecesine göre ve istidat katresine nisbeten var. Bu külliyet, kaziye-i mümkinedir. İmkân itibarıyledir. Bu acib mana, tam ihlâs ile ve o bin bir esmanın hakikatlarına imanla âşina olanın, Peygamberin arkasında ona mazhar olabilir. Fakat çok mühim şartları var ve esbab ve derecatı var. Onun için her ders herkese verilmez. Birine nisbeten hakikat olur, diğeri o şeraiti görmediği ve makamatı bulamadığı için, ya hurafe telâkki eder veya inkâra düşer.

Hatta otuzbeş senedenberi cevşeni her gün okuduğum halde ve tavsiyemle çok Nurcuların vird gibi okudukları halde, sevabına dair o parçayı üç dört defa okumamışım. Çünki sevab noktasında o mümkin ferde mazhar olmak kendimden gayet yüksek gördüğümden, o hadsiz derece haddimden yüksek makama elimi uzatamadım. Zaten nurun mesleğinde bu nevi netaic i uhreviyeyi amel vaktinde ille-i gaye ve maksad-ı aslî yapmamak gerektir. Belki ihsan-ı ilâhî olarak bir kayd-ı intizarla bakar. Yoksa niyet nazarıyla baksa, ihlâs-ı hakikî zedelenir.

Umuma binler selâm.

Elbaki Hüvelbaki

SAİD-İ NURSİ

(Haşiye): Çünkü bu, Peygamber Aleyhisselâm’ın makamına ait esrardır. Cevşen’in en yüksek hakikatına bakan harika feyizlerdir. Bu makama mazhar olmak pek çok şerait var, pek çok derecat var. Hem Cevşen’in kıraatinde böyle harika fazilet mümkindir, bulunabilir Yoksa küllî ve daimî değildir.

Said-i Nursi(51)”

Cevşen-ül Kebir’in fazilet ve sevabları hakkında vürud eden hadislerin mana ve hakikatlarını, ayınca Emirdağ-1 hayatında “Umumî akideye müteallik bazı mevzular” bölümünde de çok muazzam bir izahı dercetmişizdir. Bu izah Emirdağ lahikası eski aslı sahife 240’da ve ayrıca da yeni yazı Emirdağ-1 sahife 159’da mevcuttur, bakılabilir.

(51) İlk cevşenlerin mukaddeme yazısı

2023

HİZB-ÜL KUR’AN HAKKINDA

27.10:952 günlerinde bir zat, ismini bildirmeden hocavarî şekilde; Hazret-i Üstad’ın Kur’an’dan alıp vird edindiği bir kısım ayetleri bir araya cem’ ederek, ismine de “Hizb-ül Kur’an” diye isim koyarak neşretmesine itiraz etmiş.. “Bu, Kur’an’ı tahriftir” demiş. Hazret-i Üstad da ona ve onun gibi hodfuruşlara şu cevabı vermiştir: (Bazı kısımlarını alıyoruz).

“… Risale-i Nurun Üstad’ı ve me’hazi ve Said’in de çok zamandan beri bir virdi olan bazı ayetleri bir Hizb-i Kur’anî suretinde bir kısım talebelerin arzularıyla kaleme alınmış, sonra da tabedilmiş.. Hiç bir ulema itiraz etmemiş.

Çünki başta sahabeler ve matbu’ Mecmuat-ül Ahzab’ta bulunan Hazret-i Üsame’nin (R.A.) Hizb-i Kur’anîsi ki; -Her bir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir- aynı kitapta ve Mecmuat-ül Ahzab’ın ayrı cildinde İmam ı Gazali’nin bir Hizb-i Kur’anîsi.. ve çok ehl-i velâyetin kendi meşreblerine muvafık bazı sûreleri bir hizb-i mahsus-u Kur’anî yaptıkları meydandadır..

Zaten Kur’an-ı Hakimin bir mu’cizesi şudur ki: Ehl-i Hakikattan ve kemalâttan her bir meslek sahibi, meşrebine muvafık Kur’anda bir Kur’anını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur’anda binler Kur’an var.

Bu mu’cizenin sırrı şudur ki: Kur’an-ı Hakimin ayetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil, belki pek çok ayetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşarat-ül İ’caz tefsir-i Nuriyede bu sırr bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Her bir ayet, binler ayetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur’aniye çok hakaika medardırlar. Ehl-i tarikat ve ehl-i hakikatın her bir kısmı kendi mesleğine göre o küllî Kur’an içinde bir mahsus hizibleri var. İşte Risale-i Nurun hizb-i Kur’anîsi de o neviden birisidir…

…Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame (R.A.) bir gün hamde ait, bir gün istiğfara ait, bir gün tesbihe ait, bir gün tevekküle, bir gün de selâm lafzına, bir gün de tevhid ve LAİLAHE İLLA HU’ya ait, bir gün de Rab kelimesine ait bütün Kur’an’dan, müteferrik sûrelerden bir hizb-i Kur’anî çıkarmış, kendine bir vird eylemiş. Demek böyle hiziblere izn-i peygamberî var …(52)”

(52) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 89 ve Emirdağ-2 S: 119

2024

TÜRKLER HAKKINDA SENÂ-İ PEYGAMBERÎ

Üstteki meselenin yazıldığı aynı tarihlerde ve bir ihtimalle daha öncesinde, Dinar’ın Buraklı Köyü İmamı, hadis-i şeriflerde vürûd eden Türkler hakkındaki sena-i Peygamberî’nin hakikatını sorması üzerine, Hazret-i Üstad şu cevabı vermiştir:

“…Salisen: Buraklı İmamı Süleyman’ın ehemmiyetli mektubuna karşı yazınız ki: “Türkler hakkında senay-i Peygamberî (A.S.M.) muhakkaktır. Bir kaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş hadis var. Fakat bu hadisin hakikî sureti ne olduğunu yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat manası hakikat ve Türk milletinin senay-i Peygamberiye mazhar olduğu hakikattır. Bir nümunesi Sultan Fatih hakkındaki hadisdir…(53)”

BİR, SÜNNET OLAN EVLENME MESELESİ

1951-952 tarihlerinde Bağdat’da çıkan “EDDİFA’ ” gazetesinin baş muharriri İsa Abdülkadir, Risale-i Nur, Nur talebeleri ve Üstad Bediüzzaman hakkında sitayişkâr ve hakikatlı çok şeyler neşretti. Üstad’ın hayatını da kısaca neşretti. Bu arada Hazret-i Üstad’a yazmış olduğu ve gazetesinde açık mektup şeklinde neşrettiği bir mektubunda: “Neden sünnet-i seniye olan evlenme âdetini terkettin?” diye bir sual sormuştu.

Hazret-i Üstad da bu meseleyi gelecek şekilde cevablandırdı.(54)

“Bağdatta çıkan EDDİFA’ gazetesinin baş muharririnin sualine cevabtır.

Evvelâ: Mektubunuzu gayet hasta olan Üstadımıza okuduk. Üstadımız dedi ki: “Şiddetli hasta olmasaydım, bu çok kıymettar ve müdekkik mübarek İsa Abdülkadir kardeşime tafsilâtlı bir cevab yazacaktım. Fakat bu şiddetli vaziyetim müsaade etmediğinden, gayet kısa bir kaç noktayı o mübarek ve samimî kardeşime ve hizmet-i Kur’aniyede arkadaşıma yazarsınız.”

“Birincisi: Kırk senedenberi dehşetli bir zendaka hücumu karşısında, her şeyini feda edecek hakikî fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda; Kur’an-ı

Hakimin hakikatına, değil dünya saadetii, belki lüzum olsa

(53)Emirdağ-2 aslı el yazma S: 636

(54)Nitekim daha önceleri de Üstad Kastamonu da iken, hem Afyon hapsinden önce Emirdağ’da iken Cuma namazı, sakal meselesi ve bu evlenme meselesi tenkidvari sorulmuş, Üstad o zaman da bunları cevaplandırmıştı. Bunlar lâhikalarda ve bu kitabın ilgili yerlerinde mevcuttur. A.B.

2025

ahiret saadetini dahi feda etmeye karar verdim. Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevceleri, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki, ihlâs-ı hakikî ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlar ki; a’zâmî fedakârlık ve rıza-i ilâhîden başka harekât-ı diniyesini hiç bir şeye alet yapmamak lâzım geliyordu. Biçare bir kısım alimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk çocuğunun maişet derdi için başlarına şapka koyup bid’alara fetva verdiler veya tabi’ ve tarafdar göründüler. Hususan kanun ile çarşafı ve sarığı men’etmek ve din derslerini yasak etmek ve medreseleri kapatmak, Ezan-ı Muhammediyi kaldırmak gibi, dehşetli hücumlara karşı, âzâmi fedakârlık, âzami sebat ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında; ben bir sünnet-i seniyye olan evlenmek âdetini terkettim ki, ta çok haramlara girmiyeyim ve çok vâcibatları ve farzları yapabileyim… Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez. Çünki o kırk sene zarfında bir tek sünneti yerine getiren bazı hocalar, belki on kebaire ve haramlara girmeye ve yüz sünneti ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler.

Saniyen: Ayet-i Kerimede فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ  ve hadis-i şerifteki تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا emirler, emr-i daimî ve vücubî değillerdir. Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartları var, hem de herkes için her vakit değil.. Hem de لَا رُهْبَانِيَّةَ فِى الْاِسْلَامِ Ruhbaniyet İslâmiyette yoktur” manası, ruhbanlar gibi tecerrüd merduttur, hakikatsızdır, demek değildir. Belki خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hadisinin sırrıyla hayat-ı içtimaiyeye hizmet meye içtimaî bir adet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i salihinden binler ehl-i hakikat inzivaya, mağaraya muvakkaten girmişler. Dünyanın fanî müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler. Ta ki hayat-ı ebediyesine tam hizmet etsinler.

Madem şahsî ve hususî kemalât-ı bakiyesi için dünyayı terkedenler, selef-i salihinden çok var.(55) elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak çok biçarelerin saadet-i bakiyeleri için ve dalâlete düşmemek ve imanlarını takviye edip kurtarmak için; ve hakikat-ı Kur’aniyeye tam hizmet ve dinsizlere karşı dayanmak lüzumuyla, zail ve fani dünyasını terketmek; elbette sünnet-i seniyyeye muhalefet değil, belki hakikat-ı sünnete mutabakattır.

Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) “Cehennemde vücudum büyüsün, ta ehl-i imana yer bulunmasın” diye fedakârlıkta a’zami sadakatın bir zerresini

(55) Bu mevzu’da çok misaller vermek mümkündür. Büyük müctehid ve evliyadan iki üç isim vermekle iktifa edeceğiz.1- Şeyh Ma’ruf-i Kerhi.. 2 Şeyh Cagir-il Kürdî. 3-İmam-ı Nevevî (Bkz. Tabakatu evliya Liibnil Mulakkın S: 285-425)

2026

kazanmak fikriyle; biçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.

Salisen: Risale-i Nurun talebelerine: “Başkaları evleniyorlar, siz tezevvücden vazgeçiniz!” denilmemiş, denilmez. Fakat talebeler birkaç tabakadır. Bir tabaka, hakikî ihlâsı kaybetmemek için hakikî fedakârlık ve a’zamî bir sadakat taşımak için, dünya ihtiyaçlarına mümkin olduğu kadar muvakkat bir kısım ömründe bağlanmamak bu zamanda lâzım geliyor. Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa, alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok Nurcular var .Zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî bir ihlâs cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilirler. Nurun talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişlerdir. Bu sünneti yerine getirmişler.

Risale-i Nur onlara der ki: “Haneniz bir küçük medrese-i Nuriye olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. O sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar ahirette şefaatçı olsunlar. Dünyada iman dersini alıp, size hakikî evlad olsunlar. Yoksa bu otuz senede olduğu gibi, yalnız terbiye-i medeniye olsa; Bir cihette dünyada da fadasız ahirette davacı olarak: “Ne için imanımı kurtarmadınız!” diye peder ve validesini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafı olur…”

Emirdağ Nur talebeleri namına

Sadık, Raşid, Mehmet, Mustafa, Tahir, Nuri(56)”

CENNETE 33 YAŞ

Üstteki meselenin bir tamamlayıcısı olan Hazret-i Üstad’ın 5 Mayıs 1951’de yazdığı bir mektubunda; “Cennette herkes otuz üç yaşında olacak” diye bazı tefsirler hadislerin bazı işaratından aldığı beyanla, ayetteki وِلْدَٰنٌ مُّخَلَّدُونَ sarih hükmüyle; Cennette çocuklar daimi şekilde çocuk olarak kalacaklardır” diye olan hüküm arasındaki zahirî zıddiyeti halleden Üstad’ın izahı şöyledir:

“… Dinar-Buraklı köyünden Mehmet Çavuş ve kardaşı bir adamla beraber yanıma geldiler. Pek ciddî gördüm. Sonra bana bir mektubunda bir şey yazıyor ve bir parça mektubunu leffen gönderiyorum. Bu kardeşimiz bazı şeyler söylüyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor ve benim bedelime herşeye cevab veriyor.

(56) Emirdağ-2 aslı Hüsnü Bayramoğlu Defteri S: 4

2027

Yalnız çocuk taziyesine dair risalede يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler demişler: “Cennette çocuktan gayet ihtiyar’a kadar herkes otuzüç yaşında olacak” bunun hakikatı Allah ü alem şu olacak ki: Sarih ayet tabiri ifade eder ki; feraiz-i şeriyeyi yapmaya mecbur olmıyan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmıyan ve kabl-el bulûğ vefat eden çocuklar cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar.

Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlarda peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkârane emretmek.. Ve on yaşına girse, şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatte var. Demek vâcib olmadığı halde, nafile nev’inden yedi yaşından hadd-ı büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuzüç yaşında olacaklar diye bir kısım tefsirler bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Hâs iken âmm zannetmişler…(57)”

RUH ÇAĞIRMA MESELESİ

Ruh çağırma mes’elesi bu asırda hayli ilerlemiş bir meseledir.. bazı zihin ve kalbleri bulandırmakta, hatta bazı halis müminlere akide cihetinde vesveseler vermekte olduğu için; Hazret-i Üstad 1951’in son aylarında Eskişehir’de bulunduğu sıralarda bu mevzu’ kendisine getirilmiş.. Üstad da buna ciddî müteveccih olarak meselenin aslını izah etmiştir. Aynen kaydediyoruz:

“Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Çok emarelerle ve bazı hadiselerle kat’iyen tahakkuk etmiş ki;

Nurun hâs talebelerinden bazılarının bir zaif damarını bulup hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek veya zaifleştirmek için; Nurun ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok plânları var. Medar-ı ibret bir iki nümuneyi beyan ediyorum:

Birinci Nümunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan bir kaç hâs kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bazı şahıslar İspirtizma denilen “ölülerle muhabere” namı altında, cinnilerle muhabere etmek gibi, hatta bazı büyük evliyalarla, hatta Peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi, eski zamada kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu meseleyle bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar.

(57) Müntehap dosya sıra no: 55 ve Emirdağ-2 S: 65

2028

Halbuki bu mesele felsefeden ve ecnebiden geldiği için, ehl-i imana çok zararları olabilir.. ve çok su-i istimalâta menşe’ olmakla beraber, içinde bir doğru olsa, on yalan karışıyor. Çünki doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından, ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesileyle hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var…

Çünki, maneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habise iken, kendilerini ervah-ı tayyibe zannettirip, belki kendilerine bazı büyük Veliler namını verip, İslâmiyetin esssatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilir. Hakikatı tağyir edip, safdilleri aldatabilirler.

Meselâ nasıl ki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi namına eğer konuşsa ve dese: “Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve Küre-i Arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır.

Aynen bu misal gibi; Bir peygamber, güneş gibi hakikî makamında iken;O İspirtizmanın ve yahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz’î cilvesi, vahyin mazharı olan o manevî güneşin kudsî mahiyetine hiç bir cihetle kıyas olamaz. Çünki, esfel-i safilindeki bir cam parçası, ma’nen a’lây-ı illiyinde olan o manevî güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da, hürmetsizlikten başka bir şey değildir.Ancak onun makamına karib olmak için, Celâleddin-i Süyutî ve bir kısım evliyalar gibi seyr û sülûk ile terakkî ederek o manevî güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nurun ispat ettiği gibi; Peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.

Fakat Nübüvvet hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise; İspirtizma vasıtasıyla ve yahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiç bir cihette hakikî Peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden, yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz.

Evet, dinden gelmiyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervahta; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edep bir harekettir. Çünki a’lâ-i illiyyinde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek; tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adeta bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edep ve hürmet ve istifade odur ki;

2029

Celâleddin-i Suyutî, Celâleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatların seyr-i sülûk-ü ruhanîleri gibi, seyr-ü sülûk ile yükselerek o kudsî zatlara yanaşmak ve istifade etmektir.

Rü’ya-ı âadıkada ervah-ı habise ve şeytan, Peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta, ervah-ı habise belki Peygamberin lisanen ismini kendine takıp; sünnet-i seniyyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki; konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü’min ve müslüman cinnî de değildir. Ervah-ı habisedir, bu şekilde taklid ediyor.

Saniyen: Şimdi Nur talebeleri böyle mes’elelerde derse muhtaç değiller. Risale-i Nur herşeyin hikmetini beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmıyanların aynı muhaberede; ahkâm-ı şeriat ve Sünnet-i seniyye esasatına muhalif telkinatı dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hata olur.

Bir ihtar: Bu mektuptaki ruhlarla muhabere meselesine karşı edilen şiddetli tenkid; ecnebiden, fen ve felsefeden ve manyetizma ve ispirtizmadan gelen ve manevî bir şekil giyen bir meşrebe karşıdır. Yoksa İslâmiyetten ve tasavvuf ve ehl-i hakikattan gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benziyen ve nâehillerin girmesiyle bir derece su-i isti’mal edilen ve pek az olan bir kısım sofilerin sofiliğine karşı değildir. Gerçi onlarda da bir cihette bazılara zarar olabilir. Fakat öteki gibi hiç bir cihette aldatıcı değil ve İslâmiyete hiç bir cihette zarar niyeti yok. Hem ecnebiden gelen meşreb ise, hem tarikat ve hem İslâmiyet aleyhinde olduğu gibi, o sofilerin mesleğini de sükût ettirmeye çalışıyor ve âdileştiriyor. Ehl-i tasavvufun zaif ve tam sünneti yerine getirmiyen kısmı dikkat etsinler, kendilerini onlara benzetmesinler.

SAİD-İ NURSİ(58)”

MÜTEFERRİK HADİSELER – 4

Risale-i Nurdan Te’lif ve Tercüme ve Neşir Hizmetleri:

1950-1960 arası, Nurlardan te’lif ve neşir hususları, Arapçadan Türkçeye ve Türkçeden Arapçaya yapılan tercüme hizmetleri ve bu arada kaleme alınan ve neşredilen lâhika mektupları hakkında bir tahlildir.

(58) Emirdağ-2 S:124

2030

TE’LİFAT

Risale-i Nur silsilesinin, Risale makamında olarak te’lif müddeti; 1949 yılında Afyon hapsinde “El Hüccet-üz Zehra” Risalesi, Afyon mahkeme müdafaaları ve hapisde yazılan küçük mektuplar mecmuasıyla sona erdiğini üst taraflarda genişçe izahları kaydedilmiştir.O tarihten sonra artık falanca lem’a veya falanca şua’ şeklinde, ta Üstad’ın vefatına kadar herhangi bir risale te’lif edilmemiştir. Fakat lâhika mektupları silsilesi kesilmeden Üstad’ın vefatına kadar devam edegelmiştir.

1949 Eylülünden, Üstad’ın vefatına kadar yazılan lâhika mektupları, -tesbit ettiğimiz kadarıyla- ortalama ikiyüz elli adedi bulmaktadır. Bu lâhika mektuplarından bazıları -Her ne kadar te’lif müddeti bitmiş olmasından Risale makamına alınmamışsa da- içlerinde çok mühim, ilmî ve muazzam hakikatları ihtiva eden Risaleler tarzında olanları vardır.

Bunlardan 1951-953 yılları arasında Eskişehir, İstanbul ve Isparta’da yazılmış olanlarından çok ehemmiyetli bir kaç tanesi ilmî, ahlâkî ve akidevi mes’eleleri içine almaktadır ve herbirisi birer Risale makamında sayılabilirler. Nitekim bu ehemmiyetten dolayı, Hazret-i Üstad bunların bazısını yanyana getirmiş ve müstakil iki Risale teşkil ettirmiştir. Birisine “Nur Aleminin Bir Anahtarı” diğerine: “Hanımlar Rehberi” adını vermiştir. Hanımlar Rehberi eserinin ana kökü Yirmidördüncü lem’a olup, en mühim zeyli de 1951 sonu veya 1952 başlarında Isparta’da yazılan parçadır. Bu zeyl parça, aynen Yirmidördüncü Lem’a kadar mühim bir Risale makamındadır. Ancak Hazret-i Üstad ona filanca Şua’ diye isim vermemiştir.

Lâhika mektuplarının geri kalan kısmı da; unutulan veya neşri sırasında ele geçmiyen bir kaçı hariç, hemen hemen hepisi -Nur talebelerinin yazdıkları müdâfaa, şikâyet dilekçeleri, takriz vesaire ile birlikte- Hazret-i Üstad’ın vefatından hayli zaman sonra bir araya toplattırıldı ve “Emirdağ-2 Lâhikası” diye bir kitap halinde neşredildi.

Hazret-i Üstad, sağlığında lahikaların neşrine, Risalenin neşri kadar ehemmiyet veriyordu. Bu hususta bizzat Üstad’ın en yakın hizmetkârı Zübeyr abiden dinlediğim bir rivayet şöyledir:

“Üstadımız bir lâhika mektubunu yazdığı zaman ve yahut talebelerin yazdıkları mühim ve lâhikaya girmeye değer olan bir yazıyı neşrederken; eğer teksir makinesinde bir Risale dahi teksir ediliyorsa da, onu durdurur ve o lâhikayı neşrettirirdi.”

Böylece Risale-i Nur hizmetinin ve Nur eserlerinin ve bilhassa Hazret-i Üstad’ın meslek ve meşrebinin sevk ve idare tarzının aydınlatıcı tüzük ve nizamnamesi mahiyetinde olan lâhika mektupları, Risale-i Nurun te’lifatı-

2031

nın başlangıcından itibaren, Üstad’ın vefatına kadar bin küsûr adedi neşredilmiştir. Lâhikaların neşredilmişiyle, edilmemişleri yan yana gelse mecmuu bin beşyüz büyük sahifeyi bulmaktadır. Lahika mektuplarının bu azim ehemmiyeti içindir ki; Risale-i Nur eserlerinin neşriyle birlikte ve aynı paralelinde neşriyatı yapılagelmiştir. Lâhikasız bir istikametli nur hizmeti, Hazret-i Bediüzzaman’ın sevk ve idare tarzı ve dağdağasız ihlâsla Nur neşriyatı mümkin değildir. Zaten lâhikanın topyekünü de Risale-i Nurun silsilesinden olan yirmiyedinci Mektuptur.

TERCÜMELER VE İLHAKLAR:

Üstad Hazretleri 1949’dan sonra, Risale makamındaki Nurun te’lifinden fariğ olunca; 1950 başlarından itibaren te’lifat yerine, eski Said tabir ettiği zamanlarında te’lif etmiş olduğu eski eserlerine dikkatle eğilmiş, tedkik etmiştir. İlk önce meşhur “LEMAAT” eserine, sonra da, İşarat-ül İ’caz tefsirine ve daha sonra da “Mesnev-i Arabi” adını verdiği eski Arab eserlerine dikkatle müteveccih olmuş, okumuştur. İlk başta Lemaat eserini, Sonra Arabî İşarat-ül İ’caz tefsirini ve daha sonra da arabî Hutbe-i Şamiye’yi ve Mesnev-i Arabî mecmuasını yanındaki talebelerine ders vermeye başlamış, geniş izahlarda bulunmuştur. Aynı tarihlerde Asa-yı Musa kitabıyla, yine kendisi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olan Hutbe-i Şamiyeyi, kardeşi Abdülmecid’e Türkçe’den Arapça’ya tercüme ettirmiş, daha sonra da, Arabî İşarat-ül İ’cazla Arabî Mesneviyi Arapça’dan Türkçe’ye, yine Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Bunların arkasından da Gençlik Rehberi’ni Türkçeden Arapça’ya tercüme ettirdi.

İşte, kısaca icmalini kaydettiğimiz mezkûr eserlerin tercüme, ilhak ve neşirleriyle ilgili olarak, bir de Hazret-i Üstad’ın nasıl ve ne derece ehemmiyetle üzerinde durup o işi yürüttüğünü gösterir emir ve iş’arlarını havi bazı mektuplarından da bölümler sunalım:

A- Lemaat eseri: 17 Eylül 950’de yazılan bir mektupta Lemaat eserinin ders şeklini ve Tarihçe-i Hayat’ın terkib ve neşir keyfiyetini beyan eden mektup aynen şöyledir:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Emirdağ’ında dere içinde, yarım bir dağ başında, iki buçuk sene ara sıra bir manevi medrese tarzında; Medreset-üz Zehra’nın teksir ettiği mecmuaların tashihiyle vakit geçirdiğimden hem o hatırayı, hem kırk elli sene evvel Van’da talebelerimle geçirdiğim hatırayı tazelemek için, o dağcığın başındaki taşların içinde eski tarz dersiyle; derin ve kıymettar ve bütün cümleleri vecizeler nev’inden olan matbu’ lemaatı ders verdim.

2032

Sonra taş üstünde abdest alırken, hatırıma geldi ki; yirmi günde her gün bir iki saat çalışmasıyla bu harika lemaatı yazan bir adam, yetmiş yedi sene daima yazıya çalıştığı halde, yedi yaşında bir çocuğun yedi hafta içinde, bazen harika olarak yedi günde öğrendiği yazıya o adam yetişemediğinin sebebi nedir? diye kalbime şiddetle dokundu. Birden hatıra geldi ve yanımda hazır üç kardaşım da kemal-i tasdik ile kat’î kanaatımız geldi ki; “Eğer o kabiliyete göre hüsn-ü hattım da olsaydı; Hüsrevler, Ali’ler, Feyziler, Nazifler, Tahiriler, Sabriler, Mehmedler, Ahmedler, Mustafalar gibi elmas kalemli yüzer muavinleri aramıyacaktı. Müstağniyane bakıp onlara yalvarmıyacaktı. O vakit Hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar olacaktı. O zarar hizmet-i Nuriyeye gelmemek için harika nev’inden bu yarım ümmilik, Risale-i Nur’un bir kerameti Hem ümmilik şeref-i kudsiye güneşinden bir lem’acık; tefsir-i Kur’an’ın tercümanına ihsan edilmiş. Çoktanberi hayret ve teessüf ettiğim acib halin hikmetini bildik.

Saniyen: Tarihçe-i Hayatı yeni harfle siz münasib görseniz Nazif teksir etsin. Fakat ahirlerinde “Mahkeme-i Kübraya Şekva” ve Eskişehir müdafaatındaki “Ey Ehl-i hall ve akd” ser-levhasıyla başlıyan, leffen size gönderdiğimiz fıkra ve sizin münasib gördüğünüz bazı fıkralar ilhak olsun. Darül-Fünûn talebelerinin meb’usana yazdığı uygun fıkraların ilâvesi size havaledir.

Salisen: Nur talebeleri namına “Hasb-ı Hal” namında Nazif’in neşrettiği parçadan on tanesini size de gönderiyoruz. Münasib gördüğünüz meb’uslara verilsin: Elbaki Hüvelbaki

SAİD-İ NURSİ(59)”

B-Lemaat’ın Risale-i Nura ilhakı:

20 Eylül 1950’de yazılan bir mektubunda da Hazret-i Üstad, harika olan Lemaat eserini Risale-i Nura ilhak edilmesine dair emrini şöyle dile getiriyordu:

Aziz Sıddık kardeşlerim Medreset-üz Zehra erkânları ve Nur Naşirleri! Evvelâ: Bir meseleyi biz münasib gördük, sizde nasıl! Nur hakkında söz sahibi olan Medreset-üz Zehra erkânlarının tasvibine havale etmek için kalbe geldi. Şöyle ki:

(59) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 17

2033

Bu günlerde bana hizmet eden üç arkadaşımızın muvakkaten bir kaç gün benden ders almak iştiyaklarına binaen ve eski zamanda talebelerimle ders verdiğimin kıymettar bir hatırayı hayatlandırmak iştiyakına binaen; matbu’ lemaatın her gün bir sahifesini ders veriyordum. Hem ben, hem onlar çok hayretle ve takdirle karşıladık. Fikrimize geldi ki: Bu matbu’ Risalenin sair matbu’ risaleler gibi nüshalarının kalmadığının sebebi, bunun çok te’sirli olduğunu bilen düşman kısmı intişarına mani’ olduklarına; ve dost kısmı kıymeti için elinden çıkarmadığına kanaatımız geldi.

Hem gördük ki; Bu lemaat, Risale-i Nurun mühim bir kısmının çekirdekleri, tohumları hükmünde gayet güzel vecizeler ve hiç bir edibin ve mütefekkirin muvaffak olamadığı bir tarzla sehl-i mümteni’ gibi taklid edilmez büyük bir hakikat-ı içtimaiyeyi küçük bir vecizede ve manzum bir kitabı mansur gibi, aynı nesirli bir kitap gibi hiç nazmı hatıra getirmeden kolayca okunacak bir tarzda bulunması; Otuz yedi(60) sene evvel Ramazan-ı Şerifin yirmi gününde, her gün bir iki saat iştiğal ile, bu tarzda koca bir kitap kadar uzun, bir nevi içtimaî mesnevî yazılması ve içinde yirmi yerde bir ihtar-ı gaybiye nevinden haber verdiklerinin otuz kırk sene sonra aynen meali çıkmış gibi (o noktalara elimize geçen bir nüshada işaret koyduk) gösteriyor ki; Bu lemaat Risale-i Nurun bir müjdecisi ve fihristesi ve bir fidanlık nümunesidir kanaatımız geldi.

Saniyen: Bu lemaatın, işaret ettiğimiz kısımları otuzüçüncü söz namında sözlerin ahirinde yazılmasını Nur kahramanı Hüsrev’in ve Medreset-üz Zehra erkânlarının reyine havale ediyorum.

Umum kardeş ve hemşirelerime selâm ve dua ve dualarını istiyorum..

Haşiye: Eğer kabul etseniz, yanımdaki lemaat sonra size gönderilecek.

Elbaki Hüvelbaki ,

Said-i Nursi(61)”

C-ARABÎ İŞARATÜL-İ’CAZ’IN NURA İLHAKI VE TERCÜMESİ

Çok harika olan Arabî İşarat-ül İ’caz eserini de hem Risale-i Nura ilhak etmek, hem de Türkçeye tercüme ettirip neşrettirmek için Hz. Üstad üzerinde çok önemle durmuştur. Meselâ 22.3.1951’de yazmış olduğu bir mektubunda, Lemaatten sonra İşarat-ül İ’cazı da ders şeklinde verdiğini ve sonra tercüme ettirilmesi ve Risale-i Nura ilhakı gibi hususlarda o mektup be-

(60)Bu ibarede “otuz yedi sene evvel” şeklinde gelmiş. Bize göre bu kâtiplerin bir sehvidir. “Yirmi yedi sene evvel olması lazımdır. Çünki “Lemeaat” eseri 1921 de te’lif edildi.A.B.

(61)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 18

 2034

yan etmektedir. Mezkûr mektubun üst tarafı Mehmet Akif’le ilgili olduğu için, yukarda sırasında kaydedildiğinden ondan sadece bazı kısımları alacağız:

“… Merhum Hafız Ali’nin mahsus nüshası İşarat-ül İ’caz tefsirinde, Hafız Ali’nin tevafukat-ı harfiyesine dair çok güzel tevafukatlı işaret etmiş. O tefsiri benim çok hoşuma geldi ve her şeyi bıraktım onu mütalâya başladım, gördüm ki: İşarat-ül İ’caz umum Risale-i Nurun bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’caz-ı Kur’anın bir menbaı olduğunu gördüm. Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise, fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş…

Saniyen: Bu İşarat-ül İ’cazı bir defa daha aynı tarzda ve kerametli kıt’ada tab’ etmek ve Arabistan; Pakistan gibi yerlere gitmek münasib görüldü. Fakat Eski Said’in îcazdaki i’cazı beyan ettiği ve en ince münasebat-i belağatı içinde, gayet ince ve kısa îcazlı cümleleri bir derece îzah veya Türkçe tercüme etmek lâzım geliyor. Eski kuvvet ve iktidarım kalmadığı için, yalnız kendi başıma yapamıyacağım. İnşaallah yakın bir zamanda Arabî bilen Nur kahramanlarından üç dört talebe eski zamandaki Said’in talebeleri gibi yanıma gelip, eski medresede gibi, bir ders verip onlarda o ders içinde kısmen tercüme, kısmen izah suretinde yazılmasını rahmet ve tevfik-i ilâhîden niyaz ediyorum. Arabisini İstanbul tab’edecek ve yazacağımız tercüme ve izahı Medreset-üz Zehra erkânları yazacaklar inşaallah…(62)”

Ancak bilmediğimiz bir hikmete binaen, Hazret-i Üstadın niyet edip başlattığı tarzdaki tercümeyi yalnız oniki sahife kadar yazmış, daha devam edememiştir. Hazret-i Üstad’ın yaptığı o tercüme tarzı, bir nevi tefsir tarzındadır. Arapçasından yarım sahife kadar aldıktan sonra, altında Türkçe ile geniş tefsir ve tercümesini yazmıştır.(63) Ah! ne kadar mühim ve menfaatli olacaktı ki, Hazret-i Üstad o şekildeki tercümesini bitirmiş olsaydı!..

Hazret-i Üstad ne hikmete binaendir bilemediğimiz işarat-ül İ’cazdan on iki sahife kadar tefsir şeklinde yazdıktan sonra, bırakmış ve tercümeyi kardeşi Abdülmecid’e havale etmiştir. Fakat ne yazık ki; Abdülmecid efendi, Üstad tarzında bir tercümeyi başaramamış.. O tarz şöyle dursun, birçok yerlerini tayederek geçmiş ve kısaltmıştı.

Üstad Hazretleri Molla Abdülmecid Efendinin yaptığı tercüme şeklini tam beğenmemekle beraber, o sıra ondan daha iyisini de yapanı bulamamış, öylece neşrettirmiştir. Hatta Hazret-i Üstad ilk başta, Abdülmecid’in yaptığı Türkçe tercümesi ile birlikte, Arapçasını da başına ekliyerek ikisini bir cild içinde neşrettirmiştir.

(62)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 47

(63)Üstad’ın bu on iki sahifelik tefsirli tercümesi, Emirdağ-2 kitabında sahife 85-96’dadır.

2035

Ç-ARABÎ MESNEVÎ’NİN TERCÜMESİ

Mesnevî-i Arabî’nin içindeki Risalelerin toptan Risale-i Nura ilhakına dair sudûr etmiş manevî ihtarları bu kitabın Kastamonu ve Emirdağ kısımlarında kaydetmişiz, tekrar etmiyelim. Mesnevînin tercümesi ise, İşarat-ül İ’cazın tercümesinden sonra ve Üstad tarafından Arapçadan Türkçeye genişçe çevirilen Hutbe-i Şamiye’nin, Abdülmecid tarafından Arapçaya tercümesinden ve 1953 Ağustosunda Üstad Hazretleri Isparta’ya yerleşmek üzere teşrifinden sonra; tercümesine başlandığı gibi; Emirdağ’da iken, Lemaat ve İşarat-ül İ’cazı medrese dersi tarzında talebelerine ders verdiği misillü, Mesneviyi de Isparta’ya gittikten sonra iki defa baştan sona kadar Arapçasından yanındaki talebelerine ders verdi. Daha sonra bunu da İşarat-ül İ’caz gibi kardeşi Abdülmecid’e, büyük bir kısmını Türkçeye tercüme ettirdi ve 1954 sonlarında bu tercüme teksir edilerek neşredildi. Bu Türkçe tercümenin neşrinden önce de onun Arapçasını İnebolu teksir etmişti.

Böylece Mesnev-i Arabî de, artık hem Arapça hem de Türkçesiyle Risale-i Nur silsilesine ilhak edilmiş oldu.

Mesnev-î Arabî’nin her iki şeklinin neşirleri hususunda Hazret-i Üstad’ın hizmetkârlarının kalemiyle fakat Üstad’ın emriyle yazdıkları müjdeli mektupları şöyledir:

“… Saniyen Kur’anın Arabî bir tefsiri ve Risale-i Nurun Arabî Mesnevi-i Şerifi olan ve Zülfikâr büyüklüğünde ve altunla yazılmaya lâyık bir mecmua dahi inşaallah teksir edilecek. Bu çok harika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer Risale olacak derecede gayet îcazkâr olan ve kırk sene evvel te’lif edilen bu eserleri , o zamanın hakiki ve meşhur ve büyük ulema ve meşayihi de tam takdir ve tahsin etmişler.. Ve o risalelerden tek bir Risale hakkında “Bu bir katre değil, bir bahirdir” diyerek fevkalâdeliğini izhar etmekle beraber, tam anlamaktan da aciz olduklarını idrâk etmişler.

Risale-i Nurun bu gayet mühim iki işini(64) müjde ederiz. Muvaffak olunması için dualarınızı bekleriz. Pek çok selâm eder, muvaffakiyetler dileriz.

Elbaki Hüvelbaki

Kardeşleriniz

Ceylan, Zübeyr(65)”

(64)İki işten murad, mektubun üst tarafında mu’cizeli Kur’an’ın tab’ına da teşebbüs edildiği için birisi o, birisi de Mesnevi-Arabidir. A.B.

(65)Emirdağ-2 aslı yeşil defter S: 68

2036

D- ASA-YI MUSA VE HUTBE-İ ŞAMİYE’NİN ARAPÇAYA TERCÜMELERİ

Asa-yı Musa’nın Arapçaya tercüme edilmesini isteyen ve söyliyen ilk insan, Salih Özcan’dır ki; Arabistan seyahatinden dönüşünde bu işin ehemmiyetini Üstad Hazretlerine arzetmiştir. Molla Abdülmecid tarafından ilk tercüme edilen Nur Risalesinden de bu kitapdır. Salih Özcan Arabistan’daki seyahati sırasında Asa-yı Musa’ya çok ihtiyaç olduğunu ilk önce Üstad’a mektupla bildirmiş, bilahare de şifahen gitmiş anlatmıştır. Bunun üzerine Hazret-i Üstad da harekete geçmiş ve bu hususta gelecek mektubu yazmış, talebelerine göndermiştir.

Bu mektup 9.11.950 tarihinde neşredilmiştir:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Medreset-üz Zehra erkânlarına ehemmiyetli bir meseleyi havale ediyorum: Seyyid Salih Arabistan’da Asa-yı Musa’nın çok lüzumu ve çok faydası olduğunu oralara seyahatimde anladım, herhalde Arapçaya tercüme lâzım geliyor dedi.

Benim halim ve hastalığım müsaade etmediği için, benim bedelime Medreset-üz Zehra erkânı, dört yere güzelce Arapçaya tercüme için muhabere etsinler. Bir mektubu Cami-ül Ezher’e Emirdağlı Kılınç Ali vasıtasıyla orada bir kaç edip zatlar tercüme(66) etsinler. Bir mektup da Ankara Diyanet dairesinden, Risale-i Nuru ciddi takdir eden ve alâkadar olan bir iki âlim Arapçaya tercüme etsinler. Biri Kayseri kazalarından Ürgüp Müftüsü kardeşim Abdülmecid’e yazsınlar ki; Yirmi senedir bütün kuvvetiyle nura hizmet etmek ona lâzım iken: etmediği için, onun bedeline bütün kuvvetiyle Arapçaya tercüme etsin. Bir de Isparta havalisinde Nur dairesindeki âlimler dahi Asa-yı Musa’yı taksim suretinde her biri bir kısmını tercüme etsinler.

SAİD-İ NURSİ(67)”

(66) Kılınç Ali (Ali Kılınçarslan), o sırada Mısır’da bulunan eski Şeyh-ül İslamımız Mustafa Sabri Efendi’ye bu hususta müracaat etmiş. Mustafa Sabri Efendi Türkçe olan Risalelerden biraz kendisine okunmasını söylemiş ve nurları dinledikten sonra şu sözleri söylemiştir: “Bu kitabı (Risale-i Nuru) yine ancak müellifi olan Bediüzzaman tercüme edebilir.” Ondan bu ifadeleri dinliyen Emirdağlı Ali Kılınçarslan o sırada Mısır’dan Emirdağ’daki Nur talebelerine yazmış ve sonra gelip aynen şifahen de anlatmıştır. Emirdağlılarca meşhurdur.

Ben şahsen Emirdağlı H. Ali Kılıçarslan’la Nisan sonu 1988’de Emirdağ’da görüştüm. dedi ki:

“Ben bir takım Nur Külliyatını Mısır’a götürüp, Mustafa Sabri Efendiye verdim. O da o zaman Ezher Şeyhi Zahid Kevseriye gönderdi. Zahid Kevseri de alıp Ezher Kütüphanesinin en muhterem mevkiine koydu. A.B.

(67) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 25

2037

Aynı mevzuda üstteki mektubun tamamlayıcısı olarak Hazret-i Üstad bir ikinsi mektup daha yazdı aynen şöyledir:

“Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: bütün ruh-u canımızla sizin faaliyetinizi ve muvaffakiyetinizi tebrik ediyoruz. Benim elemlerime ve hastalıklarıma ilâç, Medresetüz Zehranın faaliyetinden ve muvaffakiyetinden ileri geliyor.

Saniyen: Asay-ı Musa’nın Arapçaya güzelce tercümesi için bir pusula yazmıştım. Bugün Ankara’ya giden Zübeyr’le Seyyid Salih’e gönderecektim. Hem Tarsus’da mütekaid bir zâbitin samimi bir mektubuyla, Risale-i Nurdan bazı kitabı istediğine dair mektubunu da Ankara yoluyla size gönderecektim. Birden Antalya-Elmalının gayet halis Nurcuları namına hem kendisi haremiyle beraber Afyon’a kadar gelen ve orada Nurların neşrine vasıta olan birden şimdi geldi. Ben de onunla size gönderdim.

Umuma selâm..

Elbaki Hüvelbaki

SAİD-İ NURSİ(68)”

Hazret-i Üstad’ın tercümeye ait bu teşebbüslerinden ancak kardeşi molla Abdülmecid’den netice alınabildi. Asay-ı Musa’yı Arapçaya ilk tercüme eden o oldu. Abdülmecid’in tercümesi eski medrese ağır üslubuyla yapıldığı için, İslâm Âleminde fazla revaç görmedi.

Aslı kısa ve Arapça olan Hutbe-i Şamiye eserini, Hazret-i Üstad kendisi 1951 yılı içerisinde Türkçeye genişçe tercüme etti ve zeyilleriyle birlikte Isparta’ya 30.10.951’de gönderdi. 23.11.951’de de Isparta’da yazılıp teksir edilerek Hazret-i Üstad’a nümûnelik sahifeleri Eskişehir’e geldi. Üstad bu hizmetin az bir zaman içinde yetişip gelmesinden hastalığına şifa olduğunu üst taraflarda vesikalarıyla yazmış olduğumuzdan tekrarına lüzum görülmedi.

E- NUR MECMUALARININ TEKSİR VE NEŞRİ

1950-1956 arası Isparta ve İnebolu’da teksir edilip neşredilen Nurun büyük mecmualarından başlıcaları: Tarihçe-i Hayat, Gençlik Rehberi, (Eski ve yeni yazısı) Sözler Mecmuası, Mektubat (İki cild halinde) Zühret-ün Nur, Cevşen-ül Kebir, Hizb-ül Ekber-i Nurî, Arapça ve Türkçe İşarat-ül İ’caz, yine Arapça ve Türkçe Mesnev-i Arabî ve Mesnev-i Nuriye ve daha

(68) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 25

2038

bir çok büyük risaleler… 1950’den önceki dört beş senelik zamanda, neşredilmiş eserlerin listeleri ise, o fasılda kaydedilmiştir. 1956’dan sonra da, resmi neşriyat ve matbuat âlemiyle dünyaya intişar sahasına geçildi, Ankara ve İstanbul’da serbestçe matbaalarda yeni yazı Nur mecmuaları basılmaya başlandı.

1950-1956 arası teksir edilip neşredilen üstte isimleri geçen, eserlerin tarih sırasına göre intişarları da şöyle olmuştur:

1950 yılı içinde evvelâ yeni harfle, İnebolu’da küçük tarihçe-i hayat, 30 Eylül 950’de neşre başlandı.(69)

Aynı yıl içinde eski harfle Sözler mecmuası Isparta’da, 3.11.950’de teksir edilip bittiği tarih.(70)

Asa-yı Musa’nın tercümesi ve Konferans diye bilinen ve bilâhare üstad tarafından Sözler mecmuasının ahirine ilhak edilen dersin Ankara’da verildiği tarih 15.12.950 (71)

Mektubat mecmuasının Isparta’da eski harfle teksirine başlandığı tarih 3.1.951(72)

Mektubat’ın terkibi hakkında Hazret-i Üstad’ın talimat verdiği tarih 30.1.951(73)

Zühretün Nur eserinin İnebolu’da teksire başlandığı ve Hizb-i Nurî’nin bittiği tarih 18.2.951(74)

İlk olarak tek Cevşen-ül Kebir’in İnebolu’da teksir edildiği tarih 27.3.951(75)

Arabî İşarat-ül İ’cazın Türkçeye tercümesi, Arapça ve Türkçe ayrı ayrı teksir edilip neşredildiği tarih 1952-1953 arasıdır.

Arabi Mesnevinin Türkçeye tercüme ve neşirleri de 1953-1954 arasıdır.

Böylece 1950-1954 arasında mevcud Türkçe olan Risale-i Nur silsilesine beş tane büyük ve harika eser daha ilâve edilmiş oluyordu. Bunlar Hutbe-i Şamiye’nin Türkçe tercümesi, Nur Âleminin Bir Anahtarı, Hanımlar Rehberi, Arabi İşarat-ül İ’caz tercümesi ve yine arabi Mesnevi’nin tercümesidirler. İşarat-ül İ’caz ve Mesnevi’nin Arapça asılları bu hesaba dahil değildir. Eğer dahil edilse, yedi adet eser daha Risale-i Nur camiası ve silsilesine ilâve edilmiş oluyordu.

(69)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 19

(70)Aynı dosya Ş: 23

(71)Aynı dosya S: 25-33

(72)Aynı dosya S: 35

(73)Emirdağ-2 Müntehap dosya S: 39-40

(74)Aynı dosya S: 41

(75)Aynı dosya S: 49

2039

Bu eserlere, 1950 başlarında Üstad’ın direktif ve işaretleriyle hazırlanan tarihçe-i hayat eseri de ilave edilse, mecmuu 8 tane eser, Risale-i Nura ilâve olmuştur denilir.

H-Tarihçe-i Hayat Nasıl Hazırlandı?

1950’de hazırlanarak, aynı sene içinde eski ve yeni yazıyla neşredilen ve bilâhare ona Üstad’ın 1952’ye kadar ki hayatı ilâve edilen kısacık tarihçe kitabı, Üniversiteci genç(*) Nur talebeleri tarafından hazırlanmıştı. Hazret-i Üstad’ın o ana kadar merhum Abdurrahman’ın hazırlamış olduğu matbu’ Tarihçe-i Hayatından gayrı bir eser yoktu. Üstad 1944 yılında Denizli hapishanesinde talebelerini Tarihçesinin yazılmasına teşvik ettiği ve sonra Emirdağ hayatında da buna bazı teşebbüsler olduğu halde, hazırlanamamaştı. Bilâhare 1950 başlarında merhum Zübeyr Gündüzalp’ın rehberliğinde Üniversiteli gençlerle beraber kısaca bir eser hazırlayabildiler. 

Bu küçük eser 1950-1952 arası eski ve yeni yazılarla dört defa basıldı. Hazret-i Üstad bu eserin ismine “Afyon Mahkeme Müdafaatının İkinci Zeyli” diye ad koydu. Bilâhare de Eşref Edip tarafından bazı düzeltmelerle ve gazete lisanına tatbik ederek 1952’den başlamak üzere, 965’lere kadar bir kaç defa basıldı. (Bak: Müntehap Dosya sıra no: 17, 19 ve 75)

MÜTEFERLİK HADİSELER-5

MU’CİZELİ KUR’ÂN’IN TAB’I İÇİN TEŞEBBÜSLER

1972’lerde ancak tab’ına muvaffak olunabilen Kur’an-ı Kerim’in (Tevafuklu) basılması için, Hazret-i Üstad hem Barla hayatında, hem Kastamonu hayatında, hem de Emirdağ hayatında bir kaç defa teşebbüs ve hareketlere geçtiği gibi; bilhassa Afyon hapsinden sonra yeniden tab’ına teşebbüs için evvelâ Diyanet Riyaseti kanalıyla, daha sonra şahsî teşebbüslerle bir çok defalar tevafuklu Kur’an’ının tab’ı için çırpındı, şiddetle arzu etti. Fakat maalesef Üstad’ın sağlığında bu Kur’anın tab’ına muvaffak olunamadı ve kendisi hayatta iken göremedi.

Mezkûr Kur’an’ın tab’ı için Hazret-i Üstad’ın 1950’den sonraki hayatında teşebbüslerini gösteren bazı ifade ve beyanlarını aşağıya dercediyoruz: Birinci Teşebbüs: 1950 başlarında Diyanet Reisi Ahmed Hamdi Aksekili ile yaptığı muhabere mektuplarında, bu hizmetin tahakkukuna Diyanetçe yaklaşılmışken, mushaflar tedkik heyeti tarafından hattat yazısının beğenilmemesi üzerine, geri kalmasının hikâye ve macerasını, üst

(*)Almanya-Berlinde ikameteden Abdulmuhsin Alkonevi der ki.Tarihçeyi aslında Zübeyr Ağabey hazırlamıştı.Zübeyr Ağabey Üniversiteli gençlerle meşgul olduğu için, Hz.Üstad onu,”Üniversiteci gençler hazırladı” şeklinde kabulettiler.A.B.

2040

taraflarda Ahmed Hamdi Akseki ile ilgili bölümde geçtiği için tekrar etmiyoruz:

İkinci Teşebbüs: 1.7.1951 tarihinde İstanbul’da bu meselenin yeniden canlandığnnı ve ümid işaretini verdiğini bildiren Üstadın mektubu şöyledir:

(Sadece ilgili kısmı alıyoruz)

“Saniyen: Mu’cizatlı Kur’anımızı fotoğrafla gayet güzel, yirmi bin nüsha tab’etmek için Abdülmuhsin’i buradan gönderdik. Buradan bir iki adamı dahi o mesele için gönderdik. İstanbul’daki Hacı Nazif gibi dostlar bu meseleye çalışacaklar.

Mesarıf-ı tab’iyesi için sadaka, hediye kabul etmiyoruz. Yalnız bir nevi abone gibi, yani ödünç alıp bilâhare iade etmek şartıyla bazı Nur merkezlerinde kendi ihtiyarlarıyla bir iki üç adam tedarik edebilir. Emirdağ’ında beş arkadaş bin beşyüz banknot hazırladılar. Hüsrev’in gönderdiği bin banknot burada duruyor. Bende nafakama ait ve sattığım bazı kitaplarımın fiatı olarak beşyüz banknotu Abdulmuhsin ile İstanbul’a gönderdik.

Eğer tam mükemmel olarak muvaffak olamazsak; Mısır’a gönderip Cami-ül Ezherdeki Nurcular onu hem daha güzel ve mükemmel fotoğrafla tab’etmeye çalışacaklar. Bu harika ve herkesin nazarını celbeden Mu’cizatlı Kur’an, intişarıyla hem hatt-ı Kur’aniyeye, hem Kur’anı iştiyak ile okumasına büyük bir hizmet olacak.

Baştaki Kur’an tarifine dair iki sahife hem Türkçe hem Arapça basılacak, sonra Kur’anın başına bırakılacak.

Salisen: Eskiden kaybolan Yirmidördüncü Cüz’ün yerine yazılan cüz’, yaldızlı olmamasından ve öteki cüz’lere yetişmemesinden; Eğer sizde yaldızla yazılmış yirmidördüncü cüz’ varsa buraya gönderiniz. Yoksa bu cüz’ü göndereceğiz. Güzelce ve hem daha ziyade yaldızlı yapınız ki, arkadaşlarından geri kalmasın…(76)”

Daha sonra, Hazret-i Üstad’ın emriyle ve onun namına yazılmış 6.7.951 tarihli bir mektupta da, Mehmet Çalışkan, Tahirî ağabeyin de İstanbul’a gitmesi lüzumundan ve tab’ masrafı olan paraların temin edildiğinden ve iki ay sonra tab’ına başlanacağından bahsetmiştir.(77) Bu mektubun buraya alınmasına lüzum görülmedi.

Ancak o sıra fotoğraf ile, herhalde ofset matbaaları gibi istenilen renkleri çıkarması mümkin olmamasından, bu teşebbüs de semere vermemiş, geri kalmıştır.

(76)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 60

(77)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 62

2041

Daha sonraları 1953, 1954 ve 1959’da olmak üzere üç dört defa daha bu işe teşebbüs edilmiş, ancak yine de mümkin olmamıştır. Bu teşebbüslere dair olan yazışmalar bizde mevcuttur. Fakat uzatmamak için kısa kesiyoruz.

MÜTEFERRİK HADİSELER-6

PAPAYA GÖNDERİLEN ZÜLFİKÂR

Hazret-i Üstad, bütün hayatında; Avrupa’nın ve ecnebilerin İslâm âlemine vurdukları hainane darbelerden ve musallat ettikleri gizli ifsad komitelerinin ifsadlarından ve İslâm âleminin içine soktukları medeniyet namı altındaki -san’at ve terakkiyat hususları hariç- mimsiz pis, rezil sefahat ve lehviyattan; ayrıca da İslâm âleminde türettikleri ırkçılık gibi pis hasletlerden dolayı; Avrupa’ya karşı daima nefretli davranmış ve onların bu cihetteki durumlarına muhabbeten, dostluktan, hele hele taklidden iğrenmiş, uzak kalmış ve o tip bir taklidçiliği her zaman milliyetsizlik, tinetsizlik saymıştır. Avrupaya karşı bu şekil bir muhabbeti aynı zamanda çok zararlı, çok hatarlı ve körü körüne bir iltihak addetmiştir.

Ama bunun yanında da, her zaman Hıristiyanlık âleminden hakikî dindar bir ruhani cemaatının İslâma iltihaklarını, yardımlarını -Bazı sahih hadislerin işaretleriyle- olacağını da ümidle beklemiştir. Evet Hazret-i Üstad bunları Resulullah Efendimizin Hazret-i İsa (A.S) ile ilgili hadis-i şeriflerinin işaretlerinden aldığı kesin bir kanaatla, bu büyük hadiseye hep muntazır kalmıştır. Hatta Avrupa’da, Amerika’da bu hakikat lehine ve ona işaret edici en ufak kıpırdanışları dahi çok ehemmiyetle değerlendirmiş ve hadislerdeki o büyük hakikatın bir alâmeti, bir nişanı, bir işareti olarak tatbik etmeye çalışmıştır. Risale-i Nur eserlerinde bu mevzu’un bir çok defalar ele alındığı okuyanların malûmlarıdır.

Meselâ: Birinci mektup, onbeşinci mektup, yirmidokuzuncu mektup, yirmibirinci lem’a, beşinci şua’ ve Kastamonu ve Emirdağ-1 lâhika mektuplarında bir çok defalar, aynı mesele ele alındığı gibi,eski eserleri olan Asar-ı Bediiyede, bilhassa Hutbe-i Şamiye’de ayrı ayrı yönleriyle bu hakikatın izahı yapılmıştır. Bu kitabımızda da bir kaç yerde Hazret-i Üstad’dan gelen o meselenin hakikatına temas eden parçalar dercedilmiştir.

Hem, 1950’de Almanya’ya-Berlin’e gönderilen Zülfikâr ve Gençlik Rehberleri münasebetiyle, yine ehemmiyetle değerlendirmeli beyanlarda bulunmuştur. Daha sonra aynı yıl içinde Papa’ya gönderilen Zülfikâr eseri ve 1953’de İstanbul’da Üstad’ın bizzat gidip Fener Patriğiyle görüşmesi dahi, onun bu meseleye ne derece ehemmiyetle baktığını ve o büyük hakikatın 2042

tezahürünü ne kadar ve nasıl beklediğini göstermeye kâfidir. Papa’ya gönderilen Zülfikâr kitabıyla ilgili girişim ve Hazret-i Üstad’ın bu husustaki ifadeleri gelecek şekildedir:

29.12.950’de Selahaddin Çelebi’nin Üstad Hazretlerine yazdığı bir mektubunda ezcümle şunları yazmıştır:

“… Cami-ül Ezher’e ve Pakistan Sefirine, Roma-Vatikan Papa’ya birer Zûlfikâr hediye edilecektir.

Almanya’da Müslüman reisi Berlin cami’ imamına bir Zülfikâr hediye edilmiştir. Vasıta olan Hacı Bey söyledi: “Berlin gazetelerinde gayet kıymettar olan Bediüzzaman Hazretlerinin Zülfikâr’ını ilan etmişler.” Tayyare Acentası Hacı Bey tarafından Zülfikâr hediye edilmiştir…

Abdurrahman Selahaddin Çelebi(78)”

Bu mektuptan anlaşıldığına göre Selahaddin Çelebi, Üstad’ın iznini aldıktan sonra Zülfikâr kitabını Papa’ya göndermiştir.

Zülfikâr’ı teslim alan Papalık başkâtibi de Hazret-i Üstad’a mektupla şu mukabelede bulunmuştur:

“PAPALIK MAKAM-I ÂLİSİ

Kalem-i mahsusu başkitabet Vatikan dairesi

No: 232247 22.Şubat.l951

Efendim!

Zülfikâr nam elyazısı olan güzel eseriniz, İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasitasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nâzik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakk’ın lütutlarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arzeylerim. Bu vesileyle saygılarımı sunarım efendim.

imza

Vatikan Beyin Başkâtibi(79)”

MÜTEFERRİK HADİSELER-7

MÜHİM VE İLMÎ BİR MUHABERE

(Medreset-üz Zehranın Nur talebeleri ile, Mısır Cami-ul Ezher talebeleri arasında cereyan etmiş çok mühim, büyük ve ilmî bir muhabere) 1953 veya 54 yılında, Mısır Cami-ul Ezher’inde büyük çapta mevzu’ olmuş, sıhhati şüphesiz bir hadis-i şerifin zahirî olan manasını akıllarına sığ-

(78)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 34

(79)Emirdağ-2 S: 62

2043

dıramıyan ve zahirine göre hüküm eden Ezher’in bazı hocaları, işin kolay tarafı olan “Adem-i Kabul’u ve göz yummak cihetini seçerek; o hadise mevzu’ demişler. Bu yüzden bu mesele Ezher’de o sıra büyük bir mesele halini almış ve bir sürü dedikodu ve münakaşalara sebep olmuştur. Ezher’de okuyan Türkiyeli talebeler(*) Hz. Üstad’dan bu meselenin halli için mektupla sormuşlardı. Hz. Üstad da kendi yanındaki talebeleri imzalarıyla umumî ve geniş bir cevap vermiştir. Bu cevabî mektup aynı zamanda o senenin Kurban Bayramının bir tebriki olarak ki 1954’te Kurban bayramı 1 Nisandadır, Türkiyede de Nur talebeleri arasında lahika mektubu şeklinde neşredilmişti. Mektup aynen şöyledir:

Aziz sıddık kardeşlerimiz,

Üstadımız, umum Nur Talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesiresine saadetler içinde nailiyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arzederiz.

Elbâki Hüvelbâki Kardeşleriniz:

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylân, Ziya, Bayram, Zübeyr

Bu bayram tebriki münasebetiyle Üstadımızın altmış senedenberi te’sisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon lira kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetüzzehra namında Şark Darülfünununa dair Reisicumhura yazdığı mektubunu okuyan Camiülezher’in hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir Hadis-i Şerifin medar-ı evham olmuş mânasını hasta olan üstadımızdan soruyorlar. Üstadımız çok hasta olmasından, biz O’nun bedeline bu kurban bayramı tebrikine bir ilâve olarak o cüz’î meseleyi; küllî, umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yâni Âlem-i İslâmın maddî büyük medresesi olan Camiülezher’in talebelerine, altı yedi vilâyet kadar geniş mânevî Medresetüzzehra’nın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmûnde olan Câmiülezher’e yazdığımız bu bayram tebrikine o parçayı da ilâve ettik.

(*)Bu mevzu’da o sıra Mısır-Ezherde tahsil gören ve şimdi Ezher me’zunu ve öğretim üyeleri olan Konyalı Mustafa Akdede ile Ali Özek ve daha sair talebeler diyorlarki;O suali mektupla biz sormuştuk.Gelen cevap hem mu’teriz hocaları, hem bizleri şüphe ve vesvelerden kurtardı.(Bkz. Son Şahitler – 5, Sh.85)

2044

Aziz Sıddık Kardeşlerimiz,

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin senedenberi terâküm etmiş bütün itiraz ve şüphelere topyekûn iskât edici cevaplar veren ve mânây-ı zahirisi şimdiki fenne mutabık gelmiyen Müteşabihat-ı Kur’aniye ve Hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’cazın lem’alarını göstererek vâki’ şüphe ve evhamları tardeden Kur’an’ın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel, Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek imam hatip ve hâfız mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şüphe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyet-i kerîmesine ilişerek inkâr etmek istemiş, “Semâ birdir, başka semâ yok, fen bunu kabul etmiyor.” demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un İşârât-ül İcâz arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terkederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabîlden umum âlem-i İslâmın bir mübarek medresesi olan Câmiülezher’in kuvvetli imân sahibi talebelerine de bir Hadîs hakkında şüphe vererek; onları aklı istimal etmiyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyetin de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle, bu nevi itirazlar Câmiülezher’de de vâki olabilir diye hatırımıza geldi.

İslâmiyet akıl dinidir. Kur’an-ı Hakim’in pek çok yerlerinde (اَفَلاَ يَعْقِلُونَ) (اَفَلاَ تَذَكَّرُونَ) (اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ) âyetleriyle akla havale ediyor. Kur’an-ı Hakimin ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki, akl-ı selim ile mütalâa edildiği vakitte akıl onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risâle-i Nurda makaleleri neşredilen kırk altı meşhur feylesoflar, tasdik etmişler ki: “Kur’an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor.

Evet kardeşlerimiz! Kur’an-ı Hakîm, Şems gibi kendi kendini gösteriyor, kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanin ihtiyacına göre Kur’an’ın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vâki şüphe ve itirazları def’ ve tardederek, Kur’an-ı Hakîme gelen şübehâtı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyat-ı Kur’aniye ve Ehadîs-i Nebeviye, Evliyaullah’ın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevap vermiştir. O derecede onların hakikatını izhar etmiştir ki; muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda belâgatı ve i’caz lem’alarını isbat ediyor. Âyat-ı Kur’aniyenin, hatta bazan bir harfinde veya bir sükûnûnda i’câz-ı Kur’anîyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mucizat-ı Kur’aniye

Risalesinin başında demiş:

2045

“Elde Kur’an gibi bir mucize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma zaid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

Kur’an-ı Hakîm ve Ehadis-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mânây-i hakikîlerinin beyanından başka Risale-i Nurun imân-ı Billâha dair çok mühim bir risalesi olan Âyet-el-Kübrâ Risalesinin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını; ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmıyan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu; ve iki ehl-i isbatın, binler nâfilerden daha ziyade sözlerinin mûteber olduğunu isbat ederek diyor ki:

  1. “Umumî meselelerde isbata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerifin başında hilali görmek hususunda iki âmî şahid isbat etseler ve binler eşref ve âlimler görmedik deyip nefyetseler, nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi hakikat noktasında îmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur”
  2. “Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri o meselede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmaz.

Meselâ: Büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde: bir küçük tabib kadar hükmü geçmez.. Ve bilhassa maddiyatta çok tevağğül eden ve gittikçe mâneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”

Hem buna dair Risale-i Nur’dan Hikmet-ül-İstiaze Risalesinde şöyle denilmiştir:

“Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-ı îmaniyeye dair yüzer delâil-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki: Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfilere râcih olur. Bu hakikata bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa, bir iki tanesi kapansa, saraya girilemiyeceği söylenemez. İşte hakaik-i îmaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır. İsbat ediyor, bir kapıyı açıyor. Bir tek kapı açılırsa, sair kapıların anahtar-

2046

ları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i îmaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.”

Diğer mühim bir mesele de: müteşabihat ve kinaiyât-ı Kur’aniye ve Hadîsiyenin zahir mânâlarının hakikata muhalif gibi görünmesinden, bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye, her müşkilâtı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni’ ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü söz Risalesinin Üçüncü Dalında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve Hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı “On İki Asıl ve Esaslar” yazılmış. Herşeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar

Kur’an-ı Hakîm, ondört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

Âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost, ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir Sûrenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalariyle ve “mukabele-i bil’hurûfu bırakıp, mukabele-i bis’suyûfa mecbur olmalariyle” kat’î sabit olan belâgatının muktezası olarak; akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaikı, onların fehimlerine mürâat ederek teşbihat ve temsilât ile beyan etmiştir, tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Meselâ: Hâlık-ı Zülcelâlin, koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى Âyetiyle, bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayâl, mücerred olarak bunu kavrıyamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lûfu olmadığı mânaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur’an-ı Hakîm; nîmetiyet ciheti, maddesinden kıymettar olan eşyayı zikrederken, beşerin enzarını Mün’im-i Hakikiye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Meselâ:

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ 

Ayet-i Kerîmesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden اَخْرَجْنَا çıkıyor demeli idi” demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında: Kur’an-ı Muciz-il Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünki yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki, اَخْرَجْنَا desin. Belki, demirdeki nîmet-i azimeyi ve nev-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nîmet ciheti ise, yukarı ve mânen yüksek mertebelerdedir. Elbette nîmet, yukarıdan açağıyadır.. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mafevkindedir. Onun için nîmetin, rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tâbiri dir inzâl’dir, ihrâc değildir. İlâhir” diyor.

2047

Aynen bu âyet gibi, dört nehrin Cennetten geldiğine dair olan Hadis-i Şerif dahi, mânây-ı zahirisi değil, mânây-ı maksudu murad ederek, o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp, Mısır’ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlâhiyeye işaret için: “Cennetten geliyor” denmiş.

Bu nevi Âyet ve Hadîslerde mânây-ı zahire bakılmaz. Mânây-ı maksud doğru olsa, kelâm sadıktır.

Meselâ: Elsine-i arabda kesretle müstâmel olan durub-u emsallerden

كَثٖيرُ الرَّمَادِ külü çok” ve طَوٖيلُ النَّجَادِ kılıçbendi uzun” gibi darb- ı meseller, birincisi sehâvete, ikincisi uzun boylu olmaya delâlet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartiyle zâhiren külü ve kılıncı olmasa da, kelâm haktır ve sadıktır, tekzib edilemez. Risale-i Nurun, hakkında Cennetten geldiğine dair Hadis olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en belîği ve en fasîhi ve  مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنٖى وَلَا يَنَامُ قَلْبٖى hakikatlarına mazhar Resul-i Ekrem Aleyhisselâmın Hadis-i Şerifleri hakkında Risale-i Nurun “Zülfikâr-ı Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye” namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize aid üçyüzden fazla kat’î mucizat ile Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını ve Haşri isbat eden büyük bir mecmuanın “Mucizat-ı Ahmediye” kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder. Hem Resuldür, Risalet itibariyle Cenab-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahy, iki kısımdır. Biri, vahy-i zımnîdirki tafsilat ve tasarrufatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvire, Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bâzan yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder.. veyahut kendi ferasetiyle beyan eder.. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasvirat, ya vazife-i Risalet noktasından ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder.. veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder.

İşte, her Hadîste bütün tafsilâtına vahy-i mahz nazariyle bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, Risâletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı Hadiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bâzan tefsir lâzım geliyor, hattâ tâbir lâzım geliyor. Çünki, bazı hakikatler var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit Huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür” Bir saat sonra cevap

2048

geldi ki: “Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp Cehenneme gitti.” Zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te’vilini gösterdi.”

Cennetten geldiği Hadîs-i Şerifte bildirilen üç nehre dair gelecek cevap ise, yine Zülfikâr Mecmuasında Mucizat-ı Kur’aniye zeyillerinden Yirminci Sözün Birinci Makamındadır Aynen yazıyoruz: 

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar harikanüma ve mucizevârî bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder.. Ve onunla şöyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaâları olsun. Çünki: Faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler.. Ve o kesretli masarife karşı gâliben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz. Demek ki: şu enharın neb’anları âdî ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu mânâyı ifade için Hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirisine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.”

Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir” şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menba’ları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybden gelir ki, masarif ile varidatın muvazenesi devam eder İlâhir…”

Mânâsı tâm bilinmiyen veya mânâ-yı zahirisi hakikata mutabık olmayan Hadîs-i Şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîmin evham kabul etmiyen kal’asına da gideceğinden, münafıkların medar-ı bahs ettikleri Âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevapların bir iki misâlini zikrediyoruz:

Evvelâ: Kur’an-ı Hakîm, kâinata mânây-ı harfiyle bakıyor. Felsefe ise, mânây-ı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm; eşyayı, mahiyet-i zatiyesinden değil, Sâni’a delil olduğu cihetten nazara alıp mütalâa ediyor.

Meselâ وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvelemirde maksad-ı Kur’an, Sâniin azamet ve kudretine delâlet için, kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu ayetle o intizama delâlet ederek, gece gündüzdeki tasarrufât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki, medar-ı tekzib olsun. Halbuki: لِمُسْتَقَرٍّ

2049

deki ل  bir mucizedir ki, güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor.

Birincisi: Güneşin zâhir nazardaki cereyanıdır.. Kur’an’ın birinci saftaki muhatabları avam olduğundan; avam ise, küre-i arzın cereyanını değil, güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları Hakaik i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için, güneşin zâhirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa, mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir Kanun-u İlâhî olan cazibeyi ihtar ederek, seyyaratın ve arzın hareketlerinin medarı da güneş olduğunu gösterir. Demek güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği mânâsındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle, güneşin zâhirî cereyanını hakikatlı ve doğru yapar.

Üçüncüsü: güneşin, manzumesiyle beraber Şems-i Şümûsa doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki, bir kelâmda mânâ-yı zahirî ya gayet bedîhî olmasından; mâlûmu i’lâmın faydasız ve mânâsız olması cihetiyle, veya mânâ muhal olmasından karinedir ki; murad, mânâ-yı zâhiri değildir; başka bir mânâdır.

Meselâ: Sure-i Ankebut’da Âyet-i

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

Kerîmesinde لَوْ-i farazî ile “En zaif ev, örümceğin evi olduğunu “faraza Kureyş müşrikleri bilse idiler” diyor. En zaif ev, örümceğin evi olduğu herkesce mâlûm ve zâhirdir. Öyle ise, Kur’an-ı Hakîm bu لَوْ-i farazî ile başka bir mânâya delâlet ediyor. İşte o mânâ da, Risale-i Nurun keşfiyle لَوْ-i farazînin iki cihetle mûcize oluşudur.

Birincisi: Bu âyet, Mekke’de nazil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gâr-ı Hiradaki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikından kurtulmak için tahassun ettikleri Gâr-ı Hiranın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi, perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki: örümcek, zayıf ağı ile rüesa-yı Kureyş’e galebe etmiştir. Âyet diyor ki: “En zaif bir hayvana mağlûp olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu suikaste teşebbüs etmiyeceklerdi…”

Daha fazla tafsilâtı Risale-i Nur’da Mucizat-ı Kur’aniyede bulacağınız gibi, Ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve Ehâdisin tabakalarını tam vuzûh ile Risale-i Nur Külliyatından, büyük bir mecmua olan Sözler Mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalı beyan ediyor.

2050

Hem meselâ: “Dünyanın, Cenab-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler” meâlindeki

لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ

Hadîs-i Şerifin hakikatı şudur ki: عِنْدَ اللّٰهِ tâbiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedidir..yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile muvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var.

Biri: Cenab-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri: Fenâya, ademe bakar, bildiğimiz marzi-i İlâhî olmıyan ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek Esmâ-i Hüsnanın âyineleri ve Mektubat-ı Samedaniye ve Âhiretin mezraası olan koca dünya değil, belki ahirete zıt ve bütün hatiâtın menşei ve beliyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyâsının, Âlem-i Âhirette ehl-i îmâna verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede?

Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi: mecaz ve teşbihler, mürûr-u zamanla hakikata inkılâb eder.

Meselâ: Sevr ve Hut, (hamele-i arş melâikeleri gibi) Küre-i Arza nezaret eden iki melâikenin ismidir. Küre-i Arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak arza nezaret eden o iki melâikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin Hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şüphelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikatı beyan ediyor ki: şüpheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ulema-i Mütekellimîn gibi, muarızın şüphesini zikrettikten sonra, cevap vermek zararlı oluyor. Şüpheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat’î cevap da verilse, nefs ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle; Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat’î cevap verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şüphelerini yazmış, fakat o derece kat’î reddetmiş ki: Şeytan olmasa idi, müslüman olacaktı.

Hatta mucizat-ı Kur’aniyede zikredilen ve herbiri birer lem’a-i i’caz gösteren yüzer Âyât, medar-ı itiraz olmuş ayetlerdir. Halbuki, onları okuyanlarda değil şüphe, hiç bir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

2051

Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ Âyetiyle; Musa Aleyhisselâma karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman îmân etmiş. Gerçi, sekerat vaktinde o îman makbul değil. Fakat o makbul olmayan îmana, îmanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavun’un bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünkü: Firavunların tenâsuh mezhebine göre saadet-i uhreviye yerine, şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâkî kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaât getirdiklerinden; o Firavun’un o zâhiri ve makbul olmayan îmanına mükâfat vermekle beraber, onların tenâsuh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu Âyetin bir mucizesi olarak, o gark olan Firavun’un cesedi aynen bulunmuş. Şimdi Londra’da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar…”

Aziz Kardeşlerimiz,

Risale-i Nurun bu husustaki cevaplarının bir kısmının hülâsası burada bitti.

Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve esasatını havî olan Arabî Mesnevi-i Nuriye, üç yüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha, Medresetüzzehranın büyük kardeşi olan Câmiülezhere bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bâzı münafıkların iliştikleri bir nevi hakaika tam cevabı Arabî Mesnevi-i Nuriye’de ve sizin kütüphanenizde mevcut bulunan Risale-i Nurun diğer cüz’lerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile, Risâle-i Nurun umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risâlesini de size gönderiyoruz. Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve îmaniyede ihlâsla muvaffakiyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz…

Elbaki Hüvelbâki

Medresetüzzehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylân, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr(80)”

(80) Konferans Risalesi son kısmı

2052

MÜTFERRİK HADİSELER – 8

ÜSTAD’IN VEFADARLIK VE KORUYUCULUĞU

Hazret-i Üstad’ın -şu yazacağımız- talebelerine karşı vefadarlık, samimiyet ve koruyuculuğu hususunda gösterdiği alî-cenab hasletler -herşeyinde, her halinde olduğu gibi- ulvi şan ve yüce nişanlarla müzeyyendir. Onun hayatı serapa bu yüce insanlık ulvî hasletinin vefadâr levhalarıyla lebalebdir. Bilhassa kendi talebelerine karşı, hususan hayatının yarısından sonra teşkil ettirdiği Risale-i Nur şâkirtlerine karşı, hele hususî hizmetinde bulunmuş zatlara karşı bu vefadarlık, sadakatkarlık ve koruyuculuğu kemalin zirvesindedir.

Evet Hazret-i Üstad, İhlas Risalesinde kaydettiği gibi; “Mesleğimiz haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder…” düsturunu herkesten daha çok ve en evvel kendi hayatında yaşamıştır. Risale-i Nurun en küçük bir talebesini, hariçteki büyük velilere tercih ettiğini ve Risale-i Nurun fakir, işçi ve köylü ve az olan talebelerine  Eğer istemiş olsaydı bunların bir kaç misli dost ve dünyaca namlı, şöhretli ve zengin kimseleri bulmak mümkin iken- kanaat ettiğini, başkalarına bakmadığını söylemiş ve o hali yaşamıştır.

Evet Üstad’ın bu fedakarlık ve koruyuculuğu binler vakıa ve misallerle sabittir. Risale-i Nurda bu mesele yüzlerce defa beyan edildiğinden ona havale ederek, burada hususi şekilde meseleyi te’yid eden iki şahidin hatırası ve rivayetini kaydetmekle iktifa edeceğiz:

Birinci Şahid: Hazret-i Üstad’ın on iki senelik hususî hizmetkârı merhum Zübeyr Gündüzalp’ın bizzat bana anlatmış olduğu şu hatırasıdır: “Üstad’ımız Afyon hapsinden çıktıktan sonra, yeniden Emirdağ’a geldiğinde ben de yanında hizmetindeydim. Bir gün faytonla bir sabah faslında Emirdağ’ın haricine çıkıyorduk. Bir köprünün tam yanına geldik. Burada bir adam önümüze çıktı, geldi Üstad’ımızın elini öpdü.. ve “Hocam!” dedi. “Mehmet Çalışkan münafıklık yapıyor.. Size yanlış bazı şeyler aktarıyor..” der demez, Üstad’ımız öyle bir hiddetle, elini tabancaya atar gibi yaparak: “Seni şimdi gebertirim!. ” diye bağırdı.

Adam Üstad’ın bu hareketine karşı sapsarı kesildi ve tirtir titremeye başladı. “Sür faytonu!” dedi bana. öylece geçtik, gittik.

İkinci Şahid: Maraşlı Muhterem Mustafa Ramazanoğlu’dur:

Mustafa Ramazanoğlu’ndan nakledeceğimiz hatırayı; 1960 ihtilâlinde beraberce Sivas kampında bulundukları sırada, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı Hoca Efendi ondan duymuş, bize anlatmıştı. Ben Mustafa Ramazanoğ-

2053

lu’ndan tekrar mektupla sordum, kendisi bana rivayeti tashih ederek şu cevabı verdi:

“… Üstad Hazretlerini ilk ziyaretim 1950 yılında olmuştu. Huzur-u âlilerine girdiğimde elini öptüm, oturdum. Üstad: “Ben bugün ziyaretçi kabul etmiyecektim. İsminiz söylenince, içime sevginiz doğdu. Hemen getirin dedim.” dedi.

Nereden geldiğimi sordu. İstanbul’dan geldiğimi söyleyince; büyük bir çeviklikle yanbağ gelmiş halde iken, doğrulup karyolanın ortasına oturdu:

“İstanbul’da talebelerime işkence ediyorlarmış.. Şöyle, ne biliyorsun.” dedi. Ben, bir şey bilmiyorum efendim, bir şey duymadım.. dedim.

“Benim etimi cımbızlarla çeksinler, talebelerime dokunmasınlar!” dedi. Üstad bu sözleri söylerken tabii çok hiddetliydi.(81)”

BİR NOKTA

Bu münasebetle bir noktayı kaydetmek isteriz ki: Hazret-i Üstadın hizmetkârlığı, kâtipliği ve hususî muhataplığı ulvî şerefine nail olmuş herkesçe malum za’tlardan şayet bazılarının; akılları dünya işlerine ve dünyevî entrika, siyaset ve beceriklilik gibi işlere fazla ermese dahi, elbetteki o zatları bu ulvî şeref ve kemalden sakıt etmez. Hele politika, yani bir nevi gevezelik ve iki yüzlülük, palavra, mübalağa ve kurnazlık gibi işleri bilmemeleri ve yapmamaları onlara bir nakise değil, kemal ve fazilet kazandırır.

Hakikat böyle iken; bazıları, yarım yamalak dünyevi işlere ve alışverişlere akılları erenlerin ve bu gibi işleri biraz daha bilenlerin ve becerenlerin,  hususan yeni çıkmalarda- hademe-i üstad olan bu zatları beğenmemek tarzında izhar-ı fazilet ettiklerini duymaktayız. Hatta aleyhlerinde bayağı, pest isnadlarda bulunuyorlarmış: “Üstad’ın rızası hilâfına hareket ettiklerini, hatta ihanet ettiklerini”ilh.diye ileri sürüyorlarmış…

Bu gibi herifler ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler!.. Evlerini başlarına yıktıklarını, maneviyatlarını tar ü mar ettiklerini ve bir nevi hâricilik ve şialık tarzında hatalı, belki dalaletli bir yola saptıklarını bilsinler!

Evet, bu zatlar (yani Üstad’ın hususi hizmetkârları) birer beşer olarak bazı hatalar edebilir, sehivlere ve yanlışlara girebilirler. Lâkin onların üzerindeki Hazret-i Üstad’ın himmet ve duaları ve elbetteki manevî tasarrufları olduğu için; tezkiyesiz insanlar gibi pes-payeli menfaatlere, iman ve Kur’an ve ahiret zararına sapık mesleklere giremez ve katılamazlar….

Bu nokta-i nazardan bu zatları beğenmemek, aleyhlerinde bulunmak, hele gıybetle tenkid etmek; elbette Hazret-i Üstad’ı beğenmemek ve onun harekatını tezyif ve tenkid etmek çıkar…

(81) Hatıra Dosyası No: 34

2054

MÜTEFERRİK HADİSELER-9

HZ. ÜSTAD’IN ZEHİRLENDİRİLMELERİ

Hazret-i Üstad 1950 yılı içinde onbeşinci defa zehirlendirilmesinden başka; 1952, 1953, 1954 ve dahası vefatına kadar resmî yazılarında ondokuz defayı, fakat şifahî sohbetlerinde yirmi bir defayı bulan zehirlendirilmeleri olmuştur. Lahika mektuplarında geçen 1950’ye kadarki bu on beşinci defaya ek olarak, altı defa daha,Üstadın şifahî sohbetlerinde bu sabit olan zehir hadiselerinin belki tek tek zamanını ve keyfiyetini tesbit etmek mümkin olmıyacaktır. Bu altı defaki son zehirlenmelerin, Üstad’ın ifadelerinde üç dört tanesi sarih geçmektedir. Diğerleri ise zaman ve keyfiyet itibarıyla belli değildirler.

HAZRET İ ÜSTADIN ONALTINCI ZEHİRLENME HADİSESİ

29.1.1988 Cuma günü kardeşi İsmail Fakazlı’nın evinde İnebolu’lu İbrahim Fakazlı Cemaat huzurunda anlattı, Ahmed Aytimur da tasdik etti. Hadise şöyledir:

“Üstad Hazretleri 1952’de Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul Akşehir Palas otelinde kaldığı günlerde ziyaretine gitmiş ve Üstad’ın kaldığı odasının yanındaki bir odada bir kaç gün kalmıştım. Bir gün yemeğinden artan bir kaç köftesini bir sefer tasında ağzı kapalı şekilde pencerenin saçağına bırakarak yatmış. Sonra geceleyin o köftelerden bir iki tanesini yemiş ve zehirlenmişti. Gece yarısı beni kaldırdı. Üstad’ın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözlerinin içine kadar kızarmıştı. Bana “Ziya ve Abdulmuhsin nerdedirler.”dedi. Dedim efendim Süleymaniye’ye gittiler. “Git, acele çağır gelsinler” dedi. Acele gittim, Ziya’yı Süleymaniye’de uykudan kaldırdım getirdim. Üstad hiddetle Sefer tasının kapağının nerede olduğunu sordu ve “Benim yemeğime zehir katmışlar” dedi. Biz gittik, dışarıya bakan penceresinin altındaki bahçeye baktık, aradık, kapağı bulamadık. Oradan da pencereye kadar çıkmanın hiç imkânı yoktu.

Sonra Üstad bana: “Git otelde yatanların isimlerini tesbit et!” dedi. Ben efendim bunu ben yapamam dedim. Sonra Üstad otelciyi çağırttı. Otelde yatanları tesbit etti. Sonra bize dedi ki; “Edirne’den hususî bu iş için gelmiş adamlar benim yemeğime zehir katmışlar” ve o adamları çıkarttı, yanına çağırdı. Onlara nasihat etti. Sonra bize dedi ki: “Bu işi yapanlar Ermeni Taşnak komitesine mensub olup, Edirne’den hususi şekilde bu iş için gelmişler” Ahmed Aytimur da aynen tasdik etti.

Onyedinci zehir hadisesi;İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesinden döndüğü aylarda vaki’ olduğu anlaşılıyor. Zira, 1 Nisan 1952’de Emirdağ’da yazmış olduğu bir mektubunda şöyle diyor:

2055

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Seksen sene bir manevî ömr-ü baki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i Rağaibinizi ruh-u canımızla tebrik ve her bir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i ilâhiyyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakiyetinizi dahi tebrik ederiz.

Saniyen: Tesemmüm (82) vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti benim hakkımda bazı hakaikin keşfine bir ni’met ve merhamet hükmüne geçtiği ve anahtar olduğuna, bana çok acımamak için haber veriyorum.

Fakat yine duanızı ruh-u canımla rica ediyorum(83)” …

On sekizinci zehir hadisesi; Kuvvetli tahminlerle 2.9.1953’de kadir gecesinde olmuştur. Barla’da bir kadir gecesinde kaleme alınan mektubunda bu onsekizinci zehir hadisesini Hazret-i Üstad şöyle izah eder:

Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Âlem-i İslâmda Leyle-i Kadir telâkki edilen bu Ramazan-ı Şerifin Yirmiyedinci gecesinde bir nevi tesemmüm ile, şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istilâ eder gibi, manevî bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve manevi iki dehşetli hastalık içinde şefkat hissiyle bütün zihayatların elemleri hatıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elim bir halet-i ruhiyeyi hissettim. Bununla beraber seksen küsûr seneye varan ömrümün sonunda seksen sene bir manevi ibadeti kazandıran en son Leyle-i kadrime layık çalışamayacağım diye sabık iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli hazin bir me’yusiyet içinde asaba gelen ve nefs-i emmarenin vazifesini gören bir elim his beni ezdiği zamanda, ayet-i hasbiyenin bir sırrı imdadıma geldi; bu hastalığı izale edip, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, hilaf-ı me’mul bir tarzda dayandım. Bu üç hastalığıma da, böyle üç merhem sürüldü.

Maddi hastalığın, Hastalar Risalesinde isbat edildiği gibi, bir saat hastalık, sâbir ve mütevekkil insanlara hiç olmazsa on saat ve leyle-i kadir de ise, daha ziyade ibadet hükmüne geçtiği gibi, benim bu leyle-i kadirdeki hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım leyle-i kadirdeki hizmetin yerine geçmesiyle tam şifa verici bir merhem oldu.

(82)Eğer bu hadise, İstanbul Akşehir Polas okelindeki zehirlenmesinin devamı ise, o zaman sıra onaltıncıdır. A.B.

(83)Emirdağ-2 Fotokopi asıl S: 47

2056

Ve bütün zihayatın hastalık ve elemlerinden şefkat sırrıyla bana gelen teellüm marazını; Rahimiyet-i İlâhiyyenin tecellisiyle, yani o mahIukları yaratanın şefkat ve rahimiyyeti ve rahmeti tam kâfi olmasından onların elemlerini, onlar için bir nevi lezzete veya mükâfata çevirdiğinden o rahmet-i ilâhiyyeden daha ileri şefkati sürmek manasız ve haksız olduğundan o şefkatten gelen elemi bir manevî sürura çevirdi. Yalnız merhem değil belki şifa verdi.

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar manevî bir hazineyi kaybetmekteki manevî eleme karşı; Nurun hâs şâkirtlerinin her birisi şirket i maneviye sırrıyla umum namına dahi dua ile ve a’mal-i saliha ile çalıştıklarından, hem Elhüccetüzzehra’da hem Nur anahtarında izah edilen teşehhüdde ve fatihada bütün mevcudat ve zihayat cemaatının dualarına ve tevhiddeki davalarına iştirâk suretiyle; hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübarekât ve tebrikât.. Havadan şükür ve ibadetin temessülleri ve nur unsurundan maddî ve manevî tayyibatlar, güzellikler tarzında, teşehhüdde ve fatihada kâinattaki bütün ni’metlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlûkatın, hususan zihayatların küllî ibadetleri ve bütün istianeleri.. Ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın yolundan gidenlere manevî refakat etmekle onların dualarına ve da’valarına tasdik suretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi. Gayet hasta, zaif, me’yus bir halde cüz’î bir hizmet edememekteki manevî elim hastalığıma öyle bir tiryak oldu ki; ben hakikaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda en zevkli ve lezzetli evradımda bulmadığım bir manevî süruru hissettim ve hadsiz şükür edip o dehşetli hastalığıma razı oldum.

اَلْحَمْدُ ِللهِ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ فِى كُلِّ زَمَانٍ dedim.

Elbaki Hüvelbaki Kardeşiniz

SAİD-İ NURSİ” 

Çok hasta Üstad’ımızın hizmetinde bulunan bizler (Yani Sıddık Süleyman, Tahiri, Zübeyr, Ceylan, Bayram) o hastalığa ait bu yazı münasebetiyle, Üstad’ımızla beraber umum kardeşlerimizin bayramlarını ve leyle-i kadirlerini tebrik ediyoruz. Üstadımız diyor ki: “Benim kanaatım var ki; benim âfiyetim için mübarek kardeşlerimin ettikleri dualarının makbuliyetinin bir neticesidir ki; böle acib bir hal, garib bir tarza döndü.(84)”

(84) Emirdağ-2 aslı Hüsnü Bayramoğlu Defteri S: 28

2057

Ondokuzuncu zehir hadisesi: kuvvetli tahminlere göre 1954 veya ellibeş yıllarında olmuştur. Bu hususta Üstad’ın hizmetkârları Üstad’ın emriyle şöyle bir mektup neşrettiler:

“Çok hasta Üstad’ımız hakkında haber aldık ki; gizli bir dinsiz komite çok para ile, hatta bir vakit kırk bin banknot ile Üstad’ımızı imha etmek için sarfetmek teşebbüsünü, onbeş sene evvel kat’î haber aldığı vakit, Üstadımız dedi: “Hıfz-ı ilâhî, inayet-i ilâhiyye bize kâfidir. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar.”

Onlar pek acib vasıtalarla on sekiz(85) defa zehirlemeye çalıştıkları halde, Cenab-ı Hakk’a şükür hıfz-ı ilâhî onu kurtardı. Fakat çok zaman sonra Üstadımız hissetti ve işitti ki; bazı dostlarına bir rüşvet ile beraber, kendini dost gösterip düşmanlık suretinde, güya bir cihette Üstad’ımıza bir fayda verecek gibi bazı hâs dostlarını ve o dostların akrabasına büyük bir yekûn bahşiş verilmeye teşebbüsler var.

Üstad’ımız bu şeyi hissetmesiyle dedi: “Bu fedakâr talebelerim ve dostlarım ruhlarını, dünya menfaatlerini benim için feda ediyorlar. Ben de bir iki sene hastalık musibetleri kabul edceğim…Ta o fedakâr talebelerimin hayatları yirmi sene o bahşişle fayda görsün!..”

Birden kalbine ihtar edildi ki; ve yüz hadise ile ispat oldu ki; Risale-i Nura zarar vermek niyetiyle büyük bir maksud hatırı için bir kusur olduğu vakit, aks-i maksudu ile tokat yedikleri muhakkak olmasından , O büyük bahşişler, düşmanlar tarafından gelen o büyük mallar aks-i maksadla netice verdiğinden; yani o aldığı bahşişin on misli dünyada da zarar göreceği muhakkak olduğundan; Üstad’ımız o fedakârlıktan vazgeçti ki, dostlarına, hâs kardeşlerine zararlar, tokatlar gelmesin. Onun için “A’zami dikkat ediniz, çok dikkat ediniz!” diye mükerreren emretti.

Tahiri, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Hüsnü (86)”

Ondokuzuncu veya yirminci zehir hadisesi:

Lahikalarda tesbit edilen ve sarihan yazılan ondokuz defa zehir hadiseleri, sıraya koyduğumuz tertibe göre sonuncusu, kuvvetli tahminlerle 1956 yılında olmuştur. Bu hadise hakkında Hazret-i Üstad’ın ihbarı şöyledir:

(85)Eğer “onsekiz defa” cümlesi bu mektuptaki hadiseden hariç ise, sıra doğrudur. Bununla tam 19 oluyor. AB.

(86)Emirdağ-2 asılları yeşil defter S: 30

2058

Aziz Sıddık, fedakâr halis muhlis kardeşlerim.. Ve hizmet-i Kur’aniyede hakikî, ciddî, metanetli arkadaşlarım!

Size gayet ehemmiyetli bir halimi ve dehşetli bir zahmet, fakat inayet-i ilâhiye ile büyük bir rahmeti tazammun eden zahiri bir hastalığım, manevi bir istirahat ve bir tamam-ı vazifeye bir alâmet olarak bir hastalığımı beyan ediyorum. Şekva değil, teşekkür ediyorum. Fakat sizden tahammülüm için dua istiyorum. O halet de şudur:

Ben kelimatı konuşurken, birden manevî bir men’ gibi şiddetli bir hararet başlıyor. Hatta eskide günde bir iki defa su içerken, şimdi yemeği pek az yediğim halde, yirmi otuz defa su içmeye mecbur oluyorum. Hatta iki gün evvel pek şiddetlendi. Ben bir tesemmüm zannettim. Hatta bir vehme binaen, yanımdaki kardeşlerime ifşa ettim. Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i ilâhiyeden rica ettim. Birden kalbime geldi ki, ekser hayatımdaki zahmetlerde bir inayet ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi, inşaallah bunda da o cilve-i rahmet var ki; cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları; vazifenin tamam olmasına ve istirahatına rahmet-i ilâhiyyeye bir vesile oldu ki, geçen sene İşarât-ül İ’caz tefsir-i Arabî’yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Cinnî ve insî şeytanlar beni susturmaya desaisleriyle çalıştıkları halde, rahmet-i ilâhiye hem İşarat-ül İ’caz’ın, hem Mesnev-i Arabinin Türkçesini ihsan ettiğinden; ve Risale-i Nur da  ekseriyet itibarıyla- kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından bu tedris vazifemde bana istirahat ve tebrik nev’inden bir ihsan-ı ilâhî olarak bu acib hastalık benim istirahatıma medar oldu.

Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler belki yüzbinler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı ilâhî ile Risale-i Nur başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.

فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Gavs-ı Geylanî’nin (K.S) kerametkarâne cilvesi en dehşetli zaman gibi, bunda da aynı hakikat olduğu görüldü. Hem azamî ihlasın zedelenmemek

için, şimdi düşmanlar da dostlara inkılâb ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak; Bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fanî meyvelerine vesile olabilir. O vakit a’zamî ihlâs ki hiç bir şeye alet olmıyacak, hem vazife-i ilâhiyyeye karışmamak için, kader-i ilâhî hakkımdaki bu şiddetli halete -aleyhimde değil, lehimde olarak- fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlâd kabul ettiğim küçük evlâdları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum.

Elbaki Hüvelbaki

Said-i Nursi

2059

Üstad’ımızın bu hastalığı gösteriyor ki, gizli dinsizler konuşturmamak için bir ilâç bulmuşlar, yedirmişler. Elhasıl Üstad’ımızın müsafahadan, sohbetten ve konuşmaktan men’edildiğini biz de görüyoruz.

Üstad’ımızın hizmetinde bulunan

Tahiri, Zübeyr, Ceylan, Hüsnü, Bayram(87)”

Kesin tarihli olanlarından tesbit edebildiğimiz ondokuzuncu veya yirminci zehirlendirilme hadiseleri böyle cereyan etmişler…ve daha yirminci ile yirmibirinci defalar…

Demek ki, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın hayatı boyunca gizli zındık düşmanlar onunla her sahada uğraşmaktan fâriğ olmamışlardır. Lâkin Hazret-i Gavsin manen verdiği te’minat, kemaliyle tahakkuk etmiş, hicrî hesaba göre tam seksen yedi sene aziz bir ömür içinde hayatı devam etmiş, nihayet kendi ecel-i mevudiyle rahat döşeğinde vefat ederek mele-i a’laya uçmuştur.

MÜTEFERRİK HADİSELER-10

VASİYETNAMELERİ

Hazret-i Üstad ilk vasiyetnamesini 1945 yılı başlarında Emirdağ’da zehirlendiği günlerde yazmıştı. 1950’den önceki bu ilk ve birinci vasiyetnamesinden sonra bir iki vasiyetname daha yazdı. Fakat 1950’den sonra, vefatına kadar peş-peşe bir kaç vasiyetname yazdı. Vasiyetnamelerin hepsi Risale-i Nurun hizmeti ve tarz-ı neşriyatı, sevk ve idaresiyle ilgilidir. Şahsî bir meselesi evlad u iyal endişe’si, akrabalar için telâşı veya o vasiyetlerde bu gibi şeylere işaret edici hiç bir şey yoktur. Hayatının semeresi olan bir tek Risale-i Nuru ve onun vasıtasıyla başlatılan ve inkişaf ettirilen ve Allah’ın izniyle dünya çapında te’sirat yapan ve edecek olan Kur’an ve imana hizmet meselesi vardır. Risale-i Nuru da Kur’anın mirî malı, Nur cemaatının hizmet ve proğramının malı ve nihayet yine Nurun malı olarak bilmiş, öylece hareket etmiş, davranmış ve vasiyetlerde bulunmuştur.

Hazret-i Üstad’ın umum vasiyetnamelerini içine alan bir kitapçık tarafımızdan 1963 yıllarında teksir edilmiştir. Üstad’ın 1953’lerden sonraki vasiyetnameleri, daha çok -Vefatından sonra- kendi tarzının muhafazası, yani hizmet şeklinin sevk ve idaresi ile ilgili tarzının muhafazası cihetinde sudûr etmiştir. Yani Risale-i Nur hizmetinde, neşriyatında ve en mühimmi de hayatını Nur hizmetine vakf eden talebelerinin tayinat işlerinin yerli yerince verilmesi işinde çok ısrarlı şekilde vasiyetler etmiştir. Onun tarzının idamesinin hikmetleri ve faydaları hakkında bir nebzecik yukarlarda temas edilmiş olduğundan burada tekrarına lüzum görülmedi.

(87) Emirdağ-2 S: 198

2060

Üstadın 1945’te yazdığı vasiyetten sonra, yazdığı 2. vasiyetnamesi

Bayram Yüksel Ağabeyin anlattığına göre, 1954 lerden sonra Hazret-i Üstad birinci vasiyetnamesini Yalvaç yolu üzerinde bir dere kenarında, sögüt ağacının altında yazdırdı ve ayrıca bize şunları demişti:

“Evlâdlarım, bu vasiyetimi bir ihtara binaen yazdırıyorum. Ben size vasiyet ediyorum ve bunu da kaleme alın: Nasıl Gavs-ı A’zam Cenab-ı Allah’tan biraz ömür istemiş, Cenab-ı Hak da uzatmış.. Ben de Nurlar matbaalarda basılıncaya kadar Cenab-ı Allah’tan ömür istedim(88) ve hadsiz şükür olsun bunları da gördüm…(89)”

Bayram Ağabeyin bu ifadesine göre, birinci vasiyetname tahminen 1958’lerde yazılmıştır. Bayram Ağabeyin bahsini ettiği ve 1954’den sonra birinci vasiyetname olarak nitelediği vasiyetnamenin mahiyeti, daha çok kabrinin durumu ile ilgilidir.

Ancak Emirdağ-2 lahikası kitabında kaydedilen birinci vasiyetnamenin 1956 yılında yazıldığı anlaşılmaktadır. Onun mevzuu da Risale-i Nurun sermayesi ve Nurun neşri hakkındadır. Aynen şöyledir:

“Üstadımızın vasiyetnamesi

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nurun şahs-ı manevîsinin sermâyesini, kendilerini Risale-i Nurun hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar bir kaç senedir ta’yinatları verilen Nur talebeleri haslara malûm olmuş.. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris; ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım… Tesanüdü de muhafaza etsinler.

Evet bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum. SAİD-İ NURSİ(90)”

İKİNCİ VASİYETNAMESİ:

Bu da Bayram Ağabeyin bahsini ettiği vasiyetnamenin iki üç şekilde kaleme alınmış, kabri hakkındaki vasiyetnamesidir. Bunu Hazret-i Üstadın vefat faslında kaydedeceğimizden buraya dercetmedik. İstiyenler Emirdağ 2 sahife: 169, 172 ve 173. sahifelere bakabilirler.

(88)Bayram Ağabeyin bu rivayetini tasdik eden Üstad’ın 1950 yılı içinde kaleme almış, olduğ’u bir mektubundan şu sözleridir: “… Gerçi hâs kardeşlerim her birisi mükemmel bir Said’ hükmünde Nura sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüdde bulunduğundan ve meşreblerin ihtilâfı ile-hapiste olduğu gibi- bir derece tesanüd kuvveti sarsılmasıyla, hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen; Bu biçare ihtiyar, hasta hayatım; Ta Lem’alar, Sözler mecmuası da çıkıncaya kadar… O hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum” (Emirdağ-2 S: 12-15 )

(89)Son Şahitler-1 S: 420

(90)Emirdağ-2 S: 169

2061

ÜÇÜNCÜ VASİYETNAMESİ:

Bu vasiyetnamesinde ise, Hazret-i Üstad kendi tarzının muhafazası ve ta’yinat işlerinin sıhhatli yürütülmesi için, daha çok kendi yanındaki hizmetkârları ve ayrıca da Hüsrev, Nazif, Tahiri ve Mustafa Gül’ün de nezaretleri altında onları vekil nasbediyor.. Ve vasiyet ettiği tarzda hizmetinin yürütülmesini emrediyor. Bu vasiyetnamenin metnini de buraya almıyoruz. İstiyen Emirdağ-2 sahife 187’ye bakabilir.

DÖRDÜNCÜ VE EN SON VASİYETNAMESİ

Bu vasiyetname kuvvetli tahmin ile 1959 yılı içerisinde yazılmış olsa gerek.. Yine ta’yinat ve neşriyat işine ve kendi hizmet tarzının muhafaza edilmesine ehemmiyet veriyor ve onu vasiyet ediyor. Aynen şöyledir:

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilân ediyorum:

Benim şahsım itibarıyla vazife-i nuriyeyi yapmaya liyakatım kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddit tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıklı şimdiki hayatta kalmak tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de, zahiri hayatımda ölmüşüm gibi… diye bu vasiyetimi yazıyorum.

Halık-ı Rahman ve Rahime hadsiz şükür olsun ki; bundan altmış yetmi sene evvel, hilâf-ı adet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber; Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine ta’yinlerini kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayin(91) kabul edip, mütebakî talebelerine bazen yirmi otuz talebesine ta’yin verdiğinde, ilmi vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisad ve kanaatla o zaman muvaffak oldukları gibi, Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin tayinlerini neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. A’zamî ihlâsı kırmamak için Risale-i Nur hâs talebelerinin ta’yinlerine hususan nafakasını tedarik edemiyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nurun satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nurun hakkı olduğu cihetle, şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (Biçare Said’in) içinde hiç bir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nurun kıymettar hasiyeti ve şakirtlerinin şahs-ı manevisinin kemal-ı sadakatı bu manevî Nur bayramına vesile oldu.

(91) Hazret-i Üstad Bitlis’ten Van’a ilk geldiği ve medresede tedris vazifesine başladığı günlerde, evvelâ evkaf dairesinden bazı yardımları vali Hasan Paşa’nın ısrarıyla kabul etmiş olduğuna işaret etmek istediği anlaşılıyor. A.B.

2062

Şimdi bütün talebelerim fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup; bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahiri, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekil olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale – i Nurun satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nurun malıdır. Said de bir hizmetkârdır.

Hayatta ta’yinini alabilir. Hatta bu günlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi; iki üç sene Nur sermayesinden ta’yinini vermek kat’î niyet ederken; belki bazılarını bazı maniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

SAİD-İ NURSİ

Haşiye: Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî (R.A.) Risale-i Nur’a ve müellifine işaret ettiği keramet-i gaybiyesinde bir fıkrada تَعٖيشُ سَعٖيدًا diye maişet hususunda saadetle yaşıyacağını ve en mes’ud olacağını haber vermiş. Halbuki Üstad’ımızın fakr ve istiğnasını şimdiye kadar zahiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı A’zamın bu ihbar-ı gaybîsi Üstad’ımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki; küçüklüğünde, daha on beş yaşında iken, amcasının çorbasını içmezdi. Minnet altına girmezdi.. Ve ders verdiği eski talebelerinin maişetini de kendisi der-uhte ederdi. Aynen şimdi de elli altmış talebesinin ta’yinlerini vermesi o gaybî ihbarın tam tahakkuk ve tezahür ettiğini göstermiştir.

Tâhiri,Sungur,Ceylan(92)”

MÜTEFERRİK HAİSELER -11

BARLA GÖLÜNDE HARİKA DURUM

1954 yılının Kurban bayramında Hazret-i Üstad’ın Eğridir’den Barla’ya bir deniz seyahati yaptığı esnada, deniz çok acib bir fırtına ile motorlu kayığı batırma hali yüzde yüz görünmekte olduğu halde, harika bir hıfz-ı ilâhî ile kurtulmaları ve sağ-salim karşıki sahile ulaşmaları hadisesidir. Hazret-i Üstad bu hadisenin harikalığı ve ehemmiyetine binaen onu bir mektupla talebelerine bildirmiştir. Bizdeki el yazma Hüsnü Ağabeyin hususi lahika defterinde bu mektubun başında: “Kurban Bayramı 1373” diye yazmaktadır. Mektubun yazılışı ve o hadisenin görgü şahitlerinin ifadeleri hakkında Son Şahitler-2 kitabında da tafsilat geçmektedir. Üstad’ın mektubunu kaydettikten sonra şahitlerin ifadelerini de yazacağız inşaallah…

(92) Emirdağ-2 S: 204

2063

Hadisenin icmalini bildiren Hazret-i Üstad’ın mektubu aynen şöyledir:

Aziz kardeşlerim!

Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir’den Barla’ya giderken, denizin dehşetli emsalsiz fırtınası; leyle-i kadirdeki dehşetli hastalık gibi(93) zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaş ile beraber şehid olmak, yedi ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nurla alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda, Risale-i Nurun gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş planından kurtulmasına bir işaret olarak, o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remzi ile; o rahmet-i ilâhiyeden gelen emr-i Rahmaniyi imtisalindeki iştiyak ile, yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i ilâhiyi gayet heyecanla ve iştiyak ile ve acelecilik ile yerine getirmek için; bir şefkat tokadı nev’inden nur talebeleri olan bizim başımızı tokadıyla, yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı. Biz bu haleti zahiren hiddet, manen şefkatkârane okşamak nev’inde gördük.

Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel, hiss-i kabl-el vuku’ ile, hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şah-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de Velî hükmünde olmasından, altı arkadaşıma acımadım, Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım.

O kayığın makinası bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için fayda vermediği ve denizin mevceleri de pek büyük evler gibi kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve saliman sahile çıktık, Elhamdülilahi ala külli hal dedik.

Said-i Nursi(94)”

Şimdi de Üstad’la beraber aynı seyahatte ve kayıkta bulunan Eğridirli Demirci Salih namıyla anılan zatın hatırasını ve ifadesini dinliyoruz:

(93)Bu ifadeyle,zehirlenme hadisesinde kaydedilmiş leyle-i kadir hakkındaki mektupta ifade edilen vaziyet ile, bu hadise aynı senenin Kurban Bayramı’nın 2. gününde olmuşsa 25.12.1953’de vaki olmuş olabilir. A.B.

(94) Emirdağ-2 asıl mektuplan Hüsnü Bayramoğlu defteri S: 46

2064

“O günü Hazret-i Üstad Eğridir’de idi. Isparta’ya gitmek istediği halde, araba bulunamamıştı. Ben ve rahmetli Ali Savran, Şakir Çağlar ve benim kayınpederim Bahri Çağlar’ın ağabeyisi de beraberce Üstad’la beraber Isparta yerine Barla’ya gitmek için bir kayık bulduk ve yola düştük. Fakat üstad Hazretleri o günü çok hiddetli ve telâşlıydı. Bize araba bulmadığımızdan dolayı kızıyor ve bir nevi istemiye istemiye Barlaya motorla gidiyorduk. Yanımızda benim iki yaşındaki Said isminde küçük oğlum da vardı. Kayığa bindik, biraz ilerledik. Birden bire fırtına ile göl kaynamaya başladı. Deniz büyük dalgalarıyla bizim küçük kayığımızı oyuncak top gibi, bir havaya bir dibe çıkarıp indiriyordu. Her an batma tehlikesi içinde, şiddetli yağmurdan ve dalgaların suyundan sırıl sıklam olmuştuk.

Biz artık her an ölümü beklemek içinde iken, Hazret-i Üstad ise, gayet rahat ve fütûrsuz şekilde dualarını okumaya devam ediyordu. Bizim her tarafimızdan su akarken Üstad’ın üzerine tek bir damla dahi su düşmemişti. Herkes bağırıyor, tekbir getiriyor, korkudan titriyorken; Hazret-i Üstad’da hiç bir telâş ve korku eseri yoktu.

Denizin fırtınalı dalgalarından kayığımızın sağa-sola sallanmasıyla, başımız adam akıllı tutmuştu. Kımıldayacak halimiz ve tahammülümüz kalmamıştı. Hafiften bazen Hazret-i Üstad’a bakıyor ve içimden diyordum ki; nasıl olsa Üstad kurtulur. Amma biz denizin dibini boylıyacağız derken, Allah’a şükür kavisli bir sahile yanaştık. Liman, meğer Bedre iskelesi imiş, iskeleye yanaştık ve Allah’a hamdederek dışarı çıktık.(95)”

MÜTEFERRİK HADİSELER -12

ZİYARETÇİLER VE HAZRET-İ ÜSTAD

Hazret-i Üstad eskidenberi kendisinde fıtraten mevcud olan merdümgirizlik, uzlet, istiğna ve fuzûli sohbetlerden kaçmak ve herkesi her zaman ziyaretine kabul edememek haleti, bilhassa 1953’den sonra daha da şiddet kesbetmişti. Risale-i Nur hizmeti haricinde ve onun tedbir ve istişareleri dışında, şahsî ve hususî ziyaretçi pek kabul edemiyor, beyan-ı ma’zeret ediyorlardı. Şayet istemediği halde, bir nevi mecburiyet tahtında ziyaretçi kabul etse de, çok rahatsız oluyordu. Bu meselede, ziyaretçi her zaman kabul edemeyişinin hakikatını beyan eden bir kaç defa ve aynı manalarda yazılar kaleme almıştı. Hatta bu yazılardan bazılarını dış kapısının arkasına astırıverirdi.

(95) Son Şahitler-2 S: 82

2065

Hazret-i Üstad’ın ziyaretine kabul edemediği kimseler içinde bazen mühim ve meşhur şahsiyetler, hatta ünlü alimler de bulunabiliyordu. Bu durum bazılarınca, güya bu işi, yani bazen ziyaret ettirmemeyi Üstad’ın hizmetkâr ve talebelerinden biliyorlardı. Hatta bazı ünlü zevat, Üstad’ın hizmetkârlarını ittiham edici dedikodularda da bulunabilmişlerdi. Bunun üzerine hem Hazret-i Üstad, hem de onun hizmetkârları yine onun emri ve malûmatı dahilinde bu meseleyi açıklayıcı bazı yazılar neşrettiler. İşte zaman zaman yazılıp neşredilen ve lahikalar dizisine dercedilmiş olan mektup ve yazıların sırasıyla durumu şöyledir: (Bunlar sadece 1950’den sonraki yazılardır. Ondan önce de Barla’da, Emirdağ’da benzeri yazılar yazılmıştır.)

BİRİNCİ YAZI: 7.11.951’de yazılıp neşredilen Üstad’ın şu yazısıdır:

“Ziyaret etmek ve görüşmek istiyenler bu mektubu görsün ve görüşmediğimden gücenmesin:

Şimdilik görüşmediğimin üç sebebi var(96):

Birincisi: Mahkemelere gitmemek için doktorlar rapor(97) vermişler ki; Bunun (Said’in) insanlarla görüşmeye tahammülü yoktur. Raporu tekzib etmemek için şimdilik sabretmek lâzım.

İkincisi: Yirmi yedi senedir ehl-i siyaset beni tazyik ediyor. Bir bahaneleri de “İnsanları başına topluyor” diyorlar. Ben de bu yeni mübarek Eskişehir’e geldim, resmî adamları o eski asılsız vehme ve bahaneye düşürtmemek için şimdilik zaruretsiz görüşmüyorum.

Üçüncüsü: Yirmi sekiz senedir mütemadiyen tarassud ve tecessüs ile halkları benden ürkütmek, hatta hapislerimde tecrid-i mutlakta bıraktıkları için, insanlarla görüşmekten bana sıkıntı geldi.

Dördüncüsü: Otuz beş senedir Euzübillahi mineşşeytani vessiyaseti diye hayat-ı içtimaiyeye, hususan hayat-ı siyasiyeye mümkin olduğu kadar karışmamak, bakmamak bir düstur-u hayatım olduğundan, insanlarla dünyevî sohbetlerden sıkılıyordum. Yalnız imana ve hakikata ait bir sohbet-i ilmiye edebilirdim. Yoksa bana sıkıntı veriyor.

Beşincisi: Benimle görüşenler benim haddimden ziyade hüsn-ü zan etmek bana ağır geliyor. Cenab-ı Hakk’a şükür, kendimi beğenmiyorum.

(96)Mektubun başında üç sebep göstereceğini yazmışken, bir hikmete binaen bunları altıya çıkarmıştır. A.B.

(97)Hazret-i Üstad hem Gençlik Rehberi mahkemesine, hem Samsun mahkemesine gitmemek için Emirdağ, Eskişehir ve İstanbul’dan müteaddit doktor raporları aldı. Amma Gençlik Rehberi mahkemesine ve ayrıca Samsun mahkemesine gitmek üzere İstanbul’a gitmeye mecbur kalmıştı. A.B.

2066

Benim şahsımı beğenenleri de beğenmiyorum. Çünki beni ya tasannu’a, ya riyaya sevketmek için kuvvetimden fazla manevî bir yük yüklüyorlaır.

Altıncısı: Müteaddit defa zehirlendiğim için -hususan bu son zehir pek ziyade sinirlerime, âsabıma te’sir etmiş- az bir şey ile müteessir oluyorum. Gayet ihlâs ve samimiyet ve uhrevî bir niyetle, yahut zaruri bir hizmet için olmazsa, ruhum istiskal ediyor. Onun için benimle görüşmek istiyen kardeşlerim sıkılmasınlar. Şimdilik görüşmediğime bedel, Risale-i Nurla görüşsünler. Benim has talebelerim ki -onlara birer genç Said namını vermişim- Benim bedelime onlar görüşsünler

SAİD-İ NURSİ(98)”

İKİNCİ YAZI: Zann-ı galible ve herhalde Isparta’da 1955 veya 956 yıllarında yazılmış Üstad’ın bir mektubu da Şöyledir:

“Üstadın ziyaretçilere dair bir mektubu(99)

Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:

Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassud ve taarruza maruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve manevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem manevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, manevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek; hususan başka yerlerden musafaha etmek için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir, Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum, manen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi, bir ihsan-ı ilâhî olarak bana manevî hediye gibi olan sohbetten, zaruret olmadan men’ edildim. Bazı beni hasta eder. Maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit, beni hasta ettiği gibi… onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.

Risale-i Nuru okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek; ahiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek manasızdır. Ahiret, iman, Kur’an için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmıyacak… Hususan tarihçe-i hayattaki mektuplar…

(98)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 69

(99)Mezkür yazıyı,1955 ekiminde Üstad’ın ziyaretine gittiğim zaman, Isparta’da kapısının iç arkasında asılı görnıüştüm. A.B.

2067

Hatta hizmetimdeki hâs kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nurun fütuhatına ve neşriyatına ait bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek câiz olabilir ve bana sıkıntı vermez.

Bu noktayı bilmiyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki: Bir kaç senedir ceridelerle ilân etmişim ki; Benimle görüşmek istiyenleri, hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri hususî dualarıma dahil ediyorum, her sabah da dua ediyorum. Onun için gücenmesinler.

SAİD-İ NURSİ(100)”

ÜÇÜNCÜ YAZI: Ziyaretçiler hakkında, bir de Hazret-i Üstad’ın emriyle yanındaki hizmetkârların neşrettikleri bir yazı da şöyledir:

Üstad’ımızı ziyarete gelip de görüşemiyenlerin ve biz görüştürmeden gidenlerin hatırları kırılmamak için; Üstadımızın gizli harika bir ahval-i ruhiyesini beyan etmeye mecbur olduk. Hatta bugün bir parça dikkatsizlik ettiğimizden, gayet çok muhtaç olduğu hizmetimize nihayet vermek niyet ettiği halde, şimdiki yazacağımız şey hatırına geldi, bizi de affetti, helâl etti. İşte hakikat budur:

Biz de kat’iyen anladık ki; Üstad’ımız ekser hayatını tecerrüdle geçirdiği gibi, bütün hayatında hediyeleri kabul etmemek ve mukabilsiz hediyeler onu hasta etmek gibi; şimdi hürmet ve dostluk cihetiyle onunla görüşmek ona gayet ağır geliyor. Hatta mükerreren biz de anladık; müsafaha etmek, elini öpmek, kendisine tokat vurmak gibi ruhen müteessir oluyor ve ona bakmaktan, dikkat etmekten de şiddetle müteessir oluyor. Hatta hizmetinde biz bulunduğumuz halde, zaruret olmadan bakamıyoruz. Bunun sırr-ı hikmetini kat’iyen anladık ki; Risale-i Nurun esas mesleği hakikî ihlâs olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, riyakârlık, tasannu’ alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünki der:

“Benimle görüşmek istiyen eğer ahiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat’iyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar fayda veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise; o dünyayı şiddetle terkettiği için dünyaya dair şeyleri malayanî, vakti zayi’ etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nurun hizmetine, intişarına ait ise, bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evladlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi… Bana hiç ihtiyaç yok.”

(100) Emirdağ-2 S:155 Son baskı, Sh.187

2068

Uzun yerlerden, uzak memleketlerden gelenlerle beraber başka kardeşlerimizin de hatırları kırılmasın. Çünki on senedenberidir, her sabah okuduğu ve başkaları onu tevkil ettiği, evrad okumasında bağışladığı vakit der ki: “Ya Rab benimle görüşmek için gelip, görüşmeden dönenlerin defter-i a’maline de yazılsın:” diye ruhlarına hediye ediyor.

Üstad’ımızın bu halini kardeşlerimize beyan ediyoruz.

Elbaki Hüvelbaki

Hizmetinde bulunap Nur talebeleri(101)”

Kaydedilen bu üç yazı gibi bir kaç tane daha vardır. Bazılarını vasiyetnameler vesilesiyle, bazılarını da başka vesilelerle Hazret-i Üstad bu ziyaretçi hususunu çokça nazara vermiş ve hakikatını anlatmaya çalışmıştır. Lâkin her şeye rağmen Nur talebeleri duramamış, edememiş, hep üstadlarını görmek, ellerini öpmek, bir dakikacık olsun bile feyyaz ve nuranî sohbetinde bulunmak ve lem’alar saçan mübarek simasına bir an bakabilmek için çırpınmışlar ve yüzlercesi, binlercesi insan Üstad’la görüşmüştür. Hazret-i Üstad da ziyaretine kabul ettiği kimselerle -hastalık, ızdırap ve ihtiyarlığına rağmen- çok şefkatkârane müteveccih olmuş, iltifat etmiş ve bir baba ve evlâd veya kardeş hissiyle ve muamelesiyle gelenleri okşamış, iltifat etmiş ve kucaklamıştır. Allah ebeden razı olsun, amin.

(101) Emirdağ-2 S: 183

2069

MÜTEFERRİK HADİSELER-13

HATIRALAR VE MENKIBELER FASLI

Hazret-i Üstad’ın bütün hayatında olduğu gibi, son hayat faslında da onunla her kim görüşmüşse, mutlaka bir hatırası ve Üstad’da müşahede ettiği bir harika hali veyahut ondan duyduğu gaybî ihbar nev’inden bir sözü ve rivayeti vardır. Üstad’ın önceki hayat fasıllarında da vürûd eden hatıra ve menkıbelerin mühim bazı kısımları yer yer bu kitapta dercedilmiştir.1950’den sonraki hayatında ise; hem daha yakın tarih olması, hem Risale-i Nuru okuyanların bir kaç misli arttığı ve ziyaretçilerin de o nisbette çoğaldığı bir dönem olduğu için, hatıralar ve menkıbeler rivayeti de o nisbette çoktur.

Ancak ravisi ve rivayet şekli pek sağlam görülmiyen ve Risale-i Nur ve Üstad’ın mesleğine muvafık gelmiyen ve halk arasında dillerde dolaşan bir çok söz ve menkıbelere ehemmiyet verip de,kayda değer görmedik. Rivayeti (Yani mevzuu itibarıyla aklî ve mantıkî olanları) ve o rivayetin râvilerinin sağlam, dürüst ve belli şahsiyetler olanlarından; 1950’den sonrakileri de yine hayli çokturlar. Sadece N.Şahiner’in kaydettiği ve benim de ayrıca şahsen tesbit edip hususî surette kaydettiğim hatıralar ve menkıbeler yüzden fazladır. Şahiner’in şimdilik neşredilmiş beş cildlik Son Şahitler ve bir cild Aydınlar Konuşuyor kitabı ve ayrıca da “Nurs Yolu” adlı kitabındakilerle, benim şahsen özel kaydettiğim, bende mevcut iki dosya, bu hatıralar ve menkıbelerle doludur. Şahiner’in yedi kitap ve bendeki iki dosyadan 1950’den sonraki kısma ait olanları yüzü mütecavizdir. Bunlar sağlam ve kesin ve içinde mübalağa olmıyan hatıraların rivayetidir.

Fakat biz bu kitaba o yüz küsur hatıra ve menkıbeleri olduğu gibi ve tamamen teferruatıyla kaydetmemize imkân yoktur. Çünki bunlar tek başına büyük bir kitab hacmindedir.O halde biz bunları bir kaç mevzuya ayırmak istiyoruz. Bir aynı mevzu’ ve meseleyi te’yid edenleri yanyana getirmek istiyor ve bundan da sadece en mühim kısımları alabiliyoruz.

MEVZULAR

1- Bir nevi gayb sayılan geleceğe ait hadiseleri ihbar edici Üstad’ın sözleri.

2- İstikbale ait bazı müjdeli ihbarlar hakkındaki ifadeleri.

3- Hususî ve mahrem mes’elelere dair bazı ifadeleri.

4- Risale-i Nur hizmeti ve inkişafı ile ilgili söz ve beyanları.

5- Ehl-i iman ile hususan ulema ve meşayih ile samimi uhuvvet muameleleri hakkındaki sözleri.

2070

6- Hazret-i Üstad ve cuma namazı ile ilgili hususlar…

Şimdi sıra ile, bu başlıklar altında topladığımız, Üstad’dan gelen, duyulan ve görülen rivayetleri taksim ederek kaydetmeye çalışacağız. Ancak tarih ve isimlerin öncelik ve kıdem sırasını tertibe koyamadan birer hülâsa ve meallerini alabileceğiz:

1- BİR ÇEŞİT GAYB SAYILAN BAZI HUSUSİ HADİSELERİ İHBAR EDİCİ ÜSTAD’IN BEYANLARI:

Üstad’ın yeğeni Suat Ünlükul anlatıyor:

“1959 yılında amcamın ziyaretine gitmiştim. İçeri girer girmez Tahiri Mutlu ve Zübeyr Ağabeyler “gel Suat Üstad seni bekliyor” dediler. Ben Üstad’ın haberi varmı geleceğimden? diye sordum.

Zübeyr Ağabey: “Senin geleceğini Üstad bize söylemişti dedi. İmtihanlara girmiş, kazanmıştım. Polis olmak arzu ediyordum. Seyda’yı ziyaretimde bu arzumdan bahsetmiştim. Fikrini öğrenmek istedim. Seyda şu cevabı verdi: “Bizden de bir polis olsun.”

Bunun üzerine “Eğer âmir olamazsam ayrılacağım, âmir olmak arzu ediyorum ” dedim.

Üstad cevaben: “Yok yok!.. Ayrılma, âmir olursan da üzülme? Şayet âmir olursan tevkif edilebilirsin, ama yine üzülme!”

Bu görüşme hadisesinden sonra polis olmuş ve 1971 hadiselerinde Eskişehir’de vazife yapıyordum. Anarşistleri topluyorduk. Bir savcı ile takıştık. Netice de soluğu hapishanede aldım. Üç ay içerde kaldım…(102)”

Ağrılı Celal Başer anlatıyor (Gazeteci):

“Üstad’ı ilk ziyaretimdi. Memleketteki bazı kimselerden sordu. Sonra benim durumumu sordu. Mahkûmiyetimi ve tashih-i karar için İstanbul’a gideceğimi söyledim. Üstad cevaben:

“İnşaallah iyi olur. Günahlarına keffaret olur…”

Ben İstanbul’a gittim, Avukat Abdurrahman Şeref laç vasıtasıyla tashih-i karar için müracaatta bulunduk ise de, Üstad’ın dediği gibi, “Günahlaınmıza keffaret” altı ay hapis kaldık.”

Celal Başer, Üstad’ı son ziyaretinde vuku’ bulan bir hadiseyi de şöyle anlatıyor:

“1960 yılı Şubat sonlarında, son ziyaretimde idi. Üstad’la görüştüğümüzde bana çok iltifatlarda bulundu. Gazetemi (Demokrat Ağrı ismindeki gazetemi) medhetti. Uzun dersler verdi. Dersin sonunda bana: “Buradan çıkar çıkmaz, Isparta’dan ayrıl. Burada durma!” dedi.

(102) Son Şahitler-1 S: 59

2071

Ben Üstad’ın bu emirli sözlerindeki manayı, o gece Ankara’ya varıp evime telefon ettikten sonra anlamıştım. Evden bana, Isparta’da tevkif edildiğim haberini söylediler.

Ben Isparta’da Üstad’ın ziyaretinden ayrılırken, Üstad’ın kapısında bekliyen polis arabasının yanına gittiğimde hüviyetimi göstermiştim. Adımı adresimi meğer tesbit etmişler ve o günü akşam şifre ile Ağrı’dan durumum soruşturulmuş. Eve çocuklarıma da tevkif edildiğim haberi gitmiş. Böylece Üstad’ın emriyle Isparta’dan ayrılarak, Ankara’dan evime telefon etmemle evim meraktan o gece kurtulmuş oldu.(103)”

Hukukçu Mustafa Türkmenoğlu anlatıyor:

Ben 1957 senesi son aylarında Isparta da Üstad’ı ziyaret ettiğimde, ilk karşılaşmamızda bana: “Ben seni tanıyorum” dedi. Sonra memleketimi sordu. Ben de pederimin memleketi olan “Hama”yı söyledim. Üstad Hazretleri, uzak bir yere bakar gibi yaparak biraz durdu, düşündü sonra bana: “Senin aslın Şam’dandır. Şam’da bir Kürd mahallesi vardır. Sen oradansın.” dedi. Fakat biraz sonra da, bana dönerek: “Sen hem Kürdsün hem Arapsın” yahut da “Sen Kürd-Arap karışımısın” dedi.”

Mustafa Türkmenoğlu diğer bir hatırasını da şöyle anlattı: (Bu hatırayı bize Isparta’da 4.6.984 bir iftar vaktinde anlatmıştı)

“Ben 1957 yıllarında, Ankara’da Risale-i Nurun matbaa işlerinde çalışırken, sabahtan akşama kadar matbaada kalmaya bazen mecbur oluyordum. Bir gün değil, iki gün değil, üç gün değil.. Aylarca devam etmişti. Nefsim beni sıkıyordu. “Biraz istirahat, gezmek, teneffüs etmek için bir hakkım yok mu? Hürriyetim yok mu?..” diyor ve kendi kendime bağıra bağıra konuşuyordum.

O sıralarda bir gün Üstad Hazretlerine matbaa ve Risale baskısı hakkında istişare etmek için gitmiştim. Üstad’ın kapısından, yani odasından ayağımı içeri atar atmaz, bana olan ilk sözü: “Ne hürriyeti!..” diye bağırması olmuştu.(104)”

Üstad’ın hizmetkârlarından Mustafa Sungnr Ağabey anlatıyor:

“Bir gün Isparta’da Üstad’ımızla beraber bir tarafa teneffüs için gitmiştik. Bir yerde oturup, on beşinci mektuptan tashih için okuyorduk. Hazret-i Ali ile (R.A.) Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında cereyan eden vakıadan dolayı, kalbimde Hazret-i Mizaviyeye karşı bir iğbirar hissettim. Bu histen ona karşı bir çeşit adavet hissi kalbimde uyanıyordu. Tam bu esnada Hazret-i Üstad dirseğiyle göğsüme vurdu ve: “Alâ külli-hal onlar da bütün bütün haksız değil idiler” diyerek beni ikaz etti.(105)”

(103)Son Şahitler-1 S: 119

(104)Hususi hatıra defteri sıra No: 17

(105)Hususi hatıra defteri sıra No: 7

2072

Üstad’ın hizmetkârlarından Bayram Yüksel anlattı:

“Bir gün Üstadımızla Isparta’nın Kirazlı Dere’ye doğru(106)gezmeye çıkmıştık. Üstad Hazretleri bir yere oturdu. Zübeyr Ağabeyle Ceylan’a çay yapmalarını emretti. Ben de şemsiyesini başına tutmuş, yanında oturmuştum. Üstad evradını okuyordu. Bir ara kalbimden geçti: “Sonumuz ne olacak, hep böyle mi devam edecek?” diye bir vesvese tarzında nefsim beni meşgul ederken, Üstad tam o anda pat diye bir tokat bana patlattı ve “Korkma sonun iyi olacak!” dedi.

Elhamdülillah hakikaten Üstad’ımızın duaları sayesinde hiç bir şeye dünyada muhtaç olmadım(107)”

Yine Mustafa Türkmenoğlu anlattı:

“Bir gün Üstad’ın yanında Yirmiüçüncü Söz’deki Tünel meselesi okunurken, Üstad: “Kardeşim bu hayal değil, hakikattır” dedi. Ben ise, tam o esnada aklımda o meseleyi düşünüyordum. Benim duyguma ben sormadan Üstad cevab vermişti.(108)”

Yine Sungur Ağabey anlattı:

Bir gün biz Üstad’ımızla birlikte Emirdağ’da Keçiler bey tarafına giderken, ben biraz geri kalarak bir abdest aldım, güzel bir bahar günüydü. Meyvenin altıncı meselesinden biraz okuduktan sonra, Üstad’ımızın yanına vardığımda bana, benim Meyve Risalesinin altıncı meselesini okuduğumu iş’ar buyurdular.(109)”

Yine Mustafa Sungur Ağabeyden:

“Üstad’ımızın yanında bulunduğum bir günde, Üstad kendi odasından çıkıp odamıza girdi ve yanıma doğru geliyordu. Ben de güya Üstad beni boş oturuyor görmesin diye bir şeyler yazmaya başladım. Üstad yanıma geldi. Azıcık oturdu. Tabiî ki ben çok büyük bir hırsla Üstad’la oturmayı arzu ediyordum. Birden Üstad: “Sungur’umu fazla meşgul etmiyeyim” diyerek kalktı gitti. Ben kendi kendime: “Vay aptal, sen kalbinde o hırsı göstermeseydin, belki Üstad yanında biraz daha kalırdı” dedim (110)”

Av.Gültekin’den gelen hatıra

Antalya’lı Avukat Gültekin Sarıgül, Çaldıran’lı Taceddin’den (Şimdi Antalya’da oturur) naklen anlattığı ve Muradiyeli Kâmil Acar’ın teyid ettiği hadisedir: (Gültekin Bey bu rivayeti, Ankara’da Hüseyin Gündaş ve Meh-

(106)Şahiner’in kaydında “Ağlasun dağlarına gitmiştik” şeklindedir.A.B.

(107)Hususi hatıra defteri sıra No: 9

(108)Hususi hatıra defteri sıra No:14

(109)Hususi hatıra defteri sıra No:19

(110)Hususi hatıra defteri sıra Nd: 19

2073 met Kurdoğlu’nun da hazır bulundukları bir yerde 11.11.984’de anlatmıştır).

“Taceddin demiş :1953’lerde Üstad Hazretlerinin emirleri üzerine İran’a bazı Nur Risaleleri götürmek icabediyordu. Ben bir miktar risaleler yanıma alarak İran’a geçmek üzere, pasaportsuz kaçak hududdan geçmek isterken; İran askerleri beni gördüler ve müthiş bir yaylım ateşine tuttular. Ben geri kaçmaya başladım. Fakat bakıyordum, kurşunlar sağımı solumu toz duman içinde bıraktıkları halde bana değmiyor, adeta üstümden kayıyorlardı. Ben koşarak huduttan geri uzaklaştım. Bana hiç bir şey olmadı.

Bu hadiseyi bir ben, bir de Allah biliyordu. Hiç kimseye açmamıştım. Bilâhare bir gün Çaycı Emin Ağabey Üstad’ın ziyaretine gitmiş. Hazret-i Üstad Çaycı emin Ağabeyden bazı hal hatır sorduktan sonra; “Taceddin’i görüyor musun? Ne haldedir?” diye sorar.

Çaycı Emin Ağabey de Üstad’a, ara sıra beni gördüğünü hal ve durumumun iyi olduğunu söylermiş.O esnada Üstad Hazretleri elini ağzına siper ederek gülmeye başlamış ve demiş ki: “Emin, sen Taceddin’in kurşun yağmurundan nasıl kaçtığını bir görseydin!.. diyerek” tebessümlerini izhar etmişler.

Sonra Çaycı Emin Ağabey Van’a döndüğünde beni gördü, sordu: “Taceddin, sen herhangi bir kurşun yaylım ateşine hedef oldun mu? Nedir hadise?…” Ben ise; yok öyle bir şey olmadı.

Çaycı Emin Ağabey: “Yahu bunu Hazret-i Üstad söyledi” dedi. Ben: Sahi, o mu söyledi? dedim.

Çaycı Emin Ağabey: “Evet o söyledi” dedi.

Ben “bu hadiseyi ne Üstad’a, ne de başka hiç bir kimseye açmamıştım” dedim ve hadiseyi olduğu gibi kendisine de anlattım.(111)”

Arvasilerden eski Gevaş Müftüsü Şeyh İhsan Ali’nin anlattıkları:

“Ben 1953’de İstanbul’a gitmiştim. Hacı Muhabbetullah’ın evinde kalıyordum. Ben ev sahibime dedim ki: “Üstadı görmek istiyorum. bizi karşıladı ve Üstad ziyaretçi kabul etmiyor dedi.. Hacı Muhabbetullah: “Biz daha önceden izin almışız” dedi. Bunun üzerine içeri alındık. İçeri girince, Üstad, bizi ayakta karşıladı ve “Arvasilere müsaade mi olur? Onlar serbesttir” dedi. Ben elini öpmek istedim, Üstad bizi oturttu. Çok iltifat etti. Oradaki talebelerine bizim Hacı Muhabbetullah bir gün önceden benim için izin aldı. İkinci günü beraberce gittik. Edirnekapı tarafında bir dershane vardı. Üstad oradaydı. Kapıda bir talebesi için

(111) Hususi hatıra defteri sıra No: 21

2074

“Bunlar Van’ın ileri gelenlerindendir, seyyiddirler.” dedi. Sonra Üstad bana döndü, dedi ki: “Üstad’ım Şeyh Seyyid Fehimin evlâdlarından kimler var?”

Dedim: Şeyh Hasan var, Medine’de kalıyor. Dedi: “O büyük saadete kavuştu.”

Dedim: Benim babam var, Bağlama köyündedir. Dedi: “Ha o Allah’ın hizmetçisi!..”

Dedim: Amucam Muhammed Salih var.

Dedi: “O mu?.. ” ve elini alnına koydu, biraz düşündü ve sonra “Onun Mekke’ye gidip Medine’de vefat ettiğini biliyorum” dedi.

Bu konuşmamızdan bir ay sonra haber aldık ki; Amcam Muhammed Mekke’den Medine’ye gittikten sonra orada vefat ettiğini duyduk.

Aynı sohbette Üstad Hazretleri bana Arvas Köyünü ve o köydeki iki mevkii sordu. Bunlardan birisi: Bir gölün kenarındaki bir dut ağacının altı, ötekisi de, bir pınarın başı…

Bana: “Siz hâlâ oralara gidiyor musunuz?” dedi. Dedim, evet efendim.

Baktım, Üstad’ın gözleri yaşla doldu ve dedi: “O her iki yerde de, Üstad’ım Şeyh Fehim Efendiden ders aldım…”

Bu rivayeti kaydedip bana gönderen, o civarda ilkokul öğretmenliğini yapmış Urfa’lı Ramazan Heder’dir. Mektup 30.12.984 tarihlidir. Dosyamızda mahfuzdur. Aynı mektupta Şeyh İhsan Efendi’nin başka bazı hatıraları da vardır.

Musa Yukarı’nın hatırası

Aslen Denizli-Tavasdan olup halen İzmir-Torbalı’nın Ayrancılar kasabasında oturmakta olan “Musa Yukarı ” ismindeki Nur Talebesi anlatıyor:(Hatıralarını bize yazılı olarak gönderdi)

1957 Mayıs ayında, Ben, Salim Acar ve Veli Başarır üç arkadaş üstadımızı ziyaret etmek kasdıyla Trenle Ispartaya vardık.Üstadımızın evine vardığımızda Eğridire gitmiş olduğunu öğrendik.Bizde Eğridire gittik. Çilinger Ali Savran Ağabeyi bulduk. Ona sorduk.O dedi:“ üstadımız buradan gitti,ama nereye gittiğini bilmiyorum.” Biz o geceyi, Eğridirde otelvari bir handa geçirdrik. Handa takribin 50 kişi kadar vardı.Hanın büyük bir salonunda hep oturmuş konuşuyorduk. Bize sordular: “Nerelisiniz? Ne işle buradasınız?”

İzmirli olduğumuzu ve Ispartaya Bediüzzaman Said-i Nursiyi ziyaret için geldiğimizi fakat Ispartadan kendisinin buraya geldiğini öğrenince buraya geldiğimizi, ancak burada da bulamadığımızı ve bu geceyi burada geçirdiğimizi söyledik.

2075

Biz bunu anlatınca, hanın müşterilerinden tahminen 30 yaşlarında birisi“Bediüzzaman mı?” Dedi: Evet,dedik.“Bakınız, Bediüzzaman Hoca ile aramızda geçen bir hatırramı anlatayım size”dedi.Handaki bütün müşteriler beraber dinmlemeğe başladık. Dediki:“Ben bir kamyon şöförüyüm, bir gün yanıma tanımadığım 3 kişi geldi.. Bana dedilerki: “Bediüzzaman diye memleketimizde fevkalade zararlı bir alim var.Taksi ile dolaşıyor. Sana elli bin lira veririm. Yed-i emine parayı teslim ederim.. Sen kamyonunla buna Çarp, kaza süsü ver ve öldür, bu parayı yed-i eminden al.

”Ve Hocanın arbasının plaka numarasını verdiler. Ayrıca bana yardımcı olacaklarını da söylediler..Ben teklifi kabul ettim.. Ve nihayet yola çıktım. Taksinin karşı tarafdan geleceğini söylediler.. Gidiyorum gözüm önce arbanın renginde.. renk uyarsa, önündeki yazılı plaka numarasına bakacağım.. Bir baktım taksi sağa yanaştı ve durdu. İçinden bir geç indi, sola geçti, yani önüme el kaldırdı. Ben de durdum. “Ne o!..” dedim.“Seni Hoca Efendi çağırıyor” dedi. İndim, taksinin camından başını çıkarmış,bana dedi ki:

“ Oğlum, ben memlekette zararlı bir hoca değilim, sana yanlış bilgi vermişler, niyetinden vazgeç.”dedi.

Ben o anda,Hocaya öyle ısındım ki, tarif edemem. Bana para teklif eden o üç kişi o anda orada olsa idiler, tereddütsüz, onları öldürürdüm.”dedi.Ve şunuda ilave etti: “Bu hadiseyi ben, başkasından duymuş değil, bizzat kendim yaşadım. İster inanın, ister inanmayın ”dedi.

Musa Yukarı kardeşimiz der ki “Bunu üçünüzle beraberce handaki bütün adamlarda dinlediler. Ancak ben o arkadaşın isim ve adresini almadığım için halen üzgürüm.”

Konya-Ereğli Kazası, Divaz Köyünden Ali Tâyyar’ın anlattıkları:

(14/4/1988 Perşembe günü Ereğli’deki dükkânında ziyaret ettiğimizde demişti ki):

“Ben Risale-i Nuru ve Üstadımızın ismini 1955’te Diyarbakır’da askerliğim sırasında duymuş ve aynı sene içinde terhis olup, Konyalı Câmi’ İmamı Hüsmen Duran ile birlikte Hz. Üstadın ziyaretine gitmiştik. Bu tarihten itibaren her sene Üstadımızı Isparta ve Emirdağ’da ziyaret ediyordum.

Bu ziyaretlerim içinde, bana göre en mühim ve her zaman onu hatırladıkça gözlerimin yaşardığı hatıra şöyledir:

1959’da Konya’da vali Cemil Keleşoğlu’nun marifetiyle Nur talebelerinden Dr. Sadullah Nutku, Hüsmen Duran, Mustafa Kırıkçı, Said Gecegezen, Hasan Nevruz, Hasan İlkbahar ve arkadaşları 9 Nur talebesinin tevkif edilme hadisesinden sonra, yine Üstadımızın ziyaretine, Isparta’ya gitmiştik. Hz.Üstad yatağına uzanmış hasta idi. Konyada tevkif hadisesini ve kaç

2076

kişi tevkif edildiğini sordu. Ben 9 kişi tevkif edildiğini söyledim.

Bunu duyan Hz. Üstad, birden fırlar gibi yatağından doğruldu ve “9 kişinin tevkifıne ne lüzum var? bir kişi kalsa yeter” diyerek bağırdı.

Biraz sonra bana: “Hapistekilere selam söyle. İki kişi kalsın yeter” diyerek, bana bir paket verdi. “Bunu hapisteki talebelerime götür” dedi.

Isparta’dan döndüm, hapishaneye gittim. Paketi teslim ettim ve Üstadımızın söylediklerini aktardım. Üstadın bu haberi üzerine Dr.Sadullah bey: “Bizim yedi kişimiz tahliye olacak, iki kişi kalacak öyle ise…” dedi.

Duruşma günü oldu. Birgün sonra, “Bugün” gazetesi: “Nurculardan 8 kişi tahliye oldu” diye yazıyordu. Meğer birisinin tahliyesi yanlışlıkla olmuş. Bir ay sonra, yanlışlıkla tahliye olan Nur talebesi kendisi müracaat ederek, geri hapishaneye dönmüştü. Böylece Üstadımızın her iki ihbarı da doğru çıkmıştı.”

Aslen Romanya’lı, İstanbul’da oturur Radyocu Ali Efendi anlattı:

(Sümbül Efendi semtindeki evinin üst katında 18.11.984 günü sabah namazından sonra anlatmıştı)

“Bana Risale-i Nurları tanıtan ve veren Denizli-Buldanlı Remzi veya onun arkadaşı Buldanlı -Şimdi İstanbul’da oturur- Emin Hoca anlattı: “Biz Üstad’ın ziyaretine, Isparta’ya gitmiştik. Kapısına vardık, çaldık. Bir talebesi çıktı -Galiba Bayram Ağabey idi- Üstadı sorduk, ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Kapıyı açan talebe: “Üstadımız az önce çıkıp bir tarafa gitti” sözünü söyleyince; arkadaşım Remzi Efendi şok geçirircesine iki eliyle kafasını tutarak “Aman Anam yandım!..” diye bağırdı ve olduğu yerde oturdu.

Gelelim Üstad’a: Üstad Hazretleri ise, teneffüs için şehir haricine çıkmışken, birdenbire hiç münasebet ve sebeb yokken, şoförüne: “Eve dönelim, işimiz var” diyor ve az sonra henüz Emin Hoca ile Remzi Efendi Üstad’ın kapısında iken, Üstad’ın arabasının gelip yanaştığını görürler. Üstad arabadan inmeden, elini Remzi Efendiye uzatıyor ve “Kardeşim seni kardeşliğe kabul ettim.” Emin Hocaya da: “Siz hoş gelmişsiniz!” diyor ve “Kardeşlerim kusura bakmayın” diyerek geri dönüp gidiyor.”

Radyocu Ali Efendi’nin anlattığı bu hatırayı bizimle beraber dinliyen Urfa’lı Salih Dedeoğlu, M.Ziya Cambazlar ve diğer Sünbül Efendi Cemaatı da mevcuttu.

Yine Üstad’ın hizmetkârı Bayram Yüksel Ağabey anlattı:

“Biz Üstadımızla Isparta’dan Barla’ya, Barla’dan Isparta’ya gidip geldiğimizde, şimdiki Isparta’nın ovasını suluyan, Barla gölünden su çeken su tesislerinin ya-

2077

pıldığı yerde küçük bir tarla gibi bir yer vardı. Bir çok defalar Hazret-i Üstad oracıkta durur, biraz istirahat eder, sonra kalkar giderlerdi. Bilâhare tam o mevkiden, Barla gölünden Isparta ovasına su veren tesisler yapıldı.”

Bu hatırayı şahsen Bayram Abiden dinledim ve kendi hatıra dosyamda saklıyorum. A.B.)

Benim bir hatıram: (Abdülkadir Badıllı)

1955 yılı içerisindeydi, Urfa’da; gelen lâhika mektuplarını çoğaltmak, bir çok yerlere göndermek hizmetini biz hep elle yazıp çoğaltıyorduk. Bir teksir makinesi zaruri hale gelmişti. Bunu düşündük, Abdullah Ağabeyle konuştuk. Nihayet benim annemden kalan kırk elli kadar koyunum köyde bir ortağım da vardı. Bunların hepsini sattım. Binbeşyüz otuz küsur lira tutmuştu. Bu parayı yanıma alarak teksir makinesini almak üzere, evvelâ Isparta’ya Hazret-i üstad’a uğrayıp, oradan da İstanbul’a teksir makinesi için yola çıktım. Isparta’ya vardım. O günü hazret-i Üstad’ın Barla’da olduğunu söylediler. Günlerden pazar günü idi. Eğridir’e gittim, Barla’ya hiç bir vasıta yoktur dediler. O sıralar Barla’nın yeni yolu yoktu. Göl kenarından takib eden ve ancak jiblerin gidebildiği ufak bir patika yolu ile, bir de denizden kayıkla gidilirdi. Ben Çilingir Ali Ağabeye dedim: Mutlaka Barla’ya gitmeliyim. O zat, (Allah rahmet eylesin) dışarı çıktı. Bir motorlu kayık hususî kiralıyarak beni bindirdi. Barla’ya vardım. Vakit ikindi ile akşam arası idi. Dış kapıda Zübeyr Ağabey beni karşıladı. “Üstadımız şu anda Sıddık Süleyman’a ders veriyor” dedi. Güneş batmak üzereydi. Ders bitti. Hazret-i Üstad abdest almaya başladı. Hüsnü Bayramoğlu ağabey eline su döküyordu.

Bu arada Zübeyr Ağabey: “Üstad’ımız bugün biraz hiddetlidir, sert bir şey söylerse, gücenmeyin.” dedi. Üstad abdestini almış, havlu ile yüzünü elini siliyordu. Ayakta idi. Zübeyr Ağabeyle birlikte yanına gittik. Elini öpmek istedim. Abdest suyu ile ıslanmış olan havluyu bana uzattı, ben de o havluyu öptüm ve yüzüme sürdüm.

Üstad hiddetliydi, “Neye geldin?” dedi. Ben Efendim, sadece sizin için gelmedim. İstanbul’a bir teksir makinesi almak için gidiyordum da, uğradım dedim.

Hazret-i Üstad, sanki kendi eliyle cebimdeki parayı saymış gibi: “Sen bin beşyüz lira fedakârlık yapmışsın ama, Risale-i Nurun sıhhatine çok dikkat etmek lâzımdır” dedi.

O gece orada kaldım. Kendi yorganını ve küçücük bir kabtaki artan yemeğini bana gönderdi, lütfetti. Sabahleyin Hazret-i Üstad çok neşeliydi. Sabah dersinden sonra çok neş’eli sohbet etti. Böylece ayrıldım, İstanbul’a gittim.

2078

Milletvekili İsmail Dayı^’dan

Balıkkesir Anap Millet Vekili Dr.İsmail Dayı üstadı ziyareti hakkında şöyle nakletmiş: “1953 yılnda Üstadı Bayezıd-Marmara otelinde ziyarat ettik.Arkadaşım Eczacı Said Mutluyla beraberdik. Said Mutlu’nun bir evlenme işi vardı.Üstad bunu duymuş olacak ki; Said Mutluya:“Şimdi evlenmeyin, hele yaşınız bir otuzbeş olsunda… İlme ve dine biraz hizmet edin.O zaman onu düşünürsünüz.ilh.” buyurmuşlardı. Sonra Said Mutlu Sandıklada Eczacılık yaparken yaşı tam 35 olmuştu,vurulup öldürüldü.Allah ahmet eylesin.” (Son Şahitler-4,sh.345)

Devrekâni’li olup, İstanbul Üsküdar’da şekercilik yapan Hacı Şükrü Beşeoğlu anlatmıştır:

“1953 senesi bahar aylarıydı. Bir kandil günü oruç tutmuştum. Gece rü’yamda Üstad’ın evimizin cumbasında oturmuş tesbih çektiğini gördüm. İki ay sonra bu rü’yam aynen gerçekleşti, şöyle ki:

Bir gün baktım, bir araba evimizin önünde durdu. İçinden Üstad iniyor gördüm. Koştum ellerinden öptüm. Abdestini alma kolaylığı bakımından hemen girişteki kısımda kendisini misafir etmek istemiştik. Üstad: “Beni rüyada gördüğün yere çıkart” dedi. Ben rü’yamda onu üst odada cumbada oturur görmüştüm. Kendisini alıp oraya çıkardım(112)”

Eski Isparta meb’usu Senirkentli Merhum Tahsin Tola anlatmıştı:

“1957 seçimlerinde DP Senirkent teşkilâtıyla Eğridir teşkilâtı arasında olan ihtilaf yüzünden ben adaylığımı koymadım. Sonra Menderes beni Bingöl adayı göstermişti. Bingöl’e giderken üstad’a uğradım. O da Mehmet Kayalar ve Hulusî Bey’e benim için mektup yazdı. Ben Bingöl’e gittikten sonra, Üstad Hazretleri bizim çocuklara: “Ben Tahsin’i alıyorum içlerinden.” demiş.

Gerçekten zahirî sebebe göre kazanmam icabederken, hilâf-ı me’mul Bingöl’de de kazanamadım. Sonra Üstad Hazretleri kazanmadığımızı tebrik etti.(113)”

İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (Şimdi ilâhiyat) hocası İsmail Karaçam Hoca anlatmış:

“1953 yaz aylarında, -İmam-Hatip okulu ikinci ve üçüncü sınıf talebesiydim- Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ziyaretine gitmiştik. Bizi kabul etti. İltifatlarda bulundu. Bir sualim vardı. Fakat bir türlü fırsat bulup soramadım. Kalkacağımız zaman sormak istedim, daha ben sormadan Üstad

(112) Son Şahitler-2 S: 205

(113) Son Şahitler-1 S: 291

2079

cevabını verdi.

Sual şu idi: “Camilerde hatim, mevlid okuyup zekât alıyorduk. Bunun şer’î durumunu soracaktım” Bana şöyle dedi:

“İsmailim, talebeliğini bitirinceye kadar bunları yapabilirsin, bir beis yoktur.” diye kalbimdeki suali cevablandırmıştı.(114)”

Bolu’lu eski Senatör Doktor Alaaddin Yılmaztürk anlatmış:

“1953 yılında İstanbul’da Üstad’la görüştükten bir kaç gün sonra , bir gün Müzeyyen Senar’ın konserine gidiyordum. Yolda Üstad’la karşılaştık. Üstad kolumdan tutarak, o tarafa gitmemi istemedi. Beni geri çevirdi, konsere gidemedim.(115)”

Eski Muş Milletvekili Giyaseddin Emre anlatmış:

“Hazret-i Üstad’ın bir dua şeceresi vardı. Ben kalbimden geçiriyordum, keşki onun o hususî duasına mazhar olsam diye. Bir gün yanına gitmiştim, bana:

“Giyas, sizin aileden Fethullah efendi Hazretlerine ve Alaaddin Efendi’ye dua ediyorum. Üçüncü olarak da seni duama alıyorum” dedi.

Emekli Astsubay H.Halil Akalay anlatmış:

1952’de İstanbul’da Üstad’ı ziyaret etmiştim. Çok hasta olmasına rağmen bizi kabul etti. Epey uzun ders verdi, sohbet yaptı. İçimden “Artık kalkmalıyım, çok yorduk Üstad’ı” derken, aynı anda Hazret-i Üstad: Gideceksin değil mi?” diye sordu. Evet diye ayağa kalkdım. İsmimi kendisine söylemeyi unutmuştum. Ayrılacağım anda, bana: “Senin ismin Ali Çavuş idi değil mi? deyince, kendimi tutamıyarak ağlamaya başladım.(116)”

HZ. ÜSTAD’IN BİR KERAMETİ VE NECİP FAZIL

İki vaziyetin birbiriyle münasebettarlığı hasebiyle,iki mevzuu bir anda içiçe kaydetmek durumu ortaya çıktı.Yani,merhum Necip Fazılın-bazıları gibi bîgane kalmayıp-Risale-i Nur ve hz. üstadla alakadarlığı içindeki zımnî i’tiraz ve tenkidleri ile; aynı halde hz.üstadın ona karşı vuku’ bulmuş bir kerametini beraber yadetmek münasebeti hasıl oldu.

(114)Son Şahitler 2- Sh: 38

(115)Son Şahitler-2 S: 46

(116)Son Şahitler-3 S: 272

2080

Evet, hz. Üstad’ın Kastamonu hayatının sonralarında; İstanbulda bulunan Şarklı ve Sâdâttan olan Fazıl ve muhterem Şeyh bir zat, pek yanlış bir zehap neticesinde hz. üstadın aziz şahsiyetine, Risale-i Nurun mesleğine dil uzattı. Dehşetli liğîbetler ve galîz ta’birlerle üstadın şahsiyetini tezyif etti.

Hz. üstad da o pek yanlış ve çok hatalı duruma karşı hak ve hakikat adına müskit cevaplar verdi.O zatın yanlış olan i’tirazlarını hakikat kuvvetiyle geri çevirdi ve onu suturdu.O zaman istanbulun büyük âlimleri de o zata cevap verdiler.Neticede hadise düştü,o zat dahi sükût etmeye mecbur kaldı.Sonra hz. üstad da onu helal etti..Ve üstad tarafından manen barış husul buldu.

Ancak hadisenin gizli bazı iz ve tozları devam ederek bir derece kalabildi.Necip Fazıl merhum, o Şeyh zata mensubiyeti cihetiyle mezkûr hadisenin izlerinin tesirinde kaldı.Risale-i Nur ve Üstadı“Büyük Doğu” sunda ehl-i dalalete karşı müdafaaettiği halde,mezkur iz ve tarafgirliklerin tesirleriyle zımnî tenhkid ve itraz ve küçük düşürma gibi tavır ve halleride beraber devam etti.Necip Fazıl’ın bu hali hz. üstad ve Nur talebeleri trafından bilinmekte idi.Ama zahirî dostane vaziyetin devamının-İslam hizmetin-maslahatı-icabı ve zarureti var olduğu için, mahfuz tutuldu.Necip Fazıl Merhum, aslında mücahit ruhlu bir zat idi. Edip ve Şa’ir bir şahsiyet idi.

Ama aynı zamanda adı geçen Şeyh zata mensub olduğu için, kendi aleminde Şeyhini,zamanının veliler halkasının son parıltısı şeklinde i’tikad ettiği için, yaşadığı zaman Şeyhinden daha âlim ve daha büyük olabilecek hiçbir kimseyi kabul edemez katbir tasaavvufî tutum içersinde idi.Ayrıca merhum Necip Fazıl kendi aleminde, kendini zamanın en iyi bileni tahayyul ettiği için;hatta“ Ben neyi biliyorsam en iyisini biliyorum, neyi yazıyorsam en doğrusunu yazıyorum” Hülyasını da taşıdığı için,zannediyorduki;Velayeti, maneviyatı ölçme,tartma ve derecelerini kıyaslama alet ve kıstasları, yegane kendisinde mevcuttur. Halbuki o gibi kuruntulu hal ve huylar bir çeşit cehaletir İslamca da mezmumdur.İlmî istibdadı taşır..Ve“ben âlimim diyen cahildir ” hadis-i Şerifinin de nefyine yanaşır.

Evet, Necip Fazıl merhum, mezkûr tasavvur ve haletlerin his ve tesirleri altında Risale-i Nurun mesleğini ve hz. üstadın şahsiyet, vazife ve hizmetlerini değerlendirdiği için;çoğu kere yanlışlıklar ve hatalar edebiliyordu.Merhumun kendi zu’muna göre; hz.üstad sadece basit bir âlim; maneviyattan, velayetten habersiz orta halli bir Hoca tarzında değerlendiriliyordu.

İşte, böylesi bir Necip Fazılın Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman hakkında yazmış olduğu bazı yazı ve kitapları halen piyasa da ve bazı kimselerin yanında bulunabildiği için; ve bunlar hz. Üstadın hayat ve şahsiyeti hakkında yanlış ve şaşırtıcı bilgiler verdiği ve küçültücü beyanları sadır ol-

2081

duğunda, bir ufak zarurî izahı kaydetmeğe mecbur oldum. Yoksa, merhum olmuş ve iyilikleri hatalarına ğalip gelmiş bir zatın hususî ve şahsî davranışlarını şimdi kalkıp muhakeme veya tenkid etmeye asla meraklı değiliz.

İşte şimdi hz. Üstadın kerametli bir ferasetinin; ve merhum Necip Fazılın Üstad Bediüzzamanın manevî şahsiyet ve makamına karşı zımnî bir tarzda küçültücü halet ve telakkisinin şahidi olarak, iki mühim zatın şehadet ve haberlerini naklediyoruz.

Birinci Şahit: Emirdağlı emekli yarbay Avnî Toktordur, demiş ki: “1952 de Necip Fazılın Kadıköydeki evinde buluşup, Sirkecideki Akşehir Palas otelinde kalmakta olan Bediüzzamanı ziyaret etmek üzere, Kadıköyden vapurla karşıya geçiyorduk.Yolda Necip Fazıl: “Bediüzzamanı sadece bir âlim olduğunu, velî olmadığını ve fakat buna rağmen kendisini beğenmiş biri olduğunu ve sr.” aleyhinde konuşmaları oldu.

Biz Sirkeciye geldik. Otelin dördüncü katına çıktık.Üstad hz.leri bizi ayakta karşıladı. Necip Fazıl Üstada selam verdi . O henüz selamını bitirmeden,üstad kendi Şark şivesiyle “Necip Fazıl Bey Kardaşım, ben kendimi kendime beğendirmemişim” ifadesiyle karşılaştık. Üstadın bu ifadesi bende bir ürperti yaptı. Çünki, Necip Fazıl’ın biraz evel gemide konuştuklarına bir cevab idi bu…”(S. Şahitler-4, sh.192)

İkinci şahit: Kilisli, hukukçu Rahmi Yananlı (Büyük Doğu mecmuası idare işlerinde çalıştı)derki:

“Ben, 1952’lerde İstanbul’da hem tahsilimi yapıyor, hem Necip Fazılla beraber Büyük Doğu’da çalışıyorduk. O sıralarda üstad hz.lerini Akşehir palas otelinde ziyaret etmiştim. Ziyaretine giderken onun büyük bir zat olduğunu bilerek gidiyorduk… Sonra Necip Fazılın bizim üstada gittiğimizi işitince başladı üstad aleyhinde konuşmaya. Ben de Said-i Nursî’nin evliya olduğunu söyledim. O, “Biz ne evliyalar gördük.” Vesair sözler söyledi. Sonrada Necip Fazılla beraber Üstadı ziyaret ettik. Ziyaretten sonra vapurla Necip Fazılın evine giderken de, o hep yine Bediüzzamanın aleyhinde konuşuyordu. Bazende takdir eder gibi sözler söylüyordu. (S.Şahitler-5,sh.133)

İşte bu iki şahidin ifadelerinde görüldüğü üzere merhum Necip Fazıl giriftar olmuş olduğu yanlış, ve hakikatsız ve hissiyatkar haletini atamıyordu. Onun şu zımnî adavetkârane haletinin tesiriyle olmuş olacak ki; o sıralarda, Risale-i Nur dan bazı parçalarnı, basit piyasanın günlük gazete lisanına çevirerek neşretti. Onun bu fiili, Risale-i Nur’u küçültmek, nursuzlaştırmak teşebüsü idi. Sonra hz.Üstad talebeleri vasıtasıyla onu durdurdu. Her ne ise… Bunların belgeleri yanımızda mahfuzdur.

2082

2- İSTİKBALE AİT BAZI MÜJDELİ İHBARLAR HAKKINDA

İnebolu’lu Merhum Selâhaddin Çelebi anlatmış:

“Üstad’ı ziyaretimin birinde, Ayasofya hakkındaki düşüncelerini sormuştum. “Keçel-i keçel!” diye güldü. Sonra birden ciddileşerek:

“Ayasofya Hıristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken, Câmi’ olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.” dedi (117)”

Rize’nin Pazar kazasından Mehmet Emin Birinci diyor ki:

“1960 yılı başlarında, İzmir’de cereyan eden bir mahkemeden sonra, Isparta’ya Üstad’ımızın ziyaretine gidiyorduk. Beraberimde Avukat Bekir Berk, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Mustafa Birlik, Doktor Es’ad Keşşafoğlu vardı. Bizi hilâf-ı adet sahur zamanında ziyaretine kabul etti. Bize ümit ve şevk verici sözler söyledi.. ve “Risale-i Nurun ehl-i dalâlete galib geldiğini, hizmet-i imaniyenin her tarafta yapılmakta” olduğunu beyan buyurdular.. Ve ilâve ederek: “Korkmayın, muvaffak olacaksınız. Bu avukatınız da size yardım etsin…(118)”

Vanlı Selâhaddin Akyıl diyor ki:

“Bizim Van gazetesi sahibi İlyas Kitapçı 1957 seçimlerinden sonra Üstad’ın ziyaretine gitmişti. Van’da bu seçimde CHP kazanmıştı. Üstad “Ben Van’lılara küsmüşüm” demiş.. İlyas Kitapçı da: “Üstad’ım bunu dışardan gelen memurlar kazandırdı” demiş. Bunun üzerine Üstad karyolasından kalkarak: “Ben onların bellerini kırdım. Onlar bundan sonra düzeltemezler” demiş. Daha sonraları Üstad’ın ziyaretine gidenler, mesela Çaycı Emin Ağabey, aynı bu sözleri Üstad’dan dinlemişlerdi.(119)”

Üstad’ın evlâd-ı manevîsi ve hâlis talebesi Abdullah Yeğin Ağabey diyor ki:

“Hazret-i Üstad Urfa’ya geldiği gün çok rahatsızdı. Kollarına geçip İpek Palas oteline çıkardık. Ertesi günü Üstad biraz iyileşir gibi oldu. Odasına girdiğimde, bana hitaben: “Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra birşey yapamazlar” diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa’nın ehemmiyetinden bahisle Urfa’lıların İslâmiyete olan hizmetlerinin ehemmiyetinden anlatıyordu. Urfa’nın Türk, Arap, Kürt gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsediyordu…(120)”

(117)Son Şahitler-1 S: 144

(118)Aynı eser S: 291

(119)Aynı eser S: 344

(120)Son Şahitler-1 S: 367

2083

Abdullah Yeğin Ağabeyin bu anlattıklarını Bayram Ağabey, Zübeyr ve Hüsnü Bayramoğlu ağabeyler de aynen naklediyorlar. Bu hadiseler kısmen vefat sırasında da kaydedilecektir.

Yine Abdullah Yeğin Ağabey anlatıyor: (18 Mart 1985 Pazartesi günü Urfa’da bir derste anlatmıştı)

“Üstad’ımız bir gün buyurmuşlardı ki: “Nasıl ki bir zamanlar İstanbul şehri âlem-i İslâma merkez olmuştu. Öyle de inşaallah bir zaman gelir, Ankara Şehri de onun gibi İslâm âlemine bir merkez olacak…”

Eski DP Muş Milletvekili Gıyaseddin Emre demiş ki:

“Üstad Hazretlerinin aynen şöyle buyurduğunu duydum: “Risale-i Nur talebelerinin hizmetleri bitmiyecektir. Mutlaka Türkiye’de din-i mübine hizmet edecek bir idare iş başına gelinceye kadar… Nur talebeleri bunda muvaffak olacaklardır.(121)”

Konya’lı Öğretmen Mustafa Özsoy demiş ki:

“Konya’nın Çamurlu-Eğret köyünde Öğretmenlik yapmakta iken, bazı hadiseler oldu. Bir hafta sonra Üstad’ı ziyarete gittim. Ben kapıdan girer girmez, somyasının üzerinde doğruldu ve alnımdan öptü. “Kahraman kardeşim, Konya’da Risale-i Nura ilişen var mı?” diye sordu. Üstadım! dedim ve biraz durakladım. Bunun üzerine Üstad: “Evet, biliyorum kardeşim. Seni tebrik ediyorum. Hiç korkmayın, küfrün beli kırıldı. İnşaallah bundan sonra İslâmiyet parlıyacak. Komünizm ve dinsizlik artık yıkıldı” dedi…(122)”

Avukat Bekir Berk anlatmış:

“Hazret-i Üstad, İstanbul’a Ankara’dan yaptığı seyahatinde Piyerloti otelinde tutulan bir dairede derslerine oturmuştuk. Bu derslerden birinde çok uzun bir konuşma yaptılar ve bir ara şimşek gibi ayağa fırlıyarak “Küfrün bel kemiğini kırdım. Risale-i Nurun neşrini önliyemiyeceklerdir” buyurdular.(123)

Emekli pilot Astsubay, Burdurlu Ali Demirel diyor ki:

“Üstad Hazretleri 1960 yılı başında İstanbul’a geldiğinde, o günü sesi çok çıkıyordu. Yatağının üstünden ayağa kalkarak bize Otuzbir Mart hadisesindeki Divan-ı Harb-i Örfi mahkeme safahatından anlattı ve şöyle buyurdu: “Kardeşlerim! bir emir verirsem, yüz Şeyh Said gibi Türkiye’yi karıştırırım. Amma bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz de olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafaza edeceğiz… (124)”

(121)Son Şahitler-2 S: 56

(122)Son Şahitler-3 S: 142

(123)Aydınlar Konuşuyor S: 119

(124)Son Şahitler-2 S: 221

2084

Av.Bekir Berk, Urfada 28.8.1990 Salı günü akşamı kalabalık cemaat içinde bize anlattı:

“1960 yılı içinde,hz. üstad Ankaraya gelmiş,Beyrut palas otelinde kalıyordu.Gittik üstadı ziyaretettik.Ben ve Samsunlu Ali Rıza Sağlamer beraberdik. O günü uçakla Samsuna mahkeme için gidecektik.Üstad hz.leri hususî bize ders yaptı. Uçak kalkış saati daralıyordu.Uçağı kaçırırız diye vaziyetimizle acele ediyorduk.Hz.Üstad ise derse devamla, Sultan Abdulhamidden bahsetmeye başladı.Kendisi, onun maaşını kabul etmediğini, ona boyun eğmediğini.. Ve fakat Sultan Abdulhamidin Veli oduğunu ve saire anlattı…

Ben kalbimde, hz.üstad, neden bana dönerek Sultan Abdulhamidden bahsediyor diye düşündüm.

Sonra Samsuna vardık.Bizi karşıladılar, yemeğe götürdüler.Bu cemaat içinde bir zat söze başladı, dediki; üstad Bediüzzaman çok iyidir,Lâkin o velî gibi padişaha karşı çıktı,i’tiraz etti..İyi etmedi vesaire…Deyince ben birden, hz. üstadın bize verdiği dersin mana ve hikmetini anladım..Ve mukabele ederek o zata lazım gelen cevapları verdim.”

Konyalı Opr. Dr. Abdurrahman Cantekinler mühim olan hatırasını şöyle anlatmış:

“Üstadı 1949 sonlarında Emirdağda ziyaretimde bana:

“Evladım,sen bir Abdurrahmansın.Abdurrahmanlar cesur olur. Ben sana vazife veriyorum, Ankaraya gittiğinde Adliye Vekili Rükneddin Nasuhîoğlu ile görüşeceksin, selamımı söyliyeceksin. Ancak bu selamım, sadece onun Adliye Vekili olduğu için değil, Nasuhî Şeyhi Rükneddin Efendi’nin torunu olduğu cihetle size selam gönderdi diyeceksin” dedi.

1949-1950 Ankara Tıp Fakültesini kazandım Ankaraya gittim.Muhsin Alev,Ahmet Atak ile birlikte Adliye Vekili ile görüşmeye gittik. Randevudan sonra bizi kabuletti. Kendimizi tanıttıktan sonra, “ziyaretimizin maksadının Üstad Bediüzzaman’ın selamını tebliğdir”dedik.

Bunun üzerine Vekil Bey, hiddetli ve tehavvürlü bir tarzda: “Siz de neci oluyorsunuz?.. O adamın peşinden neye gidiyorsunuz.Şimdi ismlerinizi alıp tahkikat açtıracağım vesr.” Konuştu. Vaziyete baktım, Ziya ile Muhsin biraz çekingenlik gösterip, sustular. Ben ise, Bakan Beye gür bir sesle: “Ya sen necisin, kendini ne zannediyorsun? Said-i Nursi Hz.lerinin sana ihtiyacı yoktur, size muhtaç da değil. Sizin dedenizden dolayı ve o cihetle size selam gönderdi. Ben size Risale-i Nurları okumanızı tavsiye ediyorum vesr.” Dedim.

2085

Vekil Bey benim bu mukabil cesurane sert çıkışım üzerine sustu ve herhalde ma’nen sarsıldıki; o ilk tevvürlü tavrı kayboldu ve bize güler yüz göstermeye çalıştı.. “Her zaman sizi beklerim vesr.” Dedi.

(Son Şahitler-5, sh.88)

3- HUSUSİ VE MAHREM BAZI MES’ELELER

Bu maddedeki mes’eleleri de birkaç bölüme ayırmak mümkündür.

1- Müzmin ve geçmesi gayr-i kabil hastalara ettiği şifa duaları ve moral verme dersleri neticesinde hastaların şifa bulmaları..

2- Nur talebelerinin hüsn-ü akibeti hakkında söyledikleri sözler ve verdiği işaretler…

3- Sair mahrem ve hususî işler ve mes’elelerdir.

Bu üç mes’elenin her birisinden birer ikişer örnek vereceğiz:

BİRİNCİ KISIM: Müzmin ve geçmesi tıbben adeta gayr-i kabil hastalara ettiği şifa duaları ve verdiği moral dersleri neticesinde görülen şifalar:

Birinci Örnek: Van’lı Hacı Reşit Övet ve Muradiyeli Terzi Kâmil Acar’dan ayrı ayrı dinlediğimiz, Hacı Reşit’in hastalığı ve Üstad’ın ona duası şöyle cereyan etmiştir:

Hacı Reşit Tüperkülozludur. Doktorlara çok gitmiştir. Amma bir türlü iyileşmemiştir. Muradiyeli Terzi Kâmil diyor: İkimiz beraberce Üstad’ın ziyaretine gittik. Bizi kabul etti. Üstad da çok hasta idi. Zor konuşuyordu. Üstad benden Hacı Reşid’in kim olduğunu sordu. Hacı Reşit kendini tanıttı. Ben de “Üstadım, Hacı Reşit hastadır, ona dua et!” dedim. Bir şey demedi. Biraz sonra sözümü tekrarladım. Yine bir şey söylemedi.. ve üçüncü defa yine aynı sözü tekrarladım ve Kurban Hacı Reşit hastadır, dua et. Üstad: “Ben de hastayım, hiç doktora gitmiyorum” dedi. Ben Kurban Hacı Reşit de hiç doktora gitmiyor. Yalnız duanızı istiyor. ona dua et!

Baktım, Üstad hafifçe tebessüm ederek, Hüsnü Ağabeye: “Hüsnü ismini yaz, ona sabahleyin ism-i A’zamla dua edeyim” dedi.

Allah’a şükür Hacı Reşid o gün, bugün o müzmin hastalığının yüzünü bir daha görmedi ve tamamen kesb-i afiyet etti. Bu hadise herkesçe bilinmektedir.

İkinci Örnek; Adıyaman’lı Hacı Dursun Kutlu’dur:

Hacı Dursun’un, hem hastalığından Üstad’ın duası ve moral vermesiyle şifa yab olması.. hem de Üstadıyla görüşmesinde bazı enterasan hadiseleri olduğu için, onun hatırasının hülâsaten kaydı belki biraz uzun olabilir. Hacı Dursun’un şimdiye kadar Son Şahitlerde de hatırası yazılmadığı için,

2086

bu makamda kaydetmeyi uygun bulduk:

21.11.987 Cumartesi günü; benim hususi mektubumla, hatırasını istifsarım üzerine, mektupla cevab vermek değil, bizzat Adıyaman’dan kalkarak Urfa’ya yanıma kadar gelmesi onun samimiyetinin bir ifadesidir. Urfa’ya yanıma gelen Hacı Dursun Kutlu hatıralarına şöyle başladı:

1951 son ayları idi, Eşref Edib’in çıkardığı Sebilürreşad’da, Üstad’ın bir müdafaasını okumuştum. Daha önce Üstad’ı bilmiyordum. Ticarî işim dolayısıyla o günlerde İstanbul’a gitmiştim. Eşref Edib’i de ziyaret ettim. Hazret-i Üstad’ın nerede olduğunu kendisinden sordum. Emirdağ’da olduğunu söyledi. Ben de İstanbul’dan Emirdağ’a geldim. Osman Çalışkan Ağabeyi buldum. Üstadımızı ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Kolay!” dedi ve gitti Zübeyr Ağabeyle görüştü, geldi. Üstad’ımız ziyaretçi kabul edemiyeceğini söyledi. Ben çok üzüldüm. Sonra Mehmet Çalışkan Ağabey geldi. O da bu iş kolay dedi ve gitti, Üstad’ın hizmetindeki Zübeyr Ağabeyle görüştü, geldi.O da aynı şeyi söyledi. Ben çok üzgün ve bitkin şekilde oteldeki odama gittim. Çok üzgündüm. Ömrümde hiç ağlamak bilmezken, beni bir ağıt tuttu.. ve “Yâ Resulellah beni kabul etmiyorsun ki; Hazret-i Bediüzzaman da beni ziyaretine kabul etmiyor!” diye kendi kendine bağıra bağıra konuşmuşum. O hüzünlü hal içinde otelden indim. Allah affetsin o zaman başımda şapka vardı. Sigara da içiyordum. Otelin dışında durup bir sigara sarmaya başladım. Sonra aklıma geldi ve kendi kendime dedim ki: Ben hem büyük bir zatın ziyaretine gelmişim, hem de bu sigarayı içiyorum, diyerek sigarayı attım.. Ve o hüzünlü hal ile kendi kendime nereye gittiğimi bilmeden, yürüye yürüye Hazret-i Üstad’ın evinin tam yanına gelmişim. Meğer Üstad’ımız da az önce beni istemiş ve Mustafa Acet’e beni getirmemi söylemiş. Mustafa Acet de aşağı inmiş, kapıda bekliyormuş. Beni görünce “Gel kardaşım, Üstadımız seni bekliyor” dedi. Üstad’ın yanına çıktık. Elini öptük. Ben askerden yeni geldiğim için,

Üstad’ın karşısında asker gibi hazır ol vaziyetinde bekliyormuşum. Sonra yanımdaki Mustafa Acet’e baktım o ellerini bağlamış duruyor. Ben de onun gibi yaptım. Hazret-i Üstad bir çok şeyler söyledi. Fakat ben o heyecanımdan anlıyamıyordum. Anladığım şey “Bu kısacık görüşmemiz altunlar değerindedir” sözüdür.

Sonra Hazret-i Üstad bana sordu: “Sen Kürtçe biliyor musun?” dedi. Ben Kürtçe anlarım, fakat iyi konuşamıyorum dedim.. ve ilâve ederek: Benim annem Kürdtür. Fakat babam Türk… dedim.

Üstad Hazretleri biraz düşündükten sonra: “Hayır baban da Kürttür” dedi. Sonra bana biraz risale verecekti, fakat Hulusî Bey’den alırsın dedi. İlk ziyaretim böyle geçti.

2087

-Hastalığım ve Üstad’ın muamelesi

Eve, Adıyaman’a döndüm. Kendime bir ev yaptırdım. Dükkân işi vesaire derken, hastalandım. Çok zaif düştüm. Annem de hasta idi. Bir ara annemi Adana’ya doktora götürdüm. Aynaya verdirdim. Bu arada kendimi de aynada baktırdım. Doktor bana, senin akciğerinde büyük bir yara var. Hastasın dedi.

Doktorun bu sözü üzerine daha da çok hastalandım ve gerçekten hasta düştüm ve her gün biraz takatten düşmeye başladım. Konu-komşu herkes bana ta’n ediyor “Neden iyi bir doktora gitmiyorsun?” diyorlardı.

Ben 1954 sonu İstanbul’a ticari iş için gidiyordum. İstanbul’a gitmişken, Isparta’ya da uğrayayım, Üstad’ı ziyaret edeyim, öyle İstanbul’a gideyim dedim ve Isparta’ya gittim. Üstad’ımızın ziyaretine vardım. Bayram Ağabey ile birlikte Üstad’ın huzuruna girdik. Ben bir şey demeden Üstad Hazretleri çok telâşlı şekilde: “Bu kardeşimi kim evhamlandırmış?” dedi. Halbuki ben hastalık hakkında herhangi bir şey anlatmış değildim. Sonra bana dönerek:

“Sana bu evhamları veren doktorun ismi nedir?” dedi.

Ben, ismini unutmuşum, bilmiyorum efendim dedim. Üstad: “Yok kardeşim, senin hiç bir şeyin yok! Dön eve git!” dedi. Fakat az sonra Üstad bana: “İstanbul’dan döndüğünde arkadaşlara selâm söylersiniz” dedi.

Ben Üstad’ın yanından ayrıldıktan sonra, Tren istasyonuna geldim. Bileti alırken, Gölbaşı diyeceğim yerde, Haydarpaşa demişim. Bileti aldım ve trene bindim. Trene bindikten sonra, kendi kendime sitem ettim. Neden Üstad’ın ilk emrini “Eve dön emrini” yerine getirmedim diyerek kendi kendime konuşup durdum. Giderken yolda kararımı verdim ve Afyon’da iner inmez Adıyaman’a dönerim dedim. Soranlara da, en büyük bir doktora muayene olduğumu, hiç bir şeyimin olmadığını söylerim. Fakat Afyon’da ben trende uyuya kalmışım. Tren Afyon’u geçmiş.. Ne ise Eskişehir’de iner, dönerim dedim.

Eskişehir’e geldik, orada trenden indim. Geri dönmek üzere biletimin üstünü geri aldım ve Adıyaman’a doğru giden trene bindim. Gölbaşı’na geldiğimde, hastalığım hiç kalmamış gibi bir hafiflik ve ferahlık hissettim. Hatta orada namazımı kıldığımda, sair zamanlarda eğildiğim zaman belimdeki ağrı da yoktu.

Adıyaman’a geldim, soranlara: “Ben en meşhur bir doktora muayene oldum. Senin hiç bir şeyin yok dedi” diyordum.

Bu arada, Ramazanın onbeşinde annem vefat etti. Yine biraz rahatsızlık hissetmeye başladım. Bir sene böyle geçti. Bu sene içinde önceleri çok zaifken, anormal şekilde bir hastalık şişmanlığı bana geldi. Yine konu komşu 

2088

bana: “Kendine bakmıyorsun, iyi bir doktora git ve saire” dediler. Ben de o sene yine ticari işlerim için İstanbul’a gittim.O zamanlar Heybeliada’da meşhur doktorlar, verem doktorları vardı. Oraya gittim. Lâzım gelen röntgen, tükrük muayenesi vesaire tüm tahlilleri yaptırdım. Doktorlar bana hiç bir şeyin yoktur dediler.

Ben doktorlara, neden peki kolum tutmuyor, ağrı sızı var? dedim. Doktorlar: “Vücudunda D vitamini eksikliği var, başka bir şey yok” dediler ve bana bir hap verdiler.

Bir hafta sonra da, İstanbul’da kaynımın tanıdığı iyi bir doktora muayene oldum. Beni aynaya koydu, muayene etti. “Senin ciğerlerinde büyük bir yara varmış.. Fakat şimdi tamamen kapanmış. Sen ne yaptın ki? Bu yara kendi kendine kapanmaz” dedi.

Ben hiç bir şey yapmadım ve tıbbî tedavî de görmedim dedim. Doktor çok hayret etti. Bu yara iyi bir tedavi olmadan kendi kendine kapanmaz dedi.

İşte böyle… Artık o hastalığı görmedim.

Benim on sefer kadar Üstad Hazretlerini ziyaretim vardır. En son ziyaretim, 1960 başında Üstad’ı Ankara’dan geri Emirdağ’a çevirdiklerinde; onu Ankara’dan bir kaç arkadaşla gidip davet edenlerin içinde ben de vardım. Emirdağ’a geldiğimizde, Hazret-i Üstad bizim onu davet etmemize karşı demişti ki: “Ben bu kardeşlerimin davetlerine, ölüm de olsa icabet etmek mecburiyetindeyim” ve hemen hazırlığını yaparak yola düştü. Sonra malûm olan yolda hükûmet kararıyla onu geri Emirdağ’a çevirnıişlerdi…”

Üçüncü Örnek:

“Bu meselede en bariz bir şahid de Avukat Bekir Berk’tir. Bu zat Risale-i Nurların müdafaalarına başladığı günlerde, kendisinde mevcud tüberkülozun üçüncü safhasına varan hastalığı ve bütün hekimlerin “Ne karada, ne denizde, ne havada seyahat etmesi mahzurludur” diye olan raporlarına rağmen, Bediüzzaman Hazretleriyle görüştüğünde: “Sen onları dinleme! Sende hiç bir şey yoktur. Hizmetine devam eyle!” demesi ve her halde ona olan duaları neticesi, Bekir Berk öyle bir sıhhat kesbetti ki; karasıyla da, deniziyle de, havasıyla da ondört sene fıldır fıldır Türkiye’nin her tarafını durmadan gezdiği halde, gittikçe enerjik ve dinamiklik ve sıhhat kesbetmiştir. Bu hadise meşhurdur. Bizzat Bekir Berk’den müteaddit defalar duyduğum gibi hadisenin şahidleri de çoktur…

2089

4. Örnek:

Emirdağlı Ahmed Urfalı anlatıyor:

“Bir gün üstadımızla kıra çıkıyorduk. Emirdağın eski postanesi önüne geldiğimizde üstad âniden geri dönerek bana sordu: “Hastamısın?” Ben daha “Evet,”diyemeden, bana şiddetle bir şamar vurdu. (Ben hakikaten bir kaç sene idi bende vahhamlık hastalığı vardı.) sonra, “Haydi gidelim bir şeyin yok” dedi.

Ondan sonra, benim rahatsızlığımla alakadar hiç bir şikayetim kalmadı:” (Son Şahitler-4, sh.253)

Ve daha bu beş misal gibi sadece 1950-1960 arası çok nümuneler ve misaller vardır. Fakat bunların bazılarının rivayet ilmi usûlüne göre zabıt ve rivayet işi kesin kaydedilmediği için sarf-ı nazar eyledik.

“Beşinci Örnek: Halep’li, Meşhur hapishane vaizi ve halende Suudî Arabistan umumi hapishaneler vaizi Şeyh Ömer El Melahifci’nin çok mühim ve enteresan hatırasının hülasası:

Bu hatırayı, 1 Mart 1990 Perşembe günü Medine-i Münevveredeki Nur dershanesinde, sabah namazından sonra bizi ziyarete gelen Şeyh Ömer efendinin ve beraberinde Medinedeki Bilal-ı Habeşî camii müezzini Mihr Ali efendinin bulunduğu halde anlattı.Şeyh Ömer efendinin bu konuşmasını dinliyen beraberimdeki Muradiyeli Kamil Acar, Urfalı Hacı Ziya Canbazlar ve yine Urfalı Ömer Tüysüz ve orada sâkin diğer bazı insanlar da dinlediler.Ayrıca benim ısralı talebim üzerine, bu hatırasını arapça kaleme alarak bize göndermesini istedim.Kendileri lütuf buyurup 10 Muharrem 1411 Hicri, 1991de beş sahife halinde bu hatırasını kaleme alarak bir fotoğrafı ile birlikte bize gönderdiler.Biz şimdi gerek Medinede şahsen dinlediğimiz ve gerekse kaleme alıp gönderdiği yazısının çok hülasalı bir kısmını türkçe olarak kaydedeceğiz:

“Otuz sene evvel, yani tahminen 1955 senesinde Halep’te idim.Bediüzzaman Hazretlerinin ismini ve mücahedelerini duymuştum.O sıra benim ağabeyim felçlik geçirmiş, kötürüm halde idi.Çok doktorlara giderek çok çeşitli ilaçlar, tedaviler yaptıksada fayda olmamıştı.Karar verdim, ağabeyimle birlikte Türkiye ye gideyim ve Bediüzzamanı ziyaret edeyim.Ancak o sıra Suriye ile Türkiye arası iyi değildi.Halepteki Türk konsolsluğuna müracaat ettim,vize vermediler. Yüksek rütbeli bir subay dostum vardı, vize için onu araya koydum, Çok uğraştı. Nihayet sadece Adana’ya kradar bir vize beanim için alabildi. Ağbayimi alarak Türkiye’ye Adana’ya geldim, bir otele indik. Otelci kanunî mecburîyetle, olarak pasaportlarımızı bizden teslim alarak kasasına koydu. Bu durumda ben ağabeyimi beraberimde Bediüzza-

2090

man’a götüremezdim. Amma ben kendim onu görmeyi herşeye katlanarak göze almıştım. Ağabayimi ve pasoportları Adanada bırakarak hüviyitsiz, pasoportsuz Isparta’ya doğru yola çıktım. Yola koyulmadan önce de, orada meşhur doktor ve felç hastalıkları mütehassısı Ahmet Kûrşat ismindeki zata ağabeyimi mu’ayene ettirerek ilaçlarını kullanmaya başlamıştık.

Üstadın ziyareti kasdiyle Adanadan Konyaya geldim. Bezı cami’ imamlarından Isparta’nın yolunu ve Bediüzzamanın ahvalini sordum. Beni Halıcı Sabri Efendi ismindeki zata götürdüler. Halıcı sabri Efendi benim genç yaştaki sakalıma, kıyafetime hayran kalarak bana karşı çok hürmet ve ikram gösterdi. Hatta bir ara para kasasını açarak büyük bir demet para çıkarttı ve bana ısrarla vermek istedi. Amma ben onu almadım ve “Para için buralara gelmediğimi,sedece Bediüzzamanı ziyaret etmek için geldiğimi” söyledim. Halıcı Sabri Efendi bana bir mektub verdi ve bir adres gösterdi. Konya’ dan Isparta’ya vardım. NURİ BENLİ ismindeki zatı buldum. Bu zat beni üstadın evinin kapısına kadar götürdü. Üstadın kapısı açıldı. Talebelerden birisi beni alarak yukarıya götürdüler. Ben ise kafa ve hayalimde; herhalde bir kaç sekreterlikten geçerek ve bir kaç kapının ötesinde üstadı görebileceğimi düşünüyordum. Halbuki ise, Bediüzzamanın evi ve meskeni tam takır boş bir yerdi. Ne hiçbir sektereter, nede ona götüren kapılar ve aracı kişiler… İşte ben o zaman: “Haza’ Bediüzzaman” dedim.

Huzuruna girdim, eski bir karyola üstünde yatağına uzanmış yaşlı ve hasta bir insan… Konuşurken sesi çıkmıyordu, yanındaki talebesinin kulağına söylüyor, oda bana söylüyordu. Ben arapça konuşuyordum, Üstad hazretleri ise, türkçe olarak talebisinin kulağına söylüyor, o da bana türkçe olarak aktarıyordu. Ben her ne kadar türkçe bilmiyordumsa da, fakat cümlenin kavramını hissediyor, anlıyordum.

Üstad hazretleri, Suriye’ deki âlimleri sordu.Ahmet Akbizli’yi sordu,selam gönderdi ve dua istiyordu.

Ben Üstada meramımı ve ne için Türkiye’ye geldiğimi arzettim. Ancak onun huzurundaki nuraniyetli havadan ve sahasındaki manevî ve engin halinden ağlamaktan kendimi alamıyordum.

Nihayet Hazret-i Üstad bana kendi eserlerinden bir kaç tane hediye etti.Bende izin isteyerek huzurundan ayrılmak istedim. Odasından çıktım,merdiven başında ineceğim sırada, bir bakdım; Üstad Hazretleri giyinmiş ayaktadır. Beni yolculamak için kalkmış…Bu hali görünce, ben ağlıya ağlıya ayaklarına kapanmışım.Üstad beni sakinleştirmeye çalışıyor ve “Merak etme inşaallah ağabeyin de şifa bulacaktır” dedi. Ayrıldım, Adana’ya geldim. Elhamdülillah ağabeyimi ayakta yürüyor gördüm..

2091

Şeyh Ömer Efendi bu hatırasını bize anlatırkende ağlıyordu; bizleri de ağlattı.

Altıncı Örnek: Hz. Üstadın hizmetkârlarından Hüsnü Bayramoğlundan..

7.7.1952 de İstanbul’da bir hadiseyi şöyle anlattı:

“Bir gün (1956’larda) Senirkentli Ali İhsan Tolayı, iki kişi tutup Ispartaya Üstadımızın yanına getirmişlerdi. Ali ihsan Tola Cinnet getirmiş, deliriyordu. Üstadımız odasından çıktı,” Bunun bir şeyi yok” diyerek bir tokat vurdu. Ondan sonra Ali İhsan Tola epey düzeldi. Daha eski cinnet halleri kalmadı.”

2092

2093

2094

2095

2096

2097

 

İKİNCİ KISIM:

Nur talebelerinin hüsn-ü akibetleri hakkında:

Mustafa Sungur Ağabey anlattı:

“Bir gün Onbirinci Şua’ olan Meyve Risalesinde bir talebe-i ulumun münker ve nekir ona dediği zaman, ona Men mübtedadır, Rabbüke onun haberidir, bahsi okunurken, Üstad’ımız buyurdular ki; “Nasıl Denizli mahkemesinde merhum Hafız Ali, ellerini kollarını sallıyarak müdafaa yaptığı gibi; vefat edip kabre konulduğu gece, ben kalben baktım gördüm ki; Hafız Ali aynen mahkemede yaptığı müdafaa tarzında, yine meyvenin hakikatlarıyla Münker ve Nekire cevab veriyordu.”

Kayser Hoca anlattı: (Aslen Bitlisli olup şimdi İstanbul Çağlayan’da oturur)

“Üstad Hazretlerinin eski talebelerinden olan ve son hayatını İstanbul’da bitiren Seyyid Şefik Efendi’nin son vefat hastalığı sırasında ziyaretine gitmiştim. Hacdan da yeni dönmüştüm. Seyyid Şefik son saatlerini yaşıyordu. Biraz oturdum, ayrılmak için ayağa kalkarak elini öptüm, müsaade istedim. Beni yeni tanıdı ve elimden tuttu, dedi: “Bu bizim Kayser değil mi?” Evet Seyda, dedim. Bunun üzerine işaret ederek oturmamı istedi. Oturdum, zemzem suyunu pamukla dudaklarını ıslatmamı istedi. Öyle yaptım. Biraz sonra dedi ki: “Kayser! Hani biliyorsun ya, ben imanımın hüsn-ü hatimesi için hep ağlardım ya… Şimdi bunu müjde edebilirim ki; ilhamen benim Risale-i Nur talebesi olmaklığımla imanım hüsn-ü hatime ile neticelenecek inşaallah”.

Yine Mustafa Sungur Ağabey anlattı:

“Bir gün Üstad’ımızla beraber Mesnevi’yi okuyorduk. Buyurmuşlardı “İnşaallah bu derslerimizin mükâfatı olarak, Berzah âleminde yıldızdan yıldıza beraber uçar gezeriz.”

ÜÇÜNCÜ KISIM:

Sair hususi işler ve mahrem mes’eleler:

Ağrı’lı gazeteci Celâl Başer anlatmış:

“ Üstad’ı ilk ziyaretimde, Doğu Beyazidli ve kendisinin hocası Şeyh Muhammed Celâlî Hazretlerinin oğlu Sıddık Efendi’yi sordu.Şahsen tanıdığımı söyledim. Çok memnun oldular. Sıhhat haberlerine ayrıca sevindiler. Sıddık Efendi’nin bir hikâyesi vardı ki, o anda Üstad’a anlatamadım. Hikâye şöyledir:

2098

Sıddık Efendi müftülük için müracaat etmiş, Erzurum’da imtihana girmeye gidiyormuş.. Bir kış vakti yola çıkmış, Tahir köyünde gecelemiş.O gece Sıddık Efendi rü’yasında Hazret-i Üstad’ı görüyor. Üstad ona Kur’an-ı Kerimi açarak bir ayet okumuş ve tefsir etmeye başlamış.. Ve ücretle dinî ilimlerin satılamayacağını, dinî hizmetler mukabilinde dünyevî ücretler alınamıyacağını anlatmış.

Sıddık Efendi haşyet içinde uyanır ve Erzurum’a imtihana gitmekten vazgeçer. Çok kuvvetli bir din âlimi olan Sıddık Efendi bundan sonra, hayatı boyunca hiç kimseye ücret mukabilinde ders vermedi ve herhangi bir vazife de almadı…(124)”

Yine Celâl Başer anlattı:

“Aynı ziyaretimde Üstad Hazretleri, kendi sürgün arkadaşı ve ADEMAN AŞİRETİ REİSİ Amet Ağa’yı (Ahmet Alparslanı) sordu. İyi tanıdığımı ve konuştuğumu ifade ettim. Ahmed Ağa 1946’da(125) CHP’den milletvekili seçilmişti. Dikkat ettim, Hazret-i Üstad bu adama kırgındı…(126)”

Said Özdemir (Tillolu) demiş ki:

1959, de Başvekil Adnan Menderesin uçak kazasından bir gün evel Üstadımızı Ispartada ziyaret etmiştim. O akşam Üstadımızın evinde kalmıştım.Sabahleyin Üstadımız buyurmuşlardıki;“Kardeşlerim ben bu gece Menderese dua ettim.”Sonra duydukki;Menderes aynı gün İngilterede uçak kazası geçirmiş.Uçaktakilerin hepsi ölmüş Menderese bir şey olmamış. (Son Şahitler-5,sh.55)

Not: Nitekim S. Özdemirin rivayetinden daha berrak ve açık, Senirkentli Dr. Tahsin Tola ile Ali İhsan Tolanın rivayetleridirki, derler:

“Menderes’in Londra’ya sefer yapacağı günün sabahında, Üstadımız Menderes’e, seyahatını te’hiretmesi için beni Ali İhsan ile Atıf Uralı gönderdi. Ancak biz Ankara da, onun fazla meşguliyetinden kendisine ulaşamadığımız gibi, birde duydukki Menderes İstanbula gitmiş.”

Bu rivayeti ben bizzat bu zatlardan duyduğum gibi, aşağıda kayıtlı Dr. Tahsin Tola’nın rivayeti de bunu te’yid etmektedir.

Eski DP Isparta Milletvekili Merhum TAHSİN TOLA anlattı:

“Ankara’ya (kazanamadığımız 1957 seçimlerinden sonra) gidiyordum. Üstad’a uğradım. Üstad bana: “Adnan Bey kardeşime selâm söyle. O bizim himayemizdedir. Eğer biz onu himaye etmesek, (İki elini işaretle birbiri arkasında çe-

(124)Son Şahitler-1 S: 116

(125)Son Şahitler-1 S: 117

(126)Son Şahitler S: 154

2099

virerek) bir anda altı üstüne gelir. Bizi Âlem-i İslâm’dan, Pakistan’dan çağırıyorlar. Eğer biz burayı bırakıp gitsek, bir anda altı üstüne gelir. Burayı biz muhafaza ediyoruz” diye ders vermişti.

Yine merhum Tahsin Tola demiş ki:

“Adnan Menderes’in Londra seyahati (Bu seyahat 17 Şubat 959’da oldu) sırasında, Üstad çok telâşlanmıştı. Ali İhsan Tola ile Atıf Ural’ı Menderes’e göndermişti. Seyahatini te’hir etmesini istiyordu. Arkadaşlar, Menderes İstanbul’a gittiği için görüşemediler. Dolayısıyla Üstad’ın çok mühim olan bu arzusunu Menderes’e ulaştıramadık.(127)”

ÜSTÂD’IN HİZMETKÂRLARI

Üstad’ın hizmetkârları aşağı yukarı hepsi kat’iyet ve külliyetle hükmeder, derler ki:

“Üstad’ımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, bizim haberimiz olmadan bizi ikaz için ufacık bir meseleyi bahane ederek, şiddetle bize ders verir, ikaz ederlerdi. Günler geçtikten sonra, mübarek Üstad’ımızın ikaz ettiği aynı şeylerle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi.. Ve Fesübhanallah bu meseleden dolayı Üstad bize ders vermişti derdik.(128)”

Eskişehir’li Hacı Ömer Biçer söylemiş:

“(1952 Eskişehir zelzelesi olacağı günler) Son günlerde Hazret-i Üstad Kanlıpınar sırtlarına kadar gelir, oradan geri dönerdi. Bunun sebebini, bilâhare meydana gelen Eskişehir zelzelesine bağlıyoruz.

Bir akşam Halil Delice’nin evinde toplanmış çaylarımızı içip, Risale okuyacaktık. Birden zelzele başladı ve ortalık toz duman oldu. Bir gün sonra Üstad Hazretleri Eskişehir’e gelmiş ve şöyle demişti:

“Erzincan zelzelesinden daha büyük idi. Fakat manevi bir el zelzeleye mani oldu. Elhamdülillah fazla bir zayiat olmadı.(129)”

Eskişehir’li Muhyiddin Yürüten aynı zelzele hadisesi hakkında şöyle demiştir:

“Eskişehir zelzelesinden önceki günlerde, Üstad sık sık Emirdağ’dan Eskişehir’e gelir. Bazen bir saat, bazen iki saat kalır, giderdi. Bu arada bizimle konuşur ve: “Bir sıkıntınız var, tedbirli olun, ihtiyatlı davranın!” şeklinde ikazlar yapardı.

(127)Son Şahitler S: 397

(128)Son Şahitler-3 S: 397

(128)Son Şahitler-3 S: 76

2100

Bu sıkıntının ne olduğunu, Üstad’ın ne demek istediğini anlamazdık. Biz her zaman olduğu gibi, yine polisin evimize baskın yapmasından endişe ederdik.

Zelzeleden çok kısa bir zaman önce, Üstad Kanlıpınar’ın yakınındaki bayıra gelip, Zübeyr Ağabeyle haber göndermiş: “Tedbirlerini alsınlar!” demiş. Biz yine bir şey anlıyamadık. Meğer Üstad o gece olacak olan zelzeleden haber veriyormuş. O mübarek Üstad’ı anlıyamadık.

Zelzele olduktan sonra, Üstad geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. “Büyük bir sıkıntıyı atlattık, bu hadise bütün Türkiye üzerinde idi. Eskişehir cevab verdi. Bu zelzeleden zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin!” dedi. Biz Üstad’ın bu müjdesini etrafa bildirdik…(130)”

Eskişehir zelzelesi mevzuunda Doktor Tahir Barçın ise şöyle demiştir:

“… Üstad’ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir’de zelzele oluyordu. Ladik’li Ahmet Ağa(131) (Konya’nın Kadınhan kazasının Ladik Köyü) Üstad’ın Eskişehir’e devamlı gitmesini şu şekilde değerlendiriyordu:

“Bediüzzaman her gün Eskişehir’e gidiyor.. Siz onun ne için bu kadar sık gittiğini biliyor musunuz?

Ona vazife verdiler. “Sen dua et!” diye… Çünki Eskişehir yıkılacak, taş üstüne taş kalmıyacak.. Dua et, Cenab-ı Hakk’a yalvar! Dediler. Üstad hastayım diye özür beyan ettiyse de, özrünü kabul etmediler. Onun için her gün Eskişehir’e gidiyor…(132)”

Eskişehir zelzelesi münasebetiyle Üstad’ın hizmetkârlarının imzalarıyla o sıra neşredilen Üstad’ın bir mektubunu da buraya kaydediyoruz. Mektup aynen şöyledir:

(130)Aynı EserS:76

(131)Lâdikli Ahmet Ağa, Birinci Cihan Harbi’nde Gazze cephesinde harbederken, yaralanmış, bir mağaraya sığınmış. Orada Hazret-i Hızırla müşerref olmuş bir insandır. Kerametleri. velayeti meşhurdur. Konya, Eskişehir ve Afyon dolaylarında bilinmektedir.1969’da vef’at etti. Allah rahmet eylesin. (Bkz. Tafsilet: Son Şahitler-3 S: 82) (132) Son Şahitler-2 S:132

(132)Son Şahitler-2 S:132

2101

2102

Aziz sıddık kardeşlerimiz!

Biz Emirdağ’ındaki Nur talebeleri, bu son zelzelenin yineRisale-i Nura bir taarruza münasebeti var mı diye Üstadımıza sorduk. Hususan Hüsrev’in hapis müdafaatında ispat ettiği gibi, zelzeleler çok defa Risale-i Nura taarruza karşı zeminin bir hiddeti ve itirazı gibi telâkki ediyoruz?

Üstad da dedi:

“Ben de bir cihette telakkinize iştirak ediyorum. Çünki bu son zelzelenin aynı zamanında Risale-i Nurun beş mühim merkezinde olan beş vilâyette hem şahsıma, hem Risale-i Nura pek insafsızca iliştirilmiş ve iftiralarla taarruz ettiklerini mektuplarla haber aldık.

Birincisi: Isparta’da bütünü iftira eski partinin bir gazetesi.. Yine aynı zamanda İnebolu’da iftiralarla nurlara ve şahsıma taarruz.. Yine aynı zamanda Elaziz tarafında imzasız bir mektup ile nurlara taarruz.. Yine aynı zaman yirmibeş sene Said’e zulmeden eski parti şefi İzmir’de nutkunda hücum etmiş.. Hem aynı zamanda Eskişehir Nur talebelerine taarruz, fakat akim kalmış.. Hem aynı vakitte bir buçuk saatlik iki mahkemenin bir buçuk ay te’hiri ile mahkeme ile alâkadar biçare Nur talebelerine bir sıkıntı verilmiş..

Elbette bu haller hususî değil, umumî bir proğram tahtında bir taarruz olmasından, zeminin zelzele ile itirazı ve hiddeti tesadüfe benzemiyor” dedi.

Biz de Üstad’ımızın bu ihtimaline yakından inanıyoruz. Siz kardeşlerimize de beyan ediyoruz ki, madem Cenab-ı Hak inayetiyle Nuru ve talebelerini himaye ediyor. Bütün dünya da bize ve nurlara hücum etse, telâş etmemek lâzım geliyor.

Emirdağ Nur talebeleri namına

Elbaki Hüvelbaki

Tahir, Nuri, Mehmet, Mustafa, Halil, Halim(133)”

(133) Küçük Müntehap Dosya sıra no:4

2103

GÜMÜŞHANE MEBUSU EKREM OCAKLI’DAN GELEN BİR HATIRA

12.2.1988 Cuma günü İstanbul’daki evinde ziyaret ettiğimiz Vahideddin Karaçorlu’nun bizzat dinlemiş olduğu bir hadiseyi cemaat huzurunda şöyle anlattı:

“Ben eski DP Milletvekili Ekrem Ocaklı’dan şöyle bir hatıra dinledim , dedi ki: “Ben ve Muş Milletvekili Gıyaseddin Emre Üstad’ın ziyaretine gitmiştik. Yolda giderken Üstad’dan bir çok sualler soracağımızı konuşmuştuk. Yanına girdiğimizde adeta zihinlerimiz boşandı gibi hiç bir sual hatırımıza gelmedi. Fakat az sonra Hazret-i Üstad karyolasında doğrulup oturdu ve yolda konuştuğumuz suallerimize tek tek cevab verdi. 1957 seçiminden sonra bazı sebeblerden dolayı ben DP’den istifa etmeyi düşünüyordum. Gıyaseddin Emre ise, mütereddit idi. Üstad bizimle konuşurken, bir ara Gıvaseddin’e: “Sen de Ekrem’in arkasından git” demişti.

Ayrılacağımız sırada ben eğilerek Üstad’ın ayaklarını öpmek istedim. Fakat Üstad omuzumdan bir tutunca, sanki vücudumda can kalmadı gibi dona kaldım. Eğilip öpemedim. Sonra bizi kapıya kadar yolculadı. Tam ayrılacağımız sırada Üstad elini şöyle bir uzattı, gözümle gördüm: Bir kutu şeker şap diye Üstadın eline yapıştı. Kutuyu açtı, bize ikram etti. Gıyaseddin bir kaç tane aldı. Ben ise, nezaket yapıyorum diye az aldım. Bir tanesini yedim. Bir tanesini de valideme götürdüm. Yediğim o şekerin lezzetini hayatımda hiç tatmamıştım. Üstad bize şekeri ikram ettiği sırada: “Kusura bakmayın, başka ikram edecek bir şeyim yoktur. Bu şeker de bana Medine’den hediye gelmişti” dedi.

Ayrıldık. Ben DP’den istifa ettim. Fakat Giyaseddin etmedi. 1960 İhtilâlinde onu da Yassıada’ya gönderdiler. Ben ise kurtuldum.”

Barlalı Bahri Çağlar Kanalıyla gelenbir rivayet:

“Bir gün Üstad hz.leri,yanında Şamlı Hafız Tevfik olduğu halde, mezarlığın Kenarından geçiyorlarmış.Üstad Hafız Tevfike demişki:“Şurada yatan bir zat var,beni geceleri rahatsız ediyor.. Hele kazın şurayı …” Kazıyorlar bir mezar taşı çıkıyor ve 200 sene evvel defnedildiği anlaşılıyor. Halbuki orası düm-düz bir yer imiş. Mezar olduğuna dair hiç bir alamet yokmuş…”

(134)Son Şahitler-5,sh.77

(135)Son Şahitler-5, sh. 77

2104

SELAHADDİN KAPLAN HOCA’DAN GELEN RİVAYETLE ACİP BİR HADİSE

20.2.1988 Cumartesi günü İstanbul Sümbülefendi dershanesinde cemaat huzurunda hadiseyi şöyle anlattı:

“Bizim Diyarbekir’in Silvan kazasından ilim talebesi Fakih Mehmet adında bir genç, tahminen 1958-1960 arasında Siverek’in bir köyünde Ramazan imamlığını yapmakta iken, bayrama yakın köyden ayrılıp, evine dönmek üzere olduğu günlerde, bir gece rüyasında Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ı görüyor. Üstad ona: “Siverek’te Eyyubey Muhammed (Mehmet oğlu Eyüb ) ismindeki bir adamda benim bir emanetim vardır, git o emaneti ondan al” diyor.

Fakih Mehmet bu rüyayı gördükten sonra uyanır, rüya olduğu için fazla ehemmiyet vermez ve yatar. Yine aynı şekilde Üstad Hazretlerini rüyada görür. Üstad kendisine aynı şeyi söyler. Bu şekilde aynı gece içinde üstüste üç defa Üstad’ı görür.

Fakih Mehmet sabahleyin köyden Siverek’e gider. Bir berber dükkânına girer, berbere: “Eyyubey Muhammed isminde bir kimseyi tanır mısınız?” diye sorar. Berber; evet tanıyorum der. Tam o esnada dükkânın önünden geçen bir genci göstererek: “İşte onun oğlu” der. Fakih Mehmet o genci çağırtır ve babasıyla görüşmek istediğini söyler. Genç, buyrun eve gidelim, babam evdedir der ve beraber eve giderler.

Ev sahibi Eyvubey Muhammed, oğlu ile beraber gelen Fakih Mehmet’ten şüphelenir. Hiç tanımadığı bir gencin kendisiyle ne işi olabilir? o sırada da hükümetin ve hafiye polislerin takipleri fazladır. Fakih Mehmet, o zata dikkat eder, çok telâşlı olduğunu görünce der ki: Beni size Bediüzzaman Hazretleri gönderdi. Bu sözü duyan ev sahibi, daha da çok telâşlanır. Ama telâş içinde tesir altında kaldığını da gizleyemez. Hatta gözleri de yaşarır.

Genç Fakih Mehmet gördüğü rüyayı olduğu gibi kendisine anlatır.Bunun üzerine ev sahibinin telâşı zail olur, sâkinleşir ve der ki: “Evet Bediüzzaman Hazretlerinin bende bir emaneti vardır. Ben Kastamonu’da 18 sene önce askerliğimi yaparken; bana bazı kimseler demişlerdi ki, burada Şarklı büyük bir hoca vardır. Bende o zatı ziyaret etmek ve elini öpmek arzusu uyanmıştı. Bir pazar günü izinli olarak bazı asker arkadaşlarımla birlikte Kastamonu kâlesının arkasında gezinirken; bir çeşmenin üstünde oturmuş yaşlı bir zatı bana göstererek “İşte o hoca!” dediler. Ben de onu ziyaret için kendisine yaklaşmaya başladım. Karşı tarafta da onu takip etmekle görevli sivil polisler varmış. Ben henüz yanına varmadan ve birkaç metre uzak iken, o zat benim tarafa dönerek ismimle Eyüb diye çağırdı. Gittim, elini

2105

öptüm. Bana dedi ki: “Eyüb kardaşım, ben sana bir iki defter emanet vereceğ’im. Sen bunları muhafaza edeceksin. Sende kalacak, ne zaman ki sana bir adam gönderdim, o zaman bu emanetleri gelen adama teslim edeceksin”. İşte bendeki emanetleri diyerek bana iki küçük defter verdi.

Selahaddin Hoca diyor: Bu talebe o emanet defterleri o adamdan alarak Diyarbekir’deki Molla Sıddık Hocanın ağabeysi Molla Habib’in dükkânına gelmiş. Orada hocası ve hemşehrisi Silvanlı Molla Ali de oturuyormuş. Kendisi o defterlerdeki Üstad’ın yazısını okuyamadığı ve anlamadığı için, defterleri Molla Ali’ye vermiş ve hocam, siz bunları anlarsınız, bunlar sizin olsun demiş. Bu defterler halen Molla Ali’de mevcutturlar. Defterlerin ikisi de Hazret-i Üstad tarafından yazılmış Risalelerdendir. Bunlardan birisi birinci Şua Risalesidir. İkincisi de galiba Beşinci Şua’dır. Şu anda Molla Ali Siirt vilâyetinin Kozluk kazasının Zilan köyünde imamlık yapmaktadır.”

BAŞKA MEVZULAR:

Eskişehirli Abdülvahid Tabakçı anlattı:

“Üstad Eskişehir’de bizim evde kalıyordu. Bir gün Üstad: “Bu gece Isparta’da evliyaullahın toplantısı var. Bana ihtar edildi, evinin iki senelik kirasını vermem lâzım” dedi.

Ben de bir ara samimiyetten firsat bularak: “Üstad’ım, herhalde benim malım ve param kirlidir ki; Risale-i Nur hizmetine lâyık görülmüyor. Ashab-ı kiram mallarıyla; canlarıyla cihad etmiş.. Demek benim malım kirli ki; kabul görmüyor.”

Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü, “Fakat yine de iki aylığını vermem lâzım.” diyerek bir reşat altunu verdi…(135)”

Eskişehir’li Abdülvahid Tabakçı’nın bir başka hatırası:

“Kafkasya’lı ve Tatar olduğumuzu söylediğimizde Bediüzzaman Hazretleri bize çok iltifat etti ve şöyle demişti:

“Ben Tatarları beş vakit namazda duama dahil etmişim. Bir zamanlar esarette iken, Kosturma’da iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur eserlerini yazmama vesile olmuşlardır. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama dahil etmişim. 1948’de bana zehir veren Afyon Savcısı da Tatar’dı. Abdülvahid, sen nerdeyse onu ara bul, mektup yaz. Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmiyeceğim. Hakkımı helâl ettim.” diye ifade buyurmuşlardı(136)”

(135)Son Şahitler-3, s: 77

(136) Zafer Mecmuası Sayı :130,S:16

2106

Eskişehir’li Muhyiddin Yürüten anlattı:

“Yarbay Reşad Bey, Konya’daki bir subay arkadaşına Üstad Bediüzzaman’ı ve mesleğini anlatmış. Fakat arkadaşı kabul etmemiş. Bunun üzerine:

“Gidelim Ladik’li Ahmet Ağaya soralım” diye kararlaştırmışlar ve gitmişler. Ahmed Ağa Üstadı onlara şu şekilde tarif etmiş:

“Ben onu size nasıl anlatayım ki?.. O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı değildir. O ne kutb-ul aktaba ve ne de herhangi bir kutba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (A.S.M.) feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla Bediüzzaman’ın manevî makamını size anlatmaya çalışayım:

Bir gün Hızır Aleyhisselâm geldi, “Eskişehir’de zelzele olacak, taş üstüne taş kalmıyacak!.. Gel Bediüzzaman’a gidelim ve dua etmesini istiyelim ki, bu zelzele hafif geçsin” dedi.

Beraberce gidip Bediüzzaman’a vaziyeti anlattık. “Haberim var, haberim var!..” dedi. Hızır Aleyhisselâm: “Dağlara gidip dua edelim” dedi. Bediüzzaman: “Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin. Ben buradan dua edeceğim” dedi.

Eğer onun duası olmasa idi, Eskişehir’de gerçekten taş üstüne taş kalmazdı” diye anlattı.

Bu sözleri dinliyen Yarbay Reşad Beyin arkadaşı ikna’ olmuş ve Bediüzzaman ve eserlerine tarafdar bir vaziyete girmiştir.(137)”

“Eskişehirli Osman Aydın diyor:

Konyalı (Muallim) Mustafa Kırıkçı ile ben, bir gün birlikte Konyannın Ladik Kazasında bulunan büyük Veli Ahmet Ağayı ziyaretettik.Bizim Üstadın yanından geldiğimizi öğrenince, çok sitayışla Bediüzzamandan bahsetti..ve “Ben Hızırla (A.S.)yüz sene hizmet etsem, yine Bediüzzaman’ın mertebesine yetişemem” demişlerdi.(Bkz.Son Şahitler -4.Sh.29)

Yine Muhyiddin Yürüten der ki:

“Üstad, Abdülvahid Tabakçı’nın evinde kalırken, sık sık ziyaretine giderdik. 1959 senesi Ramazan ayında bir gün yine yanına vardığımızda şöyle demişti:

“Muhyiddin! Bak, sesim kısıldı. Artık meramımı muhataplarıma zor anlatır oldum. Anladım ki vazifem bitmiş.. Fakat bana bir sene daha ömür verildi”

Hazret-i Üstad bu sözlerini Ramazan ortalarına doğru söylemişti. Hakikaten ertesi sene, kadir gecesinde Üstad vefat ettiği zaman, bir sene önce

(137)Son Şahitler-3, s: 77

2107

söylenen sözlerinin bir işaret olduğunu anladım, amma iş işten geçmiştı.(138)”

Yine Muhyiddin Yürüten’den:

“Üstad optalidon ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine yüz kuruş vererek eczahaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiatı yüz on kuruşa çıkmış olduğundan, o kardeş on kuruş ilâve etmiş. Sonra ilâcı alıp getirdi. Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı, fakat bir türlü yutamadı. Bir kaç defa teşebbüs etti ise de, ilâcı yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. Yüz on kuruşa aldığını söyleyince, Üstad on kuruş daha verdi ve öylece ilâcı rahatlıkla alabildi.. Ve bana dönüp şöyle demişti: “Kardeşim, işte görüyorsun.. başkasının malını yiyemiyorum.

Boğazımdan geçmiyor.(139)”

Doktor Tahir Barçın’dan bir hatıra:

“Bir Hıdır-İlyas (Hıdırellez) günü kerametli tepeye gitmiştik. Üstad’la beraber bir kaç kişi daha vardık. Tepeye çıktık. Üstad yüksek ve dik bir yamaca oturdular. Biz ise kayıyorduk, tam oturamıyorduk. Üstad bizim o halimize tebessümle bakıyordu. Daha önceleri de bu tepeye gelmişler. Bu tepeye “Kerametli tepe” diyordu.

Üstad beraber gelen talebelerini göstererek: “Buraya bu keçeller ile beraber gelmiştik. Ekmeği düşürdüler, ekmek tepeden yuvarlanarak aşağı gitti. Onlar da ekmeğin peşinden koştular, fakat bulamadılar. Dereden elleri boş döndü. Sonra ben kendilerini çağırdım, ekmek kendilerinden evvel gelmişti. çünki “Bu dağın sahibi vardır, ekmeğimizi sizlerden evvel getirdiler” dedim.

Üstad Hazretleri tebessüm ederek bu hatırayı böylece bize de anlattı ve “Bu tepe bundan dolayı Kerametli Tepedir” dedi (140)”

Bu hadiseyi biz ayrıca Emirdağ’lı talebelerden de dinlemiştik. Somun ekmeğinin mezkûr tepeden aşağıya doğru yuvarlanarak derenin dibine gittiği zaman, onu bulup getirmeye giden talebeler boş dönmüşler.. Döndüklerinde Üstad onlara ekmeği göstererek: “Siz zannediyor musunuz ki; benim hizmetimi gören sadece sizlersiniz!.. Sizin gibi hizmetçilerim cinnilerden de vardır.” Demiştir” diye bir kaç kişiden dinledim. Onlardan birisi merhum Mehmet Çalışkan’dır.

(137)Son Şahitler-3, s: 77

(138)Aynı eser S: 79

(139)Son Şahitler-2 S: 128

(140) Son Şahitler-3 S: 112

Emirdağlı Merhum Hamza Emek der ki:

“Kerametli tepede bir ekmeğin aşağı dereye yuvarlanarak gitmesi ilh. Hadisesinde o günü Üstadla beraber İsmail ve Nureddin ismlerinde iki çocukta vardı…” (Son Şahitler-4,sh.264)

Mübarek, ehl-i kalb meşhur Gönenli Mehmet Hoca anlatmış:

“Üstad 1953 yılında İstanbul’a geldiğinde, “Yarabbi, bu zatın bende hiç kısmeti yok mu?” diye düşünüyordum. Evime davet ediyorum, gelmiyordu. Devamlı olarak: “Söyleyin Hafız Mehmed’e, sakın yanıma gelmesin” diye hocalarla haber gönderiyordu.

Bir Kurban bayramı idi. Sabah namazından sonra kapı çalındı. “Mehmed kardeşim, Muhammed kardeşim!” diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım, baktım ki Üstad… Boynuma sarıldı ve “Sen Kur’ana çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok ta’ciz ediyorlar. Seni ta’ciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin diye haber gönderdim.” dedi. Yanında talebeleri de vardı. “İstanbul’da hiç bir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim.” dedi. Yanındaki talebeye işaret etti, “Ver kabımı, kısmetimi versin!” dedi. Keramete bakınız, daha önce “Bu zatın kısmeti bende yok mu?” demiştim ya, kısmetini almaya gelmişti işte… Evde yumurta tatlısı vardı, ondan verdim.

O esnada bana demişti ki: “Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada, bayram olsa; oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vacibtir. Mademki Hazret-i Kur’ana hizmet için ortaya çıkmış olan bu kardeşimizi, şeyh-ül islâm namına ben de seni ziyarete geldim” dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar, Elhamdülillah!.. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.(141)”

Mehmet Fırıncı adıyla meşhur Mehmet Nuri Güleç anlatmış:

“Nurların İstanbul’da matbaalarda neşriyatı sırasında Isparta’ya forma götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş, Zübeyr Ağabey taze-taze nakletmişti: “Kardeşlerim! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse ve dese ki: “Said, sen bu şimdiki mesleğinden bir parça ta’viz versen, milyonlar insanlar kitaplarını okuyacak.. Fakat öyle yapmazsan, hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin… Ben derim ki: Hayır Üstad’ım, ben bu zulümlere, işkencelere razıyım. Fakat mesleğimden en küçük bir ta’viz vermem” diye o Üstad’ıma söyliyeceğim.(142)”

(141) Son Şahitler-3 S: 246

(142)Son Şahitler-3. Sayfa:246

2109

Aynı bu rivayeti Sungur Ağabeyden de dinlemişiz. Ancak Sungur Ağabeyin rivayetinde: “Ben ehl-i imanın imanlarının kurtulması yolundaki a’zamî ihlâs mesleğimden ta’viz vermiyeceğim. Nurların yeni yazılarla neşriyatıyla manen zarar bile görsem, durdurmıyacağım” mealindedir. Her iki halde de Hazret-i Üstad’ın kendi a’zamî ihlâs mesleğini terketmiyeceğini söylemek istemiştir. O ise, bize göre onun kendi hayatında yaşadığı tarzdır. Yalnız ve yalnız Risale-i Nur hizmetine kanaat etmek, başka cereyanlara bakmamak, başka eserlere ihtiyaç hissetmemek ve ayrıca a’zamî fedakârlık göstermektir.

Merhum Selahaddin Çelebi demiş ki:

“1952 senesinde Üstad İstanbul’da Akşehir Palas otelinin üst katında kaldığı günlerde, kendilerini ziyarete gitmiştim. Güneşli bir sabahtı. Biraz sohbetten sonra bana: “Selahaddin! Bu gün kısmet olursa, seninle eski ikametgâhlarımdan olan Sarıyer’e gidelim” dedi.

Sonra bir taksi tutarak Sarıyer’e gittik. Orada kahveciden o semtin en yaşlısını sordum. Kahveci: “Muhtar buranın en yaşlı sakinlerindendir” dedi. Aradım muhtarı buldum. Ondan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin otuz sene evvel bu semtte oturduğunu, o evin nerede olduğunu sordum. Muhtar hemen hatırladı ve tarif etti. Fıstıklı bağlar semtindeki yokuşun sağ tarafındaki evin önünde durduk. Kapıyı vurunca bir hanım çıktı. Hanıma “Müsaade ederseniz, Bediüzzaman Hazretleri bu evi ziyaret edecek. Çünki kendisi otuz sene evvel burada kalmış” dedim. Hanım da, buyursunlar dedi.

Üstad’la beraber eve girdik. Merdivenlerden üst kata çıktık. Üstad Bismillah diyerek bir odanın kapısını açtı. Büyük bir odaydı. Karyolada bir genç hasta yatıyordu. “Geçmiş olsun, Allah şifalar versin” diye şifa duasını etti. Sonra deniz tarafındaki odaya girdik. Cumbalı bir odaydı. Üstad burada dua etti, çok hislendi. Bir müddet pencereden Boğaz’ın mevkiilerini seyretti. Sonra bana dönerek:

“Selahaddin! Bu oda, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin Fütûh-ul Gayb kitabıyla, Eski Said’in Yeni Said’e inkılâbına sahne olmuştur.” dedi. Bir müddet daha temaşa ve tefekkür etti. Sonra beraberce ev sahibinden müsaade taleb ederek oradan ayrıldık.. (143)”

(143) Nurs Yolu S:51

2110

Muradiyeli Kamil Acar anlattı: (28.8.987’de Urfa’da anlatmıştı)

“1957’de Üstad’ımızın ziyaretine Ercişli Muzaffer Küçükyıldız’la beraber gitmiştik. Muzaffer ise, Erciş’te oturan Arvasîlerden seyyid molla Abdülvahhab’ın müridiydi. Hazret-i Üstad bizden memleketteki bir çok kimseleri sordu, selâm gönderdi. Hatta daha önceleri adı geçen molla Abdülvahhab’a da selâm gönderirken, bu defa Üstad bu zattan hiç bahsetmedi. Selâm da göndermedi. Saf kalbli Muzaffer Küçükyıldız ise, hararetle Üstad’ın onun şeyhine selâm göndermesini arzu ediyor ve bekliyordu. Hazret-i Üstad memleketteki eski dost ve talebelerinin isimlerini sayarak selâm gönderdiği sırada, Muzaffer Küçükyıldız: “Kurban, ya seyyid Molla Abdülvahhab’a!..” diye sordu. Fakat Üstad ses çıkarmıyordu. Bu zat ise, yani molla Abdülvahhab 1957 seçiminde CHP’den aday olmuş, meb’us olmuştu. Anlıyoruz ki, Hazret-i Üstad ona dargındı.”

Bu rivayet Ercişli Muzaffer Küçük Yıldızın Son Şahitler-5deki hatıralarına uygun geldiğinden, buraya Mu.Küçük Yıldız’ın hatırası ayrıca decedilmedi.

Mustafa Sungur Ağabeyden bir iki rivayet: (Bu rivayetler bizim hatıra dosyamızda mahfuzdurlar)

“Üstad’ımız bir gün buyurmuşlardı ki: “Eskide çok ehl-i tefekkür ve ehl-i hikmet büyük zatlar tefekkür mesleğinde hakikata ulaşmışlar, fakat tedkik mesleğinde galiben az sülûk edebilmişler.” Bu münasebetle Marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin ismi geçmişti. Buyurdular ki “İbrahim Hakkı muhakkikindendir, fakat müdekkikinden değildir.” Sonra buyurmuşlardı ki; Ben hikmetteki tedkik mesleğinde eşyadaki dekaik-i san’at üzerine bina edilen tefekkür mesleğinde sülûke muvaffak oldum.”

Mustafa Sungur Ağabeyin ikinci hatırası:

“Üstad’ımız bazen yemin ederek diyordu ki: “Vallahi ben ağaç gibi masnuat-ı ilâhiyyeye baktıkça, ruh ve kalbimin hisse-i zevk ve feyizlerinden başka, nefsim itibarıyla da, yirmi sinemadan ziyade zevk alıyorum.”

Nitekim bu hakikatlı manayı Hazret-i Üstad onyedinci sözün fârisi beytleri içinde, bir beytin Türkçe manasında şöyle diyor: “Hevay-i nefis ise: Şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecaziyi ona unutturup, o hevay-ı nefsin hayatı olan zevk-i mecaziyi terketmekle, bu zevk-i hakikatta ölmek istiyor.”

2111

Abdullah Yeğin Ağabey anlattı:

“1953 yılında Üstad Hazretleri İstanbul’da bulunduğu aylarda bizler de Isparta hapsinden tahliye olup yanına gitmiştik. Bir kaç gün yanında kaldık. Bir gün otele siyasî polis şefi gelmişti. Üstad ona ve diğer polislere kendi manevî kuvvet ve iktidarını anlatmak babından buyurmuşlardı ki: “Eğer istesem, burada dağ gibi altunlar yığılır. Fakat ben bu kuvveti dünyaya ve dünyevî işlere sarfetmem.”

Bunu dinliyen polisler dehşet ve hayret içinde kaldılar ve onlar da, bizim gibi Hazret-i Üstada: “Üstadım, Üstadım demeye başlamışlardı.

Siz Mehdi misiniz?

Isparta’lı Kâtip Osman lâkabıyla meşhur Üstad’ın eski talebesi bize anlatmıştı:

“Bir gün Üstad’ımızla yalnız kalmıştık. Dedim, efendim benim bir müşkilim var…

“Nedir?” dedi.

Dedim: Biz sizi Mehdî biliyoruz. Siz ise, bu meseleyi hep setrediyorsunuz. Siz hakikaten Mehdî misiniz, değil misiniz?..

Bu sualim üzerine Hazret-i Üstad, gayet ciddî bir tavır alarak dedi ki: “Kardeşim, ben gelmeseydim, Mehdî gelmezdi. “Yahut da “Ben gelmezsem, Mehdî gelemez. Mehdî’nin ömrü kısa olacaktır. Ben ona zemin hazırladım. Proğram hazırladım.”

DÖRDÜNCÜ KISIM

Risale-i Nur hizmetinin ehemmiyeti, büyüklüğü ve kıymeti hakkında:

Konya’lı Abdülmuhsin (Şimdi Almanya’da Berlin’de oturur. İsmi Muhsin Alkonevi) dedi:

“İstanbul’da bir bayram günü Üstad, Gönenli Mehmet Efendi’nin evine bayramlaşmaya gitti. Gönenli evde yoktu. Üstad kapıdan selâm ve bir not bıraktı. Notta ona hitaben:

“Kardeşim, siz olmasaydınız, Kur’an hizmetini biz yapacaktık. Biz iman hizmetini yapıyoruz. Siz de Kur’an hizmetini yapıyorsunuz!..” dedi.(144)”

(144) Son Şahitler-1 S: 221

2112

Yine Muhsin Alev’den:

“Bafra’lı İhsan Efendi Emirdağ’da Üstad’ın ziyaretine gitmişti. Üstad ona: “Kardeşim ben seni genç zannediyordum. Sen ihtiyarmışsın… Dön git köyüne!..” demişti.

Sonra İhsan Efendi İstanbul’a gelmişti. Ali Fizat Başgil kendisinin sınıf arkadaşıydı. Ona Nurlardan bahsetmiş. Başgil alaka ile dinlemiş ve kendisine: Madem Üstad sana “köyüne dön” demiş.. Sen hemen köyüne dön, diye İhsan efendiye söylemiş.

Bafra’lı İhsan Efendi köyüne gittikten bir hafta sonra orada vefat etmiş…(145)”

Yine Abdulmuhsin’den:

“1952’de Necib Fazıl Üstad’ı Akşehir Palas otelinde ziyaret etmişti. Necib Fazıl, Üstad’ın yanında ve hizmetindeki gençleri görünce; -tahmin ediyorum- üzülmüş olacak. Çünki bu gençler kendisine de gidip geliyorlardı. Üstad da onun bu duygusunu sezmiş olacak ki ona: “Üzülme, üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul ettim. Seni de Risale-i Nura yirmi sene hizmet etmiş kabul ettim” demişti.(146)”

Konya’lı Ahmet Gümüş dedi: (Bu zat 1958’de az bir müddet Üstadın hususi hizmetinde de bulunmuştur.)

“Bir gün Zübeyr Ağabeyin bir rahatsızlığı dolayısıyla Üstad’ın dersine iştirak edememişti. Üstad onu istedi, geldi. Sonra derse başladı ve dedi ki: “Bu Said’ki hak için hiç bir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale i Nurlara değil bir hastalığını, her şeyini feda etmiş fedakâr talebeler lâzımdır..”

Emekli Astsubay, Hekimoğlu adıyla meşhur, bir çok eser vermiş Ömer Okçu dedi ki:

“1959’da Üstad’ın ziyaretine gitmiştik. Benimle beraber bir kaç arkadaş daha vardı. Ziyaret ettik, oturuyoruz. Üstad sohbet esnasında: “Almanya ve Amerika’dan Risale-i Nurlar isteniyor. Buralara gidecek kardeşlerimiz Risale-i Nur götürsünler” demişti. Hepimiz bu sözü işitmiştik.

Emirdağ’dan ayrıldık. Eskişehir’den de, kalan iki arkadaşımdan da ayrıldım, trene bindim. Gayr-i ihtiyarî Üstad’ın “Almanya ve Amerikadan Risale-i Nurlar isteniyormuş.. Oraya gidenler götürmeli…” sözünü hep düşünüyordum. Bu cümlenin benimle ne alâkası var?.. Fakat neden ben hep bunu düşünüyorum?..

(145) Aynı eser S: 214

(146) Aynı eser S: 319

2113

İki veya üç ay sonra idi, birden Amerika kurs emrim geldi. Erzurum’dan trene binip giderken, beni uğurlayan biri milliyetçi, diğeri tarikatçı iki arkadaş vardı. Milliyetçi olan İsmail Can bana: “Amerika’ya ne götüreceksin?” dedi. Ben de Risale-i Nurları götüreceğim dedim. Bu arkadaş bu hareketimi tasvib etmedi. Öbür tarikatçı olanı dedi ki: “Bu, emri verene aittir. Bizi ilgilendirmez.” Halbuki ben bu şahsa Bediüzzaman’ı ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim.

Ankara’ya geldim, Risale-i Nurdan kısmen eski harf, kısmen yeni harf ile bir bavul dolusu eserler temin ettim. Sair eşyamı da bir valize doldurdum ve Esenboğa Hava meydanından pervaneli bir uçakla Amerika’ya gideceğiz.

Aranmıyan tek bavul

Çıkış kontrolları başladı. İlk önce yüksek subayların eşyaları kontrol edildi.Tâm yüz kişi idik. Sıra bana gelmişti. Risale-i Nur dolu olan bavulumu -kontrol etmeden- bir memur aldığı gibi döner merdivene attı. Böylece yüz kişinin bavulları içinde aranmıyan tek bavul, Risale-i Nur yüklü bavul oldu. Halbuki benim valizim ise, didik didik aranmıştı.

Amerika’ya gittik. Oranın gümrükleri bizimkinden çok daha sıkıydı. Yine aramalar başladı.. ve yine bizim Risale-i Nurla dolu bavula sıra gelince, adamcağız bir “okey” çekti ve yine açılmıyan tek bavul bu bavul oldu.

Amerikan gümrükçüleri herkesin eşyasını çok dikkatle aradıkları gibi, bu arada benim eşya valizimi de aramışlardı. Böylece Amerika’ya dahil olduk. Hiç bir engelle karşılaşmadan…

Yerlerimize inince, Risale-i Nurları verecek adresi aramaya başladım. Vaşhinton’daki The İslamic Center’e mektup yazdım. Bediüzzaman hakkında bilgi verdim. Mektubumun cevabı geldi. Nurları istiyorlardı. Fakat Türk personeli bizim yanımızdaki Risale-i Nurdan haberleri yoktu. Amerikan toprağında da yine Türklerden gizli olarak ve gizlice bir mezarlıktan geçtik. Yanımıza Nurları aldık. Otobüse bindik şehre indik. Nurları taahhütlü olarak postaladık. Daha sonra bu eserlerin alındığına dair mektup geldi. Teşekkür ediyorlardı..”

Muhterem Hekimoğlu’nun bu hatırasının devamında Amerika’da iken görmüş olduğu bir mühim rüya ve rü’yadan sonraki işler de vardır. Biz bu hatıraları bir kaç kere kendisinden dinlemişiz. Necmeddin Şahiner de kısmen kaydetmiştir.

(147) Son Şahitler-1 S: 357

2114

Abdullah Yeğin Ağabey anlattı:

“Üstadımız bir gün fedakârlıktan bahsederken şöyle demişti:

“Benim şimdiki talebelerim; Ruslarla harb ederken benimle beraber Şarkta kendini ateşe atan fedailerden daha da fedakârdırlar. Çünki bütün ömrü feda etmek kolay değildir. Bir an için insan kendini ateşe atabilir ve şehid olabilir. Amma devamlı surette sadakatla fedakârlık ise, öyle kolay değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim, eski Said’in talebelerinden daha da fedakârdırlar. Ne vakit bu sır Şarkta inkişaf etse, benim hemşehrilerim dine büyük hizmet ederler…(148)”

Abdullah Ağabeyin bu rivayetinin aynı mealini ben de (Abdülkadir Badıllı) Üstadımızdan duymuştum. Sadece şu fark vardır, Bana: “Eski talebelerim ruhlarını feda ediyorlardı. Şimdiki talebelerim ise hayatlarını feda ediyorlar. Amma eğer Risale-i Nurla bu iman sırrı Şarkta inkişaf ederse, fıtrî cesaret seciyesini taşıyan o milletin ordusuna hiç bir ordu karşı koyamaz. Hatta Rus’u da alırlar” demişti.

Bayram Yüksel Ağabey anlattı:

“Matbaalarda yeni harflerle umumî neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda Kur’an hattı ile Isparta’da teksir de devam ediyordu. Üstadımız Nur talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu. Isparta’nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı da davet ediyorlardı. Dershane açması için onbeş-yirmi anahtarı bizlere teslim etmişlerdi…(149)”

Yine Bayram ağabey anlattı:

“Risale-i Nur matbaalarda neşir olunmaya başladığında, Üstadımız adeta sevincinden yerinde duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet içine girmişti. Öyle haller oldu ki, dünyayı teyeran etmek istiyordu. Sevincinden Isparta’nın her tarafını, eski Nur menzillerini dolaşıp geliyordu…(150)”

Yine Bayram Ağabey anlattı:

“Bir gün Hasan Basri Çantay’ı ziyaretimizde bize: “Kardeşim, sizleri tebrik ediyorum. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye bir şey anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nuru te’lif etmeye başladı. Türkiye’de bu sayede okuma çığırını da açtı…(151)”

Muhterem Ali Özek Hoca demiş: (Bu zat, İstanbul eski Yüksek İslâm Enstitüsü müdürlüğü yapmış. Mısır-Ezher mezunu muhterem bir hocadır)

(149)Aynı eser S: 376

(150)Avnı eser S: 417

(151)Son Şahitler-1 S: 415

2115

“Biz Mısır-Ezher’de okurken, eski şeyh-ül İslamımız Mustafa Sabri Efendi Kâhire’de Şehzade Şevket Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeleri haftada, bazen onbeş günde bir ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizi beklerdi.

Bir defasında, herkese memleketlerini sordu. Ben de, Muğla’nın Fethiye kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim Köy Elmalı’ya yakındı. Elmalı’lı Muhammed Hamdi Efendinin hemşehrisi sayılırdık. Bu vesile ile Mustafa Sabri Efendi, Elmalı’ya hayranlığını izhar etti. Yine böyle bir ziyaret ve sohbet sonunda elini öperek Türkiye’ye izinli gideceğimi söyledim.

Mustafa Sabri Efendi: “Öyle ise, sana üç vazife veriyorum” dedi. Verdiği bu vazifelerden ikisi Kırkağaç Kavunu ile Leblebi idi.

Üçüncü vazife için de şöyle demişti: “Şeyh Said-i Nursi’yi göreceksin. Bediüzzamanı ziyaret edip ne kadar talebesinin olduğunu soracaksın. Sana bir rakam verecektir. Bunun üzerine “Neden Türkiye’de bir hareket yapmıyor?

2116

Neden duruyor? Niçin bir İslâmî harekete karışmıyor?..” Bunları sor, dedi. Ayrıca o zaman Mısır’da olan, Şimdi Emirdağ Belediye reisi(*) Hacı Ali Kılınçalp da Üstad’a selâm ve hürmetlerini söyledi.

Üstad’la Görüşüyoruz

İstanbul’a geldiğimizde, Bediüzzaman da Fatih Çarşamba da, ahşap bir evde kalıyordu. Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir yastığa yaslanmış, yatıyordu.

Mustafa Sabri Efendi’nin selâmını söyleyince, kalktı, doğru oturdu. Aleykümüsselâm diye selâmı aldı. “Kelâmı nedir?” dedi. Ben, Mustafa Sabri’nin selâmını henüz söylemeden “Bizim Hacı Ali ne yapıyor?” diye sormuştu. Ben de onun da selâm ettiğini söyledim.

Mustafa Sabri Efendi, “ne kadar talebenizin olduğunu soruyor” efendim dedim.

Üstad “Türkiye’de Risale-i Nur okuyan beşyüzbin şakirdim var” dedi. Sabri Efendi, bu kadar talebesiyle neden İslamî bir cihada başlamıyor? diyor, dedim.

Üstad: “Şimdi sen Mustafa Sabri Efendiye selâm söyle: Bizim davamız imandır. Cihad imandan sonra gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır. Bizim vazifemiz imandır…” diyerek iman hizmeti üzerinde uzunca durdu ve izahlarda bulundu.

Müsaade isteyerek ayrıldım. Sonraları da yine Mısır’a döndüm. Üstadın söylediklerini Mustafa Sabri’ye naklettim. Dikkatle dinledi ve şu cevabı verdi:

“Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır. Evet söyledikleri doğrudur. O, davasında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiç bir yere ayrılmadı, sebat etti…” diye Bediüzzaman’ı tasvib etti.(153)”

 Hayreddin Karaman demiş ki: (Hayreddin Karaman İslâmî sahada, bilhassa İslâm Hukuku vâdisindebir çok eserler bırakan muhterem değerli bir hocamızdır)

“1950’lerde, Bizim Çorum’dan İstanbul’a ticaret vesilesiyle gidip gelen aile dostumuz bir manifaturacı vardı. Bu zat her döndüğünde, İstanbul’daki ulemadan bahsederdi. Bir defasında, İstanbul vaizlerinden Urfa’lı Mahmud Kâmil efendinin Bediüzzaman için: “O yeryüzünde bir tanedir.” dediğini bize anlatmıştı.(154)”

(153) Son Şahitler-2 S: 31

(154) Son Şahitler-2 S: 54

*H. Ali Kılınçaslan’ın belediye reisliği yaptığı günlerinde bu mevzu kaydedildiği için öyle yazıldı. A.B.

2117

Eski DP Muş Meb’usu Gıyaseddin Emre anlatmış:

“Meb’usluğum sırasında İlâhiyat Fakültesi Dekanı Mehmet Karasanla dostluk kurmuştuk. Bir gün odasında otururken, bir kaç profesör daha vardı. Mehmet Karasan Bediüzzaman’dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman ben kendisine dönerek: “Siz onun eserlerini okudunuz; veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının telkiniyle mi bu kanaata vardınız? Eğer bir ilim adamı olarak tetkik neticesinde bu kanaata vardı iseniz, mesele yok…” dedim.

Adam, benim Bediüzzaman’la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Amma tabiî meb’us olduğumu biliyordu.

-Siz Bediüzzaman’ı tanır mısınız? dedi.

-Ben Bediüzzaman’ın bihakkin lâyık olduğu şekilde, haiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah etmeye çalıştım.

-Öyle ise dedi: Bir defa ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün!..

-Hay hay!.. diyerek bir gün beraberce Üstad’a gittik. Elini öpüp oturduk. Henüz kendisini takdim etmeden “Mehmet Bey felsefe profesörüdür değil mi?” diyerek, felsefeden girdi sohbete… Deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi bu, maddiyun felsefesi bu… diyerek bölümlere ayırıp anlattı. Sonra felsefeden tasavvufa, İslam tasavvufuna geçti. Tasavvuftan tarikata intikal etti. Bu üç dalı birbirine bağladı.(Yani aralarındaki zahiribenzerlikleri demektir. A.B.)

Yanından ayrıldığımız zaman, Mehmet Beyin i’tirafı şu oldu: “Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, biz bilmiyoruz. Fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha iyi biliyor.(155)” dedi.

Başsavcı Musluhiddin Sönmez anlatmış:

(1943-944 yıllarında Hazret-i Üstad’ın Denizli Mahkemesinde fahri avukatlığını yapan Avukat Ziya Sönmez Beyin oğlu olan bu zat, gerçekten değerli, imanlı bir hukuk adamıdır. Urfa’da da başsavcılık yapmıştır.)

“1952’de Akşehir Palas otelinde Üstad’la müteaddit defalar görüştüm.Bana ilk olarak şunları anlatmıştı:

“Bana eskiden Said-i Kürdî derlerdi. Ben Kürtçü değilim, İslâmcı bir kimse kavmiyetçi olamaz.Türk-Kürt ayrılığı yok. İslâmlık hepsini birleştirmiştir. Ben nasıl Kürtçü olabilirim; ben Kur’an’da Türklere dair işaret bulunduğunu tefsirimde zikretmişim.” dedi.

(155) Aynı eser S:54

2118

Ayrıca kendi eserlerine temas ederek: “Risale-i Nurlar miri malıdır. Herkes ondan istifade edebilir” dedi.(156)”

Emekli pilot astsubay Burdur’lu Ali Demirel demiş:

“1957’de Üstad’ı Eskişehir’de ziyaret ettim. Yanımızda Hafız Abdullah Toprak vardı. Ona Üstad: “Kardeşim Hafız Abdullah, ben tek başıma kaldım. Eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, bu memleket bu hale gelmezdi.” dedi.(157)”

Mehmet Fırıncı anlatmış:

“Bir gün milliyetçi gençlerden eczacı Said Mutlu 1953’de Üstad’ın Çarşamba’daki evinde onu ziyaret etmiş, herhalde bu genç bazı uygunsuz sualler sormuş olacak ki; Üstad hiddetliydi… Sonra bana hitap ederek: “Kardeşim Muhammed, sen hakem ol! Ben diyorum ki: Risale-i Nur’un neşri ve medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafi lâzım.. Bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşüncesinde…”

Ben mes’elenin ve Üstad’ın hiddetinin sebebini anlıyarak: “Üstad’ım, bizim vazifemiz Risale-i Nurun neşri ve medreselerin devamıdır” deyince Üstad yüksek bir sesle: “Tamam!..” dedi.

Meğer Said Mutlu, bizim Risale-i Nur talebelerinin hizmet tarzını pasif telâkki etmiş ve orada bazı konuşmalar cereyan etmişti…(158)”

Mersin’li emekli astsubay Ahmet Özyazar nakletmiş:

“Eskişehir’li Hafız Abdullah Toprak’ın evini polisler aramışlar, bir şey bulamadan gitmişler. Yine gelir arayabilirler diye Hafız Abdullah bazı Risaleleri yakıvermiş.. Sonra geldi, durumu Üstad’a söyledi. Üstad onu teselli etti. Fakat böyle bir ders de yaptı: “Kur’an hakkı için söyle kardeşim, sana deseler: “Saidi terket, sana istediğini vereceğim.. terketmezsen, sana en ağır işkenceleri yapacağız. Hangisini yaparsın?” dedi.

Ben “Risale-i Nuru tercih ederim efendim” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Üstad iki dizi üzerine gelerek:

“Ben de bunlar için ahiretimi terkederim” dedi..(159)”

Nevşehir’li emekli astsubay Hasan Okur anlatmış:

“Üstadı 1959’da Isparta da, mühendis Kemal Oral’la birlikte ziyaret etmiştik. Sungur Ağabey beni Üstad’a takdim ederek: “Efendim, bu kardeşimiz ve arkadaşları Nevşehir’de dershane-i Nuriye açmışlar” der demez, Hazret-i Üstad tebessüm ederek çok sevindi ve “Ben bir hiçim” diyerek bütün nazarları Risale-i Nur’a ve hizmetine çevirmeye çalışmıştı.

(156)Aynı eser S:179

(157)Son Şahitler-3 S:217

(158)Aynı eser S:235

2119

Sonra bir elini omuzuma, diğer elini mühendis Kemal Oral’ın yüzüne koyarak: “Günde en az bir sahife Risale-i Nur okumak suretile âlem-i İslâm’da hasıl olan şirket-i maneviye sevabına dahil olmalı!..demişlerdi.(160)”

BEŞİNCİ KISIM

EHL-İ İMAN İLE,HUSUSAN ULEMA VE MEŞAYİH İLE UHUVVET MUAMELELERİ

Bu kısmın hadiseleri saymakla bitmez. Üstad’ın aziz hayatı harika tevazu’ ve mahviyet içinde ehl-i iman ile, hususan ehl-i ilim ile uhuvvet münasebetleri ve samimî ittifak muameleleriyle doludur. Lahika mektuplarındaki bütün düsturlar, ikaz ve irşadlar bu meseleyi gayet açık göstermektedir. Buradaki bir kaç hatırada yer alacak rivayetler, dağdan bir zerre mesabesindedir. İşte şuhuda dayanan ve bizzat müşahede edilen bu kısmın rivayet hadiselerinin bir kaç tanesi şöyledir:

Bayram Yüksel anlattı:

“Biz Üstad’ımıza: “Üstad’ım filan kes böyle söyledi” dediğimizde, “Siz yanlış anlamışsınız.. O benim dostumdur.O Risale-i Nura dosttur.O öyle söylemez. Sen benim kardeşlerimle aramı açacaksın.” derdi.

Bazı yerlerden “Falan hoca Risale-i Nurun aleyhindedir veya Üstad’ımızın aleyhindedir” diye mektuplar gelirdi. Bazen gelir şahsen de söylerlerdi. Üstadımız ise: “O zat, ehl-i ilimdir. Bize dosttur” der söyliyeni sustururdu.

Hatta Konya’dan Nur talebesi iki grup ayrı ayrı gelmişlerdi. Bir grup diğer grubu üstad’a şikayet etti. “Tedbirli hareket etmiyorlar, camide ders yapıyorlar” diye…

Diğer grub da bunları şikâyet etti. Üstad’ımız onlara demişti ki: “Sizin hizmetiniıe ihtiyaç yoktur. Aranızdaki tesanüde ihtiyaç vardır.(161)”

Doktor Tahir Barçın anlatmış:

“Bir defa Mustafa Acet, (Emirdağ’da Üstad’ın bir iki yıl bazı hizmetlerinde bulundu. Sonra Diyanet Riyasetinde hattatlık yaptı) Emirdağ’ın Pilebyeli köyünün yaşlı hocası olan Hüseyin Efendi ile münakaşa etmişti. Sonra bu münakaşayı Üstad’a anlatınca; Üstad çok kızdı ve “Sen benim kardeşimle aramızı mı açacaksın? O benim kardeşimdir” diye Mustafa Acet’i tekdir etmiş ve kulunç değneğiyle onu dövmüştü. Üstad gıybeti kat’iyen sevmez ve yaptırmazdı.(162)”

(160)Son Şahitler-1 S: 89

(161)Son Şahitler-1 5: 442

(162)Son Şahitler-2 S: 132

2120

Emekli başçavuş pilot Ali Demirel anlatmış:

“Üstad’ı Emirdağ’da ilk ziyaretimde şöyle dediğini duydum: “Kardeşlerim, ben önce Risale-i Nur talebelerine, sonra muttalibcilere (Eskişehir’li Hilmî Efendinin talebeleri) Sonra da tayyarecilere dua ediyorum…(163)”

Yine Bayram Yüksel Ağabey anlatıyor:

“Bir gün Ayazma’da Üstadımız arabanın içinde Cevşen okuyordu. Bizler de etrafında ayrı ayrı yerlerde bir şeyler okuyorduk. O anda bir serhoş: “Hocam, hocam! Beni affet, bana dua et!” diye bağırarak Üstad’ımıza doğru geliyordu. Ben adamı bırakmadım, üzeri fena kokuyordu. Üstad’ımız “Bırak gelsin!” dedi. Üstad’ın yanına beraber gittik. Üstad’ın ellerine sarıldı. Yine: “Hocam beni affet, bana dua et!” dedi.

Hakikaten mübarek Üstad’ımız da dua etti: “Ya Rab, bu kardeşimizi kurtar!” diyerek başını okşadı ve “İnşaallah kurtulursun!” dedi. Bir ayda adamın eski halinden kurtulduğunu duyduk.O adam tenekecilik yapardı.

Başka bir serhoş hikâyesi

Yine Bayram Ağabey diyor:

“Bir gün Sidre’den Üstad’ımıza su getiriyordum. Akşam namazı olmuştu.O saatte mutlaka kapımız kilitli bulunurdu. Kapıya geldiğimde kapımız açık, kapı girişinde yetmiş seksen yaşlarında iki kadın oturuyor, bir serhoş da merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Yetişip serhoşu yakaladım. Serhoşla münakaşamızdan Tahirî, Zübeyr ve Ceylan ağabeyler de geldiler.. Üstad’ımız odasında akşam namazını kılıyordu.O saatte bekliyen polisler de yoktu. Kapıyı kimin, nasıl açtığına hepimiz hayret ettik.

İhtiyar kadınları dışarı çıkardık. Serhoşu da Üstad’a anlattık. Üstadımız da taaccüb etti ve serhoşu kabul etti. Şefkatle dua etti ve “İnşaallah kurtulursun!” dedi. Serhoş, merdivenlerden bağıra bağıra hem iniyor, hem de “Baba beni kurtar. baba beni kurtar!” diyordu.

Bir zaman sonra, o serhoş adamın annesiyle teyzesini gördüğümüzde, evlâdlarının kurtulduğunu söylediler. Bize ve Üstad’a dua ediyorlardı….(164)”

Hazret-i Üstad’ın bir de ehl-i imanın çocuklarıyla,gençleriyle, yaşlılarıyla, hülâsa her tabaka ve sınıf insanlarıyla muameleleri, gösterilen misallerdeki hadiseler tarzındadır. Bunların binlerce şahidleri. râvileri vardır. Fakat uzatmamak için kısa kesiyoruz.

(163) Son Şahitler-2 S: 218

(164) Son Şahitler-15:401

2121

ALTINCI KISIM

HAZRETİ ÜSTAD VE CUMA’ NAMAZI:

Cuma namazı meselesi, Hazret-i Üstad’ın hayatında olduğu gibi, bilhassa vefatından bir müddet sonra, yeniden gündeme getirilerek bazı çevrelerce çok dedikodulara mevzu olduğu ve hatta Türkiye için, “Darül Harb mi, değil mi?” diye ehliyetsiz inatçı ve tarafgir bazı kimseler tarafından bir çeşit siyasî münakaşalara medar yapıldığı ve bu yüzden bazı hadiseler vuku’ bulduğu için, kitabımızın bu faslına bu meseleyi küçük bir zeyil yaptık.

Bu mevzudaki fıkhî hükümlere yani, mezhepler ve müctehidler, imamlar arasında ihtilaflı olan mevzua girmeden, sadece Hazret-i Üstadın vârid olan söz ve beyanlarına ve nakledilen hareket tarzına dair bazı rivayetler nakledeceğiz. Zira Hazret-i Üstad Şafüyül-mezheb olduğundan, Hanefilerin çoğunlukla bulunduğu bölgelerde ona cuma namazı farziyetten sakıt olduğu halde,. lâkin buna rağmen, Üstad’ın hareket tarzının ne olduğu şu nakledeceğimiz rivayetlerle görülecektir.

Rivayetlere geçmeden önce, şunu hemen kat’iyetle belirtelim ki; Hazret-i Üstad’ın, cuma namazının farziyeti hakkındaki kanaatı ise; Onun bütün yakın talebe ve hizmetkârlarının itiraf ve şehadetleriyle; cuma namazının bazı mühim şartlarının eksik olduğu ve tam sağlam olarak onun farziyeti müsellem olmadığı cihetindedir.Ama Darülharp mevzuunda ise, Üstadın görüş ve hükmü, o yönde olmadığı tarzdadır.

Böylece, çoğu zaman kendileri bizzat, şayet kendisi gitmese de yanındaki talebe ve hizmetkârlarını cemaatlerin büyük hayır ve sevablarına nail olmak, İslam’dan gelen emirleri imtisal etmek için camilere gönderdiğidir.

Demek ki, cumanın şartlarından eksiklikler olsa da, farziyeti müsellem elmamış olsa dahi, ona iştirâk etmenin en azından bir cemaat sevabını kazanma keyfiyeti vardır. İştirâk edenlerin âsi ve günahkâr olmak ve haşa haram işlemek şöyle dursun, tam aksine büyük cemaat sevablarına nâiliyetleri söz konusudur.Ve iddiaedildiği gibi abdessiz namaz kılmak Tarzında olan bir keyfiyet mevzu-u bahsi değildir.

İşte mevzuumuz olan ki; Üstadın ziyaretleriyle müşerref olmuş veya hususî hizmetinde bulunmuş bazı zatların muşahedye dayana bir kaç rivayetlerini naklediyoruz:

Birincisi: Üstad’ın uzun seneler hizmetkârlığını yapmış Emirdağ’lı Muhterem Bayram Yüksel diyor ki:

“Üstadımız Emirdağ’a ilk geldiğinde (Yani 1944 sıralarında) hem cumaya, hem de vakit namazlarına devam ediyordu. Sonra yeni gelen bir kayma-

5 2122

kam Üstad’ı hem vakit namazından, hem de cumaya gitmekten men’ etmişti.(165)”

1953’te Isparta’ya gittiklerinde, her hafta cuma günleri Ulucamiye namaz kılmaya Üstad’ımızla beraber giderdik. Hatta benim üzerimde Kore elbisesi vardı, bir sene kadar giymiştim. Emniyet müdürü ” Bunun müddeti geçti ” derdi.

Üstad’ımız ise çıkarttırmazdı. Eskiyinceye kadar çıkarttırmadı. Üstad beni camiye öylece asker elbisesiyle götürürdü. Ulu cami’ -Üstad’ın oraya cumaya gelmesiyle- çok kalabalık olmaya başlamıştı. Emniyet Müdürü Ceylan Ağabeyle beni çağırmıştı: “Hoca Efendiden rica ediyorum, çok kalabalık oluyor, biz burada telâş ediyoruz” dedi. Biz de aynen Üstad’ımıza arzettik. Üstad: “Ben zaten Hanefi mezhebini takliden cuma namazını kılıyorum. Çünki bizim Şafiî mezhebinde imamın arkasında kırk kişi fatiha okuması gerekir” dedi.

Barla’da da ekser vakitlerde hem vakit namazına, hem cumaya iştirak ediyordu.(166)”

İkincisi: İstanbul’da Risale-i Nur hizmetinde emeği sebkat etmiş Rize’li M.Emin Birinci der ki:

“1952’de Üstad’ı İstanbul’da ilk ziyaretimden kaç gün sonra idi bilmiyorum, bir gün dediler ki: “Yarınki cuma namazını Üstad Fatih camiinde kılacak.”Namaz vakti camiye gittim. Tanıdığım bir kaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş, hemen orada bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tenbihliyerek; Üstad Hazretleri cami’den çıkarken fotoğrafını çekmesini söylemişti.

Hazret-i Üstad, Ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzinin mahfelinde kıldı. Namazdan sonra, Nur talebeleriyle birlikte dışarı çıktılar. Bizim beş metre kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fâtih türbesine girilen kapının önüne gelince. Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp fatiha veya dua okumaya başladığı zaman, fotoğrafçı bir kaç resim çekti. Hazret-i Üstad da ses çıkarmadı…(167)”

Yine Mehmet Emin Birinci’den rivayet:

“Bir gün Üstad Hazretlerinin, Akşehir Palas otelinin karşısındaki küçük cami’de namazını kılacağını Abdulmuhsin Alev’den duydum, oraya gittim. Üstad yine müezzin mahfelinde namaz kılıyordu. Namaza duracağı sırada çoraplarını çıkarttı. Dikkat ettim, her selâmdan sonra dişlerini misvaklıyordu. Namaz tesbihatından sonra, herkes ellerini duaya açmıştı. Üstad Hazretleri tesbihatı yetiştiremediği için bir elini duaya açmış, öbür eliyle tesbihatını çekiyordu…(168)”

(165)Hazret-i Üstad’ın 1944-1948 arası Emirdağ’ında kaymakamın emriyle camiden men edilişi hadisesi hakkındaki geniş malumat, bu kitabın ilgili bölümündedir.A.B.

(166)Son Şahitler.1-S 394

(167)Aynı eser S: 254

(168)Son Şahitler-2 S: 252

2123

Üçüncüsü: Uzun zaman Nur-u Osmaniye Camiinde imamlık yapmış ENVER CEYLAN Hoca demiştir:

“1952’de Üstad’ı ilk ziyaretimden bir kaç gün sonra, talebeleriyle birlikte vazifeli bulunduğum Şişli camiinde namaza gelmişlerdi. Sirkeci civarındaki kalabalıktan, halkın tehaccümünden kaçtığını, sâkin bir cami olduğu için bizim camiye geldiğini bize söylediler. Üstad’ın namaz kılışına dikkat ettim; namazı yavaş yavaş kılmıyordu. Keskin hareketlerle kılıyordu. Çevik, tam bir delikanlı gibi kılıyordu…(169)”

Dördüncüsü: İstanbul’da Risale-i Nurun neşriyat işinde büyük emeği sebkat etmiş Bursa-İnegöl kazasından Mehmet Fırıncı adıyla maruf Mehmet Nuri Güleç der ki:

“1952’de bir cuma günüydü. Hazret-i Üstad’ın yanına otele gittim. Hiç kimse yoktu. Kapısını vurdum. Üstad beni görünce: “Çok iyi oldu geldin…” dedi ve “Seninle cumaya gidelim.” dedi. Biz Üstad’la tam çıkarken, Salih Özcan’la Osman Köroğlu geldiler. Üstad odasının anahtarını bana vererek: “Sen burada nöbetçi kal” dedi. Onlar cumaya gittiler, geldiler…(170)”

Yine Mehmet Fırıncı anlatıyor:

“1953’de Üstad Marmara Palas otelinde iken, bir cuma günü cuma namazına yakın bir saatte Üstad’ın oteline gittim. Üstad’ı görürüm diye… Otele gittiğimde, Üstad’ın otelden ayrıldığını otel hademesi söyledi….(171)”

Yine Mehmet Fırıncı’dan:

“1953 yaz günleri idi, bir cuma günü Üstad’a gittim. Fakat çıkmış, nereye gittiğini öğrenemedim. Ben de Beyazid Camiine gittim. Namazdan sonra baktım; Üstad Hazretleri yanında Muhsin Alev ve bizim birader olduğu halde camiden birlikte çıktılar…(172)”

Beşincisi: Hz.Üstada Emirdağda mihmandarlık yapmış “Çalışkanlar” ailesinden Hasan Çalışkan der ki:

“Üstad Bediüzzamanla, Emirdağ çarşı Camiinde aynı safta sayısız defalar Cuma namazı kıldık (Son Şahitler-4,sh.75)

Altıncısı: 1950 lerden beri Risale-i Nur dairesinde hizmet etmiş ve bu yolda hapisler ve çileler çekmiş, Maraşlı Mustafa Ramazanoğlu der ki;

“1952de Üstadı,İstanbul Fatih Camiinde namaz kılarken gördüm. (S.Şahitler-4,sh.224)

(169) Son Şahitler-2 S: 190

(170) Son Şahitler-3 S: 213

(171)Aynı eser S:118

(172)Son Şahitler-2 S: 236

2124

Yedincisi: Kastomonu-Devrekâni’li Ahmet Kureyşî der ki:

“ 1952de Üstad İstanbul’un Fatih semtindeki Reşadiye otelinde kalmakta iken, bir Cuma günü ziyaretine gitmiştim. Beraberce Fatih Camiine Cuma namazına gittik.(S.Şahitler-5,sh.125)

Sekizincisi: Antalyalı Recep Onaz derki:” Üstadı ziyaretlerimin birisinde Perşembe günü idi. Ertesi günü Isparta Ulu Camiinde Cuma namazını kılmaya gittim.Baktım Üstad hz. leri Camiin ön saflarındadır. (S.Şahitler 4,sh.322)

Dokuzuncusu: Ahmet Hikmet Tezcan isminde bir Nur talebesi der ki: “ 1952 de Üstad İstanbul-Fatih semtindeki Reşadiye otelinde kaldığı sıralarda bir Cuma günü ziyaretine gitmiştim. Sonra beraberce Fatih Camiine Cuma namazına gittik.(S.Şahitler-4,sh.367)

Onuncusu: Ispartalı Avni İlhan (İstanbul İlâhiyat-Mezhepler tarihi öğretim üyesi) demişki:

“Ben Isparta İmam-Hatip mektebinde okurken, Üstad Bediüzzamanı bir Cuma namazına geldiğinde görmüştüm.(Son Şahitler-5,sh.149)”

2125

S O N G Ü N L E R

VEDA’LAR VE RIHLET

Sevgili aziz Üstad’ın son günleri idi artık… 11 Ocak 1960 günü Ankara’ya girmek ve o evhamlı korkulara kapılmış olan DP hükûmetini son kez olarak ikaz etmek ve dolayısıyla hissetmekte olduğu kendileri için gelmekte büyük bir felaketi önlemek üzere Ankara’ya gittiğinde; hükûmetin resmi tebliği hem radyoda hem de yazılı olarak kendisine iletilmişti. CHP lideri İsmet İnönü de bu tarihten bir hafta önce, yani 4 Ocak 1960 günü “DP Said-i Nursi’yi seçim kampanyası için görevlendirmiştir.” diye beyanat vermişti. DP iktidarı, İnönü’nün benzeri tehditlerine tamamen yenilmiş, maneviyatını yitirmiş duruma gelmişçesine, tirtir titremekteydi. Bu yüzden DP hükûmetinin hiç bir hak, kanun ve selâhiyete dayanmıyan kararıyla; Hazret-i Üstad’ın Emirdağ’da kalmasını, yani eskisi gibi bir çeşit iskâna tabi’ tutulmasını tavsiye ediyordu.

Hazret-i Üstad ise bu tarihten itibaren, ömrünün kalmış olan son altmış dokuz günlerinde adeta herkesle vedalaşıyor bir haldedir. Her gördüğüne, ziyaretine gelenlere ölümünden, vasiyetnamelerinden, kabrinin durumundan bahsediyordu.

Zehirlerin tesiriyle Hazret-i Üstad çok hastadır artık… Seyahate, temiz hava almaya ihtiyacı çoktur. Aynı zamanda DP’liler aleyhine hazırlanmakta olan dehşetli planı da hissetmiş, adeta ürpermektedir.

1959’un aralık ayından itibaren bir ay içinde İstanbul, Ankara, Konya ve Isparta arasında bir kaç defa seyahatler yapmıştı. Bu seyahatların maddi sebebleri olarak, buralardan yapılan ısrarlı davetler idi. Amma gerçek ve manevî sebebleri ise, DP’lileri ikaz için idi. Birkaç gün içinde Hazret-i Üstad üç defa üst-üste Ankara’ya uğramıştı. Elbette Üstad’ın bu vaziyeti sadece bir davete icabete bağlanamazdı. Evet Hazret-i Üstad DP’lilere acıyor, onları kurtarmak istiyordu. Hükûmetin ileri gelenleriyle görüşmek ve ikaz etmek ve hatta gelmekte olan büyük felaketi iş’ar etmek istiyordu. Fakat DP hükûmeti uyanamadı, ikaz edilemedi gafletlerinden… Bilakis gittikçe İnönü’ye karşı zaaf içine giriyordu. Oysa ki, merhametsiz düşmana karşı zaaf göstermekle, onun merhametini değil, merhametsizce parçalanmalarına kuvvet veriyordu. Bu evhamın, bu zaafiyet ve gevşekliğin neticesidir ki, onları kurtarmak için çırpınan ve çabalayan Bediüzzaman Hazretlerini 11 Ocak 960 günü Ankara’ya gelmesine hükûmet ve iktidar olarak mani’ oldular. Mani olmakla kalmadılar. Geri dönmesini ve yalnız Emirdağ’da kalmasını tavsiye ettiler. Amma ne yazık ki, bu gaflet, bu zaafiyet, bu acz ve bu evham DP’lilerin başlarını yedi. Her ne ise…

2126

Hazret-i Üstad, 11 Ocak 1960’da hükümetin resmi tebliği ile Emirdağ’da iskân edilmesine dair olan muamelesinden sonra, bir iki defa Isparta Emirdağ arasındaki seyahatleri hariç, artık hiç bir yere gitmedi. “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez” kaidesiyle, hem de maddî başka çare kalmadığı için, artık o da DP’den yüz çevirdi denilebilir.

HÜSNÜ AĞABEY’İN HATIRASI

Hz. Üstad’ın hizmetkârlarından ve 1959 dan sonra arabasının şöförlüğünü yapan Muhterem Hüsnü Bayramoğlu’nun bir hatırasını burada kaydetmenin yeri geldi. 1995 Nisanında yazarak bana gönderdiği hatırası şöyledir:

“Üstadımız hazretlerinin vefatından takriben üç dört ay evveldi; arabamızla uzun seferlere de gittiğimiz için, umumi bir bakım istiyordu.Antalya da servisine merhum Ceylan Abi bir kaç sefer getirmişti, yine aynı ihtiyacın olduğu kanaatini Zübeyir Abi: “Antalya’ya arabayı getirip bakım yaptıralım kardeşim” diyordu. Hem Üstadımızın devamlı hususî hizmetinde, hem de arabayı kullandığım için ve Üstadımızın hizmeti dolayısı ile de araba için bir iki gün de olsa ayrılmak ve Üstadımızdan bakım için izin almak istemiyordum. Bir gün merhum Zübeyir abi, Üstadımıza durumu anlattı, Üstadımız da bana: “hemen arabanın bakımını Antalya’da yaptır,git gel!” dedi. Ben de gittim. Araba hakikaten bakıma ihtiyacı var, alakadar olamıyordum. Servise getirdim, hemen o gün bakıma aldılar. İki gün de veririz dediler. O gece kaldığım yere Zübeyir abi telefon ediyor, bana: “kardeşim Üstadımız seni çabuk gelsin, hemen hareket etsin” diyor dedi. Ben de servise gittim, rica ettim, alelusul geçici bir bakım ile arbayı toparlayıp bana hemen verdiler.Ben de yola çıktım. Yolda gelirken bir iki defa arızalandı, geçenlerin yardımı ile, tamiri ile gece geldim. Arabaya gidip gelmemizde pek bakım olmadı desek doğrudur. Şunuda burada ilâve edeyim ki, Üstadımız Hazretleri arabada iken, hiç bir zaman ne yolda kaldık, ne de arıza yaptı.

Hemen geldiğimde Üstadımız hazretlerinin yanına girdim.“Hüsnü geldin mi” dedi. Ben de geldim Üstadım dedim. İkmiz idik, bana dedi ki: “seni aniden hemen gelmeni istedim.. Bir rüya gördüm, Allah hayır etsin” dedi.. ve bana da: “sen de Allah hayır etsin” de! dedi. Sonra dedi ki; “seninle ikmiz bir uzun sefere yolculuğa çıkmışız gidiyoruz. Uzun müddet gittik. Gidiyoruz, gidiyoruz, ben orada kalıyorum.. Keçeli beni fazla konuşturma, bu kadar yeter” dedi ve başıma eliyle okşar gibi dokundu. Ben de dinledim, hiç bir şey demedim. Üstadım Allah hayır etsin dedim.”

Hüsnü”

 

2127

SADEDE DÖNÜYORUZ

11 Ocak 1960 tarihinde Ankara’ya gitmesini men’eden hükûmet kararı üzerine Üstad Emirdağ’a gelmiş, sekiz dokuz gün burada beklemişti. Bu arada hükûmetten, ara sıra Isparta’ya da gidebilme iznini taleb etmişti. Her halde, hükûmet de gayr-ı resmi şekilde buna muvafakat etmiş olacak ki; Hazret-i Üstad 20 Ocak 1960 günü geceleyin Emirdağ’dan Isparta’ya gitmişti. Buradaki evinde Hazret-i Üstad tam elli beş gün hiç bir yere gitmeden kaldı.O senenin Ramazan-ı Şerifi 26 Şubat’ta başlamıştı. Üstad Ramazan-ı Şerifin onbeşine kadar (yani Mart 13’e kadar) gayet iyi idi.

Teravih namazlarını talebeleriyle birlikte cemaatla kılabiliyordu. Fakat Ramazanın on beşinden sonra, Hazret-i Üstad hastalandı. Hastalığı gttikçe de şiddetleniyordu. Nihayet Hazret-i Üstad, Ramazanın on dokuzuncu gününde (Yani 17 Mart 1960) Isparta’dan Emirdağ’a kadar bir seyahat yaptı.

Takvim 18 Mart 1960 cuma gününü gösteriyordu. Ramazan-ı Şerifin de yirmisi idi. Üstad’ın burada hastalığı ve ateşi çok arttı. Vefadar sadık talebesi Doktor Tâhir Barçın geldi, Üstad’ını muayene etti. Doktor, Üstad’ın hastalığını çok ciddi gördü ve Üstad’a, onun izniyle bir iğne yaptı, serum bağladı.

Merhum Doktor Tahir Barçın bu hususta şunları anlatır:

“Nur talebeleri Üstad’ın şiddetli hasta olduğunu haber vermişlerdi. Hemen gittim, muayene ettim. Üstad’ın ateşi 38 derece idi. Yaşlı insanlarda derece çok yükselmiyor. Çünki vücud mukavemeti olmuyor. Ateş yükselmesi demek, vücudun mikroba karşı silah kullanması demektir. Üstadın hastalığı çok ciddî idi. Ağır bir zatürrie idi.

Ben bir iğne yapmak istedim. Zübeyr yapalım abi diye iğne yapmamı istedi. Altıyüzlük veya sekizyüzlük penisilin iğnesi yaptım. Ertesi sabah Üstad biraz açılmış ve rahatlamıştı. Fakat yine harareti vardı. Bu yüzden kar yedi. Hazırlık yaptılar. Isparta’ya gideceklerdi.

Daha önceleri buradan ayrılırken, vedalaşıp helallaşmazdı. Bu sefer Üstad’ın ayrılması acıklı olmuştu. Biz o zaman için Üstad’ın vefat edeceğini hiç hatırımızdan bile geçirmiyorduk. İçimizde kat’iyen böyle bir şey geçmiyordu. Fakat üstad’la son ayrılışımız çok hazin olmuştu. Helallaştı, “Allah’a ısmarladık” diye veda etti…(173)”

Hazret-i Üstad Emirdağ’dan ayrılmadan önce, iğne ve serumun bağlanmasından sonra biraz dalmış, az sonra tebessüm içinde gözlerini açmış ve başında bekliyen talebelerinden Zübeyr Gündüıalp, Hamza Emek, Doktor Tahir Barçın ve diğerlerine şu sözleri söylemişti:

(173) Son Şahitler-1 S:133

2128

“Kardeşlerim! Risale-i Nur bu vatana hâkimdir. Mason ve komünistlerin belini kırmıştır. Belki biraz daha zahmet ve sıkıntı çekersiniz. Amma inşaallah sonunda ferahlık olacaktır..(174)”

Hazret-i Üstad bu mealdeki teselli-bahş sözlerini iki üç defa tekrarladıktan sonra, yine dalmış, o gece biraz rahatlar gibi olmuştu. Sabaha karşı doğrulmuş, hastalığı yokmuş gibi giyinmiş, abdest alıp sabah namazını eda etmişti. Namazdan sonra Emirdağ’daki diğer talebelerini de çağırtmış, ayrı ayrı müteveccih olup iltifat etmiş.. Sonra tek tek kucaklayıp veda’laşmıştı.”Allah’a ısmarladık kardeşlerim gidiyorum” demiş ve gitmişti.

Tarih 19 Mart 1960 cumartesi günüydü. Üstad bu ayrılışında sair zamanları gibi değildi. Farklı bir hali vardı. Mahzun idi. Önceleri dediği gibi ayrılırken hep “Merak etmeyiniz kardeşlerim, inşaallah yine gelir, görüşürüz” demiyordu. Gözleri yaşlı idi. Son ayrılığını hissettiriyordu sanki!..

Böylece Üstad, Emirdağ’dan bu son veda ayrılışı ile ayrıldı. Isparta’ya gitti. Buraya ikindiden sonra gelmişti. Çok hasta idi. Arabadan çıkmaya mecali yoktu. Talebeleri onu arabadan kucaklıyarak çıkarttılar. Merdivenlerden çıkarken Üstad’ı sırtlarına almak istiyen talebelerine, işaretle mani’ olmuş, Tahiri Mutlu ağabeyle Bayram Yüksel’in kollarına geçerek merdivenlerden çok zor yukarı çıkarmışlar ve yatağına yatırmışlardı. Üstad ateşler içinde kıvranıyordu. Çok bîtabdı. Talebeleri başında nöbet tutmaya başlamışlardı.

BİR HAZİN HATIRA

Üstad’ın hususi hizmetkârı merhum Zübeyr Gündüzalp Ağabey Üstad’ın bu son hastalığıyla ilgili bana bizzat şunları anlatmıştı:

“Üstad’ımız vefatından on beş, yirmi gün öncesinden, sudan başka gıda namına hiç bir şey almadı, yemedi. Ben yine her zamanki gibi çorbasını yapar, yemek saati olan iftarda götürür, önüne kordum. Fakat Üstad’ımız Ramazanın başlarından itibaren, sadece biraz su içer, “Kaldır!” derdi. Böylece vefatına kadar hiç bir şey yemedi. Üstad’ımız adeta bu son Ramazanında tasaffi ederek ruhanileşmiş, melekleşmişti.”’

URFA’YA GİDECEĞİZ

Tahiri ağabey, Zübeyr ağabey, Bayram ve Hüsnü ağabeylerle ayrı ayrı şahsen konuşup dinlediğim; Hazret-i Üstadın son hastalığı içinde Urfa’ya gidişi ve vefat hadisesi şöyle cereyan etmiştir.

(174) Bu mealdeki Üstad’ın sözlerini ben şahsen ismi geçen zatlardan dinlemiştim. Ayrıca bkz. Bilinmeyen ‘Taraflarıyla Said-i Nursi 6. Baskı S: 41

2129

Takvim 19 Mart 1960 cumartesi gününü gösteriyordu. Ramazan-ı Şerifin de yirmibirinci akşamıydı. Üstad Emirdağ’dan o günü ikindiden sonra gelmişti. Ateşi çok yükselmişti. Namazlarını -yalnız farzları- zor kılabiliyordu. Dalıp dalıp uyanmakta idi. Gece seher vakti saat iki, iki buçuk civarında idi. Yanında hizmetkâr talebelerinden Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram vardı. Nöbetleşerek Üstad’larının başında bekliyorlardı.

Bayram Yüksel Ağabey diyor: “Üstad’ın başında bekleme nöbeti bana ve Zûbeyr abiye gelmişti. Başında bekliyorduk. Zübeyr abi Üstad’ımızın kollarını, ben de ayaklarını oğuyorduk. Saat iki veya ikibuçuk sıralarında Üstadımız bir ara birden diskinir gibi yaparak gözlerini açtı. Bana baktı ve “Gideceğiz!..” dedi.

Evet gideceğiz Üstadım!.. Nereye gideceğiz, dedim.

“Urfa-Diyarbekir!…” dedi.

Az bir müddet sonra, tekrar: “Gideceğiz!” dedi. Nereye Üstad’ım, dedim.

“Urfa’ya gideceğiz!” dedi.

Zübeyr ağabey: “Üstad’ımızın ateşi fazladır. İhtimal ki baygınlık halinde böyle söylüyor olabilir” dedi.

Fakat sonra baktık ki, Üstad’ımız o emrini sık sık tekrarlıyor ve “Sabah olsun, hemen Urfa’ya gideceğiz!” diyordu. Diyarbekir kelimesi sadece bir defa ağzından çıkmıştı. Daima Urfa diyordu.

Bu arada Tahiri ağabeyle, Hüsnü kardeşimiz geldiler. Nöbeti bizden devraldılar. Biz ikimiz sahur yemeğini yemeye gittik. Üstad Hazretleri tekrar ve ısrarla Hüsnü kardeşimize “Hazırlanın, Urfa’ya gideceğiz” demiş.

Hüsnü kardeşimiz: “Lastikler arızalı…” falan demişse de, Üstad: “Başka bir araba da olabilir.. İkiyüz lira da olsa vereceğiz. Hatta cübbemi bile satar, araba ücretini verip, gideceğiz!” demiş.

Hüsnü geldi, durumu anlattı. Artık kararın kesin olduğunu anladık. Hemen arabayı hazırlamaya başladık. Arabanın gerçi hakikaten bazı lastikleri eski ve patlaktı, arızalı idi. Fakat pazar günü o saatte lastik bulmak da mümkin 2317 2318 değildi. İster istemez mevcutları hazırlamaya, arabanın bakımını yapmaya koyulduk.

Biz hepimiz arabanın hazırlığıyla uğraşırken, Üstad Tahiri ağabeye bir kaç defa “Sen de git, yardım et!” demiş, yanımıza göndermişti.

Tahiri ağabey geldi, “Kardeşim Üstad çok acele ediyor, çabuk olun! Ben de birşeyler yardım edeyim” diyordu.

2130

Araba hazırlandı

Biz arabanın lazım gelen bakımını acele acele yaptık, bitirdik. Araba hazırlandı. Üstadımız da hazırlanmış bekliyordu. 20 Mart 1960 pazar günü sabah saat tam dokuz… Üstad’ımızı arabanın arkasına yatak koyarak yatırdık. Ben ve Zübeyr ağabey de şoför mahallinde oturduk. Hüsnü kardeşimiz de direksiyonda…

Araba hareket etmeden önce, ev sahibemiz Fitnat Hanım arabanın yanına geldi. Üstad’ımız ona: “Hemşirem Allah’a ısmarladık, bana dua edin. Çok rahatsızım.” demişti. Fıtnat Hanım da ağladı. Sonra Tahiri ağabeye demiş ki: “Vallahi bu sefer ben Üstad’dan şüphelendim. O yerini aramaya gidiyor!”

Üstad’ın kapısında bekliyen polisler

Biz hareket etmeden önce Tahiri ağabeyle anlaşmıştık: “Biz ayrıldığımızda polislere kat’iyen kapı açma, hemen yat!” demiştik. Çünki Tahiri ağabey bizimle gelmiyordu. Evde kalacaktı.

Son zamanlarda çok evhamlanan hükûmet, Üstad’ın kapısında çift polis nöbetçi diktirmişlerdi.. Üstad’ın bir daha İstanbul ve Ankara’ya gitmesini istemiyorlardı. Polisler daima Üstad’ın kapısının karşısında sandalye atıp nöbet bekliyorlardı.

Yağmur yağıyordu

Arabamız Urfa’ya doğru hareket edeceği sırada çok güzel bir yağmur yağıyordu. Nöbetçi polisler tam o sırada ıslanmamak için gitmişlerdi. Böylece Üstad’ın arabası kimse görmeden çıkıp Konya yoluna girmiş oldu. Polisler biraz sonra gelmişler, Üstad’ın arabasını garajda görmeyince şaşırmışlar. Zile basmışlar, Tahiri Ağabey kapıyı açmamış. Bu defa polisler ev sahibesi Fıtnat Hanıma koşmuşlar: “Teyze, Hoca Efendi ne zaman gitti? Nereye gitti? Biliyor musunuz?” diye sormuşlar.

Fıtnat Hanım Polislere: “Ben bekçi miyim, ne bileyim. Siz bekliyorsunuz ya… Siz bilmiyorsunuz da, ben mi bileceğim” diye onları azarlamış.

Ve Urfa’ya doğru

Hazret-i Bediüzzaman Said-i Nursi, Urfa’ya doğru rıhlet seferine, vuslat seferine, lika seferine gidedursun.. Biz onun, neden o sekerat hali içinde iken, Urfa’ya gittiğinin ve ne için Urfa’yı seçtiğinin maddi manevi sebeblerini araştıracağnz.

1231

EVET NEDEN URFA?…

Bu, bir manevî emir mi idi?. Bir câzibe mi idi? Yahut mücerreden onun Urfa’yı çok sevdiği, arzu ettiği için miydi?..1960 yılının şartları içinde bin küsûr kilometre yolu, sekerat halinde, aniden karar verip, yola düşüp, ve o uzun yolu kat’edip Urfa’ya gelmesi ne bir tesadüf, ne de keyfi bir seyahat idi herhalde… Öyle ise neden Urfa’ya?..

Gerçi hakikat olarak Hazret-i Üstad’ın bilhassa 1949’lardan sonra Urfa’ya karşı teveccüh ve alakası çok başka idi, farklı idi. Aslında, Risale-i Nurla alaka peyda edip, Nur hizmetinin oluştuğu her yerle, her belde ile, Nur hizmetinin derecesine göre alaka ve teveccühleri olurdu. Merhum Albay Hacı Hulusi Bey’in 1949’da gelip başlattığı Urfa hizmet-i imaniyesiyle Hazret-i Üstad, bu tarihten itibaren çok yakından alakadar olmaya başlamıştı.

Daha sonra Urfa’lıların gidip Üstad’dan, Nurları neşredecek yetişkin bir talebesini istemeleri üzerine, Hazret-i Üstad evvela 1950’de Merhum Ceylan Çalışkan’ı göndermişti. Ceylan Urfa’da altı ay kâdar hizmet için kaldıktan sonra ayrılmıştı. Urfalılar 1951’de yeniden Üstad’a giderek yine talebelerinden hizmet ehli birini istemişlerdi. Bu arada Hazret-i Üstad’ı da Urfa’ya davet etmişlerdi. Tam bu sıralarda Abdullah Yeğin ağabey de Ankara Dil Tarih Fakültesinin son sınıfından ayrılmış, Üstad’ın yanına, hizmetine gelmişti. Hazret-i Üstad 1951 yılının onuncu ayında Abdullah Yeğin ağabeyi, bir kaç ay sonra da Zübeyr ağabey ve arkasından Hüsnü ağabeyi Urfa’ya göndermişti.(175)”

Üstad Hazretleri bu iki üç talebesini Urfa’ya göndermeden önce de, Urfalı Vahdî Gayberi ile yada trenle onun adresine Urfaya bir kısım hususi eşyasını, kıymetli kitaplarını ve çok mübarek, çok mühim olan cübbesini yollamıştı. Ki kendisi de “Urfa’ya geleceğim” diye…

Hazret-i Üstad’ın Urfa’ya gönderdiği eşyası ise, hakikaten va’dettiği gibi arkasından gidilecek eşya idi. İki kat yatak, bir portatif somya, büyük bir sandık dolusu en kıymetli ve hususi el yazma, müsahhah Nur kitapları.. ve bunların içinde en kıymetli yadigar ve mübarek şey ise, Mevlânâ Halid-i Bağdadî (K.S.) Hazretlerinin mübarek emanet cübbesiydi.(*)

(175)Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no:72

(*) Hüsnü Bayramoğlu ağabeyin bu mevzu’daki Hatırası: (26.2.1995 günü Urfa’da anlattı)

“Üstadımız, Mevlana Halid (K.S.)nun cübbesini ve sair eşyasını Urfaya göndereceği zaman, onları beraberinde 1951 de Eskişehire getirmişti. Albay Reşad Beyi çağırdı, ona: “kardeşim, ben tahkik yapmadan bir şey yapmam, şu eşyamı Urfa’ya göndermek istiyorum. Hangi yol ve hangi vasıta ile emniyetli olur. Siz bir tahkik yapın” dedi. Reşad Bey gitti, soruşturdu, geldi. “Üstadım en emniyetli yol, tren iledir” dedi. Sonra bu eşya, trenle Urfa’ya yollandı.”

2132

Hazret-i Üstad, bu çok kıymettar eşyasını ve arkasından çok güzide ve hâs üç talebesini Urfa’ya gönderdikten sonra da, bir kaç defa yine mektuplarla Urfa’ya geleceğini söylemekte idi.

Böylece Üstad’ın Urfa ile alakası çok köklü ve bağlantılı olmuştu. Urfa’yı Nur hizmetinin bir merkezi kabul etmiş, sonraları hariç âlem-i İslâm ve Avrupa ile umumî muhaberat ve mürasalat hizmetlerini Urfa yoluyla yaptırmaya başlamıştı. Bu arada Urfa’daki talebeleriyle yaptığı muhaberat mektuplarında, Urfa’ya fevkalâde ehemmiyet verdiğini, yakında kendisinin de Urfa’ya geleceğini bildiriyordu. Az ilerde bu hususî muhabere mektuplarından nümuneler arzedeceğiz.

Ve nihayet, dokuz buçuk sene sonra va’dettiği şekilde Urfa’ya gelmiş, birbuçuk gün içinde yüzlerce Urfalıyı, sekerat halinde olduğu halde bağrına basmış, kucaklamış ve Urfa’da, mektuplarında va’dettiği şekilde son hayatını yaşıyarak ruhunu Rahman’a teslim eylemiştir.

Evet, bütün bunlar neden ve ne için?..

Biz bu sualin, bu büyük muammalı sualin cevabını verebilecek kudrette değiliz.. Ve bu muammalı manidar muğlak tılsımı da açacak güce malik değiliz. Amma yine de kendi daracık ölçülerimiz çerçevesinde ve kendi zaviyemizden bu meselenin ve bu mübalağasız hakikatin bazı köşelerine bakmaya çalışacağız. Şöyle ki:

Hazret-i Üstad’ın Urfa’ya karşı bu acib alaka ve teveccühlerinin biri maddi, biri manevi olmak üzere iki ciheti ve iki sebebi olduğunu düşünmekteyiz.

A-Manevi cihet ve sebeb için deriz ki:

Urfa çok eski tarihlerden beri bir çok enbiya ve evliya ve büyük ulemanın meskeni ve mevkii, menzili ve memleketi olması yönüdür. En başta İbrahim Aleyhisselâm, Eyyüp Aleyhisselâmların memleketleri olduğu gibi; Yakub Aleyhisselâm, Şuayb Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm ve İsa Aleyhimüsselamların da menzili ve konakları olmuş olmasıdır.(176)” Ayrıca Urfa, İslâm dini ile Hicretin 25. yılında müşerref olduktan sonra; nasıl ki isimlerini yazdığımız büyük peygamberlerin bir nevi meskeni ve metmahı olmuşsa, öyle de bir çok kâmil velilerin, büyük âlim ve muhaddislerin de meskeni olmuştur. Mesela Urfa’nın meşhur bir Harran’ı bir çok bü-

(176) Bu yazdıklarımızın hepsinin belki tarihçe ispatı mümkün değildir. Çünkü çok eski hadiselerdir. Lâkin bunların bazı işaretleri vardır. Mesela Urfa’nın şarkındaki Tektek dağlarında” Şuayb şehri” harabeleri ve Hazret-i Musa’nın Kuyusu… Yine Urfa’nın güneyindeki dağlarda “Deyr-i Yakub” adıyla bilinen bir mevki… Keza hıristiyanların da kabul ettikleri Urfa Ulucamii içindeki kuyuya Hazret-i İsa’nın gelip ondan su içtiği ve o kuyuya mendilinin düştüğü hadisesi meşhur oldug’u gibi;0 Hazret-i İbrahim ve Eyyüb Aleyhimesselamların memleketleri olduğ’unda bir çok alemetler ve işaretlerle şüphe edilemeyecek derecede meşhurdur. A.B.

2133

yük ve kümmelin veliler yetiştirdiği gibi, ma’mur olduğu zamanlarda maddi ilim sahasında da bir çok ünlü doktor, felekiyatçı gibi insan da yetiştirmiştir.

Urfalı bir şair olan meşhur Emin Kıratoğlu, bir şiirinde şu bahsettiğimiz hususları çok güzel tasvir etmiş demiştir ki: Aşk ile eydil kurulmuştur binası Urfa’nın

Feyz-ı Hak eltaf-ı sübhandır esası Urfa’nın

Haric-i tavk-ı beşerdir evliyası Urfa’nın,

Çün Halilullahtır sahib livası Urfa’nın.

 

Mecma-ı pir-i tarikattır biladın şahıdır,

Hazret-i Hakkın Halil-i pâkinin dergâhıdır,

Abdurrahman ibn-i Avf’ın da teferrücgâhıdır,

Hazret-i Eyyüp de rûşen-zibası Urfa’nın.

 

Zahiri olmuş münevver Câbir-ül Ensar ile,

Batını Nurun ala nur oldu ibrikdar ile,

İbn-i Cerrah’a varanlar gark olur envar ile,

Saye salmış şehre cedd-ül enbiyası Urfa’nın,

 

Çah-ı Eyyüb içre mahfidir ki mest eyler seni,

Hazret-i İsa Nebinin cevherîn piraheni,

Kıl ziyaret bundadır Yakub Nebînin meskeni,

Metmah-ı Peygamberandır iptidası Urfa’nın.

 

Garbını kılmış münevver Nur-u Bediüzzaman(177)

Canib-i şarkında zahir Şeyh-i Tuffahî heman,

Kıblesinde Şeyh-i Mes’ud hazreti olmuş nihan,

Hadde hasre gelmez asla etkiyası Urfa’nın.

(177) Bu Bediüzzaman eski bir Bediüzzaman’dır. Urfa’nın meşhur Bediüzzaman mezarlığı içinde yatmaktadır. Türbesi ziyaretgâhdır. A.B.

2134

İste himmet Şeyh-i Salih ibn-i Muhyiddin’e var.

Eylemiştir beldenin şark-ı cenubunda karar,

Şeyh-i Feylup ocağına yüz sür, et feryadu zar,

Şeyh-i müslimdir bu gün necm-i hüdası Urfa’nın,

 

Şeyh Bakır Hazretlerinden himmet al, bul dadını,

Gafil olma iste Yakub Kalfa’nın imdadını,

Şeyh-i Zavînin bilenler var mı aya adını,

Çünki böyle mahf i çoktur evliyası Urfa’nın.

 

Ol İmam Bakır Velî Harran’ı kılmış ber-hayat,

Şeyh Nebi hazretlerinden himmet ister kâinat,

Kadıoğlundan şefaat intizar eyler Usat,

Şeyh-i Yahya gibi vardır evliyası Urfa’nın.

 

Hazret-i Osman dede(*) kabrinde nur olmuş yatar

Eyz-i hakla mazhar-ı nur-u sürur olmuş yatar,

Cennet içre vasıl-ı ğılman u hur olmuş yatar,

Baltacı Baba gibi vardır babası Urfa’nın.

 

Baş eğip eyle ziyaret Hacı Kermo-zade’yi

Himmetiyle şâd edip red eylemez Ûfadeyi

Şeyh Muhammed dergâhında arif ol iç badeyi,

Nur-u ceddil-Enbiyadır âşinası Urfa’nın.

 

Kâmil-i şehr-i Rüha, mümkin midir tadad ola;

Cümlesi kabil midir ismiyle bir bir yad ola,

Vâsılanın cümleten ruh u revanı şad ola,

Def’olur himmetleriyle her belası Urfa’nın.

 

(*) Bir nüshada: “ol Dede osman veli” şeklindedir.

1235

Gülşen oldu nar iken, cuş eyleyip, ayn-ı Halil,

Emr-i Hakk’a inkıyaden yüz sürüp tutmuş sebil,

Safidir izzette güya aynı akar selsebil,

Bin letafet göze verir ab-ı havası Urfa’nın.

 

Hadden efzun cem’ oluptur bunda sadat-ı kiram,

Hem bu hâke nazil oldu ayet-i berden selam,

Çekilip eğmam ile erzakı bi-had subh u şam,

Her tarafta şayi’ olmuştur ziyası Urfa’nın.

 

Gülşen içre her seher bülbülleri nalan olur,

Naz edip (servisi’(H)de gülleri handan olur,

Dağların ab u havası mürde cisme can olur,

Her diyarın geçse de geçmez safası Urfa’nın.

 

Bahusus ehl-i tasarruf dörttür ey ehl-i hüner,

İkisine onların şehr-i Rüha olmuş makar,

Biri Yahya’dır ki hemen aleme imdad eder,

Şeyh Ukayl-i Bumbucî’dir akrabası Urfa’nın.

 

Gülizar etti Huda bu hâk-i pâkin narinı,

Sarfeder bunda “Kıratoğlu” onunçün varını,

Yani izhar eyliyor (sadrındaki(1)) esrarını,

Evveli nar ise, Nurdur intihası Urfa’nın.

 

(H) Bir nüshada “servi-sanevber” ifadesiyledir.

(1)”Hubb-u vatan”

2136

Yine Urfa’lı meşhur şair Nabi’nin olduğu söylenen bir şiirinin bir iki parçası da şöyledir:

Buna her kimse ki baksa ihanetle hiyanetle,

Söyünmez ateş-i şebruz yanar nar-ı hararetle,

Muhafızdır İmam Bakır emaneti siyanetle,

Hayat-ı şeyh-i Harranî eder himmet kerametle.

 

Başka bir şiirinden:

Evvela şehr-i medine mesken-i Fahr-ül Enam,

Gülşen-i cay-ı mübarek Ravza-ı Dar-üs Selam,

Kıblegâh-ı cümle âlem saniyen beytülharam,

Salisen Beyt ül Mukaddes mecma-ı rüsl-i kiram,

 

Bu riyaz-ı mevlid-i pak-i Halil-i kibriya,

Bu gülistan-ı saadet köy-ü cedd-ül enbiya,

Mevlid-i pak-i Halil verdi Rühaya ihtiram,

Nar-ı Nemrud u Halil eyledi berden selam,

 

Ve başka bir şiirinden:

Bilad-ı Hayr-ı halkillah olan şehr-i Rühadır bu,

Zülal-ı mu’ciz-i carî makamlardan uladır bu,

Hicaz u Kudüs’ten gayrı makamlardan uladır bu

Letafette şerafette müzeyyen dil-küşadır bu,

Bu mevlid-i Halilullah ki cedd-il Enbiyadır bu

Halil’e ateşi berd u selam eden Rühadır bu.

2137

VE HULUSİ BEY’DEN

Ve nihayet merhum Albay Hacı Hulusi Bey 1949’da Kars’dan Urfa’ya tayini çıkıp geldiği zaman, bu engin sırra işaret eden bir şiirinin ilk mısralarında şöyle der:

”Ey derde derman isteyen gel Urfa’ya dermanı al

Ey ruha seyran isteyen, gel Urfa’ya fermanı al,

Ey zevke umman isteyen gel Urfa’ya bürhanı al,

Ey aşka cevlan isteyen gel Urfa’ya meydanı al.

Yükseklerden düze indim veda’ ettim ben dağlara,

Halık’ımın mülkündeyim selam olsun ihvanlara.”

Bilmiyorum, işaret edilen bu mezkûr manevi engin sırdan mıdır; Urfa’nın yerlisi çok hissetmezse de, dışardan Urfa’ya gelen misafir Müslümanlar, burada manevî bir safa, nuraniyetli bir hava, kalb ve ruhları okşayan ruhanî, safi letafetli bir nesim hissederler. Ahalisinde de başka yerlere nisbeten daha biraz bir yakınlık, bir dostluk ve bir cömertlik müşahede ederler.

Ayrıca Urfa halkı, ekseriyet-i mutlakası itibarıyla fakir ül hal olmasından İslam dinine karşı incizabı biraz daha fazladır. Amma bu demek değildir ki, Urfa’nın kötü insanı hiç yoktur.. Hayır!.. Her yerde olduğu gibi;’ Urfa’da da iyi temiz, halis mümin insanların yanında, kötü, ahlâksız, fasık insanları da eksik değildir. Bizim söylemek istediğimiz şey, ekseriyet ve nisbet keyfiyetidir.

URFA HAKKINDA ÜSTAD’DAN GELEN TAHSİNLER

Urfa’nın manevî cihetteki bu hususiyetine dair Hazret-i Üstad Bediüzzamanın da şifahî ve yazılı bir çok beyanları vardır. Yazılı beyanlarının bir kısmı lahika mektuplarında kaydedilmiş, diğerleri de Urfa’daki talebeleriyle yaptığı hususî muhabere mektuplarında mevcuttur. Bunlardan bazılarını sıra ile; lahika mektuplarındakileri ve hususî muhabere mektuplarındakilerini ve en sonunda da şifahi sözlerini nakledenlerin rivayetlerini kaydedeceğiz:

1- Lahika mektuplarında Hazret-i Üstad’ın Urfa ile ilgili mektupları..

Birinci mektup, 1950’de yazılmış şu mektuptur:

“… Şimdi Şam’a ve Haleb’e yakın olan Urfa’da, bir medrese-i Nuriye ilerde teşekkül etmesine kuvvetli ümid ediyoruz. H. Ali Kılınç ile bera-

2138

ber eski Said’in gayet kıymettar bir talebesi olan Şam’daki Molla Abdülmecid ve Urfa’daki Nurun talebelerinden Seyyid Salih ve onun yanındaki nurun fedakâr bir talebesiyle muhabere etsinler… (178)”

1951’de yazılan bir mektubu da şöyledir:

“Ben çok zaman evvel bekliyordum ki: Urfa tarafından nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünki orası hem Türkistan’ın, Hem Arabistan’ın, hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse, o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler ediyorum ki, o havalinin dindarları ve hamiyetkârları sahip çıkmaya başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde, ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. Urfa medrese-i nuriyesine veriyorum. İnşaallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada inşaallah Kur’ana ve imana tam hizmet edecek. Orayı Isparta’daki Medreset-üz Zehra ve Mısır’daki Cami-ül Ezher’in küçük bir nümunesi haline getirmeye vesile olmaya.. ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiyenin bir nümunesini yapmaya yol açmalarını rahmet-i ilâhiyeden ümid ediyoruz.

Hem madem Risale-i Nurun mesleği hıllettir; Ve Urfa ise, İbrahim Halilullah’ın (A.S.) bir menzilidir. İnşaallah bu meslek-i hıllet-i İbrahimiye orada parlıyacaktır.

Hem ihtimal kavidir ki, bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.

Said-i Nursi(179)”

Başka bir mektubundan:

“Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum ve bütün Urfa’lılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım, Onlar da bana dua etsinler…”

2- Hususi muhabere mektuplarından:

(Bu mektuplar 1951-1960 arası Üstad’dan Urfa’ya gelen mektuplarındandır)

“… Ben Urfa’ya eskiden de varmışım. Urfa’lılarla çok alâkadarım. Hatta burada (Emirdağında) kalmamın bir sebebi de, burada Urfa’lıların(*) bulunmasıdır Urfa halkını çok sevdiğim için, Hüsnü’yü oraya gön-

(178)Osmanlıca Emirdağ-2 S: 622

(179)Emirdağ-2 S: 156

(*) Emirdağında “Urfalı” lakabını taşıyan bir aile mevcuttur. Bunlardan tanıdığımız “Ahmet Urfalı” Üstadın talebesidir.A.B.

2139

derdim ve onların hatırı için Hüsnü’ye bu kadar zahmetler çektirdim. Urfa’yı kendi öz vatanım Nurs gibi sevdiğim ve ahalisine akrabam gibi dua ettiğim için, oraya talebelerimi gönderdim. Yoksa vilayat-ı şarkiye umumen Nur talebesidir. O mübarek Urfa halkına çok selâm ve dualar edip dualarını beklerim…”

Başka bir mektubundan:

“Rabian: Üstad’ımız diyor ki: “Ben Urfa ve havalisine meskat-ı re’sim olan Nursdan ziyade ehemmiyet veriyorum. Bazı esbab-ı mühimme olmasaydı, ahir hayatımı orada geçirecektim. İnşaallah hayatta kalsam belki ona da muvaffak olurum.

Ben nasıl Nurs köyünü, sağ ve ölü umumen duama alıyorum.. Urfa’yı da sağ ve ölü umumen duamdadır Hatta nerede bir Urfa’lı bana rastgelse, bir akrabam nazarıyla bakıyorum. Hususan orada Medrese-i nuriyeyi himaye eden alimlere çok minnettarım. Ben de o zatlara itimaden iki hâs talebemi orada bırakıyorum…”

Bir başka mektuptan:

“Hamisen: Üstad’ımız diyor ki: “Madem Urfa halkı benim manevî evlâdlarım ve talebelerime himayet ve şefkatle samimi alâkadardırlar. Urfa halkının hatırı için bir mani’ olmazsa, Urfa’ya veya yakınına gelmek arzum var, İstiyorum. Fakat ne vakit kısmet olsa… Hem Abdullah. Hüsnü gibi evlâdlarım aynı Ceylan ve Zübeyr gibi olduklarından, onları yanıma alacaktım. Madem Urfa halkı bu derece samimi ve hamiyetkârdırlar. O kadar sevdiğim evlâdlarımı Urfa halkına veriyorum. Urfa halkına minnettarlığımı ve teşekkürlerimi beyan etsinler. Hükûmet ne yapsa, Urfa halkının hatırı için helâl ediyorum.” dedi ve sizin Urfa’da kalmanızdan ruhu rahat etti.. Hem lüzum var…(180)”

3- Urfa hakkında rivayet yoluyla gelen Hazret-i Üstad’ın şifahi ifadeleri:

Birincisi: Bizzat Mustafa Sungur ağabeyden dinledim, dedi ki: “Bir gün Üstad’ımız buyurmuşlardı ki: “Urfa Türkiye’nin Medine-i Münevvere’sidir. Her yerden üstündür. Ancak Isparta vilayeti Risale-i Nur hizmetine büyük merkeziyet teşkil ettiği için o noktada tekaddümü vardır.”

İkincisi: bizzat Abdullah Yeğin ağabeyden dinledim.. Dedi ki:

“Askerlik için ayrılıp Üstad’ımızın ziyaretine gittiğimde buyurmuşlardı ki: “Eğer Urfa’nın hizmet-i imaniyesi olmamış olsaydı, Türk ve Arabın ittihadı olmazdı.”

(180) Bu mektupların tamamı ve daha diğer bazı hususi muhabere mektupları, hususi dosyamızda mevcutturlar. A.B..

2140

Yine Abdullah Yeğin ağabey diyor: “Ben bir kaç defa Diyarbekir’in o zamanki şa’şaalı hizmetinden Üstad’a anlatmak istedimse de, Üstad: “Hayır, hayır, Urfa’nın hizmet-i imaniyesi bir cihette daha ileridir.” Diyordu.”

Üçüncüsü:

Benim 1955’deki ikinci ziyaretimde, Üstad’ımıza “Sizi Urfa’ya götürmeye geldim” demiştim. Üstad Hazretleri buyurmuşlardı ki:

“Ben eğer şimdi oraya gelsem, orada Türkiye ile Suriye’yi birleştirmeye çalışmak mecburiyetinde kalacağım. Dolayısıyla siyasete girmiş olacağım..

Aynı ziyaretimde Hazret-i Üstad buyurmuşlardı ki: “Ben Urfa ile çok alakadarım. Ölüsüne, dirisine, hatta hükûmetine dua ediyorum. Urfa belediye reisine selâmımı söyle.”(A.B.)

B- MADDÎ SEBEBLER

Hazret-i Üstad’ın Urfa’ya bu vefat için gelişinin maddi sebeblerinden olarak bildiğimiz müşahhas bazı hususlar da vardır. Onları burada kaydetmek isterdik. Fakat bazı kimselerin isimleriyle hareket ve tavırlarını ve bu hareket ve tavırların Üstad’ı incittiklerini ve maddî bir sebeb olarak, bu yüzden Üstad’ın bir nevi küserek Urfa’ya doğru geldiğini vesaireyi zikretmek icabedeceğinden; O ise, hususiyet arzeden bir hal ve mesele olduğu için, onların zikri münasib görülmedi. Özür dileriz.

Bununla beraber manevi sebeblerin zikri içinde, maddi bazı sebeblerin de bir kısım köşeleri görüldüğü için, burada bu kadarıyla hatime veriyoruz.

SEVGİLİ ÜSTAD’IN SON ÜÇ GÜNÜ

20 Mart 1960 pazar günü Isparta’dan sabah saat dokuzda ayrılan ve durmadan Urfa’ya doğru yol alan Üstad’ın arabası -emniyet kuvvetlerinin telsizlerle Türkiye’nin her tarafını aramalarına rağmen- hiç bir engelle karşılaşmadan ve arabada da herhangi bir arıza olmadan selâmet içinde, 21 Mart 1960 Pazartesi günü sabah saat on-onbir sıralarında Urfa’ya ulaşmış oluyordu. Böylece 25 saatten fazla Türkiye emniyet kuvvetleri Üstad’ı bulmak için seferber olduğu halde, Üstad’ın arabasının izini dahi bulamamışlardır. Hükûmet ve emniyet daha çok Üstad’ın İstanbul ve Ankara gibi yerlere gideceğini düşünerek o taraflarda arıyorlardı. Üstad ise, ta Urfa’ya ulaşıp otele yerleşinceye kadar emniyet ve istihbarat hiç bir yerden Üstad hakkında bir haber alamamıştı.

2141

Isparta-Urfa arasındaki yirmibeş saatlik yolculuğun tutanağı

Üstad’ın beraberinde Urfa’ya gelen hizmetkârlarından Zübeyr Gündüzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayramoğlu ağabeylerden defalarca bizzat dinlediğim rivayet şöyledir:

“Biz Isparta’dan çıktıktan sonra, en çok korktuğumuz Konya valisiydi, çünki o sıralar gazetelerin baş manşetlerinde “Nurcuların kökünü kazıyacağım” şeklinde sözlerini işitiyorduk. (Bu vali Cemil Keleşoğludur(*) A.B.)

Eğridir’e ulaştığımızda yağmur daha da şiddetlenmişti. Yolumuz polis karakolunun önünden geçiyordu. Telâş ediyorduk. Fakat polisler o esnada yağmurdan içeri girmişler, bizi görmediler.

Şarkî Karaağaç’a varmadan, arabamızın plakalarını çamurladık. Orada da kimse bizi tanıyıp göremedi.

Şarkî Karaağaç’tan çıktıktan sonra, Üstad biraz iyileşti. Arabadan indi, abdest aldı ve yine arabaya girdi. Şarkî Karaağaç’ı bir kaç kilometre geçtikten sonra, yolun kenarındaki bir çeşmenin yanında durduk. Üstad’ımız indi, bir taş üzerinde namazını kıldı. Yine geldi arabaya girdi. Araba içinde evradlarını okumaya başladı. Konya’ya varmadan Üstad bütün evradlarını bitirdi ve epeyce düzelmişti.

Konya’nın Meram bağlarına ulaştığımızda, Üstad yine hastalandı. Konuşamaz duruma geldi. Konya’ya girdiğimizde bir bakkaldan akşam iftarı için biraz peynir ve zeytin aldık. Parasını da Üstad’ımız verdi. Amma bizler Konya’ya girerken korkmuş ve ayet-el kürsileri okumaya başlamıştık. Çünki eğer Konya Valisi bizi duyarsa, mutlaka geri göndertir diye heyecanlanıyorduk. Fakat Allah’a şükür hiç kimse bizi ne gördü, ne de duydu. Mevlânâ Camii yanından Adana yoluna girdik.

Bunlar beni anlıyamadılar

Konya’dan çıktık, henüz Ereğli’ye ulaşmamıştık. Üstad’ımız arabanın arkasından öne doğru uzandı ve Zübeyr ağabeyle benim kulaklarımızdan tuttu ve: “Evlâdlarım! Siz hiç merak etmeyin.. Risale-i Nur dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galibtir” sözlerini bir kaç kere tekrar ettikten sonra: “Bunlar beni anlıyamadılar!..” cümlesini de üç kere üst üste tekrarladı. Daha sonra: “Bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler” dedi.

Nitekim bir kaç gün önce, İstanbul’da yapılan nümayiş vesaire üzerine Üstad’ımız: “Ben buradan gitsem, bunlar tokat yiyecek,(181) iş karışacak” demişti.

(*)Bilahere Niğdeli olan bu Cemil Keleşoğlu, Demokratlarla beraber taht-ı tevkife alındı.Hapiste iken, intihar için bileklerini kesti ve öldü. A.B.

(181) Hazret-i Üstad’ın “Bunlar”dan muradı bazı gafil Demokratlardı. Üstad bir nevi burayı terketti, gitti vefat etti. İşler de karıştı, tokat da yediler A.B.

2142

Ulukışla’da iftar vakti olmuş, geçmişti. Üstad bir şeyler yemek istedi. Zübeyr ağabey lokantadan biraz pirinç pilavı aldı ve yolumuza devam ettik. Pozantı’yı geçtikten sonra, bir tren yolu bekçisi kulübesinde Üstad’ın pirincini süzdük, ısıttık. Üzerine bir yumurta kırdık, biraz da yoğurt kattık. Üstad araba içinde bir tek kaşık aldı, başka yiyemedi. Boğazından geçmiyordu.

Adana’dan geçtik. Üstad’la beraber yatsı namazını Ceyhan’da kıldık. Hüsnü kardeşimiz arabayı kullandığı için burada biraz uyudu. Sonra devam ettik.

Sahur vaktinde Osmaniye’ye geldik, burada bir şeyler yedik. Üstad’ımız hiç bir şey yemedi. Sabah namazını da Alman pınarında kıldık. Üstad namazını ancak araba içinde kılabildi.

GÂVUR DAĞI-NUR DAĞI

O güne kadar bu dağa “Gâvur Dağı” denilmiş. Bugünden itibaren ona “Nur Dağı” diye isim verildi…

Ve sabah 7,30 sıralarında Gaziantep’e vardık. Urfa yolunu sorduk ve devam ettik.

URFADAYIZ

Urfa’ya girdiğimizde 21.4.1960 Pazartesi günü saat sabah 10-11 civarı idi. İlk önce Dergâhın önünden geçtik, Üstad’a Dergâhı gösterelim diye… Fakat Üstad’ımız çok hasta idi, bakamadı.

Doğruca Kadıoğlu Camiine gittik. Zübeyr ağabey koştu, Abdullah ağabeyi çağırmaya gitti. Üstad çok acele ediyordu, “Beklemeye vaktim yok” diyordu. Abdullah ağabey geldi. Temiz bir otel sorduk. “İpek Palas” denildi.

Hemen gittik, saat tam 12 idi. Üstad’ı üçüncü kata çıkarttık. Merdivenlerden çıkarırken Üstad’ımız kollarımızın arasından yere yığıldı. Biz hemen kaldırdık, götürüp yatağına yatırdık. Oda numarası 27 idi.

Otelcinin hali

Otel müsteciri Mahmut Efendi, ilk başta Üstad’ın ismini duyunca, biraz telâş gösterir gibi oldu. Sonra gelip Üstad’ın yüzünü görünce, birden bire hareketlendi ve hizmet etmeye başladı.

URFA’LILARIN TEHACÜMÜ

(Üstad’la beraber gelmiş üç sıddık hizmetkârlarının rivayetleriyle, Urfa’daki Abdullah Yeğin ağabeyin ve diğer bazı Urfa’lıların rivayetlerini de birleştirerek naklediyoruz)

2143

Urfalılar Üstad’ımızın geldiğini duyunca, otele akın başladı ve büyük ziyarette başlamış oldu. Zübeyr ağabey, ziyaretçileri sıraya diziyor, Bayram ve Hüsnü ağabey de Üstad’ımızın ellerini tutuyor, ziyaretçiler gelip, ziyaret edip g-idiyorlardı. Hazret-i Üstad da gelenlerin başlarından, boyunlarından öpüyor ve ellerini tutup bırakmak istemiyordu. Biz “Kardeşim, sen git de, sıra başkasına gelsin!” dediğimizde; Onlar: “Bak, Üstad bırakmıyor veya bırakmak istemiyor” diyorlardı. Böylece durmadan bir buçuk gün ziyaretler devam etti Urfa’da…

2144

ACİB HAL

(Üstad’ın hizmetkârları naklediyor)

Üstad’ımızın hastalığında Isparta’da olsun, Emirdağ’da olsun ziyaretçi pek kabul etmez, yanına kimseyi almazdı. Hatta son hastalığında Isparta’da “Üstad’ım falanca ağabeylere haber edelim mi?” diye sorduğumuzda, “Hayır sizden başka kimse gelmesin!” diyordu.

Amma Urfa’da, kim geldi ise, itiraz etmedi. Gelenlere hemen gelsin diyordu. Böylece Urfa’lılardan yüzlerce insan bir buçuk gün içinde Üstad’ı ziyaret etti. Esnaf,memur, subay vesaireden bir çok Kimse Üstad’ı ziyaret ettiler. Hazret-i Üstad acib bir hal içinde, sekerat içinde olduğu halde; istirahat edip yatmıyor, tahammül ediyor ve herkesle kucaklaşıyordu.

2145

SİVİL POLİSLER GELDİ

Urfa emniyeti; Üstad’ımız, Urfa’ya gelip otele yerleştikten biraz sonra haber almıştı. Hüsnü kardeşimiz arabayı başka bir yere koymuştu. Zübeyr ağabeyle bennöbetleşerek, birimiz Üstad’ımızın yanında, birimiz de odanın dışında gelenziyaretçi için bekliyorduk. Ben (Bayram) odanın dışında beklerken iki sivil polis geldi. Bana “Şoför nerede? Hazırlanın, gideceksiniz!” dediler. Ben Üstad’ımız çok hastadır diye mukabele edip konuşurken, on onbir resmî ve sivil polis daha geldi ve acele hazırlanın, hemen Isparta’ya döneceksiniz!” dediler.

ÜSTAD’A BİLDİRİYORUZ

Ben polislere: “0 halde ben gidip durumu Üstad’ımıza bildireyim” dedim. Üstad’ımızın yanına girdim ve durumu anlattım. Bunun üzerine Üstad polisleri yanına çağırdı. Polisler ona da: “İçişleri bakanının emri olduğunu, Isparta’ya dönülmesi lâzım geldiğini” söylediler.

BEN BURAYA ÖLMEYE GELDİM

Üstad’ımız polislerden bu haberi duyunca: “Acaib! ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim. Siz benim halimi görüyorsunuz, beni müdafaa edin!” dedi ise de, polisler “Biz emir kuluyuz” dediler.. Ve bir baktık ki, Hüsnü’yü bulmuşlar ve araba ile beraber otelin önüne getirmişler.

Halk Toplandı

Polislerle yapılan konuşma ve münakaşalar esnasında, halk Üstad’ın Urfa’dan zorla gönderileceği şayiasıyla, dalgalar halinde otelin önüne toplanmaya başladılar. Bu arada otel müsteciri Mahmut Erbaş, emniyetin o kanunsuz muamelesini görünce, çok öfkelendi ve bağırmaya başladı. Komiserin yakasından tutarak: “Demek benim misafırimi zorla göndereceksiniz ha!.. Ne hakla, ne selâhiyetle bunu böyle yapıyorsunuz!” diyerek, bağıra bağıra komiseri merdivenlerden aşağı doğru sürükleyip götürdü. Mahmut Efendi’nin bu bağırmaları üzerine toplanan halk içinde de büyük heyecan uyandı. Bizler de bir taraftan gelen insanlara:

“Sizin misafiriniz olan Üstad’ımzı zorla Urfa’dan göndermek istiyorlar” diyorduk. Müslüman halk bunları duyunca: “Nasıl olur, ölüm döşeğindeki bir din âlimi misafirimizi zorla gönderebilirler?..” diyerek bağırışmalar başladı. Heyecan gittikçe artıyor, otelin önünde daha çok insanlar yığılıyordu. Vaziyet ciddi şekilde kritik bir durum aldı.

2146

Merhum Eyyub Karakeçili’nin anlatıkları

Bu arada Urfa’lı merhum Eyyüp Karakeçili’nin anlattığı rivayeti ile; Zübeyr ağabeyin uyguladığı bir iş ve tedbirini de yâd edelim. Eyyüp Karakeçili dedi:

“Zübeyr ağabey bana dedi ki: “Ben Demokrat Parti başkanına gidip durumu anlatacağım. Siz de birkaç arkadaşla birlikte biraz sonra arkamdan geleceksiniz ve heyecanlı heyecanlı diyeceksiniz ki: “Zübeyr ağabey, Zübeyr ağabey! CHP’liler bir plan kurmuşlar, emniyet müdürünü elde edip Üstad’ımızı zorla göndereceklermiş. Bize ne emrediyorsunuz!..”

Biz aynen öyle hazırlandık, Zübeyr ağabey DP il başkanı Mehmet Hatipoğlu (Da’bul Muhammed) ile konuşurken; heyecanlı heyecanlı yanına girdik ve aynen Zübeyr ağabeyin tarif ettiği gibi heyecanlı şekilde durumu anlattık.

MEHMET HATİPOĞLU’NUN DAVRANIŞI

Merd insan, Mehmet Hatipoğlu bunları duyunca, tabii emniyet müdürünün vesairenin ana avrat düz gitti.. Ve hemen kalktı, bizimle geldi, Üstad’ı bir gördü. Daha da çok celâllandı ve emniyet müdürüne gitti.

Yine Üstad’ın hizmetkârlarının anlattıklarına dönüyoruz:

“Bu durumu gören polisler, artık otelin üst katına çıkamaz oldular. Alelacele Hüsnü kardeşimizi istediler ve “Aman arabayı buradan başka yere çabuk götürsün” dediler.

Araba otelin önünden ayrılınca, halk biraz sâkinleşti ve yine sıraya dizilip aziz ve şefik misafirlerini ziyaret etmek için bekleştiler. Üstad’ın ziyaretine hemen hemen her çeşit insan geliyordu.

HALK DOKTORU GERİ ÇEVİRDİ

Bir müddet sonra, emniyet müdürü bir doktoru göndermişti. Beraberinde başkomiser de vardı. Üstad hasta mıdır, değil midir, diye Üstad’ı muayene edecekti. Halk, doktoru emniyetin gönderdiğini ve mutlaka “Sağlamdır” diye rapor vereceğini bildiği için, doktoru otelin üst katına çıkartmadılar. Üstadı ona muayene ettirmeden geri çevirmişlerdi. Fakat Başkomiser halka rica etti. Şahsen Üstad’la görüşmek istediğini söyledi. Bu arada emniyet müdürü ve bir çok polis gelmişti. O sıra Vali Şerafeddin Atak Urfa’da değildi, Ankara’ya gitmişti.

Başkomiser, bize ve toplanan ahaliye şunları söylemişti: “Yaman Üstadınız var! Ona söyleyin, yukardan vekâletten kat’î emir var, hemen Urfa’dan çıkacaksınız! Geldiğiniz yere kendi arabanızla gitmezseniz, sizi ambülansla göndereceğiz”.

2157

Biz de: “Efendim, Üstadımız şiddetli hastadır. Tekrar yirmi dört saatlik yol zahmetine katlanmasına imkân yoktur. Biz kesinlikle Üstad’ımıza ne bunları söyliyebiliriz, ne de müdahale ederiz” dedik.

Yine başkomiser: “Dahiliye vekilinin emridir bu. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız!..” dedi.

Biz de yine: “Asla müdahale edemeyiz ve bu sözleri kendisine tebliğ edemeyiz. İsterseniz, siz ğelin söyleyin!. ” dedik.

EMNİYET MÜDÜRÜNÜN MÜDAHALESİ

Biz başkomiserle bunları karşılıklı konuşurken, emniyet müdürü ve bazı polisler hiddetlenip bağırmaya başladılar: “Ne demek, siz ona en küçük bir şeyi de mi söyleyemezsiniz?” dediler.

Biz de: “Evet efendim, söyliyemeyiz. Üstad’ımız ne derse biz aynen ve harfiyyen onu yerine getiririz ancak…” dedik.

Bu defa emniyet müdürü: “Ben de âmirlerime bağlıyım, onların dediklerini aynen yaparım.. iki saat zarfında Urfa’yı terkedeceksiniz!..” dedi.

BEDİÜZAMANIN’IN KILINA DOKUNAMAZLAR

Üstad’ın zor ve kaba kuvvetle Urfa’dan çıkarılacağı haberi, Urfa’nın her tarafında şuyu’ bulmuştu. Durumdan haberdar olmuş olan Urfa DP il başkanı Mehmet Hatipoğlu koşarak emniyete gitmişti. Urfa’da yiğitliğiyle, cesaretiyle ünlü ve Da’bul Muhammed adıyla tanınan Mehmet Hatipoğlu emniyet müdürüne bağırıyor: “Ne oluyor size?.. Eğer Bediüzzaman Hazretlerini cebir kuvvetiyle Urfa’dan çıkarmaya kalkışırsanız, karşınızda en evvel beni bulursunuz!.. Onun kılına bile dokunulamıyacağı gibi, bir adım dahi ona attıramazsınız. O bizim, Urfa’nın misafiridir” diyor.

Emniyet müdürü, haliyle Mehmet Bey’i çok iyi bildiği ve tanıdığı için, şaşırıp kalıyor ve “Efendim üstten, vekâletten kat’i emir var: “geldiği gibi geri dönecektir” diye bize emirler geliyor” demiş.

Bunun üzerine -Bazı Urfa’lı zatlardan duyduğum kadarıyla- Mehmet Hatipoğlu hiddete gelerek; vekili-mekili birbirine katıp şetmediyor ve “Adamcağız şiddetli hastadır, kıpırdıyacak durumda değil… Hem üstelik çok muhterem bir zattır. Burası gâvuristan mıdır ki, bizim bir Tanrı misafirimiz zorla buradan çıkartılmak isteniyor. Sizin bu manasız emir ve telaşlarınız çok yersiz ve kanunsuzdur” diyor.

Yine emniyet müdürü: “Dahiliye vekili Namık Gedik’in bizzat kat’î emridir ve çok şiddetlidir” diye tekrar edince; Mehmet Hatipoğlu bu defa çok hiddete geliyor ve tabancasını çekiyor, müdürün masasına dayı-

2148

yor ve “Eğer zorla Bediüzzaman’a herhangi bir müdahalede bulunurlursa, en evvel ben ölürüm” diyor ve çekip dönüyor.

MAHMUT HASIRCI’NIN SÖYLEDİKLERİ

Urfa’lı Mahmut Hasırcı diyor: “Henüz Mehmet Hatipoğlu emniyet müdürüne gitmeden önce, müdür Zübeyr ağabeyi çağırtmıştı. Ben de beraber gittim. Müdürün yanına girdiğimizde, çok telaşlı ve hiddetliydi. Zübeyr ağabeye karşı çok münasebetsiz ve pis kelimeler sarfetti. Hatta Zübeyr ağabey dudaklarını o utanç verici sözlerden dişlemişti. Müdür “Derhal gideceksiniz!” dedi.

Zübeyr ağabey de: “Eğer Üstad’ımız gitmek istemezse, biz hiç bir şey yapamayız” dedi. Bunun üzerine müdür daha da çok bağırdı, çağırdı ve yine ağzını bozdu, pis kelimeler sarfetti. Zübeyr abi ona karşılık: “Biz Üstad’ımız Bediüzzaman’ın yanında yuvarlak birer odun parçası gibiyiz. Ayağıyla bizi hangi tarafa vurur, ğönderirse; biz o tarafa yuvarlanır gideriz.”‘dedi ve oradan ayrıldık.

BİR DOKTOR MUAYENEYE GELDİ

Yine Mahmut Hasırcı anlatıyor: “O zaman hükûmet tabibi Doktor Hasan Basri idi. Başkomiserle beraber gelmişlerdi. Üsdad’ı muayene edip rapor verecekti. O esnada Üstad’ın ateşi çok fazla idi. Tansiyonunu ölçtü. Ateşine baktı ve dönüp Üstad’ın hizmetçilerine: “Siz bu adamı bu halde ne cesaretle getirdiniz? Adam ölmek üzeredir” dedi ve gitti. Fakat sonra öğrendiğimize göre, bize Üstad’ın yanında o sözleri söyliyen aynı doktor, verdiği resmi raporda ise: “İlaçlarını yolda kullanarak gidebilir” demiş.

BAŞKA BİR DOKTOR

Bu işler olup biterken, aradan yirmidört saat geçmişti. Üstad’ın Urfa’ya gelişinin ikinci gününde, onu zorla gönderme şayiaları halk içinde daha da büyük heyecanlar veriyordu. Urfa’lı beş altı bin kişi otelin etrafında toplanmıştı. Halkın tansiyonu çok yüksekti. Öbür tarafta CHP’ye karşı tirtir titreyen dahiliye vekili Namık Gedik denilen zevallı korkak, Urfa emniyetini durmadan sıkıştırıyor, emir üstüne emir veriyordu. Hatta o sıra şayia olan bir rivayet, Namık Gedik; telefonda emniyet müdürüne bağırıyor: “Başka bir araba yoksa, Said-i Nursi’yi çöp arabasına atın, gönderin” diyor.

Urfa emniyeti ise, şaşkınlık içerisinde… Bir taraftan, birçok CHP’liler de dahil, bütün Urfa halkının ve başta DP teşkilâtının kesin ve azimli itirazı… Öbür tarafta içişleri bakanının sıkıştırmaları…

2149

Bu durum karşısında, hastahaneden bir hey’et raporu almak için hastaneye koştuk. Baş tabibe bir dilekçe verdik, kesin bir rapor istedik. Bu arada Mehmet Hatipoğlu da bir doktor getirmişti. Üstadı muayene ettirdi. Doktor bize “Siz ne cesaretle bu zatı bu halde getirdiniz? Kırk dereceden fazla ateşi var. Bu durumda hiç bir yere gidemez. Yarın saat 9’da gelin, bu zata hey’et raporu verelim” dedi ve bize kat’î teminat verdi.

Takvim 22 Mart 1960.. Ramazan 24 1379 salı gününü gösteriyordu. O günü de kazasız belâsız geçirdik. Akşam oldu. Akşam namazından sonra, ben (Bayram) iki saat kadar yattım. Zübeyr ağabeyle Hüsnü ve Abdullah ağabeyler nöbet bekliyorlardı. Sonra Zübeyr ağabey yanıma geldi. Ben kalktım, o yattı. Üstad’ımızın yanına gittim. Hüsnü de ayakta duramıyordu. O da biraz uyumaya gitti. Ben kaldım, nöbet tutuyordum.

OTELCİ MAHMUT ERBAŞ’DAN BİR RİVAYET

Mahmut Erbaş diyor: “Ben Üstad’ı odasında ziyaret ettiğimde çok hasta idi. Sordum: “Niçin bu hasta halinizle buraya kadar geldiniz?”

Bana dedi ki: “Oğlum ben İbrahim Aleyhisselâmı rü’yamda gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı. Belki de burada ölmeye gelmişim.”

Canınız “ne gibi bir yemek istiyor, bizde herşey var… Size bir şey yapmak, yedirmek istiyorum” dedim.

Üstad: “İyi bir mercimek çorbası olsa!..” dedi.

Ben hemen eve haber ettim. Güzel Urfa yağından iyi bir mercimek çorbası yaptırıp getirdim. Kaba koyup odasına götürdüm. Bir kaşık batırdım, alıp kendisine gösterdim. Bana dik baktı. Ben, şüphelendi zannettim. Çorbayı iyice karıştırarak bir iki kaşık ben yedim. Bunu görünce, Üstad ağzını açtı. Ben de kendi elimle iki üç kaşık ağzına bıraktım. Biraz da boynundaki mendile dökülmüştü.

KOMİSER ABDÜLHAMiD BELLİ’NİN HATIRASI

O sıra Urfa’da başkomiser muavinliği yapan, Urfa’lı meşhur Aziz Hafız Efendi’nin oğlu, şimdi emekli başkomiser Abdülhamid Hafız (Belli) bize Dergâh Camii İmamı Sabri Yazar Hoca’nın hücresinde,15.10.1987 gününde Urfalı meşhur Halil Hafız’ın da hazır bulunduğu bir cemaatte ağlıyarak Üstad hakkındaki hatırasını şöyle anlattı:

“…Bediüzzaman Hazretleri Urfa’ya geldiği gün, ben de İpek Palas Oteli yanından geçiyordum. Arabadan çok yaşlı, cübbeli-sarıklı bir zatı çıkararak otelin üst katına çıkardılar. Ben Üstad’ın ismini ve mücahedelerini babam-

2150

dan duymuştum. Kendi kendime: “Olsa olsa bu zat Said-i Nursi’dir” dedim. Sonra sordum, öyle de çıktı.

Ben komiser muavini olduğum için, durumu emniyete bildirmek mecburiyetinde idim. Emniyet müdürlüğüne telefon açtım. Müdür Talib Albayrak çıktı, durumu anlattım. Müdür, öyle ise dedi, seni oraya nöbetçi bırakıyorum. Hiç bir yere ayrılmıyacaksın. Ben otelde beklemeye başladım. Emniyet de durumu hemen Ankara’ya bildirmişler. İçişleri Bakanı Namık Gedik ve emniyet genel müdürü, Urfa emniyet müdürüne emir vermişler: “Hemen derhal Urfa’dan geri gönderin” diye…

Emniyet müdürü telefonla beni otelden aradı. Hemen derhal Said-i Nursi’yi geri gönder. Ankara’dan emir böyle geldi dedi.

Ben, efendim: “Bu iş o kadar kolay değil. Hem ben sivil olarak bulunuyorum. Başkomiser gelsin, beraber kendisine gider, söyleriz.” dedim.

Emniyet müdürü: “Öyle ya!..” dedi ve “Ben şimdi Başkomiseri gönderiyorum.”

Başkomiser geldi. Beraberce Üstad’ın odasına çıktık. Talebeleri bizi içeri aldılar. Ben o zatı görür görmez, resmi polis olduğum halde kendimi zabtedemedim, hemen ellerine sarıldım öptüm. Başkomiser hayretle bana bakıyordu.

Biz Üstad’a Ankara’dan gelen emri tebliğ ettik. Bize: “Benim halimi görüyorsunuz.. Ateşim kırk dereceye yakındır. Çok hastayım. Biz her yerde zabıta ile kardeşiz. Hiç onlara müşkilât çıkaracak bir durumumuz olmadı. Hastalığım iyi olsun, istediğiniz yere giderim. Amma bununla beraber belki de buranın toprağı bizi buraya celbetmiş olabilir” dedi.

Ben Üstad’dan bu sözü duyunca, başkomisere: “Haydi çıkalım!” dedim. Odadan dışarı çıktık, kendisine dedim ki: “Artık bu zatı hiç kimse buradan gönderemez. Biz bizi hiç yormuyalım. İşitmediniz mi, o bir işaret verdi. “Belki buranın toprağı bizi celbetmiş olabilir” dedi. Eğer öyle olursa, hiç kimse onu buradan gönderemez!” dedim.

Başkomiser hayretle yüzüme bakmaya başladı. “Peki ne olacak?” dedi.

Dedim: “Sen hiç telâşlanma, şimdi Allah bir sebeb halkeder, bizi de mes’uliyetten kurtarır!” sözünü henüz bitirmemişken; bir baktık, Urfa Demokrat Parti başkanı Mehmet Hatipoğlu ve arkadaşları otelin merdivenlerinden yukarı çıkıyorlar. Geldiler, Üstad’la görüştüler. Biz de kendisine durumu anlattık. Mehmet Hatipoğlu hiddetlendi: “Ben şimdi kendim bizzat Namık Gedik’i telefonla arayacağım, hiç kimse onu buradan gönderemez” dedi:’

2151

Ben Başkomisere: “Gördün mü işte!.. Allah sebeb halketti. Artık kendini hiç yorma!” dedim. Çünki o zaman hükûmet de, her şey de parti idi. Parti başkanı işe el koyduktan sonra, artık elimizden çıkmıştı. 

Üstad’ı gerçekten de Urfa’dan kimse çıkaramadı ve işaret verdiği gibi Urfa’da vefat etti.

Cenazesi defnedilirken; Urfa’lı Raf·î Hafız ve Urfa valisi Şerafeddin Bey beni çağırdılar. Bir aşir okumamı söylediler. Benim sesim o zaman güzeldi. Yasin suresinin başından başlıyarak 

إِن كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ ‘a kadar okudum. Çok da bağırmışım. Sonra 27 Mayıs ihtilâlinden sonra, o aşri okuduğum için, beni emekliye sevkettiler…”

YİNE OTELCİ MAHMUD’UN ANLATTIKLARI

“Üstad’ın vefat edeceği gece, Mehmet Hatipoğlu akşam bana geldi. “Bu gece otelde sen kalacaksın. Sana istediğin kadar da silahlı adam göndereceğim. Ben de evde telefonun yanı başında yatacağım. Şayet emniyet tarafından herhangi bir müdahale olursa, hemen bana telefon aç!” demişti.

O gece de, gerçekten bir dedikodu dolaşmakta idi ki: “Üstadı geceleyin, emniyet aniden baskın yapacak ve zorla Urfa’dan gönderecek”diye… Biz hazırlıklı idik. Eğer hakikaten emniyetin öyle bir teşebbüsü olmuş olsa idi, iş çok kötüye giderdi “

YİNE HİZMETKÂRLARININ İFADELERİNE DÖNÜYORUZ:

(BAYRAM AĞABEY DEDİ Kİ)

Üstad’ımız vefat edeceği gecenin akşamında buz istemişti. Fakat o zaman buzdolapları yoktu. Buzu bulamamıştık. Sonra geç vakitlerde Urfa’lılar biraz bulmuş, geceleyin getirmişlerdi. Fakat Üstad artık istememişti. “Çay yapayım mı Üstad’ım” dedim. “Hayır istemez!” işaretini verdi. Harareti acaib yükselmişti. Dudakları kuruyordu. Ben ıslak mendille siliyordum. Adeta ateş içindeydi. Ben kaç kere üstünü örttümse de Üstad üstünden atıyordu. Bir müddet böyle devam etti. Üstadımız ışıktan rahatsız olmasın diye ampüle mendilimi sardım.

ABDULLAH YEĞİN AĞABEYİN SÖYLEDİKLERİ

“Üstad’ımız Urfa’ya geldikten vefatına kadar bir kaç defa bana: “Urfa’ nın hizmet-i imaniyesi çok büyüktür. Merak etmeyiniz, ben küfrün bel kemiğini kırmışım. Bundan sonra bir şey yapamıyacaklardr” mealinde buyurmuşlardı.” dedi.

2152

MEĞER VEFAT ETMİŞ

Üstad’ın hizmetkârı Bayram Yüksel Ağabey diyor:

“Ben Üstad’ımızın kollarını oğuyordum. Saat 2-2,5 sıraları idi. Üstad bir ara elini boynuma atıp tuttu, sonra bıraktı. Boynumu bırakınca, ellerini göğsüne koydu ve sâkinleşti. Ben “Üstad’ımız uyudu” diye pencereden işaret verdim. Çok seviniyordum. Sobayı yaktım, Üstad’ın ayak ucu tarafına geçtim. Yüzüne bir tülbend örterek Zübeyr ağabeyleri bekliyordum. Üstad’ı uyuyor zannetmiştik. Meğer Üstad vefat etmiş… Nasıl bileyim ki; başımdan hiç geçmemişti. Sahur vakti geçti. Ağabeyler de geldiler: “Biz uyuya kalmışız kardeşim, kusura bakma!” dediler.

Ben de: “Hele siz gelin, ben de namazımı kılayım. Üstad’ımızı üşütmeyin, uyuyor…” dedim ve çekildim, öbür odada sabah namazını kıldım. Cüz’ümü okuyup, biraz yatayım derken, ağabeyler geldiler: “Yahu Bayram, Üstad’dan hiç ses gelmiyor” dediler. Ben yine bir şey yok, Üstad uyudu… Sakın üşütmeyin!” dedim, uzandım.

Biraz sonra tekrar geldiler: “Hele sen de bir gel bak, Üstaddan hiç ses gelmiyor!” deyince, beraberce Üstad’ımızın odasına girdik. Zübeyr ağabey baş ucunda, üçümüz de ayak tarafında Üstad’a dikkatle bakıyoruz, hiç ses ve hareket yok.. Fakat vücudu sıcak… Bizi bir vesvese telâşı sardı. Zübeyr ağabey: “Üstad da bazen böyle haller olur geçer” dediyse de, şüphemiz gitmiyordu. Dördümüz de böyle halleri hiç görmemiştik.

1949’da Afyon hapsinde Üstad’ı zehirledikleri zaman, mübarek dili siyahlaşmıştı. Biz “Üstad öldü veya ölüyor” diye ağlarken; Ahmet Feyzî ağabey bize bağırarak: “Be budalalar, ne ağlıyorsunuz? Üstad’ın ömrü daha çok uzun!” demişti. Biz o hadiseyi de hatırlayarak teselli bulmaya çalışıyorduk.

VAİZ ÖMER EFENDİ GELİYOR

Elaziz’li vaiz Ömer efendi (Bilgin) Urfa’daydı. “Ona haber edelim, gelsin bir baksın.” diye karar verdik. Ömer Efendi geldi. Üstad’ın yüzüne bakar bakmaz: إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ  dedi ve Üstad vefat etmiş kardeşlerim?” dedi.

MAHMUT HASIRCI DİYOR Kİ

Ben sabah erkenden, Hocam kurra Mehmet Hafız’ı bir faytonla alıp, otele Üstad’ın ziyaretine götürdüm. Mehmed Hafız Efendi Üstad’ın odasına girdi. Üstad’a bir baktı, o da: “Yahu bu zat vefat etmiş, niye haber etmediniz” dedi. Ben hocayı aldım, evine götürdüm.

2153

YİNE ÜSTAD’IN HİZMETKÂRLARI

Biz bütün bunlara rağmen yine hiç kimseye bir şey diyemiyorduk. Fakat ağabeyler dışarı çıktılar. Isparta, Ankara, İstanbul, Emirdağ, Diyarbekir, Elaziz vesair yerlere Üstad’ın vefat haberini telgrafla bildirdiler.

SABAHLEYİN YİNE ZİYARETLER

Sabahleyin, yani 23 Mart 1960, 25 Ramazan 1379 Çarşamba sabahı yine halk ziyaret için otelin önüne toplanmaya başladı. Ben de pencereden “Üstad uyuyor” işaretini verdim. Üstad’ımızın yüzüne bir tülbend örtmüştük. Vefat haberini henüz kimseye söyleyemiyorduk.

OTELCİ GELDİ

Biz o telâşlı halde iken, otelci Mahmut Erbaş geldi. Odanın kapısından başını uzatıp, şöyle bir bakınca. durumu anladı ve “Eyvah!..” diyerek, dizlerine vurup feryad etmeye başladı ve dışarı çıktı.

Otelin kapısında otelci ile emniyet müdürü karşılaşmışlar. Müdür: “Hayrola, ne bu telâş?..” demiş. Mahmut Efendi: “Ne olacak, Bediüzzaman Hazretleri vefat etti” diye cevab vermiş. Böylece Üstad’ın vefat haberi yayılmış oldu.

Bu haber üzerine; o günü yine Üstad’ı Urfa’dan göndermeye hazırlanmış olan emniyet kuvvetleri, jandarma vesaire dağılıp gittiler.

DOKTOR “BEN ŞÜPHELENİYORUM”

Emniyet müdürü, hadiseyi tahkik için bir doktor gönderdi. Üstad’ımızı muayene etti ve “Allah Allah, çok harareti var!..” dedi. “Bir ayna var mı?” dedi. Ayna verdik. Üstad’ın nefesine tuttu. Nefes gelmediğini görünce:

“Evet, vefat etmiş. Başınız sağolsun. Fakat hiç ölüm haline benzemiyor. Ben bu cenazenin hemen kalkmasını istemiyorum, biraz şüpheleniyorum” dedi. Fakat doktor yine de ölüm raporunu yazdı ve emniyete bildirdi.

TEREKE HÂKİMİ GELDİ

Daha sonra tereke hâkimi geldi. Üstad’ımızın saat, cübbe, seccade sarık ve cebindeki bir kaç kuruş bozuk para gibi eşyasını tesbit etti. Bilahare Üstadın talebelerinin müracaatları üzerine, bu eşyanın hayatta olan kardeşi Abdülmecid Efendi’ye teslim edilmesine dair karar yazdı.

Tereke hâkiminin gelmesi ve tuttuğu tutanak ve karar evrakı şöyledir: Evvela emniyet müdürlüğünden savcılığa müracaat edilmiş, savcılık da tereke hâkimine bildirmişti. Aynen şöyle:

2154

“TC. Urfa

C:Müdde-i Umumiliği

Sayı

2293 Urfa: 23.3.960

Çok aceledir

TEREKE HÂKİMLİĞİNE – URFA

21.3.1960 günü vilayetimize gelerek İpek Palas otelinin 20 nolu odasına inen Said-i Nursi’nin 23.3.960 günü saat 10’da kendi eceliyle vefat ettiği Urfa Emniyet Müdürlüğünün 23.3.960 tarih ve 1 sayılı yazısıyla bildirilmiştir.

TİM.11O

Adı geçenin sahipsiz bulunması hasebiyle yedindeki eşyasının hâkimliğinizce tesbit ve gereğinin ifası rica olunur.

C.Müdde-i Umumisi

Pertev Savaşçıoğlu”

Tereke hâkiminin otele gelerek Üstad’ın cenazesi başında tesbit ettiği eşya ve aldığı kararı da şöyledir:

TC.

U R F A

TEREKE HÂKİMLİĞİ

Esas: 1960/1

Hakim: Özdemir Türker 12096

Kâtip: İbrahim Dedeşah

Müteveffa Said-i Nursi’ye ait eşyalar yed-i emin olarak Zübeyr Gündûzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram’a teslim edildiğ’inde kendileri bugün hâkimliğimize müracaatla müteveffanın yegâne vârisinin Konya İmam Hatip Okulu’nda bulunan Arapça öğretmeni Abdülmecid Ünlükul’un olduğunu bildirerek eşyanın oraya gönderilmesini taleb ettiler.

G.D. mütevaffanın yakınlarının beyanına göre vârisinin Konya İmam Hatip Okulu’nda Abdülmecid Ünlükul’un olduğu beyan edildiğinden, mûmaileyh müteveffanın yegâne varisi olup olmadığı tesbit edilerek, kendisinden başka vârisi yoksa eşyaların nüfus kaydı veya veraset ilâmı mucibince

2155

kendisine ödenmesi için Konya tereke hakimliğine müzekkere yazılmasına, eşyaların mezkûr hakimliğe gönderilmesine karar verildi. 26/3/1960

Katip                                                                                                            Hâkim 12096 

imza

Hâkim: Özdemir Türker 12096

Katip: İbrahim Dedeşah

Müteveffa Said-i Nursi’ye ait eşyaların Konya Tereke Hâkimliğine 26.3. tarihinde 741, 742, 743, 744, 745, 746 numaralı posta makbuzuyla gönderildiği, posta masrafı olarak üç bin dörtyüz elli kuruş masraf yapıldığı ve terekede bulunan onbeş liranın buna mahsup edildiği görülmüştür.

G.D. Dosyanın hıfza kaldırılmasına karar verildi. 26/3/960

   Katip                                                                                                                       Hâkim

    imza                                                                                                                          imza

Tereke Hâkimliğinin Üstad’ın odasında tesbit ettiği eşyalarının listesi:

                       Eşyanın cinsi                Adedi          Kıymeti -kuruş   

   Cizlavet  marka bir çift lastik              1                   500

Bir sepet içinde: dört adet sefer tası içi, bir adet çinko tencere küçük, bir tane küçük çaydanlık, bir ayaklı bardak, iki tane ayaksız bardak 150

Bir adet eski çarşaf,

bir eski frenk gömleği,

bir tane eski iç gömlek,

sarık üzerine sarılacak bez,

üç tane mendil, bir havlu,

bir de pamuklu hırka, bir eski gömlek

bir eski çarşaf ve mendil, bir eski bohça                            1750

Bir adet havlu                                                                           200

Bir adet kırık gözlük,

bir adet dua kitabı, eski yazı takvim,

iki adet kalem

Başkaca tesbit edilecek eşyası kalmadı.

Müteveffanın yanında bulunanlardan Said-i Nursi’nin Afyon vilayeti-

2156

nin Emirdağ kazasında tüccar Kadir Çalışkan’a ait bir taksi mevcud olduğunu ve müteveffanın onunla seyahat etmekte bulunduğunu, müteveffanın Konya”da İmam-Hatip okulunda Arapça öğretmeni olan Abdülmecid Ünlükul isminde bir kardeşi bulunduğunu başkaca kardeşi olmadığını, Said-i Nursi’nin de hayatında evlenmemiş bulunduğunu, müteveffanın nüfus cüzdanı bulunmadığını, Emirdağı nüfusunda kayıtlı olduğunu bildirdiler.

Müteveffa ile birlikte bulunan ve ibraz ettiği nüfus kaydına göre Zonguldak’ın Safranbolu kazası Babasultan mahallesinde hane no: 58 cild 1, 67 numarada kayıtlı Hüsnü Bayramoğlu…”

Ve bu tutanakta Üstad’la beraber Urfa’ya gelmiş bulunan diğer iki talebesinin isim ve künyeleri kaydedildikten.. ve arabanın plaka numarası, motor numarası vesair tesbit edildikten sonra şöyle denilmektedir:

“Bu sırada müteveffanın üzerinde onbeş lira bozuk para çıktı. Ruhsatnamede görünen kahverengi vasıtanın halen Hüsnü Bayram’ın şoförlüğünü yapmakta olduğu vasıta anlaşılmakla, eşyalar yed-i emin olarak ve taksinin sahibi bulunan Kadir Çalışkan’a teslim edilmek üzere, yed-i emin olarak Ziver Gündüzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram’a teslim edildi. Tanzim olunan zabıt birlikte imza altına alındı. 23/3/960

Hâkim:          Katip Mübaşir    Bilirkişi       Yediemin

Ö.Türker          İ.Dedeşah           S.Dur         Cemal Çopur

 

             Yediemin                              Yediemin                      Yediemin

       Ziver Gündüzalp                  Hüsnü Bayram             Bayram Yüksel

Hazret-i Üstad’ın beraberinde Urfa’ya gelen ve kucaklarında Üstad’ın vefat ettiği sadık hizmetkârları; -Tereke hâkiminin resmî tutanaklarında görüldüğü üzere- Üstad’larının şahsî ve zatî eşyalarını, ilk başta bilakayd u şart kendilerine teslim edilmişken; fakat vârisi olan kardeşi Abdülmecid’e bu eşyanın resmen verilip teslim edilmesini bizzat kendileri tarafından mahkemeye müracaatları vaki olmuştur. Çünki bu eşya Hazret-i Üstad’ın şahsî ve zatî malı olup, şer’an onun kardeşine verilmesi lazım olduğunu, başkasına ve başka şeye sarfedilemiyeceğini, tasarruf edilemiyeceğini bilmişlerdir.

Amma Hazret-i Üstad’ın te’lifatı olan Risale-i Nur eserleri ve bu eserlerden hasıl olan tayinat parası olan beşte bir paraları ise, Hazret-i Üstad’ın kesin, şüphesiz, te’vilsiz vasiyetnameleri mucibince; yine Nur talebeleri cemaatınâ, ve Nur hizmetiyle meşgul nâşirlerine teslimi için, olduğu gibi eski durumunda bırakmışlardır.

2157

 

2158

Vasiyetnamelerin hükmü hem şer’an, hem kanunen, hem aklen her zaman geçerlidir. Zaten bu eserler Kur’anın tefsiri ve malıdır, mirî malıdır. Hazret i Üstad da bütün hayatında bu işe böyle bakmış ve böyle hareket etmiştir. Akrabalar ve vârislerin bunda hiç bir maddî hakları yoktur. Ancak bu vârisler dahi Nur talebeleri içinde Nur hizmetkârlığı kisvesiyle ve buna liyakat kesbetmesi derecesiyle bir derece umum içinde külliyetine sahip olabilir ve kendi malı addedebilirler.

Böylece tereke hâkiminin tesbit ettiği Üstad’ın tüm eşyası para olarak 59 lira 50 kuruştur.

Ve işte sevgili aziz Üstad’ın harp, cihad, esaret, zindanlar, menfalar, zehirler ve ihanetlerle, sui kasdlerle dolu olan nâzenin mübeccel hayatı, böylece hicri takvime göre doğum ve vefat yılları beraber sayılmak şartıyla 87 yılını, Rumi ve miladiye göre ise, 85 yılını doldurmuş olarak dergah-i pâk-i Hazret-i İbrahim olan mübarek Urfa beldesinde ruhunu Rahman’a teslim eyledi.

Allah ü Zülcelâl Hazretleri ondan ebediyen razı olsun, rahmet ve nuruna gark eylesin, âmin âmin âmin!

Ruhuna el-fatiha

VEFAT HADİSESİNİN ÇOK ÖNCESİNDEN GELEN HABERLER

Sevgili aziz Üstad’ın na’ş-ı pâkini, Urfa Dergâh-ı Halilullah topraklarına defnetmeden önce; ötelerden gelen bazı gaybî haberleri dinliyelim:

Evet, yetmiş sene evvel, elli sene evvel ve kırk sene evvel bu vefatın şeklinden, tarihinden, hatta gününden işaretler ve haberler verilmiştir. Bu haberleri veren de yine kendisi idi. Hazret-i Üstad Bediüzzamandı.

Denilebilir ki; Ölümün vaktini, tarihini bilmek ancak Allah’ın gayb ilmine mahsustur ve mağîbat, hamsedendir.

Cevaben denilir ki: Ayette “Bir insan kendisinin nerede doğduğunu bildiği gibi, nerede vefat edeceğini bilemez” denilmektedir ve bu hususu ayet gayb ilmine dahil etmiştir. Evet ayetin zahiri “Hangi toprakta vefat edeceğini bilemez” diyor. Yoksa “Vefat gününü bilemez” demiyor.

2159

2160

Bununla beraber, Allah’ın bazı müstesna hâs kullarına, Allah tarafından ölüm tarihleri işaretlerle bildirildiği hakikatı evliya arasında yaygın hakikatlardandır. Hem bu husus, mağîbat, hamseye ıttıla’ değildir.

Hem ayetteki ifade, umumî kaideyi mutezammın olup, kaidelik cihetini nazara vermektedir. Kaidenin şazları olması da mümkindir. Demek bazı büyük Velî kullarına ne zaman ölecekleri bildirilebilir. Bunlar da bazı ince ve gizli işaret ve remizlerle bildirebilirler ve bildirmişlerdir. Bu meselede delil getirmeye gerek yoktur sanırım. Çünki evliya arasında çok vaki’ olmuş ve ehli yanında malum ve meşhur olmuştur.

BEDİÜZZAMAN’IN VERDİĞİ İŞARETLER

Üstad Hazretleri vefat haberini tarih, şekil ve biçim bakımından bir- kaç tarzda işaret ve remizlerle bildirmiştir diyebiliriz. Şöyle ki:

Birinci İşaret: Vefatından tam yetmiş sene önce, henüz on yedi yaşlaınnda iken, Mardin’in Cizre kazası civarında bulunduğu sıralarda; eski bir talebesi ve Nusaybin kazasının altmış senelik müftü ve vaizi Cizreli Fakirullah Mollazade’ye, ta o zamanlar hem kendi vefat şeklini, hem tarihini hususi şekilde bildirdiği rivayetidir. Bu rivayet, Üstad’ın “İlk hayat” bölümünde Fakirullah Mollazade’nin hatıraları arasında kaydedilmiş oduğundan burada tekrar edilmedi.

İkinci İşaret: (Vefatından tam elli sene önce gelen haber 1910 yılı yaz aylarında te’lif edilip, 1911’de İstanbul’da tab’ edilen “Münazarat” isimli eserindeki Arapça şu cümledir: “(182)”

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا

Türkçesi: “Ölüm, bizim Nevruz günümüzdür”. Bu cümlenin ilk ve sarih manası: “Ölüm bizim için bayramdır.” yani Müslümanlar, ölüm hakikatına iman ettikleri için ve o ölüm ahiret âlemine, dost ve ahbablarla buluşma ve kavuşmaya vesile olduğu ve onun mukaddemesi ve kapısı olduğu için, müminlere aslında bir bayram günüdür ve öyle olması da lazımdır.

Lâkin Münazarat’ın Türkçesinde -herhalde bilerek- tercümesi yazılmamış olan bu Arapça cümlenin bir de bir işaret tarafı olduğu muhakkaktır. Münazarat’ın daha bunun gibi bir çok cümleleri işaretli, gizli ve gaybî ihbarlı olduğu 1951’de Üstad tarafından ona eklenen dipnotlarında açıklanmıştır.

Mezkûr Arapça cümlenin Üstad’ın vefat günüyle alakadar olduğu ve gizli gaybî bir ihbarı remzettiği şöylece açıklanabilir:

(182)1339 tarihinde matbaa-i Ebuzziya’da tab’edilen Münazarat aslı S:121de. Üstad bu Arapça cümlenin evvelinde şöyle diyor: “Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır alem-i ulvide beni mütelezziz eder.”

2161

Malum, Hazret-i Üstad’ın vefat tarihi 23 Mart. Yani 22 Martı 23’e bağlıyan gecesinin sabahına karşı vaki’ olmuştur. O ise eskidenberi “Nevruz” diye bilinen günlerin ilki ve birinci gününün gecesidir.

Gerçi Hazret-i Üstad, Arabî ibarenin zahirinde “Ölümümüz Nevruz gününde olacak” dememiş.. Belki “Ölüm bizim nevruz günümüzdür” diyerek, içinde varlığı muhakkak olan işareti perdeliyerek ve başka bazı manalar da içine alarak ihbâr etmiştir.

Evet, Ş. Sami’nin Kamus-u Türkî’si S: 1474’de Nevruz gününü şöyle tarif eder: “Nevruz, eski İran takviminde ve takvim-i Celâli’de (Celaleddin-i Harzemşah’ın takvimi) sene başı ve ilk bahar başlangıcı olan Rumi martın dokuzuncu günüdür.” demektedir. Rumi martın dokuzu ise, Miladi martın yirmi üçüdür (23) ve o gün Hazret-i Üstad’ın vefat tarihidir.

Üçüncü İşaret: Hem vefat tarihini hem de kabrinin yıkılacağını remz ile bildiren, 1921’de te’lif ve tabedilmiş “Lemaat” eserinin başındaki meşhur bir kaç satırdır.

Bediüzzaman’ın bu eseri, onun vefatından tam otuz dokuz sene önce İstanbul’da te’lif edilmiş ve aynı sene içinde tab’edilmiştir. Üstad bu eserinin baş iç kapağında yazdığı “İfade-i meram” bölümünün alt kısmında, isim ve imzası yerinde şu gelen vezinli ve remizli satırları yazmıştır:

“EDDAİ

Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz emvat ba âsam u âlâma

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş, beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma

Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla, revanım saha-i ukbay-ı ferdama,

Yakinim var ki, istikbal-i semavatu zemin-i Asya, Bahem olur teslim-iyed-i beyza-yi İslâma

Zira yemin, yümn ü imandır, verir emni; eman ile enama..”

Hazret-i Üstad’ın kendi imzası olarak vasıflandırdığı bu acib, manidar satırların hepsi de işaretli ve remizlidirler. İşarî ve remzî ma’na bakımından bu acib satırlar değerlendirildiği zaman, öyle olduğu gibi; bir de onun sarih ve açık manaları da vardır. Sarih mana cihetinden bakıldığında; belli, açık ve ilmî bir manayı da ifade etmektedirler. Bizim mevzumuz ile en çok alakadar ciheti, baştaki iki satırın remizli ve işaretli taraflarıdır.

Bu beş satırlı beytlerin -hususan baştaki iki satırın- ilk ve zahir manası şöyledir:

2162

Hazret-i Üstad “Lemaat eserini te’lif ettiği zaman,onun başındaki bu beytleri yazdığı sene, onun ömrü tam kırkdört olduğu halde, kendini ortalama olarak kırk yaşında kabul ettiğinden ve insanın bedeninde çalışan zerrelerin tamamına yakın bir bölümü, her altı ayda bir tazelenip değiştiğini ilmen kabul ettiği için, kendi o günki mevcud olan bedenini, yetmiş dokuz tane Saidlerin günahlı, elemli ölmüşlerinin, içinde yığılmış oldukları bir yıkılmış mezar kabul etmekte ve öyle de tasvir etmektedir. Sekseninci, yani sekseninci Said’i de, bütün o iç içe yığılan, ölmüş yetmiş dokuz tane Saidlerin başında bir mezar taşı olarak tasvir etmiştir.

Lemaat’ın başındaki şu açık manasını yazdığımız iki beytin zahir manalarını biraz daha açıklıyan Hazret-i Üstad’ın “İşârât” isimli eserindeki şu satırlarıdır:

“Ben bu anda seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar

Şu Said: Yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı natıkın fihristesidir: Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Saidler birbirlerini görseler,şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımıyacaklardır.

Ben onların üstünde; yuvarlandım.. Hasenât, lezzât dağıldı kaldı, seyyiât, âlâm toplandı yüklendi…(183)”

Hazret-i Üstad’ın bu çok ilmî ve çok veciz ve muammalı sözlerinin azıcık açıklanması gerekir sanırım. Kısaca olarak şöyle:

“Ben bu anda seksen tane Said’den süzülerek meydana çıkmışım. O geçmiş Saidler zincirleme şahsî kıyametlerle ve eklemli, bağlantılı çoğalmalarla suretler bırakarak, çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlardır.

Şu mevcud hazır Said: Yetmiş dokuz ölü, bir konuşan diri Said’in fihristesidir. Eğer zaman denilen nehrin suyu donup dursa, temessül edecek o yetmiş dokuz tane Saidler birbirlerini görseler, muhalefet şiddetinden birbirlerini tanımıyacaklardır. (Yani hiç biri diğerine benzemiyecektir)

Ben (yani hazır mevcud Said) onların üstünden yuvarlanarak bugüne geldim. Güzellikler, lezzetli haller dağıldı geride kaldı. Amma günahlar ve elemler ise toplandı hep başıma yüklendi.”

Lemaat’ın başındaki “Eddai” unvanı altında olan satırların sadece baştaki iki satırının şifreli, işaretli ve remzli manalarını ise, şöylece izah edebiliriz:

(183)Asar-ı Bediiye S:94

2163

Önceleri bu manalar, (Remizli manalar) Hazret-i Üstad’ın vefatından önce) tam olarak bilinememişti, bilinmesi de mümkin değildi. Amma remizli işaretli olduğu herkes tarafından bilinmekteydi. Fakat vaktaki, Üstad’ın vefatı hicrî takvim 1379 Ramazanında vaki’ oldu. Kabrinin yıkılma hadisesi de hicri 1380 tarihi başında vuku’ buldu. İşte o zaman bu beyitlerdeki gizli, işaretli ve remizli manalarına da nazar-ı dikkatler çevrildi.

Evet, madem mezkûr beytin iki satırında, birinde “79”, ikincisinde “80” ifadeleri vardır. Üstad’ın vefatıyla kabrinin yıkılması dahi peşpeşe dört ay içinde, birisi hicri 1379’da, kabrinin yıkılması da 1380’de vaki’ olmuş olarak; bu iki rakamlara, yani, Hicri takvime göre bu senelere tevafuk etti. Elbette işaretli, remizli ve gizli ihbarlı olduğu meydana çıkmış oldu. Hem Hicri takvim senelerinin son iki rakamını vermek suretiyle, ölümünden ve kabrinin yıkılmasından işaretle bahsetmesi ve böylece karine ve tevafuk işaretleriyle haber vermesi; elbette ve hiç şüphesiz gaybî bir hadiseyi otuz dokuz sene öncesinden haber vermiştir diyebiliriz. Gaybî ihbar ise, ancak bu kadar izhar edilebilir. Çünki daha fazla izhara ilâhi yasak vardır.

“Eddai” beytinin başındaki iki satırını tekrar nazar-ı dikkate arzetmek üzere yazıyoruz:

“Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz emvat bâ âsam u âlâma

Sekseninci ölmuştur mezara bir mezar taş, beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.”

Geri kalan üç satırın da gaybî ihbarlardan ve gelecek için müjdelerden hali olmadığı kesindir. Amma açık tezahürleri meydana çıkmadan önce, bizim gibi insanların onların hakikatlarını açıklaması ne haddidir ne de işi…

Bu beytlerin cifrî ve ebcedi hesapla da, belki bir çok esrarı bulunabilir. Lâkin işin ehli olmadığımız için, bunada el uzatamadık.

Yalnız o beş satırdan en sonki satırının cifirce bir iki tarih gösterdiğini göstermek isteriz, şöyle ki:

“Yakînim var ki istikbal-i semavatü zemin-i Asya, Bahem oIur teslim-i yed-i beyzay-i İslâma”

Satırın son iki kelimesi olan “Yed-i beyzay-i İslâma” hariç diğer kelimelerinin beraberce cifri hesabı 540 eder. Sadece “Yed-i beyzay-i İslâma” cümlesi ise, 1513 eder.

Bu iki tarih ise; Risale-i Nur’da mühim hadiseler tarihi olduğu malumdur.

2164

URFADA’Kİ CENAZE TÖRENİ

23 Mart 1960 – 25 Ramazan 1379 Çarşamba günü, Üstad’ın vefat ettiği gündür. Urfalılar birbuçuk gün ve iki gecelik aziz misafirleri olan Hazret-i Üstad’ın vefat haberini duyunca, köylüsü, şehirlisi, İpek Palas otelinin etrafında toplanmaya başladılar. O gün Üstadın talebe ve hizmetkârları da, öğleye kadar Üstad’ın vefat haberini hemen hemen Türkiyenin her tarafına duyurdular.

Çarşamba günü öğle namazından sonra Dergâh camminde Üstad’ın gasil ve tekfini yapıldı. Cenaze, Derâh camiinden Urfa Ulu Camiine getirildi. İkinci günü (yani Perşembe günü) defnolacağı kararı alınarak etrafa duyruldu. Böylece Türkiye’nin her tarafından Hazret-i Üstad’ın cenaze namazına iştirâk için binlerce insan geldi. Üstad’ın gasil ve tekfin işleri şu gelecek şekilde cereyan etti.

İpek Palas Oteli önünde yığılan binlerce insan kalabalığı tarafından Üstadın na’şı buradan alınarak Dergah camiine, diğer adıyla Mevlid-i Halil’e götürüldü. Dergâhta Üstad’ın defnedileceği mevkiin arka tarafında cenazesi yıkandı. Yıkama vazifesini üzerine alan Molla Abdülhamit Efendi idi. Yardımcıları da Elaziz’li vaiz Ömer Efendi, Urfalı Rafi’ Hafız Efendi ve Üstad’ın bazı talebeleri idi. Kefenini biçip hazırlıyan da Urfa’lı meşhur Kurra Mehmed Hafız Efendi idi.

Urfa’lı Mahmut Hasırcı yemin ederek diyor ki: Üstad’ın cenazesi yıkanırken, hava güneşli idi. Fakat gökyüzü tarafından yağmur damlacıkları Üstad’ın cenazesine düşmekteydiler. Kendi gözümle gördüm.

MOLLA ABDÜLHAMİD’İN RÜ’YASI VE HATIRASI

Hazret-i Üstad’ın mübarek cenazesini yıkamak şerefine nail olmuş olan Molla Abdülhamid Efendi, aslen Erzurum’lu olup, Birinci Cihan Harbinde muhaceretle Urfa’ya gelmiş. İlk geldiğinde çok genç imiş. Memleketteki medrese tahsili yarıda kalmış. Urfa’ya geldikten sonra, Urfa’lı meşhur Buluntu Abdurrahman Hocadan tahsilini tamamlamıştır. Bu zat Urfa da herkesçe sevilen ve hürmet edilen ehl-i takva muhterem bir âlimdi.

Molla Abdülhamid Efendi Hazret-i Üstad’a çok muhabbet besliyen ve Üstad’ın Urfa’daki talebelerine şefkatle kucak açan ve himaye eden bir zattı. Sağlığında Üstad Hazretlerine bir çok Arapça mektuplar yazdı. Kendisi Cizreli meşhur Şeyh Seyda hazretlerinin halifesi iken, Hazret-i Üstad’ın Risale-i Nur mesleğini benimsedi ve yalnız Hazret-i Üstad’ın vird edindiği dualarını okuyordu. Hazret-i Üstad’ın Urfa’ya gelişi ve vefatıyla ilgili rü’yası ve hatırası da şöyledir: (Molla Abdülhamid bu rü’yasını bir çok defalar, hatta her görüştüğümüzde bize anlatırdı)

2165

“Ben her sene Ramazanın yirmisinden sonra bir cami de i’tikafa girerdim. O sene yine Kadıoğlu camiinde i’tikafda idim. Hazret-i Üstad’ın Urfa’ya geldiği günde bana haber verdiler. Fakat ben i’tikafta olduğum için, şafiî mezhebinde “çok zarurî bir sebeb bulunmazsa i’tikafdan çıkılmaz” diye çıkma fetvası olmadığı için, çıkamadım. Amma çok üzgündüm. Birinci günü öyle geçti. İkinci gün kuşluk vakti oldu. Ben Üstad ı görmeye ve ziyaret etmeye çok çırpınıyor ve can atıyorum. Fakat i’ tikafdan da çıkamıyorum. İki rek’at Duha namazını kıldım ve biraz yattım. Rü’yamda Üstad’ı gördüm kendisine: “Seyda, ben i’tikafdayım, çıkamadım, ziyaretinize gelemedim” dedim.

Üstad mütebessim bir çehre ile, bana Arapça olarak: Fihi vechün” dedi. Başka bir şey demedi.

Bunun Türkçesi: “Bir yolu, bir fetvası vardır” demektir.

Uyandım, düşündüm; rü’ya olduğu için, rü’ya ile şer’î meseleler noktasından amel edilmediği için, yine çıkmaya cesaret edemedim. Hem Üstad Urfa’da çok kalacak zannediyorduk. O gün de çıkamadım ve akşam oldu. O gecenin sabahında Üstad’ın talebeleri gelip beni aldılar. Üstad’ın yanına götürdüler. Fakat eyvah Üstad’ı vefat etmiş buldum. Üstad’ın talebeleri vefatından şüphelenerek gelip bana haber vermişlerdi. Tabii artık gittiğimde her şey bitmişt.”

Molla Hamid Efendi’nin rivayet ve hatırası ve rü’yasının hakikatı böyle olduğu halde, bazıları N.Şahiner’e yanlış şekilde aktarmış olacak ki; “Bilmem Molla Abdülhamid rü’yasında Üstad ona, Mülteka’nın bilmem hangi babında i’tikafdan çıkma cevazı vardır” gibi mübalağalarla yazıldı ve şuyu’ buldu. Bir kere Molla Abdülhamid Efendi Şafii’ idi. Mültekâ’da olan -ki Hanefi mezhebine aittir- Bir mesele Molla Abdülhamid’e söylenemiyeceği gibi, onun da onunla amel etmesi söz konusu değildi. Her ne ise…

URFA’LILARIN BÜYÜK GAYRETİ

Üstad’ın cenazesi için Türkiye’nin her tarafından Urfa’ya akın eden binlerce misafirleri Urfa’lılar büyük bir âlî-cenablık ile ağırladı, evlerine götürüp misafir ettiler. Ulu Cami avlusunda kurbanlar kesip, kazanlar kaynattılar. Gelen binlerce misafir hiç biri yemek ve yatmak hususunda sıkıntı çekmedi. Urfa’lıların tamamı bu işe katıldı. En eski bir kısım CHP’liler de büyük gayretler sarfetti misafirlere karşı… En büyük gayret sarfedenler ve en çok misafir götürenler Urfa’lı şekerci Hacı Halil ile,CHP’li Bakır Melik idiler. Allah rahmet eylesin.

2166

DERGÂH’DA DEFN

Üstad Hazretlerini Dergâh’da defnetme fikrini ilk önce Urfa’lı Mehmet Hatipoğlu ortaya attı. Bu fikir herkes tarafından tasvib edildi. Üstad’ın gelen talebeleri ve yanındaki hizmetkârları da münasib gördüler. Merhum Mehmet Hatipoğlu türbe işini bizzat kendi üzerine aldı ve meşgul oldu. Dergâhdaki türbeyi vefat gününden itibaren hazırlamaya başlamıştı. Bütün masrafları da kendisi yapıyordu. Bilâhare Adana’dan hususî mermer taşları ve mermerci ustayı yine o getirmişti, o yaptırmıştı. Allah rahmet eylesin âmin.

Türbenin evveliyatı ve hikâyesi

Hazret-i Üstad’ın Urfa’da defnedildiği Dergâh Camii içindeki köşe ve üstü çift kubbeli türbe ve mezar şeklindeki yerle birlikte, Dergâh camii avlusu ve etrafındaki eyvanlar, Ehlullah olan Urfalı Hacı Müslim Hafız Efendi tarafından yaptırılmıştı. Bu zat 1950 senesinde Demokratların kapısını serbest açtıkları Haccın, o sene Müslim Hafız Efendi de Hac farizasını eda etmişti. Ka’be etrafındaki eyvanların şeklini ve minarelerinin durumunu görmüş, Urfa Dergâh camiinin şeklini de, ona benzer küçük bir tarzını yapmayı düşünmüş ve Hac dönüşünde hemen bu teşebbüse geçmiş ve 1951’de de inşasına başlamıştı. Müslim Hafız Efendinin bu teşebbüsünde faaliyet gösteren Urfa’lı Rafı’ Hafız Efendi de vardı. 1953’de bu inşaat tamamlanmıştı.

Bu zat, yani Müslim Hafız Efendi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bilâhare defnedileceği köşeyi garip bir tarzda planlamış, yaptırmıştı. Üstünde çift kubbe altını köşeli, eğri büğrü yaptırmıştı. Bir kapısı câmî avlusundan açılıyor, birisi de arkadaki o zaman mezarlık olan boş kısma açılıyordu. Bu köşedeki küçük kubbenin altındaki eğri büğrü bölümlerin duvarlarındaki taşlara da, Peygamber Efendimizin 201 esma-i mübarekeleri nakşedilmişti.

Yani bu mevki’e, Hazret-i üstad defnedilmeden önce, bir odadır, bir hücredir desek, değildi. Camiin bir eyvanıdır desek, o da değildi. Ne için yapılmıştı, neye yaradığını kimse bilmiyordu.

Ancak bu inşaatın içinde bulunmuş olan Rafi Hafız Efendi diyor ki: “Orayı biz Müslim Hafız ile beraber planlarken, Peygamberimizin sakal-ı şerif emânetini oraya aldırmayı ve orada muhafaza etmeyi düşünmüştük. Fakat eskiden beri onun yeri ve makamı Dergâhdaki İbrahim Aleyhisselâmın mağarasının girişinde, sol tarafta kalan hücre idi. Bu yüzden Müslim Hafız Efendi sakal-ı şerifi yeni yere aldırmaya halkın tepkisinden çekindi ve aldırmadı. Dolayısıyla o köşe ve o çift kubbelerin altındaki bölüm boş kaldı.”

2167

Lâkin Rafi Hafızın bu rivayetinin zıddına ve hilafına olarak bir iki rivayet şekli daha vardır: ,

Bunlardan birisi: Dergâh camii avlusunun eyvanları inşa edilirken, Müslim Hafız Efendinin müridlerinden o zaman taş yonucusu ve aynı zamanda Dergâh inşaatında çalışan işçilerin başında Çavuş, Urfa’nın Tülmen köyünden Hacı Mehmet Kesik ise şöyle anlatıyor:

(Mehmet Kesik bu rivayeti 29 Mayıs 1987 günü bizim cami hücresinde bir bir iki talebe arkadaşlarım da hazır bulunduğu zamanda anlatmıştı)

“Dergâh camii etrafindaki eyvanlar yapılırken, ben Müslim Hafiz Efendinin hem işçisi, hem vekili. hem kâtibi gibi idim. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin defnedildiği iki kubbeli köşenin yapıldığı zaman, ben orayı bir şeye benzetemedim. Daha çok bir türbe ve bir mezarı andırıyordu. Ben Müslim Hafızın yanında biraz serbest olduğum için, bir gün kendisine: “Efendim burayı kendiniz için mi yaptırıyorsunuz?” dedim. (Yani türbe olarak…)

“Hayır!.” dedi. “Buranın sahibi gelecek. Ben eğer Urfa’da vefat etsem, Harran Kapı mezarlığını vasiyet edeceğim” dedi. Nitekim henüz vefat etmeden, Harran Kapı mezarlığında (184) kendisine bir mezar hazırlatmıştı.”

Hacı Mehmet Kesik’in anlattığı bu rivayet şeklinin aynısını, bir de Müslim Hafız Efendi’nin en yakın halifelerinden bir zat, şeyhi ve üstadı Müslim Hafız Efendi’den bizzat böyle duyduğunu bir çok kimselere anlatmış, Urfalılarca meşhurdur.

ÇEŞİTLİ KUŞ VE SESLERİ

Hazret-i Üstad’ın Urfa’da vefat edeceği akşam ve gecesinde, Urfa’nın fezasını çınlatan çok çeşitli ve garip kuş seslerinin duyulması hadisesi bütün Urfa’lılarca meşhurdur. Kimisi o kuşları bizzat şahsen görmüşlerdir. Kimisi sadece seslerini duymuşlardır. Urfa’lılar, kimisi bu kuş seslerinin Turna seslerine benzediğini, kimisi hiç duymadıkları bir kuş sesi türü olduğunu beyan ederler.

Bütün Urfa’lılar, bu kuşları daha önceleri Urfa’da görmediklerinde ittifak ediyorlar. O gece sabaha kadar bu kuşların Urfa semasında çığlık kopardıklarını herkes söylüyor.

Ezcümle, dinlediğim şahidlerden bir kısmının adları şöyledir: iki yaşlı ve müttaki halalarım Hayriye ve Âdile Badıllı. Mahmut Hasırcı, Eyyüp Karakeçili, Erzurum’lu Kemaleddin Çeviz, İpek Palas oteli müsteciri Mahmut

(184)Müslim Hafız Efendinin vefatı 1959’dur. Ve türbesi de Urfa Harran Kapı mezarlığında yapılmış, Hususî kubbenin aItındadır. A.B.

2168

Erbaş, Ekrem Kara vesaire yüzlerce insan o gece çeşitli garip kuş seslerinin duyulduğunu söylüyor ve şâhidlik ediyorlar. Bazı zatlar bu kuşların karın kısımları beyaz, sırtları siyah kuşlar olduğunu da söylerler.

2169

ÜSTAD’IN DEFNEDİLİŞİ

24 Mart 1960 Perşembe günü Urfa Ulu Camii’nde, öğle namazından sonra Üstad’ın cenaze namazı, görülmemiş bir kalabalık insan kitlesi tarafından kılındıktan sonra; Dergâhda hazırlanan mezarına defnedilmek üzere mübarek na’ş omuzlara alındı. Askerî birlikler ve bir çok komşu vilayetlerden getirtilen polis ve jandarma tarafından yolu açmak ve selametle götürüp defnetmek için uğraşmalarına rağmen, beş dakikalık bir mesafede olan yolu, ancak birbuçuk-iki saatlik bir zamanda Ulucamiden Dergâh’a ulaşılabildi.

Yüzlerce şahidin ihbarı ve şehadetiyle; o gün Urfa’da esnaf ve bütün herkes dükkânlarını kapadı. Herkes cenaze merasimine iştirak etti. Urfa valisi Şerafeddin Atak ve Garnizon kumandanı da Üstad’ın cenaze namazına iştirak ettiler. Hatta vâlinin kendini tutamıyarak gözyaşlarını akıttığını görenler var. Türkiye’nin bütün foto muhabirleri de o günü Urfa’da mevcuddu.

Üstad’ın mübarek tabutu omuzlar üzerinde değil, adeta parmak uçları üzerinde gidiyormuş. Denizin üstünde boş bir kayık gibi gâh geri gelir, gâh

2170

yana. doğru gider, gâh ileri gidiyormuş. Herkes hiç olmazsa bir parmağımı tabuta değdireyim diye var gücüyle uğraşmaktaymış. Tabut adeta kendi kendine hareket ediyor gibi o tarafa, bu tarafa dalgalanıp gidiyormuş. Tekbir sadaları, ilahiler, zikirler, cezbe ile cuş u huruşlar birbirlerine katılıyormuş.

O izdihamda sıkışan ve bağıranların hesabı da yokmuş. Kol saatini ayakkabısını, külâhını düşürüp kaybedenler de yüzlerce…

Bir buçuk-iki saat kadar mübarek tabut parmaklar üzerinde dolaştıktan sonra, askeriyenin de yardımıyla zor-bela Dergâh’a nihayet ulaştı. Ve öğleden sonra saat 14 sıralarında mübarek kabrine -Fakat hariciler tipi vahşi canavarlar tarafından rahatsız edildiği muvakkat kabrine- indirildi. Âlem-i İslâmın bir çok memleketlerinde Leyle-i Kadir gecesi olan o günde Dergâh-ı İbrahim Halilullah’daki mübarek muvakkat menzilinde Rabbisine teslim edildi.

2171

2172

2173

KABRİ HAKKINDAKİ ÜSTAD’IN VASİYETNAMELERİ

Üstad’ın vasiyetnameleri bir kaç tanedir. Bilhassa kabrinin durumu ve ziyaretçiler mevzuunda hepsi aynı şeyi söylemektedir. Biz bu bir kaç tane olan vasiyetnamelerden bazı bölümler alıyoruz:

“Vasiyetnamenin Haşiyesidir

Üstadımız ahir ömründe insanların sohbetinden men’edildiği cihetle anladı ki; bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nurun mesleğindeki azami ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünki bu zamanda şan ü şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azami ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır.

Dostlar uzaktan ruhuma fatiha okusunlar. Manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nurdaki azami ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevi sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nura vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said-i Nursi”

İkinci bir vasiyetnamesinden:

“… Bu mübarek bayramda Üstadımız şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünki dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

Biz de Üstadımızdan sorduk:

Kabri ziyarete gelenler fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi; enaniyet ve benliğin, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları manay-i harfîden manay-i ismîye, tamamen kendilerine çevirtmeleri.. ve Uhrevi istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikata muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verip, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nurdaki a’zami ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları fatihalar ervaha gider.

2174

Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek” dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri”

Gıyabî cenaze namazları

Hazret-i Üstad’ın vefat haberini duyup da cenazesine yetişemiyen bir çok beldelerde giyabi cenaze namazları kılındı. Ezcümle Cizreli Şeyh Seyda Hazretleri, Cizre’de kalabalık bir cemaatle birlikte kalkmış, Urfa’ya taraf gelmekte iken; Mardin-Idil’de Üstad’ın defin haberini alınca, orada büyük bir cemaatle Üstad’ın gıyabi cenaze namazını kılmıştır. Bu hadisenin bir çok şahitlerini bizzat dinlemişimdir.

Diyarbekir Müftüsü de, Diyarbekir ulu camiinde büyük bir cemaatle Üstad’ın gıyabî cenaze namazını kıldırmış ve daha bunlar gibi şarkta bir çok yerlerde gıyabî namazlar kılındığı gibi, definden sonra da, kafile kafile Urfa’ya gelen Müslümanlar, Üstad’ın kabri başında hep cenaze namazını kılmışlardır. Çünki Şafiî mezhebinde cenaze namazı ölünün defninden sonra da hem giyabî, hem de kabri başında kılınabilmektedir.

Üstadın ardından yazılan mersiye ve şiirler

Üstad Hazretlerinin vefatı münasebetiyle Nur talebelerinin yazıp neşrettikleri yazılar ve Üstad’ın vefatı arkasından yazılan şiir ve mersiyeler, aynı zamanda bir çok dost gazetelerin yazıları da çoktur. Bizde bir iki dosya dolusu mevcuttur. Biz sadece bazı nümuneler vererek iktifa edeceğiz.

İlk neşredilen yazı, Urfa Nur talebeleri adına neşredilen yazıdır. Yazının metni aynen şöyledir: (Son kısmını alıyoruz)

“…”Çarşamba sabahı vefat eden Üstadımızın mübarek cenazeleri perşembe günü öğle namazına kadar bekletildi. Her bakımdan sünnet-i peygamberiye (A.S.M.) riayet eden halaskâr-ı İslâm Üstadımız, onbeş gündür bir şey yememiş ve tıpkı Resulullah Efendimizin hastalığı gibi çok ateşli bir hastalıkla vefata hazırlanmıştır.

İki gün kadar kabrine konulmıyan o Peygamber-i zişanımıza uygun olarak, o da aynı zaman ve cuma gecesi, beş altı sene evvel yapılan bir hazır türbeye defnedildi.

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın bir menzili ve doğum yeri olarak tarihçe kabul edilen Halilur-Rahman Dergâh Camii beş altı sene evvel hamiyetli Urfa’lılar tarafından tamir edilmişti. Urfa’nın büyük sevgisini kazanmış olan mübarek bir zat (Müslim Hafız) o zaman iki kubbeli bir türbenin de yapılmasına vesile olmuştu. Demek o mübarek makamın o türbe ile da-

2175

ha ziyade ziynetlenmesi, Üstad’ımızın bu makamda ahirete teşrifini senelerdenberi bekliyordu.Çok kudsî makam, sevgilisine ve çok müşfik halaskâr-ı İslâm Üstad’ımız da bu mübarek yerde Rabbine hem şehid, hem gazi ve mücahidler şahı olarak kavuştu. İstirahata ve dünyanın fani sıkıntılarından kurtulup sükûn ve huzura burada kavuştu.

Üstad’ımız vefat edeliden beri her taraftan, en uzak yerlerden onu sevenler ziyaretine gelmektedirler. Çok vilayetlerde gıyabî cenaze namazına iştirâk ettikleri gibi, gurup gurup gelen ziyaretçiler de cenaze namazını kılmaya devam etmektedirler.(185)

Dindar ve kahraman Urfa’lılar bir taraftan Üstad’ımızın geldiğine seviniyor, diğer taraftan da acı içinde bayram yapıyordu. Bütün Nur talebeleri gibi, Cenab-ı Hak bizleri azami ihlâs, azami sebat ve tesanüd içinde, hizmet-i imaniyede muvaffak edip, Hazret-i Üstad’ımızın mesleğinden ve şahs-ı manevisinden ebediyen ayırmasın, âmin.

Aziz kardeşlerimiz! Bir kısım din düşmanı gazetelerin nahoş yazı ve yaygaraları tamamen hilaf-ı hakikattır. Sizi müteessir etmesin. Bizzat buraya kadar gelen kardeşlerimize Risale-i Nur hizmetinde muvaffakiyetler dileriz.

Elbaki Hüvelbaki Urfa Nur talebeleri Eyyüp, Abdullah, Kemaleddin(186)”

MOLLA ABDÜLMECİD’İN MERSİYESİ

Üstad’ın küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi’nin, ağabeyisi Üstad Bediüzzaman’ın ardından yazdığı mersiyesi de şöyledir:

“Kutlu olsun, mutlu olsun sana ol âli makam

Fitnenin narı hemen oldu sana berden selam,

 

Urfa’nın topraklarında değildir Üstadımız ,

Pek sıcak kardeşlerin kalbindedir serdarımız.

(185)Üstad’ın türbesini bilâhere gelip ziyaret eden Şafii mezhebli Müslümanlar, geldiklerinde Üstad’ın kabri başında giyabî cenaze namazını kılıyorlardı. Bazı ebleh, cahil veya münafık gibi insanlar: “Nur talebeleri Üstadlannın kabrine namaz kılıyorlar” gibi fitneli, yalanlı sözleri yaymışlardı. A.B.

(186) Emirdağ-2 yeşil defter 5:92

2176

……………

……………(187)”

Bizleri unutma ey âli-cenab önderimiz,

Arz-ı hürmetle öper, Dergâhına yüz süreriz.

 

Bizden sana her sübhü şam olsun keko bnler selam(188)

Binler selam olsun sana, olsun sana binler selam.

 

Sensiz kalan kardeşlerin ağlar öter aleddevam,

Gülsüz kalan bülbül gibi yok ne kararı ne menam.

 

Sana olsun bin selamlar bizlerin gözbebeği,

Kaldı gözler noktasız tersine döndü feleği.

 

Ankara radyosu yaydı en kara bir haberi,

Kalbi deldi, ruhu ezdi yaktı yıktı ciğeri.

 

Ey mezarcı o makamda bize de kaz bir mezar,

Olalım Üstad’a komşu görelim leyl ü nehar.

 

Ey mezarcı göm beni de o Said’in kabrine,

Firkatin dayanamam vallahi asla kahrine.

 

Katılsın zerratımız âlem-i berzahta keza,

Sarılsın birbiriyle ruhlar ila yevm-il ceza’.

 

Dar-ı dünyada Said’i bizden ettinse cüda,

Bari uhrada beraberce haşret ey Huda.

 

Dünki hal oldu hayal, geçti visal geldi zeval,

Bizleri Üstadımızla haşret ya zelcelâl.

(187)Boş bıraktığımız iki satır, daha önceleri Abdülmecid Efendi kendi oğlu Fuad hakkında da söylemişti. Fakat Hazret-i Üstad o tarz tabiri kabul etmemiş, beğenmemişti. Bu sebeble burada da kaydedilmedi.A.B.

(188)Kürtçe ağabey demektir.

2177

EYYÜHEL-ÜSTAD

Ne hayatta ne mematta görmedin hiç bir huzur,

Dar-ı dünyada efendim ne safa var ne sürûr.

 

Ah efendim şu hayata sakın hiç etme esef,

Ne sefa var ne vefa var, hep cefadır hep telef.

 

Ne sebat var, ne karar var, hep kederdir hepsi gam,

Hayrı yoktur bir hayatın sonu olsa şu elem.

 

Doğumun sonu ölümdür, yapının sonu harap,

Kurtuluş yoktur efendim yıkılır olur türap.

 

Her gelişten sonra vardır bir gidiş,

Her gidişten sonra olaydı geliş.

 

ÜSTADIN KABRİ YIKILDIKTAN SONRA

(Üstadın lisaniyle)

اَىْ زَمَانْ ظَالِمْ زَمَانْ اَزْ دَسْتِ ظُلْمَتْ چِه كُنَمْ

قَبْرِ مَا بَرْبَادِ دَادى حَسْرَتَا مَنْ چِه كُنَمْ

مَنْ كِه تِلْمِيذِ عَلىِ يَمْ اِينْ مُصِيبَتْ عَارِ نِيسْت

مَنْ بَجَنَّتْ مىِ رَوَمْ اَمَّا فَقِيهَانْ تَا بَه نِيسْت

حِزْبُ اْلاَحْرَارِ جَوَاهِلْ كوُفَه اَنْد اَنْدَرْ وَفَا

جَوْرِهَارَا صَبْر كَرْدَمْ حَسْبُنَا الله ُ كَفىَ

ÜSTADIN TARİH-I VEFATI

Nursta doğdum (325) Nuriyeden (271)

Nuru yaydım (266) her yerde

Nura kavuştum (261) birden

Yattım nurlar içinde (265)

Vefat tarihi vardır

Bu ‘beş nurlar içinde (1379)

Abdülmecid(189)”

(189) Mesnevî-i Nuriye tercame-A.K.B.S: 645

2178

2179

AVUKAT HULUSÎ BİTLİSİ’NİN MERSİYESİ

Bediüzzamandır Said-in Nurisî

Bitlis-Van beyninde gelmiş dünyaya

 

Urfa’da o nurlu asırlık dahî

Kadir gecesinde erdi Mevlaya

 

Ramazanda malum Kur’an-ı Kerim

Kendini göstermiş arz u semaya

 

Dünyada esirdi, cennette hürdür.

Hayatta sadıkdı haklı davaya.

 

Peygamberin ceddi Halil-ür Rahman,

Said’i yükseltir arş-ı a’laya.

 

Halil İbrahim’e Nemrudun zulmü,

Tarihe intikal etmiş uhraya.

 

Bediüzzamanı medenî devran,

Neden esir etti her eşirraya.

 

Beyn-el milel ağahanlar gandiler,

Dinde uymuşmuydu asr-î sevdaya.

 

Onlar kanaatta serbest yaşadı,

Sâik de oldular haklı davaya.

 

Said’e menfaat isnad edenler,

Dönmedir satılmış ehl-i havraya.

 

Halaikin nefesince Allah’a

Giden yollar vardır semt-i ukbaya.

2180

Kavmiyet ayrılık fikrinden uzak,

Lekesiz seyrinde benzerdi aya.

 

Tevhide Kur’ana uygun âsarı,

Müslüman Türklerce sayılır maya.

 

Güneşler aylarda ufule mahküm,

Ergeç zahir olur ilahî gaye.

 

Yakındır kıyamet şeksiz sıratlar,

Mizanlar hesaplar kaldı ferdaya.

 

Harim-i ismetin şehid Said’i,

Şakiler uğrattı her ibtilaya.

 

Yüz otuzdan fazla nurlu âsarı,

Yaşar armağandır bağlı manaya.

 

 

Tahtını Türk-İslam kalbinde sâbit,

Said baş eğmedi zulme ednaya.

Cevherli tarihle misafir olsun,

Şahımıza hatem-ül enbiya -1379

Hulusi Bitlisi”

Emirdağlı hattat Mustafa Acet’in 6.4.1960’da yazdığı uzun mersiyesinden bazı mısralar:

“İnsanlığın ufkunda kemale eren Üstad,

Nuriyle gönülleri tamamen saran Üstad.

Zulmün, küfrün belini nurlarla kıran Üstad.

2181

Elveda deyip koştu enbiya kucağına,

Urfa’yı tercih etti bütün yurt bucağına.

Hiç bir büyük sayılmaz tarihe dönmeyince,

Kemali olmaz derler işkence görmeyince,

Üstad’ın hayatında kalmadı görmediği,

Hiç bir mason var mıdır havlayıp ürmediği

 

Allah ü Ekber diye teyran etti Urfa’ya.

Sel gibi, tufan gibi millet aktı Urfa’ya.

 

Sıkıntı tazyik zindan hapishaneler gördü,

Rahat nedir bilmedi ızdırapla dem sürdü.

Hayatı böyle geçti amma küfür de öldü.

 

Bizi bıraktı gitti eryiğit kucağına,

Urfa’yı tercih etti bütün yurt bucağına.

Enbiyalar serveri davet etti şüphesiz,

Görüşelim gel dedi, çıktı gitti Urfa’ya.

…………….

…………….

Ağla ey koca sema, yaşın ıslatsın yeri,

Gitti o koca Üstad, dönmiyecektir geri.

Yıkıldı âlem demek, kolayca dolmaz yeri.

Allah ü Ekber diye teyran etti Urfa’ya

Sel gibi tufan gibi millet aktı Urfa’ya.

Mustafa Acet”

Ağrılı Celal Başer’in mersiyesi (Bir kısmını alıyoruz)

Bismihi sübhanehu diyen diller,

Varır arşa bu gün efganım benim

Nur me’yus kul bizar, akmıyor kevser

Sanki bikes kalmış serhaddim benim.

2182

Bin başım olsa da nura sererim,

Kur’an için Üstad derdi Ömerim

Dergâh-ı Halil’de olsa da derim,

Tek nam u nişansız merkadım benim.

 

Ya Rab mü’min gönül nur ile dolsun,

Nur ile cem’iyet necatı bulsun,

Nuru yutmak nuru duyurmak olsun.

Âlem-i İslâma tek va’dim benim.

 

Levh-i mahfuz nurun mi’raç Resulün

Tilmizidir mü’min nurlu ekolun,

Tavaf et ey yolcu uğrarsa yolun,

Urfa’da misafir Üstadım benim.

Celal Başer”

Eskişehirli Osman Aydın’ın hazin mersiyesi: (Bazı Kısımlarını alıyoruz)

İşte geldi çattı ayrılık derdi

Bin türlü elemi bizlere verdi.

Gam, keder postunu gönlüme serdi

Üstadımın firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlukat, sema ağladı.

……………………

……………………

Elveda’ dostlarım, ayrıldı üstad

Nemli gözler ile ediyoruz yad

Kur’an okuyalım ruhu olsun şad

Ütadım firakın yaktı dağladı

İnsanlar ,mahlukat,sema ağladı.

 

Yaramıza merhem Risale-i Nur

Derdine dermanı hep onda bulur.

Kat’î bir hüccettir Risale-i Nur

2183

Üstadım firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlukat sema ağladı

……………………

……………………

Aydının derdini açtıda açtı

Kânlı yaşlarını etrafa saçtı

Dahada söylerdi dili dolaştı

Üstadım firakın yaktı dağladı

İnsanlar, mahlukat, sema ağladı. (Son Şahitler-4,sh.31-32)

Bu mersiyeler gibi daha çok şiirler, mersiyeler var. Avrupa’dan, Pakistan dan gelen taziye mektupları da vardır. Ayrıca Üstad’ın vefatının hemen ardından bir çok gazeteler mersiyeler neşretti. Çaykara gazetesi, Malatya gazetesi, Ünye gazetesi, Hüradam gazetesi, Hilal Mecmuası, Sebilürreşad Mecmuası ve hakeza bir çok gazete ve mecmualar…

Nümune için kaydettiğimiz şu bir kaç şiirle burada iktifa ediyor, böylece Hz.Üstad’ın dünya hayatına nihayet veriyoruz.

2184

2185

BİR ZEYL

Bu zeyilde, Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra Risale-i Nur ve talebeleriyle alakadar şekilde gelişen müsbet ve menfi hadiselerin hülasalarını çok kısa bir şekilde kaydetmeyi düşünüyoruz. Bunlar 1960-1987 arası zamanı içine almaktadır. Geleceğin tarihçilerine belki bazı yardım ve kolaylıklar olur diye yazıldı.

Mezkûr zaman zarfında vuku’ bulan ve inkişaf eden müsbet-menfi hadiseler hem çoktur, hem de çok yönlüdür. Bazıları Risale-i Nur hizmeti ve Nur talebeleriyle direkt ilgilidir. Bir kısmı da dolaylı alakadardır.

Kaydedeceğimiz hadiseler genel olarak şöylece sıralanabilir:

1- Hazret-i Üstad’ın Urfa’daki kabrine geceleyin vahşice tecavüz hareketi..

2- 1960 ihtilâliyle Nur talebelerine müteveccih tecavüz ve taarruzlarla birlikte, sinsi şekilde tertiplenen planlar..

3- Risale-i Nur eserlerine karşı menfi tertiplerin bir uzantısı olan tahrif işaaları ve bu mevzuda ortaya atılan iddia ve teraneler..

4- Nur talebeleri cemaatının dahilî durumunu ilgilendiren meseleler ve hadiseler..

5-Demokrat Partili kimselere karşı yapılan büyük zulüm ve taarruzlar..

6- Türkiye’de ve dünyada olup biten sair işler ve hadiseler.

2186

2187

MUKADDEME

Her şey ve herkes gibi Hazret-i Üstad Bediüzzaman dahi, Hâkim-i Zülcelal olan Cenab-ı Allah’ın istisna kabul etmiyen mutlak kanunu icabı olarak, bu dar-ı fâniden dar-ı bâkiye göç etti.. Amma Müslümanların dünya ve ahiret saadetlerine medar olabilecek ve olmakta olan Risale-i Nur eserlerini miras bırakarak gitti.

Hem o, bu fani âlemin ufûl eden, zevale eren ve gurup eden her şeyi gibi, başka bir âlemde tulu’ etmek üzere ufûl etti: Lâkin geride bıraktığı Nur Risalelerinin ve teşkil ettirdiği Nur cemaatının hizmetleri, ziyaları, ışıkları ve te’sirleri dünyalar durdukça payidar olacak tarzda zaman ve asırların taşlarında nakşederek gitti.

Evet, Hazret-i Üstad, maddî ve beşerî vücudu itibarıyla gitti… Amma Kur’an ve iman hizmeti ile dünya ve ahiret saadetinin proğramı olan Nur Risalelerini bize bıraktı, teslim etti, öyle gitti.

Bununla beraber onun dünyevî ve maddî varlığının ve vücudunun kaybolup gitmesiyle de, çok mühim işleri de beraber getirdi. Çünki Hazret-i Üstad bu dünyadan gider gitmez Nur talebeleri onun arkasından hayli sarsıldılar. Birer beşer ve insan olarak hizmet telakkilerinde bazı fikir ayrılıklarına düşerek zaiflediler. Hem Üstad’ın gitmesiyle; maddî siyasî sahada Demokratların da işi bitti, ipleri çözüldü. Her gün biraz daha zayıflamaya ve bir şey yapamıyacak duruma geldiler. Bunu fırsat bilen İsmet İnönü ve altı okçu adamlar rahatlıkla ve aşikâr bir surette ihtilâl plânlarını yapmaya başladılar.

Meselâ: Hazret-i Üstad’ın DP’lilerden yüz çevirip artık hiç alakadar olmamağa başladığı günler olan 19 Mart 1960 günü, İsmet İnönü’yü bazı yüksek rütbeli subaylar İstanbul’daki evinde ziyaret ederek bir nevi ihtilâl hazırlığı plânları çevrilmişti.

16 Nisan 1960 günü, Üstad’ın vefatından yirmidört gün sonra, yine emekli general ve amirallardan müteşekkil on dört kişi İnönü’yü yine İstanbul’daki evinde ziyaret etti. Bu da yine ihtilâl provası gibi bir şey idi. 2 Mayıs 1960 günü Menderes’in yaptığı bir konuşma ile, perde altında çevrilen sinsi planlarla durumun ciddiyetini hissederek, onu dile getirmekteydi.

3 Mayıs 1960 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes’e tehditkârane bir mektup yazdı ve aynı

2188

gün vazifesinden izinli ayrılarak İzmir’e gitti. Bu hareketle ihtilalin yakın olduğu belliydi.

21 Mayıs 1960 günü, gizli tahrikler ve tertibler neticesi harb okulu talebeleri bir nümayiş yaptı.

Ve daha daha bunlar gibi İnönü’nün proğramları çerçevesinde CHP altı okçu zihniyetleri, güya sözde milliyetçi, ırkçı kimseleri kandırarak; Üstad Bediüzzaman’ın altı sene önce haber verdiği gibi, elde ettiler. Bunu başarınca da artık hem kuvvetlendiler, hem de ihtilâl için meydan bomboştu.

Ve nihayet 27 Mayıs 1960 günü sabah saat 7.36’da Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in sesiyle Ankara Radyosundan ihtilâl darbesi ilân edildi.. Ve bunu takib eden günlerdeki zulümlü, gadırlı muameleler…

Halbuki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1952’den itibaren 1959’un son günlerine kadar defalarca Demokratları ve iktidarı ikaz etmek istemişti. Gâh işaretli, gâh sarih şekilde onlara; perde altında oynanan oyunları ve düşmanlarının onlara karşı çok merhametsizce, hırslı ve sinsî plan ve proğramlar düzenlediklerini ve DP’liler için o durumda selâmetle çıkış yollarını, kurtuluş proğramlarını elinden geldiğince onlara bildirmeye ve anlatmaya çalışmış, çırpınmış ve ikazlarda bulunmuştu.

Lâkin çok maaalesef ki; DP iktidarı, özellikle son dönem iktidarı; CHP’lilerin kurnazca oyunlarına gelerek, Hazret-i Üstad’ın bütün o şefkatkârane, vefadarane teveccühlerine karşı bir evham, beceriksizlik, korkaklık ve za’afiyet içine girdiler. Hem Bediüzzaman Hazretlerine de ihanetler etmeye başladılar. Bilhassa 1957’den sonraki dönemin İzmir Milletvekili ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in titrek, ve evhamkar tutumuyla; Üstad Hazretleri emniyet kuvvetleri tarafından gittiği her yerde, hatta kendi evinde bile takib edilmiş, rahatsız edilmişti.

Bilmiyorum, belki Başbakan Adnan Menderes ve bir iki samimi arkadaşı hükûmetinin bu şekildeki tutumuna razı değildi. Lâkin esefle söyliyelim ki, hiç bir müdahalesi de olmadı. Belki de ihtimaldir ki, artık Adnan Menderes de kendi bakan ve hükûmet adamlarına müdahale etmekte aciz kalmış olabilirdi.

Hazret-i Üstad, son seyahatlerinin son günlerinde -yukarda ispatlı şekilde kaydedildiği gibi- Menderes’e bazı meb’uslar vasıtasıyla haber göndererek: “O bizim manevi himayemizdedir. Eğer ben onu ve hükûmetini manen himaye etmesem (İki elini birbiri etrafında çevirerek) böyle böyle olurlar.” demişti. Yine başka bir zaman: “Başka yerlerden bizi istiyorlar. Eğer ben buradan gitsem, böyle böyle olur” demiş ve DP’nin üst kademesindeki adamlarına haber göndermişti.

2189

Lâkin müşfik ve vefadar olan Hazret-i Üstad’ın bu çırpınırcasına olan telâşlı ikazları ile maalesef DP’liler gafletten uyanamamış, korku ve evhamları vesvese derecesine gelmiş, uyanmaları mümkin olmıyan bir girdaba girmişlerdi. İnönü ise, Demokratların kapıldıkları evham ve korkulu durumlarını çok iyi anlıyor ve kendi maksadı lehinde değerlendirmesini çok iyi biliyordu.

Nihayet, Hazret-i Üstad’ın kesin olarak haber verdiği gibi, kendisinin onlara karşı manevi muhafazası ve teveccühü kesilince, DP’liler tepe takla yuvarlanmaya başladılar. Evham ile, korku ile, ta’vizlerle çekindikleri ve korktukları şey, başlarına nihayet geldi. Düşmanları ise, hiç bir merhamet hissi duymadan onları ezdiler. Lâkin olan şey ve en büyük darbe yine Menderes’e ve bir iki samimi dindar arkadaşına oldu.

Fakat inşaallah Hazret-i Üstad’ın bunlara karşı ilk başlardaki teveccüh ve duaları.. ve bunların bazılarının kalblerinin selimliği ve çektikleri çok acı ve merhametsizce zulüm ve işkenceleri neticesinde, onları şehadet mertebesine ulaştırdı. Allah rahmet eylesin.

MÜNEVVER AYAŞLI ANLATIYOR

DP ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri arasında olan manevi irtibat ve Bediüzzaman’ın onlara karşı manevî muhafazaları ve saire mevzuunu Münevver Ayaşlı Hanım Efendi “Pertev Beyin Üç Kızı” isimli eserinin üçüncü bölümünde şöyle dile getiriyor: (Meselemizle ilgili bölümü alıyoruz)

“…Menderesi yıkmakta en büyük rol oynıyanların, kökü dışarda olan komünistlerle, onlara katılanların olduğunu gördük. Tarih, 27 Mayıs ihtilalini doğrudan doğruya bu vasfıyla kayd ve ifade edecektir.

Bu arada büyük bir hadise oldu. Demokrat Partinin güvendiği, bilhassa Adnan Menderes’in dayandığı ana direk kırılıverdi ve çadır yıkıldı. Büyük bir insan ve manevi bir lider olan “Bediüzzaman” lakabıyla anılan Said-i Nursi, 27 Mayıs ihtilalinden az evvel, 1960 martı sonlarında bu dünyadan ahirete intikal etti. Rahmetullahi aleyh.

Adnan Menderes ile Said-i Nursi münasebetlerini yakinen bilmiyoruz. Belki her zaman görüşüyorlar veya nadiren birbirini görüyorlar.. belki de kuvvetli bir ihtimal ile birbirlerini hiç görmemişler.

Lâkin bildiğimiz bir şey varsa, o da büyük zatın büyük bir ferağatla ve gördüğü çirkin muameleleri zerre kadar kale almıyarak, tam bir veliyullah gibi hiç bir zaman Adnan Menderes üzerinden manevi müzaheretini ve himmetini esirgememiş olmasıdır.

2190

Buna mukabil Menderes ne vaptı?.. Açık bir dostluk göstermekten korktuğu gibi, adeta Bediüzzamanın manevî müzaharetinden kompleks ve adeta hicap(190) duydu.

Menderes’in bu hislerini bilmiyor mu idi Nursi Hazretleri?.. Elbette biliyordu. Bu hallere gücenmiyor mu idi? Hayır!.. Zira, gönül gözü açık olan Velilerin, küçük ve bücür ihtilalciler gibi indî, hissî ve dar görüşleri yoktur.

Büyük veliler, hakikatı ve geleceği apaçık görürler. Menderes ve onunla beraber yıkılacak olan nizamdan sonra, memleketin ne hale geleceğini görüyorlar ve biliyorlardı. Bunun için vatan düşüncesi ve vatan sevgisi ile dört elle Menderes’e sarılıyor ve onu manen yalnız bırakmıyorlardı. Fakat nihayet, Said-i Nursi Hazretleri de bir kuldu. Durmadan bir biri arkasından gelen şer kuvvetlere karşı kurtarmak istediği adam, Menderes de kurtulmak istemiyor, intihara doğru gidiyordu. Bütün bunlara karşı zaif, nahif ve mübarek vücudu uzun zaman maddeten mukavemet edemedi ve göçtü gitti.

İşte Said-i Nursi’nin göçtüğü gün, Adnan Menderes ve bütün nizamı ve rejimi de beraber yıkıldı. Bunu, kalb gözü açık olmıyanlar göremez, duyamaz ve bilemezler. Amma ne çareki hakikat budur…

Nitekim Said-i Nursi’nin vefatından sonra, yapa yalnız kalmış olan Adnan Menderes de dayanamadı o da yıkıldı gitti.

Ekseri kimseler, bu ölümle bu iktidarın yıkılışı arasında bir münasebet göremiyecekler, bulamıyacaklardır. Fakat manevî ve gizli kuvvet ve münasebetlerin, sûrî ve batinî iktidarların beraber yürüdüğünü görmek, her ne kadar kuvvetli olursa olsun sûrî bir sultanın, manevî bir sultanın himayesine muhtaç olduğuna inanmamak veya inkâr etmek olmaz. Bir devlet adamı ile, bir velînin hiç dünyevî münasebeti olmasa, hatta yüz-yüze gelmemiş olsalar, hatta hatta başka asırlarda dahi yaşamış olsalar bile, aralarında bir rabıta kurmak mümkin olabilir.

Fakat bir iktidar, bir devlet adamı, hatta kuvvetli şefkatli bir padişah bile, bir lokma, bir hırkaya kanaat getiren bir Veli’nin himmetine muhtaçtır.

Eğer bir devlet başkanı, bir Velînin himayesi altında ise; hep hayır işler. Yok değilse, şer işler.

Adnan Menderes’in de Velisi Said-i Nursi idi. Onun himayesi altında idi. Fakat Menderes zavallısı bu himayeden kaçıyordu.

Ama artık Adnan Menderes için tali’ ters dönmüşe benziyordu. Adnan Menderes’i, çirkin ve çirkin olduğu kadar da layık olmadığı korkunç akibe-

(190) Hayır Menderes hicabından ve kompleksinden dolayı değil. belki evham ve korkusundan ve CHP’nin şerrinden çekinmesinden ötürü, lazım gelen merdane dostluğu gösteremedi. Amma kalben Bediüzzaman’a karşı samimi idi. A.B.

2191

tinden artık hiç bir şey kurtaramıyacaktı. Kendisine yazık olduğu gibi, memlekete de çok yazık oldu.

Güzel bir Mayıs sabahı, Ezan-ı Muhammedînin karanlıkları yırttığı ve insanları aydınlığa, felaha ve salaha davet ettiği bir zamanda, Türkiye radyolarında bir felaket haberi veriliyordu:

Mevcud nizam yıkılmıştır…

Radyodaki ses: “Nato’ya bağlıyız” diyordu. İşte bu sesle beraber, memleketimizde terör ve karanlık günler de başlamış, “Milli Birlik” denen komite, memleketteki birliği ve beraberliği kökünden yıkmış, yok etmişti. Sanki “Alay olsun diye…” kendisine, kendi hüviyetinin tam zıddı bir isim takmıştı.

Zira kendisi ne “Milli” idi, ne de “Birlik” istiyordu. Bununla beraber kendisine “Milli Birlik Komitesi” dedirtiyordu…”

Mukaddeme bitti. Şimdi az üstte ana başlıklar altında sıraladığımız mevzu ve mes’elelere giriyoruz:

1- ÜSTAD’IN KABRİNE VAHŞİCE TECAVÜZ

Biz bu elim ve çok zalimane olan hadiseyi, sadece sebebler ve insan zulmü noktasından değerlendireceğiz. Yoksa kader-i ilâhi, netice ve hikmetler itibarıyla değildir.

Evet, 27 Mayıs ihtilal softaları, çoğu CHP altı okçu zihniyetli, yani Türkiye’nin siyasetini dinsizliğe alet etmek ve o maske altında dinsizce bir hayat yaşamak istiyen bazı şahıslarla, diğerleri olan şamanist, kafatasçı ve Turancı ırkçıların komitesi hempalarından müteşekkildi. Bu her iki tarafta da İslâm dinine, Kur’ana ve dolayısıyla Risale-i Nura ve hizmetine düşmanlık perdesiyle DP’ye ve Menderes’e müthiş düşmandı. Bundan dolayı, İnönü’nün işaret ettiği istikamette yaptıkları ihtilali çok intikamkâr ve hunhar bir hınçla gerçekleştirdiler. CHP’li ve millet partisi ve diğer partilerden tek bir milletvekiline ve adamlarına hiç dokunmadan, en büyük düşman şeklinde hedef aldıkları bila-istisna bütün DP milletvekillerini ve DP’ye tarafdar bazı kumandan ve Valileri de apar-topar toplayarak, hepsini katil ve mücrim imişler gibi, Yassıada vahşet zindanlarına doldurdular. Bu meseleye burada saded harici olarak bilmünasebe temas edildi, yerinde tamamlanacaktır.

27 Mayıs ihtilalinin hemen akabinde, Türkiye’nin her tarafında bulunan Risale-i Nur talebeleri denilen masum ve suçsuz insanlara da taarruz ettiler. Bunların bir çoğunu alıp, askeri garnizonlar içindeki karanlık, havasız zindanlara tıktılar. Zulüm ve işkenceler yaptılar. Fakat sonunda ister istemez askeri mahkeme ve hakimlerinin önüne çıkarttılar. Bu hâkimler ise, yüzde doksanı kendi vicdanlarına ve mevcud kanunların müeyyidelerine göre ha-

2192

reket ettiler. Bu hâkimler Nur talebelerinde ve Nur Risalelerinde hiç bir suç ile ilgilerini bulamayınca, hemen hemen her yerde masum Nur talebelerini serbest bıraktılar ve Nur Risalelerini sahiplerine iade ettiler. Sadece 2 Mayıs 1960 gününden, 30.12.960 gününe kadar yedi ay içinde kırkbir askeri ve sivil mahkemelerden beraet kararları sadır oldu. Yani bu adliyeler -Yassıada’da özel teşkil ettirilen vicdansız, Yahudî ruhlu mahkeme heyetinden başka- Milli Birlik Komitesinin emirleri doğrultusunda değil, adalet ve mevcud kanunların icabına göre hareket ettiler.

SİVAS KAMPI

Milli Birlik Komitesi denilen adamların bir zalimane icraatları da Sivas kampıdır. İnönü’nün işaret verdiği istikamette, 1960 yılı içinde Sivas vilayetinde bir esirler kampını açtılar(191) ve buraya Türkiye’den ve bilhassa Doğu vilayetlerinde meşhur din adamları veya şöhretli kişileri sebepsiz, kanunsuz bir şekilde, sırf ihtiyat namı altında alıp alıp getirdiler. Onlarca güya bu adamlar; İhtilalle gerçekleştirdikleri menfi yıkıcı icraatlarına engel teşkil edecek kişiler imişler de, memlekette herhangi bir karışıklık olmasın diye zalimane bir tedbirleri idi. Bu esirler kampında toplattırılan bu masum insanları aylarca sebebsiz durdurdular. Sonunda da “Bu bir şaka idi, kusura bakmayın” der gibi hepsini serbest bıraktılar.

NİHAYET KABİR CANAVARLIĞI

Her şey yapıldı, sözde her bir tedbir uygulandı, çok mühim bir şey daha vardı onlara göre… Bediüzzaman’ın kabrini gizlice yıkıp, na’şını Urfa’dan alıp, meçhul bir semte götürmek işi kalmıştı. Bunu da yapsalar, artık Türkiye’de sözde inkılablar adına büyük bir iş, bir başarı gerçekleştireceklerdi. Ondan sonra artık din namına hiç kimse bir şey diyemiyecek ve bir şey konuşamıyacaktı.

Milli Birlikçiler gizli gizli bu meseleyi de müzakereye aldı. Türkeş efendi de bunların içinde idi. Planlar düşünüldü, Urfa’dan belli bazı bedbaht insanlar tarafından da şikâyetler yazdırttırıldı. İhbarlar ettirildi.. ve nihayet planladıkları projenin tatbik safhasına gelinmişti. Plan şu idi: Konya daki Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecidin ağzıyla bir dilekçe yazdırılacak, ona imza ettirilecek ve bu dilekçe Türkiye siyasetinde hükmetmekte olan Milli Birlikçilere verilecek.. Bunlar da bu dilekçenin gereğini yerine getireceklerdi.

(191)Sivas kampından başka, bir kamp daha vardı. Balmumcu kampı… Burası DP İktidarı içinde brokrasi işlerinde vazife almış belli kimselerle doldurulmuştu.

2193

ZORAKİ DİLEKÇE VE MOLLA ABDÜLMECİD’İN HİKÂYESİ

1962’de bizzat Abdülmecid Efendi’yi Konya’daki evinde ziyaret ederek dinlemiştim. Evine bir arkadaşla, Hüsmen Hoca ile birlikte gitmiştik. “Urfalıyım” deyince, mübarek yaşlı, mahzun Molla Abdülmecid Efendi, ben hiç sormadan hikâyeyi tafsilâtıyla anlatmaya başlamıştı:

“1960 ihtilalinden iki, iki buçuk ay sonra idi. Bir gün eve iki sivil polis geldi: “Sizi vilayetten istiyorlar” dediler. Düşündüm, benim vilayetle ne işim var?.. Fakat gitmemezlik de yapamazdım. Kalktım, gittim. Konya Valisi makam odasında oturmuş bir kaç general vardı. Bunlar -sonradan öğrendim- Konya askeri valisi, Urfa askeri valisi General Necdet Yalçın, Isparta valisi ve zamanın kara kuvvetleri komutanı orgeneral Cemal Turaldı. Bana yer gösterdiler. Oturdum. Merhabalaşmalardan sonra, Cemal Tural söze başladı, dedi ki:

“Urfa’daki ağabeyin Said-i Nursî’nin mezarı başında çok izdihamlar, ayinler oluyormuş. Hükûmet bu işi hoş görmüyor. Buna dair Urfa’dan çok ihbarlar, şikâyetler geliyor. Bu arada ziyaretçi ismi altında başka ülkelerden casuslar da geliyor” dedi.. ve “Hülâsa: hükûmet, onun mezarını Urfa’dan kaldırmak istiyor, başka yere nakledecektir.” dedi.

“Fakat hükûmet bu işi yaparken kendi adına değil, senin adına, senin müracaatına bina edecek. Kanunda da yeri vardır. Bilmem hangi maddenin 14. bendi vardır. Bu maddeye istinaden senin adına bir müracaat dilekçesi hazırlanmıştır. Bunu imza edeceksiniz!.” dedi.

Ben: “Siz onu nereye götürseniz de aynı ziyaretçi izdihamı olacak. Yine her taraftan ziyaretçiler gelecek!..” dedim.

Cemal Tural: “Hükûmetin düşündüğü başkadır.. Lütfen imza edin!” dedi. Baktım ki, direnmelerim fuzulî olacak. Dilekçeyi bana her halukârda imza ettireceklerdir. Kalktım, imza ettim. Müsaade isteyip çıkacağım sırada, bana: “Evden uzağa ayrılmayın, seni yine çağırabiliriz.” dediler. Oradan ayrıldım, mahzun ve perişan bir şekilde eve döndüm”

URFA’DAKİ DURUM

Konya’da tertiplenen bu planlar ve işler olurken; Urfa’da da hazırlıklar başlanmıştı. Bir gün akşamdan itibaren Urfa’nın etrafına; belli noktalarına tanklar, zırhlı araçlar yerleştirilmiş, lazım gelen askerî tertibat alınmıştı. Şehrin içinde de, yatsıdan sonra belli bir cadde hariç halkın dolaşmasına izin verilmiyor.. hatta emniyet kuvvetleri olan polis ve bekçiler de karakollara hapsedilmiş gibi çıkıp dolaşmalarına izin verilmiyordu.. Her tarafta silahlı askerler, her köşede nöbetçiler, caddelerde de zırhlı araçlar…

Urfa hal-

2194

kı bu durumdan hiç bir şey anlamıyor.. Hatta Urfa’nın kalesine de askerler yerleştirilmiş, Dergâh camiinin etrafı zırhlı araçlarla kuşatılmış vaziyette.. O tarafa hiç kimse bırakılmıyor..

Takvim 11 Temmuz gecesi ve 12 Temmuz sabahı 1960-10 Muharrem 1380(192) aşure gününü gösteriyordu. Gece saat bir buçukda bir yüzbaşı nezaretinde evvela türbenin o zamanki itibarıyla batı tarafındaki mezarlığa bakan penceresinin demir parmaklıkları keskilerle kesiliyor ve oradan türbeye girilmiş rengi veriliyordu.

Aslında bu bir oyundu. Çünki aynı gece Urfa müftüsünü, Dergâh imamını ve müezzini de oraya getirmişlerdi. Yani normal olarak cami kapısını anahtarlarıyla açarak içeri girmişlerdi. Fakat öyle bir şekil vermişlerdi ki güya meçhul kimseler tarafından, arkadan mezarlığa bakan daracık üst penceresinden türbeye girilmiş ve na’ş kaçırılmış gibi…

Türbenin mermer taşları kırılırken; Urfa Müftüsü Eyyüp Sabri, Dergâh camii imamı Bahaeddin Hoca ve müezzin Durak da hazır bulunduklarına Bekçi Hanif Kaya şahidlik yapmaktadır. “Ben o saatte Dergâhın üst tarafındaki kayalık mağara gibi yerde oturmuş, manzarayı seyrediyordum” diyor.

Bazı rivayetlere göre, Üstad’ın -henüz kabri yıktırılmadan önce- mezkûr müftü, imam ve müezzinin ve bir de o sıra Dergâhın yanında otobüs garajını işleten alevi meşrepli Maksud Çavuş isminde biri varmış.. Bu adamlar birlikte “Bediüzzaman’ın türbesi başında Nur ayini yapılıyor” diye askerî hükûmete şikâyetlerde bulunmuşlarmış.

Eğer bu hadisenin aslı varsa, mutlaka, Üstad’ın kardeşi Abdülmecid Efendiye adı geçen zoraki dilekçe imza ettirildiği gibi, bunlara da icbar neticesinde imzalattırılmıştır sanırım. Yahut da mezkur adamlardan bazısının karakteri de o işe müsait gelmiş.

KABİR CANAVARLARI

Eski tarihlerde geceleyin mezar soyanlara “Nebbaş” diye ad koyarlarmış. Amma eskideki nebbaşlar sadece kabirdeki altın gibi eşyayı çalmak için o işi yaparlarmış. Fakat bizim resmî nebbaşlar, kabrin içinde ölü ile beraber gömülen eşyayı soymak ve çalmak değil, bizzat ölünün kendisini çalmak, cenazeyi kaçırmak şeklinde tarihlerde emsali olmıyan bir soygunculuk, bir nebbaşlık, bir kabir canavarlığı tarzında kendini göstermiştir.

(152) Hazret-i Üstad Urfa’nın Dergah toprağında miladî hesaba göre üç ay, ondokuz gün kalmış oluyor.Fakat hicrî takvime göre üç ay 22 gündür. Çünki 25 Marttan 11 Temmuz gecesine kadar tam yüz ondokuz gündür. A.B.

2195

KABİR NASIL YIKILDI?

Az ilerde nakledeceğimiz, aynı hadisede bulunmuş bir askerin ifadesine göre; masum erlerin eline keski ve çekiçler verilerek “Haydi kırın!..” diye emir vermiş subayları…

Erler gecenin sessizliğinden mübarek, muhterem ve masum kabrin mermerlerini çözmeye başlıyorlar. Kabrin içinden çıkartılan sandık, yer yer çürümüş olduğu için; yeni ve galvanizli bir saç sandık ve bir tutya tabut hazırlanmış getirilmişti.

N. Şahiner’in bizzat Muş’lu boksör Yusuf’tan dinleyerek naklettiğine göre, eskimiş ve çürümüş sandıktan çıkarılan cesed, hiç bozulmamıştı. Oraya getirilmiş bir sivil doktor, yeni sandığa konan Üstad’ın cesedini ilaçlıyor ve etrafına kepek sıkıştırıyormuş.

Başka bir rivayet

Urfalılardan bir çok kimsenin dilinde dolaşan ve fakat kesin bir şâhid ve müeyyideye dayandığını tesbit edemediğimiz bir rivayet şekli de: Kabri yıktırmak için getirilen erlerin başındaki yüzbaşı kabrin yıktırılması için emir vermiş. Erlerden birisi, bu işi kesinlikle yapmıyacağını ve yapamıyacağını söylemiş. Bunun üzerine yüzbaşı süngü ile o eri orada şehid ettiğini söylerler. Hatta Dergâhtan itibaren ta askeriye şehid mezarlığına kadar yer yer o sabah kanların damlamış olduğunun izlerini görenlerin de olduğunu söylerler.

KONYA’DAN URFA’YA GETİRİLEN ABDÜLMECİD EFENDİ

Urfa’ya nasıl getirildiğini de, bana yine o günü evinde ziyaretim esnasında anlatan Molla Abdülmecid Efendi, bu macera ve hikâyeyi de şöyle anlatıp tamamlamıştı:

“Konya’da vilayete çağrılarak, hazırlanmış dilekçeyi imza etme hadisesinden sonra evime dönmüştüm. Tenbih ettikleri şekilde evden ayrılmadım. Hep evde bulundum. Bir gün ikindi olmuştu, namazı kıldım. İki polis geldi, beni vilayete götürdüler. Ordan da Konya askeri hava meydanına götürüldüm. Uçağa bindirdiler. Benim tam yanıma Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Tural oturdu. Urfa valisi General Necdet Yalçın ile, Diyarbekir Kolordu kumandanı da uçağa bindiler. Uçak havalandı. Cemal Tural benimle konuşmak istiyor, elindeki haritaya bakarak: “İşte Hocam, şimdi falanca yerin veya vilayetin veya kazanın üstündeyiz” diyor ve bana karşı çok yumuşak ve mültefit davranıyordu.

Pervaneli uçakla Urfa’ya gelinceye kadar, vakit gece olmuştu. Araba ile askeri garnizona getirildim. Cemal Tural beni oradaki bir albaya teslim 2411 2412 ederek, istirahatim, yemek işi ve rahatça namaz kılmam için ona tenbihatta bulundu.

Biraz istirahat ettikten ve namazımı kıldıktan sonra, beni araba ile bir yere götürdüler. Gözlerim geceleyin iyi görmediği için, neresi idi bilemiyorum. Bir avlu, etrafı eyvanlarla çevrili, hanâ benzer bir yer idi. Orada bazı subay ve askerler de vardı. Bir sivil adam, bir tabuta kepek koyuyor, ilaçlıyordu.

O adam meğer doktormuş.

2196

2197

AĞABEYİN’DİR İSTERSEN BAK

Tabutu hazırlamakla meşgul olan sivil doktor ve oradaki subaylar bir ara bana: “İşte ağabeyinin na’şı, istersen bak!” dediler.

Ben parmağımla na’şe hafifçe bir dokunuverdim. Pamuk gibi yumuşak idi. Yüzünü açıp bakmadım, bakamadım… Ah! Ne için bakmadım?..

Tâbut kepeklendi, ilaçlandı ve bitti. Kapağını kapayıp iyice lehimlediler. Benim Konya’da imza edip teslim ettiğim dilekçeyi de şeffaf bir mika içine konulmuş olarak tabuta astılar.. Ve tabutu askerler omuzuna alıp kapıda bekliyen askeri bir cemseye koydular. Beni şoför mahalline aldılar. Urfa tayyare meydanına geldik. 

TABUT UÇAĞA SIĞMAYINCA

Tabutu uçağa koymak için harekete geçildi. Fakat mevcud uçağın kapısı dar olduğundan, ne yaptılarsa tabut ve sandık içeri girmedi. Bu duruma çok hiddetlenen Cemal Tural: “Neden bu işin hesabını kitabını yapmadan hareket ediyorlar? Neden sandığa Tabuta- göre bir uçak getirmiyorlar?.. diyerek bağırdı, çağırdı. Emir verdi: “Acele bir ikinci büyük uçak gelsin!.” dedi. Urfa Tayyare meydanında, Cemal Tural ve birkaç yüksek rütbeli subaylarla bekledik.

BİR ALBAY’IN BİLGİÇLİK TASLAMASI

Biz meydanda gelecek ikinci uçağı beklerken, albayın birisi bilgiçlikler taslayarak, Üstad aleyhinde ileri geri konuşmaya başladı. Ben de cevab vermeye çalıştım. Konuşmamızı duyan Cemal Tural, albaya hiddetle bağırdı: Bu şeylerin şimdi sırası mı? Adamcağız ölmüş gitmiştir. Şimdi buradaki kardeşinin zaten acısı ve kederi kendisine yetmektedir.. Ne istiyorsunuz adamdan?..” diyerek o albayı susturdu.

İKİNCİ UÇAK ÇOK GEÇ GELDİ

Beklediğimiz ikinci uçak çok geç geldi. Cemal Tural bağırıp duruyordu. Nihayet uçak geldi. Amma zaman kuşluk vakti olmuştu. Gelen uçak büyük idi. Tabutun bir tarafını bizzat Cemal Tural tutarak, uçağa yerleştirdiler ve havalandık. Tahminime göre altı yedi saat bir yolculuk sürdü, ikindiye yakın bir zamanda Afyon’a indik. Tabii oranın Afyon olduğunu kendileri söylemişlerdi.

AFYON’DAN SONRAKİ YOLCULUK

Uçağımız Afyon’a indikten sonra, tabutu çıkarttılar, askeri bir kamyonete yerleştirdiler. Ben de yine şoför mahalline bindim. Arkamızda da bir

2198

iki jeep ve kamyonetler dizildi. Yola koyulduk. Dağlık bir bölge idi. Nereye gittiğimizi, hangi tarafa gittiğimizi bilmiyordum, sormuyordum da… Adeta bu durumlar karşısında şaşkın bir durumda idim.

Gitgide tahminen yedi saat kadar gittik, gecenin geç saatlerinde bir yere vardık, orada durdular. Durduğumuz yerde bir kaç er ve astsubaylar vardı. Bir kabri kazmış bizi bekliyorlarmış. Hemen acele, acele tabutu indirdiler ve o hazır kabre koydular, üstünü toprakladılar. Onlar bu işle meşgul iken, ben sağa sola baktım, gözlerim iyi görmemekle beraber, orası bir dağın yamacına benziyordu. Bir metre kadar yükseklikte olan bir sur etrafında vardı. Surun üstüne çıktım, etrafıma baktım, hiç bir ışık görünmüyordu. Her taraf kapkaranlıktı.

Tabutu gömdüler. İş bitti. Bir astsubay bana: “Hocam, siz bu gece burada mı kalmak istersiniz, yoksa evinize mi dönmek istersiniz” dedi.

Ben düşündüm, burada kalıp da ne yapayım? dedim: “Eğer beni evime gönderirseniz evime gitmek isterim”. Ah niye kalmadım?.. Belki kalmış olsaydım, hiç olmazsa o yeri tanımış olurdum!

Astsubay: “Peki hemen sizi gönderelim.” dedi. Az sonra siyah bir otomobil geldi. Şoförü askerdi. Bindim ve yürüdü.

BU IŞIKLAR NERENİN?

Siyah otomobille tahminen bir, birbuçuk saat kadar gittikten sonra, ışıkları yanan bir şehre yaklaştık. Şoföre sordum, “Bu ışıklar nerenin? Burası hangi şehir oğlum” dedim.

Asker: “Burası Eğridir efendim” diye cevab verdi. Böylece yolumuza devam ettik. Sabahleyin saat sekiz dokuz sıralarında Konya’ya evime dönmüş oldum.(193)”

Bu konuda bir rivayet daha vardır. Oda şöyledir:

O sıra Urfa Jandarma Alayında askerliğini yapmakta olan, Kayseri Sarıoğlan küpeli köyünden Mehmet Adıgüzel (Şimdi halen Almanya Berlinde işçi) yine Berlinde Türk işçisi Arslan Taş Hocaya demiştirki:

“Ben o gece nizamiyede nöbetçi idim. Bazı arkadaşlarımızı Türbeyi açtırmak için götürmüşlerdi. Sonra tabutun içinde bulunduğu kamyonet yanımızdan geçip gitti. O gece askerler arasında dolaşan fısıltı ise, Said-i Nursinin na’şının Urfadan götürülmediği ve Urfanın bir başka yerine gömüldüğü tarzında idi.”

İşte kabir canavarlarının gece soygunculuk hikâyeleri ve işte Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’nin meçhul olan mezarı ve macerası bundan ibârettir.

(193)N.Şahiner, Muzaffer Aslan kanalıyla Molla Abdülmecid Efendi’den yaptığı nakil ve rivavet ile, bizim bizzat ve şahsen dinlediğimizin arasında mühim noktalarda bazı farklar ve muhalefetler vardır. Amma meselenin aslı ve kökeninde müttefikiz. A.B.

2199

KABİR MEÇHÛL MÜ KALACAK?

Bu kabir, acaba bir gün gelir bu meçhullükten ve gizlilikten çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır, bilemiyoruz. Amma çıksın çıkmasın, hakikat da fazla mühim değildir. Çünki bu kabir sahibi olan o Hazretin kendi sağlığında buyurduğu gibi “Nerede olursa olsun, okunan fatihalar ervaha gider” yanına gitmek şart değildir.

Evet, kabir, insanın hatırasının’bir alametidir, bir nişanıdır. Bir tekrim remzidir. Yoksa kabir ile fazla bir işimiz yoktur. Onun bize bıraktığı mukaddes yadigârı olan Kur’anın tefsiri, hakikatlarının şârihi muazzam, bâkî ve ebedî Risale-i Nur eserleri vardır. Onun müellifi olan Hazret-i Üstad Bediüzzaman, bu eserlerin satırları arasındadır. Satırları arasında olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. öyle ise, onunla her zaman görüşüyor ve dersimizi alıyoruz, Elhamdülillah!..

RİSALE-İ NUR VE NUR TALEBELERİ ALEYHİNDE DÜZENLENEN KANPANYALI TAARRUZLAR

27 Mayıs ihtilalinden hemen sonra, Nur talebelerine ve Risale-i Nur eserlerine karşı yapılan zulümlü tecavüz ve taarruzların genel haritasına dair bir ta’rifeye az üstte kısacık temas edildi.

Bunun dışında olarak; 10 Kasım 1961’de İnönü’nün Başbakanlığında ve ihtilal gölgesinde kurulan kabine ile birlikte, Nur talebeleri aleyhine planlar düzenlenmeye başlandı.

1962 başlarında ilk iş olarak, Türkiye’deki Nur talebelerinin sayısını tesbit etmek oldu. Her yerden raporlar istendi. Toplanan raporların neticesi İnönü’yü çok şaşırtmıştı. Çünki gelen raporlarda, Türkiye’de Nurcuların sayısı beş milyon olarak gösterilmekteydi. Bunların fedaî kısmı ise, yediyüz bin!..

Bunun üzerine müzakereler başlandı “Ne yapalım, ne edelim?” diye.. Günlerce, belki aylarca müzakereler yapıldı.

Bir fikir: “Nurcuların umum ele başlarını çeşitli bahanelerle kamplara dolduralım” şeklinde idi(194).

Fakat bu iş, pek kolay olmıyacaktı. Bu fikir tezine karşı çıkanlar oldu. Çünki Türkiye’de demokrasi diye bir şeylerden söz ediliyordu artık… Nato’ya bağılılıktan da dem vuruluyordu…

(194) İhtilal başlarında bu fikir Cemal Gürsel’den şöyle geliyordu: “Bütün yobazları (yani Nurcuları) kamplara dolduralım.”

2200

Netice-i karar:

“Risale-i Nur ve Nur talebeleri aleyhinde neşriyat yapalım, iftiralar yağdıralım. Bediüzzaman’ın manevî şahsiyetini halk nazarında çürütmeye matuf yalanlar uyduralım” planı ve kararı üzerine ittifak sağlandı.

Emekli General Saadettin Evrin bu işin koordinesiyle vazifelendirildi. İlahiyat fakültesinden de bir doçent ve bir asistan ayarlandı. Her çeşit plan ve projeler -İlahiyat fakültesi merkez olarak seçilecek- orada yürütülecekti. Diyanete mensub bir vaiz de bu işin içine alındı.

Merkezi Ankara olmak üzere, taşra işini yürütecek ve destek sağlıyacak belli bazı şahsiyetler de ayarlandı. İzmir’de bir doktor, İstanbul Hukuk Fakültesinde bir asistan ve Şark bölgesinde de bir general vazifelendirildi.İsimlerini yazmadığımız şahısların tek tek isim ve ünvanları ve yaptıkları faaliyet ve proğram işleri, tamamen merhum Eşref Edip’in 1964’de kaleme alıp neşrettiği “Risale-i Nur muarızı yazarların isnadları hakkında ilmî bir tahlil” adlı kitabında mevcuttur, görülebilir.

Saadettin Evrin Paşa o sıra aynı zamanda Diyanet Reisi baş muavinidir.

KAMPANYA BAŞLIYOR

Saadettin Evrin Paşa’nın başkanlığnndaki heyet, ilahiyat fakültesinde hazırladıkları sahte bir broşürü, Saadettin Evrin ile CHP’li devlet bakanı tarafından o zaman Diyanet reisi Muhterem Hasan Hüsnü Erdem Hocaya da imza ettirmek üzere kendisine gittiler.

Hadise şöyle cereyan etti: Saadettin Evrin Paşa ile mezkûr Devlet Bakanı, Diyanet Reisi Hasan Hüsnü Efendi’ye o sahte ve ma’hud broşürü götürüyorlar. “Bunu imza et!” diyorlar.

Reis Hasan Hüsnü Erdem, öylesine sahte ve kabih ve rezil bir şeye imza atamıyacağını, çünkü o tarihe kadar Diyanet riyaseti camiası olarak Risale-i Nur hakkında bir çok müsbet raporlar verdiğini ve bu raporların bazılarına kendisinin de imzasını attığını, bu yüzden böyle bir şeye imza atmak demek, Diyanet Riyasetinin âlemde rezil olmak demek olacağını söyliyerek, imza etmekten imtina’ edince, bu defa Hasan Hüsnü Efendi istifaya zorlandı ve istifa etti.

Nihayet kimseye imza ettiremedikleri o sahte ve rezil büroşür, imzasız olarak neşredildi. İsmi ve cismi olmıyan hayalî bir matbaanın ismi de verilerek yayınlandı. Hem de binlerce insanın adreslerine bedava yollandı. Bize de gelmişti o sahte broşür… onu kim gördü ise, görür görmez sahte olduğuna ve dinsizlerin bir iftirası olduğuna hemen kanaat getirdi. Bu ma’hud müfteri broşür zerrece Risale-i Nura menfi cihette te’sir etmediği gibi, onu

2201 

neşredenleri dünyada da rezil ve perişan etti. Hatta neşrettiklerine pişman etti. Çünki bu broşür, tek-tek ilmi izahlarla iftiralarını ilmen çürüten cevablar verildiği gibi, Risale-i Nuru daha da çok parlattı. Her taraftan nazar-ı dikkat risaleye çevrildi. Merakların tahrikine vesile oldu.

Çok kısaca temas ettiğimiz bu ma’hud plan, fakat son derece ahmakane ve rezilce olan hadisenin detaylarını, merhum Eşref Edip Fergan’ın kaleme alıp 1964’de neşrettiği yüz on iki sahifelik “Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi Bir Tahlil” adlı kitabına havale ederek burada uzun tafsilattan sarf-ı nazar ettik.

Bu kitapta, yani Eşref Edibin cevab olarak yazdığı mezkûr kitapta, o ma’hud iftira kampanyasına dahil olanların tek tek isim ve ünvanları, yaptıkları iftira ve yalanların şekil ve mahiyeti.. ve o iftiralı isnadların tümüyle baştan sona kadar yalan ve iftira olduğunu tarihiyle zamanıyla, vesika ve belgeleriyle ispat edilmiştir. Biz de ona havale ediyoruz.

TAHRİF TERANESİ VE MENŞEİ

Risale-i Nurların te’lif, tertip, tanzim ve tasnifine ait mevzuu Üstad’ın Barla hayatı kısmında, yaptığımız araştırma ve sunduğumuz belgeler gibi, binler delil ve bürhanlarla Risale-i Nurun harika bir eser olduğu ve Kur’anın malı olarak onun mertebe-i arşiyesinden inen ilhamlar olup, Kur’an’a ayine olduğu şeksiz ve muhakkak ispat edilmiştir. Dünyanın ilim ve irfan sahasından bir güneş gibi doğan Nur Risalelerinin dünya çapındaki azametli intişarı ve harikulade fütûhat ve tesiratı karşısında, ilim ve akıl meydanında zillet ve mağlubiyete düçan olan denî ve rezil ehl-i dalalet, Nurun bu harika te’sir ve intişarını engellemek, durdurmak veya hiç olmazsa bulandırmak için her bir denî çareye, her bir alçaklığa ve her bir rezil iftiraya tevessül edegeldikleri hadiseler ve delillerle ortaya çıkmış ve ispat edilmiştir.

Nurun ilk zuhûr günlerinden ta günümüze kadar hep hükûmetleri iğfal etmek suretiyle, onun kuvvetini engellemek için, kanunların lastikli ve eğilimli ve esnek taraflarını istimal ile, Nur müellifini ve fedakâr sadık kahraman talebelerini defalarca hapislere, zindanlara tıktılar. Fakat o cihetteki planlarından hiç bir şey elde edemedikleri gibi, Nurların parlamasına ve daha çok duyulmasına ve intişarına sebebiyet verdiler. Sadece Hazret-i Bediüzzaman’ın sağlığında cereyan eden üç büyük mahkeme hadisesiyle, her defasında da idam planları doğrultusunda, her türlü ifsadlar uygulanmak suretiyle, memleketi velvelelerle şaşırtarak, masum Nur müellifini ve mazlum Nur talebelerini aylarca, senelerce karanlık zindanlarda bıraktırdılar. Fakat Nur, üflenmekle sönmediği, bil’akis parlamasına vesile olduğu için,

2202

tüm planları suya düştü ve boşa gitti. Böylece 1949’lara kadar Nur müellifi için çeşitli imha planlarını denediler. Su-i kasdler, zehirler, şeni’ iftiralar vesaire vesaireler.. Bunlar tek tek bu kitapta vesikalarıyla ispat edilmiştir.

1950’den sonra ise; tarikatçılık, siyasetçilik ve irtica’ gibi iftiralara başladılar, herzeler kustular. Tekrar-betekrar hükûmetlerin evhamını tahrik etmeye ve kanunların lastikli tarafını işlettirmeye ve iliştirmeye çalıştılar. Demokrasiyi hazmedemiyen kimseler, eski diktatörlüklerini elden kaçırdıkları için durmadılar, durmadılar… Demokratların siyasî zaafiyetlerinden istifade edebildiler. Yine baskınlar, yine taharriler ve yine hapisler ve Hazret-i Üstad’ın şahsına da yine zehirler, yine ihanetler peşpeşe devam etti.

Bütün bunlar yapıldı ve yapılıyordu ve halen de yapılmaktadır. Amma, Nur müellifi Hazret-i Bediüzzaman o zamanlar hayatta olduğu için, meşhur bazı din alimleri adına iftiralı neşriyatlar, broşürler, sahte reddiyeler ve nihayet Risale-i Nur aleyhinde o çok rezil “tahrif” bühtanları yapılamıyordu ve yapamıyorlardı.

Çünki Hazret-i Bediüzzaman hayattaydı, cevab verecekti. Âleme rezil olacaklarını biliyorlardı. Lâkin vakta ki Nur müellifi Bediüzzaman dünyadan göçtü, meydanı artık boş ve iftira mekanizmasına müsaid zanneden habis ve rezil din düşmanları, planlamakta oldukları diğer noktalardan da harekete geçtiler. Bu defa Risale-i Nur eserlerinin tahrifleri mevzuunda gizli gizli iftiralar hazırlamaya koyuldular… Amma Kur’anı inzal eden Rabbimiz kıyamete kadar onu koruyacağını da taahhüd-ü Rabbanisi altında bulunduracağını ferman buyurmuştur. Elbette Kur’anın en hakikatlı manevi bir tefsiri ve onun ayrılmaz, infikâk etmez bir çeşit cüz’ü ve hakikatlarının ayinesi olan Risale-i Nurları da elbetteki muhafaza edecekti ve etmiştir. Dalalet. ehli olan münafık alçaklar 1964’lerde giriştikleri iftira ve bühtan kampanyalarını nasılki tersine dönderdi, müfterileri dünyada da hemen ve der-akab rezil etti ve onları sahtekârlıkla, iftirakârlıkla âleme teşhir etti. 1962’den 1964’lere kadar gizli bir plan dahilinde hazırlayıp neşrettikleri o sahte broşürlerinde, gerek merhum eski Şeyh-ül İslamımız Mustafa Sabri adına, gerekse Irak reis-i uleması merhum Emced Zühavi adına düzenledikleri kapkara iftiraları, bir kara çamur lekesi gibi yüzlerine çarptırıldı ve hakeza…

BAŞKA OYUN

Evet 1962-1964’lerde gizli planlar neticesinde düzenlenmiş o kapkara ve câhilane iftira ve tezvirleri tutamayınca, bu defa başka yollarla sinsi diğer bazı planlar düşündüler ve gizli faaliyet işine girdiler. Şöyle ki: O tarihten itibaren 1964’lerden sonra, iki tane şeytanî metod uygulamaya başladılar. Onun eseri maalesef halen de devam etmektedir.

2203

Birinci Metod: Hazret-i Üstad’ın nasıl ki sağlığında da -Bilhassa hapishanelerde- bazı meşreb ve görüş ayrılıklarını körüklemişlerse, 1964’lerden sonra yine aynı metod üzerinde kesif bir faaliyet içine girerek, Nur talebelerinin arasına ihtilaflar sokmak için bir çok yol ve vesileler bulabildiler. Bu yollardan birisi: Nur hizmetinin ve Nur neşriyatının çeşitli şekil ve yollarla olabilen ve hepisi de hak ve doğru olan görüş ayrılıklarını tahrik etmek, münakaşalar çıkartmak ve birbirlerini tenkid ettirmek…

Diğeri de: Siyasi mes’elelerde, çeşitli partiler kanalıyla tarafgirlik hislerini tahrik etmekle ihtilaf çıkartmak.. hatta bu vesileyle birbirleri hakkında çok kötü zanlara vardırmak.. Hatta hatta ırkî mes’elelere de bunu sıçratmak için çalıştıkları tahakkuk etmiş.

Bu metodlarda, zahir nazarda bir derece muvaffak gibi oldularsa da, hakikatta muvaffak değil, bil’akis yine Risale-i Nurun hizmeti lehinde Nurun hizmeti çeşitli sahalarda bir nevi memduh olan müsabaka keyfiyetini alarak, parlamasına, genişlemesine ve umumileşmesine vesile oldular. Her ne kadar Nur talebelerinin en küçük bir ihtilafları bir cihette Risale-i Nurun hizmetine zarardır ve şahıslarına da büyük vebaldir. Lâkin arzettiğimiz gibi, bu nisbeten küçük zararlar, hizmetin faaliyet sahasını genişlendirdiği için zararından çok, faydalar getirmiştir.

İkinci ve En Sinsi Metod: Hazret-i Üstad’ın vefatından yaklaşık on-on beş yıl sonra ortaya bir “TAHRİF” teranesini attırmak suretiyle, işaasına çalışmışlardır. Bu planda çok ustaca davranmak istediler. Bizzat kendileri perde üstünde hiç görünmediler. İzleri de görülmedi. Amma Risale-i Nurlarla alakadar bazı insanları -gayr-i şuuri olarak- bu işte çalıştırmaya muvaffak gibi oldular. Nur Risalelerinin bazı nüsha farklarını göstererek “İşte Hazret-i Üstadın vefatından sonra bunlar tahrif edilmiştir.” şeklinde sinsî ,ama çok acemîce ve asılsız, gayr-i ilmî ve belahetli bir iftirayı körüklemeye koyuldular.

Daha sonraları bu meseleyi siyasî tarafgirlikler alanına götürdüler. Siyasi ihtiras ve intikam hırsları da orada buna inzimam etti. Bazı siyasi ve tarafgir gazetelerle, çok vicdansızcasına bu asılsız meseleyi işaaya çalıştılar. Kendi siyasi tarafdarı olmayan bazı kimselerin zahiren ellerindeki Nur neşriyatını; kendi intikam ve ihtiras hislerine vasıta ederek bu şahısları kötülemek içinde ve Risale-i Nura da dil uzattılar, durmadan kurcaladılar.

Geçmiş, olmuş.. Ve bitmiş olan şeyler, olmuş ve bitmiştir. Nur talebelerinden işin içinde ve Nur neşriyatının ortasında ve Üstad’la beraber yaşamış ve Üstad’ın tarz-ı tasarruflarını görmüş ve hatta Üstad’dan bazı izinler hak etmiş bazı kâmil zatlar, bu dedikodulara ve bu iftiralara -hakikatı hakkalyakin bildikleri için- fazla ehemmiyet vermediler, üzerinde de durmadılar. Hususî ve kısa ve umumî bazı cevablar vermekle yetindiler.

2204

TAHRİF TERANESİNİN BİR HAKİKATI VAR MIDIR?

Evet, acaba hakikatta ve vaki’de şu tahrif teranesinin arkasındaki adamların, akıl ve ilim ve hakikat ve vicdan dünyasında ve maddi gerçek âlemde hakikat olarak bir dayanakları ve tutunacak bir mesnedleri var mıdır? Ve hem neden bir kısım dindar ve ehl-i iman zatlar dahi bir basit siyaset hissi veya intikam tarafgirliği ile, bu meselenin körüklenmesinde, işaa edilmesinde alet edildiler. Belki de ön ayak oldular.. Ayrıca neden hizmet ehli Nur talebeleri bazı zatlar da, bu bedbahtların elindeki çok gayr i ilmî ve ciddilikten fersah fersah uzak hezeyanlı iftiralarına kapılıp takıldılar? Acaba o hezeyanların bir hakikat tarafı var mıdır?.. Ve hakeza bu gibi istifhamların halli için bu meselede derin bir araştırma yaparak, hakikatı olduğu gibi ortaya koymanın artık zamanı gelmiş, geçmiştir sanıyorum. Biz de Allah’dan tevfik istiyerek; Nurların te’lif, tertip, tasnif ve neşriyatını Barla hayatı faslında genişçe ele aldık..ve:

TAHRİF TERANESİNİN MENŞE’İ

İslâm tarihini tedkik edenlerin malumudur ki; bu tahrif iftirası en başta Allah’ın ezelî kelamı ve kıyamete kadar Allah’ın muhafaza ve himayesinde olacağı yine Allah’ın o kelamıyla mübeyyen olan.. Ve umum Müslümanların ve İslâm dininin en birinci ve en kudsî kaynağı, rehberi, mercii olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan hakkında da olmuştur, hatta ola gelmektedir de, şöyle ki:

Kur’an’ın nüzulü tamam olduktan ve sûrelerinin tamamı vahyin emriyle yerli yerine dizildikten sonra, Kur’anın tercüman-ı zişanı vefat etti. Bir müddet sonra, şimdi Risale-i Nurlar hakkında yapılmış ve yapılmakta olan tahrif iftirasi nev’inden; Kur’anın sûre ve ayetleri hakkında da aşağn yukarı aynı tarz ve aynı metod ve aynı manada tahrif işaası yapıldı. Bu mesele İslâm ümmetinin en mukaddes kitabı olan Kur’an hakkında.. ve birde bakıyoruz ki, bu asırda şimdi de onun i’cazının bir lem’ası olan Risale-i Nur hakkında hususi şekilde işaa edilen tahrif iftiraları, elbette belli bir kasıd, muayyen bir çevre, ve mazisi eski olan o çevrenin içinde rol oynayan Yahudî komitesinin habis planlarından geldiğine sarahat kazandığına inanıyoruz.

Bu mevzuda meseleyi kökten ve menşeinden alarak girmek isterdim. Hususî olarak onu kendim için yaptım, hazırladım. Yani Kur’an hakkında vuku’ bulmuş tahrif teranesinin menşeini araştırarak nereden ve kimlerden geldiğini, İslâm tarihi adına yazılan sahih kitapların mehazlerini vererek herkese de açıklamak isterdik.Lâkin mesele nazik ve hassas bir mesele olduğu için, belki avam-ı ehl-i imana zararları olabilir düşüncesiyle, Kur’an hakkındaki o işaaların menşe’ ve me’hazlerini ilan etmekten sarf-ı nazar ettik. Yalnız bir kaç kitabın ismini vererek kısa keseceğiz.

2205

Tarih-i İbn-i Haldun, Kitab-ül fasli vel milel vel ehvai ven nihal, Kitabül milel ve-nnihal eserlerine ve bu asırda da Seyyid Muhibbüd-din Hatib’in “El-Hutut-uİ-âridah, lil üsüsilleti kame aleyha din-üş-şia” eseriyle;Şah Abdülaziz gulam hakimî, Mustafa Talip Göngörge’nin “Humeyni ve İslâm” adlı eserine ve Mevlana Ebül-hasan En Nedvinin “Sûretat-ı mutedadetami” eserine havale ediyor ve kısa kesiyoruz.

RİSALE-İ NUR VE TAHRİF TERANESİ MESELESİNE GELİNCE

Bu meseleyi de Kur’an’ın meselesi gibi kökten alarak, derinlemesine tahkik için Risale-i Nurların ilk te’lif şekline, istinsah keyfiyetine ve tekemmül safhalarına.. ve sonra mecmualar halinde intişarına, daha sonra da yeni yazı ile matbaalarda tab’edilip matbuat âleminde intişar keyfiyetine bakmak ve incelemek gerekmektedir. Ancak bütün bu hususlar hem yer yer bu kitapta, hem de ayrıca da bu meseleye cevab olarak hazırladığımız “Risale-i Nurun Neşir Tarihçesi” kitabcığında ispatlı şekilde ele alınıp tahlil edildiğinden, bunlara havale ederek burada tafsilata girişmiyeceğiz.

Bizce kesin hakikatlardandır ki; bu meseleyi bu sıralarda ele alıp asılsız şekilde işaaya çalışanların, menşe itibarıyla şimdiki âlemde muvaffak gibi görünen o menşe’in yâni, Kuran için tahrif iftirasını irtikab edenlerin kökeninin, tevarüs eden silsilesi içinde cereyan edip gelen zihniyetin âlemde estirdiği siyaset rüzgârına kapılanlardan geldiği kesinlik kazanmıştır. Tezahürler de bunu böyle göstermektedir.

Bu hususta da neşretmeyi düşündüğümüz genişçe araştırma ve tahlillerden sarf-ı nazar ederek, sadece tahrif teranecilerinin dillerine doladıkları bir kaç gülünç örneğini arzetmekle iktifa edeceğiz:

“Tâhrif” mefhumunun lügat kitaplarından fehmedilen bilgiye göre: “Bir ibarenin tüm harf ve kelimelerini tağyir ve takdim ve te’hir ile ibareyi sakatlandırmaktır.(195)”

Bu manaya göre, kasden bir ibareyi bozmak niyetiyle, manayı maksud ve murad mecrasından çevirip, başka bir mecraya çevirmekten ibarettir. Buda bır başkası tarafından müellifin izin ve rızası olmadığı halde bir tasarrufdur. O ise ki üzerinde olduğumuz mevzu daha başka çeşittir. İleri sürülmüş meselede ne bir -haşa- kasden bir bozma niyeti ve hareketi vardır. Ne de bir ibarenin harf ve kelimelerinde oynamak suretinde murad ve maksud manasından çevirme ameliyesi söz konusudur.

(195)Kamus-u Türkî S: 25

2206

BİR MA’ZERET NOTU:

Tarihçemizin ilk baskısında tahrif teranesinin gülünç bazı misalleri üç sahife içinde verilmişti. Fakat bu baskıda, o gülünç ve mide bulandırıcı misallerin tasvirlerini yeniden nazara vermenin fayda yerine, bazı zihnî zararlara bâdî olacağını düşünerek neşirden kaldırdık. Özür dileriz.

 

VE BİR DE SADELEŞTİRME MEVZU’U

(SADELEŞTİRME, ASRÎ BİR TAHRİFTİR)

Gerek sadeleştirme mevzuu hakkında, gerekse şerh ve izah hususunda ve gerekse de, Nurun hâs tarzı olan neşriyat meslesinde, eskiden, bir-iki kitap ve bir kaç makale neşretmiştik.”Siyaset-Neşriyat, şerh ve izah meseleleri “ve “ Risale-i Nurun Neşir tarihçesi” adlı kitaplar 1979 ve 1987 tarihlerinde Timaş ve Envar’ da yayınladı. Ayrıca, aynı mevzu’da birkaç makalemizde, Yeni Asya ve Yeni Nesil gazetelerinde neşredildi.

Mesele, Risale-i Nur canibinden tamamıyla aydınlanmış ve bitmiş iken, sadeleştirme meraklılarının fikirlerinden vazgeçmedikleri öğrenilmiştir. Bütün ispatlı ve müdellel vesika ve belgelere rağmen, sadeleştirme denilen asrî tahrifi yürütmeye niyetli kimselere karşı yeniden aynı meseleye eğilme ihtiyacını duyduk. Bu defa meseleyi daha vâzıh ve derli-toplu ve net şekilde aksettirmenin zaruretine kani’ olduk.Bu yazımız -inşaallah vicdan ve feraset ehli yanında makbul sayılacak ve hakikat noktasında bir tahrif olan sadeleştirmeye imkan vermiyeceklerdir. Aksi halde sadeleştirme denilen tahrif, Risale-i Nura layık görülürse, ta kıyamete kadar dedi kodular ve fitnelerin yayılıp çoğalması derkârdır.İnşaallah öyle olmıyacaktır.

MEVZUYA GİRİYORUZ

Bir taraftan “Risale-i Nurda tahrifat var” diye zihinleri bulandırmak için sinsi taaruzlar olurken, öbür tarafta asıl tahrifat olan ”Sadeleştirme denilen sinsi planlar düşünülmekte idi. Bilmiyorum dış görünüşü ile bu ayrı ayrı gibi olan iki müşterek hedefli gurubun menşei birmi yoksa?..

Evet, sadeleştirme tabiri veya fiili zahirde sırıtma gibi sun’i bir gülümseme gösterirsede, hakikatta asıl tahrifin ta kendisidir.Hem sadeleştirme işi bir tercümede değildir.(1) Ya da, bir şerh, izah ve tefsiride değildir.Zira, tercümenin, şerhin, izah ve tefsirin kanun ve kaideleri bellidir.Bindörtyüz se

(1) Çünki tercüme bir lisanda te’lif edilmiş bir eserin, tamamen başka olan diğer bir lisana zaruret ve mecburiyet tahtında çevirilen bir ameliyedir. O durumda üslûp ve elfaz bir nevi feda edilir.

2207

nedir İslam âleminde kökleşmiş olan o belli kaideler,adeta değişmez muhkem asıllar hükmünü almıştır. Ayrıca sadeleştirme işi Türkiyeden başka dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir milletinde ve lisanında yoktur ve görülmemiştir.

Şimdi,Risale-i Nurlar hakkında sadeleştirme tahrifini düşünenlerin, onun etrafındeki üç büyük kudsî hukukun kalın surlarını tecavüz etmekte olduklarını ispat etmeğe çalışacağız.

BİRİNCİ HUKUK SURU:

Risale-i Nur’un Kur’an’a mensubiyeti ve onun mertebe-i arşiyesinden nüzûl eden hâs ve berrak bir ilham eseri oluşu.. ve Kur’anın imanî hakikatlarını en bariz ve en halis ve en mukni’ şekilde aksettiren nurlu bir ayinesi olması cihetidir.. ve bu cihet, Hazret-i müellif tarafından aynı tarz ifadelerle çok defalar risalelerde dile getirilmiştir.Bu husus Risale-i Nurları okumuş herkesin malumudur. İşte Cenab-ı müellif hazretleri Risale-i Nurun mahiyetini o gibi samimi ifadelerle ta’bir ve etmiş olmasıyla;herhalde bir donuk gösteriş, yada resmî bir alayış için değildir. Belki mutlaka ve herhalde bir derin,ulvî ve sırlı bir hakikat ve mahiyeti ifade ve tarif içindir.

İşte, Hazret-i müellif tarafından Nur risalelerinin bir çok yerlerinde,Nurlar hakkında çekinmeden izah eylediği hakikatlı beyan ve senakârane ifadelerinden nümune için bir kaç pasaj arz etmek istiyoruz.

Birincisi: “Risale-i Nur İsmi A’zam cilvsiyle ve ism-i Rahim ve Hakîmin tecellisiyle zuhur ettiğinden; imtiyazlı hassası Allah ü Ekberden iktibasen celal ve kibriya.. Ve BismillahirRahmanirRahimden istifazaten rahmet ve şefkat.. Ve

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır…” (Şua’lar S:734)

İkincisi: “Risale-i Nur Esma-i Hüsna içinde İsm-i Nur, İsm-i Hakim ve İsm-i Bedii’in mazharıdır. Zahirinde tarz-ı beyanında ism-i Bedii’in cilvesi görünüyor.”(Osmanlıca Sikke-i tasdik S:111)

Üçüncüsü: “..İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki:

( تَنزِيلُ الْكِتَابِ ) cümlesinin sarih bir manası Asrı Saadet’te vahy suretiyle kitab-ı mübinin nüzûlü olduğu gibi; manay-i işarisiylede, her asırda o kitab-ı mübinin mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarikiyle onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şâkirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harimine bir hususî iltifat ile alıyor.” (Şua’lar S:711)

Dördüncü:“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’anın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i İ’caz-ı manevisi ve o bah-

2208

rin bir reşhası ve o güneşin bir şua’ı ve ma’den-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan;onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek, Kur’anın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nurun meziyetini beyan etmekliği hak iktiza eder ve hakikat ister. Kur’an izin verir…”(Şualar S:686)

Beşincisi: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَاهُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ Şu ayet-i azime sarihan asr-ı saadette nüzûl-u Kur’an’a baktığı gibi; sair asırlara dahi ma’ana-yi işarisi ile bakar ve Kur’an’ın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder.İşte doğrudan doğruya Tabib-i kulûb olan Kur’an-ı hakimin feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risale-i Nur benim çok tecrübelerimle umum manevî dertlerime şifa olduğu gibi, Risail-i Nur şakirtleri dahi tecrübeleri ile beni tasdik ediyorlar…”(Şualar S:706)

Altıncısı:“O tevafuk remz ederki :Bu asırda Resail-i Nur denilen otuzüç Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuzbir adet lem’alar,bu zamanda kitab-ı mübindeki ayetlerin ayetleridir. Yani, hakaikinin alametleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır..Ve o ayetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.. Ve “Tilke”kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden, böyle işarete layık delillerdir.” (Şualar S:709)

Yedicisi :Hem Risale-i Nur zahiren benim eserim olarak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’anın bir tefsiri ve Kur’andan mülhem bir tecüman-ı hakikisi ve imanın hüccetleri ve dellalı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum.” (Şualar S:727)

İşte Risale-i Nur’un ulviyeti, küdsiyeti ve bir nevi i’cazdarlığı hakkında İmam-ül mücahidîn olan Hazret-i Bediüzzaman böyle diyor. Bu beyanlarının daha bir çok örnekleri nurlarda mevcuttur.Bizce bu ifadeler ve beyanlar, ihtiram hakkına haiz, kudsî ve mübareklik vasfını taşıyan şeylere karşı hürmet hissini kaybetmemiş kimselerin birazcık olsun durup düşünmeleri gerekir.

Evet, Risale-i Nurlar bu ulvî mahiyeti taşıdığı içindirki, bugün ki alemde iman ve Kur’an hakikatlarının ispat, i’lan, tasrih ve tavsifi için adeta bir alem ve değişmez bir bayrak olmuştur.Ve bu alemin uslûb ve kelimatının değiştirilmesiyle, nuranî ve kudsî olan aheng-i manevî ve lahutî olan saday ı hakiki zail olacağı gbi, beklenilen ve hayalat ile umulan faideler yerine de, zarar ve ziyanların, hüsran ve nedametlerin toz ve dumanları kalacaktır.

Evet bu iş kati’yyetle böyle biline!.

Buna göre; Kelam-ı Ezelî olan hazret-i Kur’anın başka herhangi bir lisana, lafız veya uslub ile tercüme edilerek ,onun yerine “Bu Kur’andır”deyip

2209

okunması, okutturulması ..ya da tükenmez bir umman-ı hakikat olan Kur’anın manaları“İşte bu tercümelerdir ” diyerek neşrettirilmesi ,nasıl en azim bir cinayet ise; elbette Nurların da Kur’anın harim-i keriminde hususî bir surette yer alması hasebiyle; onunda uslub ve ifade tarzı şu sadeleştirme denilen asrî tahrif , tehcir ve yozlaştırma ameliyesine tabi’ tutulamaz. Nurları bu sinsi tahrif girdabına sokanlar, ya da sokmak isteyenler kesinlikle samimî olamazlar. Başka bir niyet peşinde olmaları kat’iyyetle düşünülebilir.

Şimdi mezkûr ma’naları te’kid ve te’yid sadedinde, hazret-i Bediüzzamanın; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın tercümesi meselesinde vaktiyle girişilmiş sinsi bir teşebbüsün önünü kesen ve niyetlerini kursaklarında bırakan ispat ve ilzam edici hüccet ve bürhanlarından bir iki örnek vermek istiyoruz:

BİRİNCİ ÖRNEK: Yirmidokuzuncu Mektubun beşinci nüktesinin ahirinde: “…acaba o cami’ ve i’cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekarâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhûr eden kelimat-ı Kur’aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir…”(Mektubat S:433)

İKİNCİ ÖRNEK: Yirmibeşinci Sözün Onuncu nükte-i belağatından: “Şimdi biri çıksa, Kur’anın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse; Kur’an’ın bazı ayatına muaraza için nisbet etse : “Kur’ana yakın bir kelam söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki… Mesela taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u aliyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san’atıyle;O nukuş-u aliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve zinetlerinden bî-behre bir adî adam, adî hanelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre, âdî bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra: “Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade meharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var.” dese, divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san’atı gibidir..” (Sözler S:433)

Evet, şu iki örnekte gösterilen pek yüksek hakikatlı ve tam ilzam edici beyan ve ifadeler, elbetteki evvela ve bizzat Kur’ana bakarlar ve Kur’an içindedirler. Amma kısadan hisse nevinden o Kur’anın en parlak bir ayinesi olan ve kat’î ilham-ı hak olan nurların içindeki kudsî manalara giydirilmiş elfaz ve uslub hakkında da elbette ki câridir ve herhalde bir aidiyyeti var…

2210

Evet, Risale-i Nurların elfazını değiştirmek istiyenlerin bazıları;hiç saklamadan onun lisanını ve uslubunu beğenmediklerini söyliyen insanlardır. Oysa ki ;Kur’anın manevi i’cazına mazhar olan nurların elfaz ve kelimatı da bilerek, düşünülerek, amma herşeyden önce ilham-ı ilahi ile dikte ettirilerek yerli yerince konulmuş ve terkib edilmiş her tarafı şuurlu, nurlu ve cami’ lafızlardır. Evet, Nur talebeleri olarak bizlerin Risale-i Nurlar hakkındaki düşüncemiz,telakkimiz ve itikadımız böyledir ve bundan ibarettir.

ÜÇÜNCÜ ÖRNEK: “…Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaatı için, bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği halde;elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği SÜBHANALLAH ELHAMDÜLİLLAH ve LAİLAHEİLLALLAH ve ALLAHÜ EKBER gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi?.. Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler : Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir.. Bu tahkire karşı titriyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir…” (Mektubat S:434)

Bu son paragraf dahi gerçi doğrudan doğruya Kur’an’ın kelimelerine ve hadislerde gelen İslam şeairi bazı mukaddes lafızlara bakar. Lâkin çok ibretli bir ders de verir ki; Nesli, ecnebiye endeksli olan yeni uyduruk Türkçe namına yapılacak bir tahriften şiddetle zecreder. Lisan-ı hal ile der ki: Risale-i Nurlar, vefat etmiş milyarlarca ecdadımızın din ile bütünleşmiş lisanlarıdır. Bu Lisanı öğrenmek, dine dönüş demektir. Onu tağyir ve tehcir ise,ecnebiyeye ve günlük piyasa lisanına kudsî elfazı feda etmektir.Her ne ise, anlıyana sivri sinek saz.. anlamıyana davul zurna az!..”

İKİNCİ HUKUK SURU:

Risale-i Nur müellifinin ve nurların öz mahiyet ve hüviyetleri itbarıyla sadeleştirme denilen sinsî tahrife adem-i imkan gösterdikleri ve adem-i rızaları mevzuudur..Ve bu mesele iki cenahı ile, yani nur müellifi ve nurların öz kendisi bir çok belgeler ve sahih rivayetlerle gelmiş ve ispatlanmış bir kesin hükmün neticesiyle sabittir. O halde bu pek azim hukuk sûrunu aşıp tecavüz etmek istiyenlerin son derece hata ettiklerini,Nurun kudsiyetine karşı lazım gelen hürmet hakkını müraat etmediklerini bilmeleri gerekmektedir.

İşte biz, bu büyük hakikatı iki ana Tarik içinde ispat etmeye çalışacağız.

Birinci Tarik: Bizzat Nur müellifi Hazret-i Üstadın yazılı olan ifade ve beyanlarıdır ki;Risale-i Nur eserleri ve hatta eski kitab ve makaleleri binasında kullanmış olduğu elfazın, başka kelime ve lafızlarla değiştirilemi-

2211

yeceğini, hatta bu mevzu’da kendisinin dahi, (Müellifinin’de) selahiyetli olmadığını sarih bir şekilde gösteren yazılarından bir kaç numune arzetmek istiyorum:

A-Eski eserleri ve makaleleri hakkında:

1- “Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir… Ve menzilleri dahi kalbin suveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise ise, zamanın modasına muhaliftir… Hem de şahsın uslub-u beyanı şahsın timsal i şehsiyetidir. Ben ise, gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, hallı müşkil bir muammayım…” ( Asar-ı Bediiye S: 222 )

2- “Kaplan postuna benziyen elbisem gibi, uslub-u beyanımda zamanın modasına muhaliftir. Zira alaturka terzilik bilmiyorum, ta, bu ma’aniye iyi libas keseyim ve düğme yapayım…” (Asar-ı Bediiye S:347)

3- “… Zira Bedi’, garip demektir . Benim ahlakım suretim gibi, uslub-u beyanım elbisem gibi garibtir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhekamat ve esalibi, uslub ve muhakemetıma mikyas ve mihenk-i i’tibar yapmamaya bu unvanın lisanı-ı haliyle rica ediyorum. Hem de murad , “Bedi” acib demektir…” (Asar-ı Bediiye S: 394 )

4- “… Başkasının tashihine de kat’iyen razı olmuyorum. Zira külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor , sözlerimden tevahhuş eder …” (Asar-ı Bediiye S: 403)

5- Arabî Mesnevînin içinde yer alan HABBE riselesinin başındaki “ İfade-i Meram ” da şöyle bir sual ve cevap vardır: “…Bana deniliyorki : İnsanlar diyorlarmışki ; Onun (Bediüzzamanın eserlerinin çok yerlerini anlamıyoruz. Böyle kalırsa, korkarız ki bu eserler zayi ola ?..”

Ben de derim: Canab-ı Hakkın izni ile inşallah zayi olmayacaklardır.. Ve bir zamam gelecek, bir çok dindar mütefekkirler onları anlıyacaklardır. Çünki bu riselelerdeki ekser mes’eleleri nefsimde tecrübe ettiğim, Furkan-ı Hakim’in bana i’ta etmiş olduğu ilaçlardır… Hem de ben sunûhat-ı kalbiyemde; izahet için tahrir aczinden ve tağyir havfinden dolayı tasarruf edemiyorum. Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum. ” (Mesnev-i Nuriye Tercümesi – A.Badıllı S: 234 )

6- Hazret-i Üstadın yeğeni merhum Abdurrahmanın, amucası Bediüzzaman LEMAAT adlı kitabının ahirinne yazdığı kısacık hal tercümesinin bir bölümünde şu gelen müşahedesini nakletmektedir:

“…Başka kitapları yanında bulundurmazdı. Ona derdik: “Ne için başka kitaplara bakmıyorsun?” Der di: “Herşeyden zihnimi tecrid ile Kur’an’dan fehmediyorum”

2212

Nakil yapsa, bazı muhim gördüğü mesaili yine tağayyürsüz olarak kendi âsarından alır. tekrar ederdi. Derdik: “ Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun?” Derdi: “Hakikat usandırmaz, libası değiştirmek istemem.” (Asar-ı Bediiye S: 678 )

İşte Üstad Bediüzzaman hazretlerinin eski eserlerinden numune için alabildiğimiz şu üstte yazılın parçalar böyle diyor.. Bence mesele açıktır. Tekellüflü te‘viller araya girmezse, murad ve meram da bellidir…

B-Yeni eserleri olan Nur risaleleri nur mektuplarından dahi; dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş olan şu sadeleştirme denilen nâzikarane âsri tahrifi reddedip kabul etmediklerini ve ona açık kapı bırakmadıklarını belgeleyen pasajlar kaydetmeye çalışaçağız.

BİRİNCİSİ: Mektubat Sahife 383’te: “Kur’anın bir nevi ‘tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil.. belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzûn, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuru ile biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister… Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman ve hizmetkarız.”

İKİNCİSİ: Yine Mektubat sahife 370’de “Kur’an’ın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim. Güzel gösteremedim. Belki Kur’anını güzel hakikatları benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvileştirdi…”

ÜÇÜNCÜSÜ: Lem’alar S:205 te: “Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı san’atla ve dikkatle bozmamak için yeniden tahkikata lüzum görmedik.”

DÖRDÜNCÜSÜ: Yine Lem’alar S:208’de: “Fıtrî bir surette bu lem’a tahattar ettiğinden, altıncı mertebede iki deva yazılmış..Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık. Belki bir sır vardır diye değiştirmedik.”

BEŞİNCİSİ: Elyazma Emirdağ-1 (Asıl)sahife 661’de: Saniyen: Nurun metni izaha ihtiyacı olsa da; ya satırın üstünde, ya kenarda haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünki metin içine girse teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir.. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakik, müdakik olamaz.. yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle bir zararlı çok ilaveleri çok gördüm.. Hem benim tarz-ı ifadem bu zamanın türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunuda bir faidesi, bir hikmeti var!..” Şu beşinci kısım, eğer insaf ve dikkatle temmül edilirse -tahmin ediyorum üzerinde olduğumuz sadeleştirme mevzuuna tam açıklık getiriyor..Yani ona nurların adem-i imakânın tashih ediyor.

2213

ALTINCISI: Şualar S: 486 da: ”.. Hem vekilimiz Ahmet Beye haber veriniz ki; makine ile müdafaayı yazdığı vakit, sihhatline pek çok dikkat etsin!. Çünki ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mesele değişir, mana bozulur.”

YEDİNCİSİ: Eski harf teksir Kastamonu sahife 441 de: “Nur fabrikası sahibi hafız Ali’nin Haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir.. Ve Mektubunun ahirindeki temsili gayet güzel ve manidardır.. O hatıra ile dokuzuncu şua’ın mukaddeme-i haşriyeden sonraki dokuz bürhan-ı haşrîyi istiyor diye anladım. Fakat maetteessüf bir iki senedir te’lif vazifesi tavakkuf etmiş.. Risale-i Nurun mesaili ilimle, fikirle ve niyetle ve kasdî ihtiyar ile değil.. Ekseriyet-i mutlaka ile sünûhat, zuhûrat, ihtaryat ile oluyor.Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmamış ki, te’life sevkolunmuyoruz…”

SEKİZİNCİSİ: 1949’larda Afyon hapsinde iken; Hazret-i Üstad tarafından “Nurun manevi Avukatı” diye lakablandırılan Edip, âlim ve fazıl bir Nur talebesi olan merhum Ahmet Feyzi Kul Efendi, Bediüzzaman hazretlerine uzun bir mektup yazarak; Nurların herkesin anlıyacağı bir dilde tanzim edilerek umum âleme ve bütün ilim şu’belerine yayılmasının lüzumundan bahseder. Merhum Ahmet Feyzi Efendi’nin kendi eliyle yazdığı mektubu bizde mevcuttur. Bu mektuptan bazı bölümleri Envar Neşriyat’ın yayınlarından “Siyaset, Neşriyat, Şerh ve İzah” kitabı 1979 baskılı ve 164.sahifesinden başlıyan bölümde kaydedilmiştir.

İşte bu uzun edibane mektuba karşı hazret-i Üstadın cevabı ise şöyle sudur etmiştir:

“Ceylan!: Bu mahremdir. Bak, sonra yırt!

Ben manevî bir ihtara binaen bir pusula Feyzi’ye yazdım. Sen onu gördün mü? Sen anla ki o ne ile meşguldür.. Bir cevab vermedi. Başka lüzumsuz şeyleri yazmış. “Nurları bir mecmua ile neşredeceğiz” gibi manasız bir şeyler yazdı. Sakın Şemsî gibi nurları tağyir etmesin.” İşte,Hazret-i Üstadın bu kesin ve te’vil götürmez tavrı herhalde meseleyi daha açık aydınlatıyor. Üstadın bu mektubunun aslı onun kendi el yazısı pusula bizde mevcuttur. Fotokopisini ekliyoruz.

DOKUZUNCUSU: Emirdağ Lahikası sahife 64’de: “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir.Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır. Ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve marifetlere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyyenin kuvvet ve nurlarıdır.”

İKİNCİ TARİK (İkinci hukuk sûrunun devamı) Risale-i Nurun üst seviyedeki talebelerinin, özelikle Üstad Bediüzzaman’ın hizmetkarlığı şerefine nail olmuş yüksek zevatın mevzuumuz olan “sadeleştirme” aldatmacalığı ile ilgili, üstadlarından duydukları ve gördükleri söz ve davranışlarından bazı örnekler vermek istiyoruz:

BİRİNCİ ÖRNEK: Az üstte bahsi yapılmış merhum Ahmet Feyzi Kulun isteklerine karşı Hazret-i Üstadın yazmış olduğu iki pusulasıdır. Oraya müracaat.

İKİNCİ ÖRNEK: Risale-i Nurun ehemmiyetli ve en üst seviyede nâşirlerinden olan merhum Husrev Abiye, teksir edilmesi için, 1955’lerde Hazret-i Üstad tarafından, eski eserlerinden olan meşhur Muhakemat gönderilmiş.. Husrev Abi ise, Hazret-i Üstadın bazı risale ve mektuplarında varid olmuş olan “tanzim edebilirsiniz, islah edebilirsiniz” gibi zahirde selahiyet verici beyanlarına dayanarak, Muhakemet eserini bazı tasarruflarla sadeleştirerek mumlu kağıda yazmış ve üstadına arzetmek üzere göndermiş…

İşte, buradan itibaren, üstadımızın hizmetkarlarından Mustafa Sungur Ağabeyi dinliyoruz, derki: Muhakemat mezkûr tarzıyla üstadımıza geldiğinde, üstadımız bizleri yanına çağırdı ve buyurdularki: Şimdi Hüsrev’in yaptığı şu tasarrufları ile benim ifadelerimdeki murad ve manalar arasında siz hakem olun. İşte ben şurada şunu murad etmişim.. Burada bunu kasd 2214

etmişim. Bakınız, Husrev ise, başka birşeyler yazmış… Soruyorum size, hangimizinki doğru?.. Bizler tabiiki, üstadımızınkini doğru bulduğumuzu söyledik.

Üstadımız bizimle beraber mezkûr mukayeseyi yaptıktan sonra, bizlere demiştiki: “Yapılan şu tasarruf gibi şeyleri Risale-i Nur’da gördüğünüzde titremeliydiniz!.” Ve sonra, Hüsrev Abiye herhangi bir şey söylemeden, başka bir işi ona yolladı ve gösterdi.. Ve Muhakemat teksirinide durdurdu.” Muhakematın tasarrufa uğramış o kısmının bir fasikülü bizde mevcuttur. Mukayese için bazı yerlerini burada dercetmek isterdim. Lâkin Hüsrev Abi gibi büyük Nur rüknünün azim hizmetlerinin hatır ve hatıraları için sarf-ı nazar eyledik.

ÜÇÜNCÜ ÖRNEK: 1952’lerde meşhur kalemşör, şair ve edip merhum Necip Fazıl Kısakürek, Nur risalelerinden bazılarını bir takım tasarruflarla günlük piyasa lisanına uydurarak “BÜYÜK DOĞU” mecmuasında neşretti. Eşref’ Edipte, o sıra aynı tarzda bir şeyler yaptı .Ancak merhum Eşref Edibinki bazı müdafaat ve mektuplardan ibaret şeyler olduğu için , hemde elinden geldiği kadar aslına sadakat gösterdiğinden, bunlara pek bir şey denilmedi. Lâkin Merhum Necib Fazılın ise, derin ve ilmî risalelere aitti.

Hazret-i Üstad bu her iki zata şahsen ve bizzat zahirde birşey söylemedi. Hatta bir cihette okşadı bile. Lâkin kendi yanındaki talebelerini bu işi durdurmak, hususiyle Necib Fazıl’ın yaptıklara mani’ olmak için harekete geçirdi. Üstadın yanındaki talebe ve hizmetkarlarından merhum Zübeyr Ağabeyle merhum Ceylan Çalışkan Ağabeyin Necib Fazıl’a o gibi yanlış ve manasız ve Risale-i Nur’un manalarıyla bir cihette alakası olmayan o tasarruflu neşriyatı durdurmak yolunda gönderdikleri mektuplarının asılları üstadımızın Urfa’ya göndermiş olduğu hususi kitabları arasında mevcuttur. Ve bu kitablar halen bizde mahfuzdurlar. Merhum Necib Fazılın Risale-i Nur üstünde yaptığı sadeleştirmeli tasarruflarının bazı bölümlerin, Risale-i Nurun asıl metni ile mukayese etmek üzere;ve sonraları bazı kimselerin de yaptıkları o gibi tasarrufları ile birlikte yazımızın sonunda derc etmek istiyoruz. Şimdi burada merhum Zübeyr Ağabeyle Ceylan Çalışkan Ağabeyinin Necib Fazıla üstadımızın izni ile ve belki emirleri ile yazdıkları mektuplarından bazı kısımları kaydediyoruz.

Evvela Ceylan Ağabeyin mektubundan:

“Büyük Doğu Mecmuası Neşriyat Müdürlüğüne!. memleket muvacehesindeki kudsî cihadınızı tebrik eder, hürmetlerimizi arzederiz…

2215

Hasseten şunu tebarüz ettirmek isteriz ki; İntişar eden son nüshalarınızdan birisinde, bir sütün açıp dercetmek vazifeperverliğini gösterdiğiniz Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaatından ve Risale-i Nur’dan parçalar neşretmek meselesine gelince: Çok memnun olmakla beraber, memleket çapında satışını tezayüd ettireceğinize şüphe etmediğimiz kıymetli mecmuanız için medar-ı şeref bu mukaddes vazifeyi yaparken, onun yarım milyonu mütecaviz hakikî varislerini tahattur edip, çok muhterem müellifine mahsus uslup-u belagat, fesahat ve tarz-ı beyanının aynen hıfzıyla, hakikatların fehme takrip hüsn-ü niyetine müstenid tahrifini kaldırmanızı çok rica ederiz.

Bu hususta göstereceğiniz titizlik ve muhafazakârlık manevî mevkimize bir o kadar daha ilave edilmesine inşaallah vesile olacaktır. Bilvesile selam ve hürmetler…

Nur talebelerinden

Ceylan”

(Bediüzzamanın Urfadaki hususi kitapları No: 79 sahife 175)

Şimdi de merhum Zübeyr Gündüzalp Ağabiyinin otuzüç sahifelik müdellel ve hüccetli, bürhanlı mektubundan bir iki bölüm arzetmek istiyoruz :

“ Kahraman Necip Fazıl Bey,

“… Nur talebelerine” olan mektubunuzu okuyunca,(1) lisan-i halimde olan minnet ve şükranlarımı yazı ile de mücbir sebebler dolayısıyla izhar edemediğimden doğan üzüntüm fazlalaşmıştı. Fakat şu maruzatımı takdim etmeye fırsat bulduğum zaman teşekkür vazifemi yerine getirmekten hasıl olan bir ferahlık gelmiştir.

Evet, büyük İslam dahîsi Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri ve harika eserlerinin ismini zikretmekten çekinildiği bir sırada ,Risale-i Nur gibi bir feyiz denizi olan ve millet ve gençliğimizin manevî kurtarıcısı olduğu delillerle sabit olan bir eser külliyatından neşriyat yapmanız teşekküre layıktır. Mecmuanızın şeref ve itibarını yükselten bir hizmettir.

…Risale-i Nurun bir cümlesinde bile değişiklik yapılmadan neşerdilmesi lüzumunu size arzeden arkadaşlarımızın bu fikrine harfiyen iştirakle beraber, bizde arzederiz ki; Risale-i Nur harika, muazzam, muhteşem, veciz ve cem’iyetli bir eser külliyatı olması hesabiyle, ta’dilat yaparak neşrine razı olmak mümkün değildir…

(1)Büyük Doğuda “NUR TALEBELERİNE” diye, kendisinin yaptığı sadeleştirme tahrifini haklı göstermeye çalışan yazısına işarettir. A.B.

2216

Risale-i Nur’un tenviri ile, Türk gençliğine nümune olan güzide gençlerin gerisinde olduğumu itiraf ederek; Nur talebelerinin mevzu-u bahsi itirazlarının hikmet ve sebeblerini arz etmeye çalışacağım. Bu mühim mevzuyu hakkıyla ifadeden acizim.Fakat sizin idrak ve intikalinize güvenerek cesaret ediyorm şöyle ki:

Risale-i Nur’un değişmiş şeklini görenlerin “Bu tarzda da neşredilebiliyor?” zannıyla onların da böyle bir neşre kalkışmaları ve onların arasında neşir perdesi altında eserleri tahrife sinsi bir şekilde çalışmalarına imkan göstermiş olmak tehlikesi vardır. Böyle olmasa bile, sizin gibi iki üç müellif o şekilde neşriat yapsa, bir müddet sonra Risale-i Nurun emsalsiz, şirin aslını herkesin iştiyakla okuyamıyacağı ortaya çıkacaktır.

Şu ince noktayı, yalnız siz gibi tasavvuf ehline arzedebiliriz ki; Risale-i Nur, Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile te’lif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbanî ve İlham-ı illahî ile yazdırılan Kur’an-ı Hakimin yirminci asırdaki bir mu’cize-i manaviyesidir. Bu hüccetli ve âşikar hakikata nazaran; allame-i cihan olan bir müellif dahi, Risale-i Nurun bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez…

Risale-i Nur talebelerinin çoğu bu muazzam manaya ilmel-yakin, havas kısmıda hakk-el yakin ve ayn-el yakin bir surette vakıf oldukları için, istinsah edilen nurların tashihinde hazret-i Üstadın istimal ettiği kopya kaleminin kırıntılarını bile düşüremiyorlar.

…..Şimdi sizde takdir edersiniz ki,Risale-i Nur başka eserlere benzemiyor .O tebdil edilmez .Şayet lüzum olursa metin baş tarafa yazılacak , altında da şerh ve izahatı da yapılabilir…

Sizin “İdeolocya Örgüsü” ve diğer yazılarınız da başka muharirlere benzemiyor. Sizin size hâs uslubunuz, okuyucuların üzerinde bir te’sir bırakıyor. Bununla beraber “İdeolocya Örgüsü”nü bazı kimseler: “Muğlak, ağır, anlaşılmıyor” derler. Bu deyişler üzerine birisi kalksa da, sizin o yazılarınızı -mana bozulmasa dahi- cümlelerde değişikliklere ve metin içinde izahata kalkışsa, harika olan uslubunuz hususiyetini büsbütün kaybetmiş olacaktır. Buna kat’iyyen müsaade edemezsiniz ya… Faraza ses çıkarmasanız, o yazılardaki uslubun ciddiyet ve değeri ile alışkanlık peyda eden bizler hemen itiraz ederiz.

Bir fikr-i beşer yazısındaki değişiklikler, üslubu tamamen bozarsa; ilham-ı ilahî olan eserlere beşer fikrinin mahsûlü sözler karşıtığı zaman, o şahaserlerin ne derece rencide olacağını, iz’an ve idrâkinize havale ediyoruz. 

2217

Risale-i Nur’a hüsn-ü niyet ile konulan kelimeler, bembeyaz ipekli bir elbise üzerine yamanmış koca parçalar gibi nazara çarpıyor. Bunun için sizde takdir edersiniz ki; Risale-i Nur’a kalem karıştırmak, bilhassa ve bilhassa o şekli, aslıymış gibi, neşretmek bütün bütün hatalı ve yanlış oluyor. Tanıyan idrakli gençler tarafından aşk derecesinde sevilen latif, zarif ve müstesna uslubu alt üst ediyor…

Küçük ve mübtedi bir dava arkadaşınız

ZÜBEYR”

(Bediüzzamanın Urfadaki hususi kitapları no:79 sahife 44-77)

İşte Üstadımızın en yakın talebe ve hususî hizmetkarlarının, zamanın en meşhur edibi Necip Fazıla yazdıkları mektuplarından birer parça böyle… Mümkün olsaydı da o mektupların tamamını.. Ve Necib Fazıl’ın da kendini müdafaa eden yazısını koyabilseydik.. Lakin şimdilik bu kadar yeter.

DÖRDÜNCÜ ÖRNEK: (Zübeyr Ağabeyin üstadından gördüğü müşahedeli rivayetindendir)

1969’da, Şamda El-Mesneviyül-Arabî’yi tab’etmek üzere hazırlıklar yaparken, Zübeyr Ağabeye bir mektupla: “Mesnevî’nin içinde bulunan bazı Türkçe tarifli başlıklar ve metin içindeki Türkçe bazı kelime ve cümleler için; “müsaade ediniz bunları Arapçaya çevirerek öyle tab’ettirelim” diye yazmıştım. Zübeyr Abiden gelen mektubun “Rabian” kısmının metni aynen şöyledir:

“Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım.Bugün ki neslin bilmediği, fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri üstadımızın harikulade uslub ve belağatını ve hakikatları ifade sadedinde istimal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimizi mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1-Ya sahife sonlarında bir not halinde..veya satır içinde lügatların yanında parantez içerisinde yazılıp yazılmayacığına :

2-Ve yahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere mübeccel üstadımız izin vermemişlerdir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır:

“Bu, Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman biri… yaptı, çok zarar verdi. Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler, lügatlardan arayıp bulsunlar.”

2218

Eğer “Santral, eczane, Şimendifer” gibi lügatlar, Nuriyede arabî risalelerin içinde ise, mezkür vazifemize ve hakikata binaen yine değiştirmiyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer arapçayı okuyacaklar yen nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallasından hitap eden mübelliğ-i umumînin, hadi i ekberin kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı mevz-u bahis kelimeler misüllü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Arabileri başında eğer başlıklar Türkçe ise, yine aynen türkçe olarak kalsın. Madem üstadımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda, o başlıkları aynen bırakmış,bizlerde aynen bırakırız.

Elbaki Hüvel baki

Hasta kardeşiniz

ZÜBEYR

Zübeyr Abinin mektubu bizde mahfuzdur. Onun bir fotokopisini yazımıza ekliyebiliriz.

BEŞİNCİ ÖRNEK: Risale-i Nur’un samimî ve halis nâşirlerinden Ahmet Aytimur Ağabeyin aynı mevzu’ ile ilğili üstadından duymuş olduğu bir rivayeti:

“Ben tahminen 1952’lerde idi, üstadımız İstanbul’da bulunduğu günlerde, yine bazıları tarafından: “Risale-i Nurlar iyi anlaşılmıyor, onu kolaylaştırmak lazım, sade bir lisanla tanzim etmek gerek…” gibi fikirler söyleniyordu. Bunlar haliyle üstadımızın da kulağına gelmiş olacaktı ki ;bu manada buyurmuşlardı:

“Yahu, ta Ağrıdan kalkıp İstanbul’a birkaç kuruş kazanmak için gelirler ve çalışırlar, dünya için bu kadar zahmet ve meşakkat çekerlerde; Ahiret için, iman için bir kaç günlük lügatlara bakıp nurlardaki lügatların manalarını öğrenmezler!..”

ALTINCI ÖRNEK: Bu manayı en çok kuvetlendiren mühim bir nakil ve rivayet ise, çok muhterem İnebolulu İbrahim Fakazlı’dan gelmektedir. Bu zat halen hayattadır ve bizzat müşahade ettiği ve üstaddan duyduğu hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

“Biz, 1949 da üstadımızla birlikte Afyon hapsinde idik. Ahmet Feyzi Ağabeyde vardı . Ahmet Feyzi ağabey bir gün Üstadımıza dedi ki:

Risale-i Nur’dan Geçlik Rehberin’i sade bir lisanla tanzim edip neşretsek daha çok faydalı olacağını düşünüyorum.

“Buna cevaben üstadımız buyurmuşlardıki: “Kardeşim, sen yapma demiyorum. Yapabilirsin, amma benim ismimi koymazsın. Çünki o takdirde o eser benim değildir.”

2219

İşte bunlar ve bunlar gibi bütün bu belgeler, ifade ve beyanlar sarihan gösteriyorlarki; Risale-i Nurlar sadeleştirme denilen bir nevi kompleks haleti içerisinde yapılacak zımni bir tahrife gelemez, kaldırmaz ve kabil değildir. Bu husustaki geniş ve umumî bir değerlendirmeyi yazımızın netice kısmında ele alacağımızdan, burada bu işaretle iktifa ediyorum.

ÜÇÜNCÜ HUKUK SURU:

Bu bölümde,üstadımızın sağlığında,Risale-i Nurlar hakkında ihtisas ve telakkilerini dile getirmiş büyük alim, edip ve şair Nur talebelerinin,hem şu anda hayatta bulunan milyonlarca genç ve yaşlı Nur müştaklarının pek samimi ve çok yüksek telakkilerinin hukukunun müraâtı hususunda bir ikazı göstermeye çalışaçağız.

Evet ,bugün tam yetmiş sene evvel te’lifine başlanan Risale-i Nurun eserleri, şimdiye kadar en azından on milyondan ziyade insanlar ondan hakikiat dersini alarak ve bir çoğuda ondan dersini tam anlıyarak akidesini düzeltmiş ve imanlarını hakk-el yakinle kurtarmışlardır. İşte bütün bu geçmişteki ve hal-ı hazırdaki insanlar Risale-i Nurlarını anlamış ve anlıyorlar.. Sevmişler, hırz-ı can etmişler ve ediyorlardır. Risale-i Nura ciddî müştak olan o merhum insanlar ve hayattaki taleber hiç bir vakit nurların sadeleştirilmesine razı göstermemişler ve kabul etmemişlerdir. Üst tarafta nümunelerde görüldüğü üzere, nurları tağyir ederek sadeleştirmek istiyenleri de nefret ve nefrinle tevbih etmişlerdir. Evet , bütün bunların hukukları azim bir meseledir. Riayet edilmesede, tecavüz edilmemesi gereken fevkalade mühim bir husustur. İşte o telakkilerden bir kaç nümüne sıralamak istiyoruz:

BİRİNCİ NÜMÜNE: Kastamonunun medar-ı fahri , muhakkik büyük âlim Mehmet Feyzi Efendinin kaleme alarak, 1946 larda eski harfle teksir

2220

edilen Asay-ı Musa mecmuasının ahirine üstad tarafından konulmuş fevkalade güzel fıkrasından bazı pasajlar:

“Bedi’ül-beyan olan Risale-i Nur’un müellifi, üstadımız alamme-i Said-i Nursî hazretleri, evvela mücahede-i nefsiyeyi her şeye takdim ve sıfat mezmumeyi mahv ve alaik-i dünyeviyeden inkıtâ, hakikat-ı himmetle Cenab-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden; kalb-i münevverinde hicab-ı zülümat, inayet-i hakla inkişaf ve Rahmet-i ilahiyye feyezan ve nur-u samedani leme’an edip اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِـْلاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ sırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münteşir olup, Rahmet-i Sübhaniye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye tele’lü’ ettiğinden; şüphesiz Risale-i Nur doğrudan doğruya ilham-ı ilahî ve ihsan-i Rahmanî ve ikram-ı Rabbani, feyz-i Samedanî, intak-ı Süphanî, hem i’caz-ı manevi-i kur’anî, hem makbûl-u şah-ı Risalet, hem medûh-u şah-ı Velayet, hem merğûb-u şah-ı Geylanî, hem kur’an-ı mü’ciz-ül beyanın sema-i manevisinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikası, hem sırr-ı veraset-i kamile-i Nebeviye cihetiyle Resul-i Ekrem (A.S.M.) a ihsan olunan cevam-ül kelim gibi; üstadımıza dahi kalil-ül lafız, kesir-ül ma’na kelimat-ı camia ikram olunması.. hem üstadımız, Esma-ül Hüsna’dan İsm-i Bedi’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risale-i Nur, kelimat-ı bedi’a ve tabirat-ı garibe ile müzeyyen olması..hem tercüme olunacak kelimat-ı arabiyede üstadımız yalnız lüğatça sathî manaları düşünmeyip, belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’an hakikatlarını nazara alarak harika deliller, zahir bürhanlar,kat’î hüccetler ispat ve beyan ettğinden; o kelimat ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, küdsî manalardan birer ulviyet, birer külliyet kesbetmesi.. Hem üstadımız eskiden beri fesahat-i aliye ve belağat ı fevkalade sahibi olduğundan, Risale-i Nur belâgat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması, gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkansızdır…”

İşte Nur hizmetinin ve Bediüzzaman’ın hususî kâtibliğinin yüksek şerfine nail olmuş çok muhterem Mehmet Feyzi Ağabeyin yazdığı fıkrasının bir kısmı böyledir.Başka abilerin telakkileri ve kanaatlarına geçiyoruz.

İKİNCİ NÜMUNE: Denizli kahramanı ünvanıyla meşhur, âlim, fazıl, mutasavvuf ve yüksek bir edip olan şehid-i merhum Hasan Feyzî Efendi, Risale-i Nur’un üslub, ahenk ve nizamı hakkında telakkilerini şöyle dile getirmiştir:

“Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerimin nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, hakkın ilhamı ve hakkın dili olup, onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek ve şüphe yok… Fakat senin bir mislin daha yazılmışmıdır? Türkçe olarak te’lif ve terkib ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belîğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi bir yol-

2221

daşı görülmüşmüdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki beleğat ve sendeki halavet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malum olduğu üzere, ayat-ı beyyinat-ı ilahiyyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimleri ve daha bir çok rumûz ve esrar ve işarât ve ulum-u arabiyeyi hamil olduğu gibi; sende dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren bir çok esrar ve ledüniyyat taşıyorsun. İşte bu halin, senin bir mu’cizeyi Kur’aniye olduğunu ispat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsinki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkını aldığı gibi; en avam bir talebende, yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin!. Bu halin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’andan maada hiç bir kitaba ve hiç bir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati, seninle dilimizde görüyoruz. Fesahat ve belağatin son haddine çıktığı bir devirde Kur’an-ı Kerimin nâzil olmaya başlamasıyla; Kur’an nuru karşısında üdeba ve büleğanın kıymetten düşüp sönen âsarı gibi; Seninde o hudutsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belağatın hütebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir destanı değilsin.. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadalı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak, kelime ve kelamların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde , yine mislin getirilemez . Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olamaz. İslamiyet güneşinin doğuşundan ta on dört asır sonra, senin gibi ulvî ve ilahî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda hem Türk ilinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi.Bu ne büyük nimet bizlere.. Ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Ya Rabbi !.

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garp dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlana Camî ve Mevlana Celaleddinin ve Hazret-i Misrî ve Bedreddinlerin âsar-ı mübarekeleri sana bakıp: “Barekellah zehi-saadet sana ey Risale-i Nur! Hepimize baş tacı oldun”diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar. Hatta çekirge ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu sözlerin ve nurun okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp, sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevk-yab olduklarını ve başlarını başlarımıza çarpmakla, güya bize anlatmak istemeleri ne kadar garibtir.

2222

…Senin bürhanlarındaki kuvvet ve kanaat ve asalet ve cezaletin, insanın irade ve ihtiyarını alıp teshir ediyor. Herkesi kendine çekip ram ediyor.Hele o güzel teşbih ve ta’birlerin bir misli bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin vaka’a ve temsillerin bir benzeri ve bir naziri bir daha getirilemez. Kur’an, arabiden türkçe sözlere akan ve bugün öz türkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiç bir rayb ve güman bırakmıyor.

Sen ayine-i idrâke cila ve alem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın. Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp gönülleri surûrlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihatın arş-ı a’zamdan indiği muhakkaktır. Çünki kederleri gidererek insana neş’e ve neşat veriyor. Okunurken hiç bir itiraz sesi ve hiç bir inkar kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî safileşiyor. Hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatların evvela Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvi ve Semadan tezgahlarında işlenerek, sonra Nur-u ilahî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra, gülyağı fabrikasına verilmiş, orada yedi defa gül yağlarına batırıldıktan sonra, halis ud ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mesele ve maddelerin hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin şimdiye kadar yazılan ihtitaflıı eserleri büküp bir yana bırakmış, ancak kendini nazargah-ı enama arz eylemiştir. Şimdi bir nida-i nuranî ile hitab ederek:” Artık ihtilaf yok, ittifak var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir, canlılar ve cazibler asrı geliyor. Susunuz dinleyin, şimdi Nur devridir ve Nur hakimdir!.. ”

İşte Denizli Kahramanı merhum şehid Hasan Feyzi efendi nin yirmi sahife kadar geniş ve uzun tarifenamesinden alıp kaydettiğimiz bu nurlu ifadeleri elbetteki durup dinlemye değer şeylerdir.. Ve her halde bir saygı, bir hürmeti ve yanında eğilip ihtiramı icab ettirmektedirler. Merhum Hasan Feyzi’nin o uzun “şehname” iltifatna layık olmuş tarifli ifadesi eski yazı Zülfikar mecmuası en sonunda kayıtlıdır .

ÜÇÜNCÜ NÜMUNE: Risale-i Nurun manevî Avukatı diye hazret-i üstad tarafından taltif edilen yüksek alim ve seyyal edip merhum Ahmet Feyzi Kul Efendi bu mevzudaki telakkilerini kaleme şöyle döküyor: (Bazı kısımlarını alıyoruz )

“….Sayın Savcı, bize kütübhaneleri dolduran binlerce arapça ve bu günün ruhuna tercüman olamıyan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı aliyeyi beğenmiyebilirler, tenkid de edebilirler.

2223

Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nuru seviyoruz..Ve onu Hakikî ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesirdir. Buna kimse müdahele edemez . Evet, biz Risale-i Nur müellifinin daima aynı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, Keramet-i kavniyesimden değil, Nurların dersinde harikulade ve ekmel tezahürlerine şahid olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikaları ile en münteha mesail-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden .. Ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir deryay-i iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bedüzzzaman gösterebilirmisiniz?…

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mûmaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu bağlılığımız ve Kuranın ve beyanat-ı Muhammediyyenin(A.S.M.) küfür ve ahlak hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fanî addedilen siyasetçi mi yaptı…”(Şua’lar S:565)

İşte merhum Ahmet Feyzi Efendi de Risale-i Nur için bunları diyor.

DÖRDÜNCÜ NÜMUNE: Yine Ahmet Feyzî Efendi’nin içinde bulunduğu bir kaç büyük Nur talebesi heyetinin beraber imzaladıkları pek parlak bir fıkralarından bazı bölümler ise şöyledir:

“….Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i alişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve kemal-i nâmütanahî mevcut olduğundan ve hiç bir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i ilahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan hazret-i Kur’anın fuyuzatına varis olduğu meşhud olduğundan; Onun esası Nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsarından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedî’yi (A.S.M.) hâmil bulunduğu ve zat-ı pak-ı Risaletin ondaki hisse ve alakası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsarından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalatı ise, o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattır.

Evet o zat, daha hal-i sabevette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere, üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulum-u evvelîn ve ahirîne ve leddünniyat ve hakaik-i eşyaya ve esrar-ı kâinata ve Hikmet-i İlahiye-

2224

ye vâris kılınmıştır ki; şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyaya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç süphe edilemez ki; Tercüman-ı Nur bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve Şecaat-i harika ve istiğna-i mutlak teşkil eden harikulade metanet-i ahla kiyesiyle bizzat bir mu’cize-i fıtrattır..Ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zat-ı zihavarık; daha hadd-i büluğa ermeden bir allame-i biâdîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş… Münazara ettiği erbab-ı ulumu ilzam ve iskât etmiş ..Her nerede olursa olsun, vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevab vermiş .. Ondört yaşından itibaren üstadlık payesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış İzahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basiret ve nur- u hikmet erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkiyle BEDİÜZZAMAN ünvan-ı celili’ni bahşettirmiştir. Mezayay-i aliye ve fezail-i ilmiyesiyle de, Din-i Muhammedinin(A.S.M) neşrinde ve isbatında bir kemal-i tamm halinde rûnüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyid-ül Enbiya hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en alî himaye ve himmetine naildir.. Ve şüphesiz, o Nebiyy-i akdesin (A.S.M.) emir ve Fermanı ile yürüyen ve tasarrufu ile haraket eden ve onun envar ve hakaikine vâris ve ma’kes olan bir zat-ı kerimüssıfattır…” (Şualar S: 670 )

Bu fıkranın altında imzalarını koyan zatlar ise şunlardır: Ahmet Feyzi, Ahmet Nazif, Selahaddin, Zübeyr, Ceylan, Sungur, Tabancalı.

İşte bütün Nur talebelerinin fikir ve telakkilerine tercüman olan bu makale ve fıkralar ve daha benzeri nümuneler nev’inden lahikalarda, bilhassa Barla lahikasında emsali çokturlar .Bütün bu beyanlar, ifade ve telakkiler gösteriyorlarki, Risale-i Nurlar her cihetçe makbul-ul en’am, misilsiz bir eser-i zîbadır. Nurları sıradan bazı kitaplara kıyas ederek şunun bunun üstünde oynayıp tasarruf edebileceği bir eser değildir. Bilakis Risale-i Nurun- Hazret-i Üstadın ifadesiyle-bir noktası, bir harfi veya bir kelimesinin değiştirilmesiyle büyük hakikatlar ve manalarının kaybolmasına sebeb olabilecek mahiyettedir.

BEŞİNCİ NÜMUNE:  (Son olarak Hazret-i Üstadın hizmetinde on iki sene bulunmuş ve Bediüzzananın en ince ve en hususi hal ve hareketlerini ve davranışlarını ve tarz-ı hizmetini bilen çok dirayetli ve çok basiretli merhum Zübeyr Gündüzalp Ağabeyinin Konferans adlı eserinden bir iki bölüm almak istiyoruz:

2225

“…Evet kardeşlerim! Risale -i Nur öyle bir ziya-ı hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir Sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’an ve iman hakikatlarını ders veriyor ve öyle bir lütf-u ilahidir ki: Yirmibeş senedenberi çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek.. muallimi feylosofu, talebesi- âlimi, mutasavvufu gibi her bir tabaka-i insaniye bu nurun âşıkı, bu nurun pervanesi, bu nurun meclûbu, bu nurun muhibbi olmuşlar, bu nura koşmuşlar, bu nurun sinesine atılmışlar, bu nurdan meded istemişlerdir. MiIyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu’cizat ve Mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Azimüşşanın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur o kadar merak-âver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatları ders veriyor ve mesaili ispat ediyor ki; İman ve İslamiyetin kıt’alar genişlğinde inkişaf ve füthatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda iknâ etmiş ve öyle bir itmi’nan-ı kalb hasıl etmiştir ki; milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş, ve senelerden beri adeta kendi kendini neşrettirmiştir…

…Belki izah edilmesini istiyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arzedeyim ki ; üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nurdan bazen okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki :“ Risale-i Nur, İmanî mes’eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş.. Risale-i Nurun hocası, Risale-i Nurdur. Risale-i Nur başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı başka bir risalede varsa, onu getirip okuyor. Risale-i Nurdaki gayet ince nükteleri derkeden basiretli alimler de der ki: “Bir alimin yüksek bir ilmi olabilir.. Fakat Risale-i Nuru cemaate okurken tafsilata girişip, eski ma’lumatları ile açıklarsa; bu izahatı, Risale-i Nurun beyan ettiği asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve te’siratında ve Risale-i Nurun mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lüğatların manalarını söyliyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir… Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kiymeti, îcazındadır, kısalığındadır. Bir mes’ele-i imaniye ve Kur’aniye, umuma ders verilirken mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır…”(Sözler S: 770 ve 772)

2226

İşte Risale-i Nur’un en halis ve en mümtaz talebesi olaz merhum Zübeyr Gündüzalp da böyle diyor. Az yukardaki bir müşahedesiyle, üstadından duyduğu davranışıda gösteriyor ki; Risale-i Nurlar, sadeleştirme denilen tahrifin pest ve kısa eli onun mualla damenine değdirilmemeli …

Velhasıl: Piyasada tasnifat mahsûlü bazı eserlerin menfaat veya ticaret metaı için, şu sadeleştirme denilen asrî tahrif ameliyesinden geçirilmiş olsa da.. ve dış görünüşüylede sırıtan bazı faydalar gibi şeyler mülahaza edilmiş olsa da; gerçek te’lif ve mâanî hazinesi olan Risale-i Nurlar için o ameliye kat’iyyetle ve hiç bir suretle uygulanamaz ve uygulanmamalı. Şayet inadî ve zorakî bir tarzda nurlara o tahrif uygulansada, lal-ü güher dizisi olan nurların melaike-misal canlı hakikatlı, her tarafı şuurlu ve çok ince ve nazdar, manidar elfaz, kayb olduğu gibi; sadeleştirilerek onun yerinde ikame ettirilmek istenen şeyler ise, derisi soyulmuş meyveler misali nurlu maânîden mücerred, donuk, bozuk, nursuz, ruhsuz, adî boncuklar nev’inden bir şeyler elde kalır.

NETİCE

Tahkikatlı yazımızın başından buraya kadar gösterilen ve getirilen umum hüccetli belgeler ve kat’î vesikalar muvacehesinde bile; Nur Risaleleri hakkında tahrifdar sadeleştirmeyi reva gören zihniyetin ellerinde delil olacak bir istinadları varmıdır? Ne için Risale-i Nurları sıradan rastgele ve normal kişilerin bir eseri tarzında görerek onun pek çok olan ihata surlarını aşıp, etrafındaki yasak bölgeli harimini ismetten arî görüp adileştirnek istiyorlar. Neden mukaddes maânîyi ancak kudsî ve mübarek elfazın muhafaza edebileceğini düşünemiyorlar?. Hem neden basit piyasa edebiyatını, yani günlük gazete üslubunu bu kadar benimseyip o yolda bir çok kudsî elfazı feda edebiliyorlar?. Niyet ve gayeleri, hakikaten acaba yalnız, bazı gençlerin istifadeleri mülahazasımıdır?. Ve gerçekten öylesi bir sadeleştirmeye zaruri ve mübrem bir ihtiyaç varmıdır?..

İşte bunlar ve benzeri istifhamların asıl ve menşe’lerinin açık şekilde görülüp mahiyetleri bâriz tarzda meydana çıkması için, meselenin umumî bir değerlendirilmesinin lüzumu vardır sanırım.

Evvela: Bu meselede eskilerin, yani mesela Şemseddin Yeşil ve Necib Fazıl gibi zatların, Risale -i Nurun meslek ve meşrebinin dışında ve uzağında olmaları hasebiyle, bu sadeleştirme tağyiri hususunda bir delil veya bir müsaadeye baktıklarını sanmıyorum. Merhum Şemseddin Yeşil, nurların fevkalede cazibedar hakikatlarıyla kendi kitaplarını süslemek ve revaç vermek için bir nevi sirkat yaparak nurlardan aldığı pasajları herhangi bir atıf-

2227

ta bulunmadan aldığını Emirdağ-1 mektuplarında(1) kaydedilmiştir. Necib Fazıl ise, -Allah rahmet eylesin- başka bir maksadla herhangi bir izin ve ruhsat almadan o işi yaptığı bilinmektedir.

Amma, kendilerini Risale-i Nur şâkirdi olarak kabul ettikleri halde -ki Nur talebeliğinin şartları Risale-i Nurlarda yazılıdır- o yersiz ve Risale-i Nura karşı adem-i ihlası ve samimiyeti işmam eden tağyir ve tahrife kalkışanların ellerinde bir tek delil(!) vardır. O da, 1939’larda, Üstad Bediüzzaman hazretleri Kastamonu’da iken, bazı lise talebeleri için, bilahere Asay-ı Musa Mecmuasına girmiş olan “dört parça” üzerinde, ama bizzat müellifi tarafından ufak tefek bazı Arapça kelimelerde yapılmış bir tasarruf hadisesinin ihbar edilmesidir. Nur müellifi Kastamonuda mezkûr dört parçalar üzerinde yaptığı basit bir tasarruf hadisesini bir mektupla, ispartadaki Nur talebelerine bildiriyor ki; aynı şeyi, yani müellifin yaptığı ufak tasarrufun aynısı orada da aynı parçalar üzerinde yapılsın diye …Evet, hadise budur. Cüz’îdir, mahallîdir ve hususîdir. Nitekim Hazret-i müellif 1956’da nurların yeni yazıya çevrilerek resmen matbaalarda basıldığında o cüz’i ve hususî ve hükmü itibariyle nesh olmuş olan mektubu Kastamonu Lahikasında neşrettirmemiştir.

Mezkûr hususî ve cüz’î hükümlü ve sadece dört parçaya mahsus ve kayıtlı ve zamanla mahdut mektubun o kısmının metnini aynen dercediyoruz, İşte;

“Saniyen: Burada lise mektebine te’sirli bir nur girdi o da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın İsm-i Adl ve Hakem nükteleri, Tabiat lem’ası hatimesine kadar, Ayet-ül Kübra’nın “Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren her bir adam” diye başlıyan birinci makamın başında, ilham ve vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta onsekizinci mertebe olan (Kainatın hudûs hakikatı.. ta imkana kadar…) yeni hurufla bir ihtar-ı mânevî ile izin verdik. Daktilo el makinesi ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cild yapıp, yeni hurufla ehl-i inkâra onikilik top gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yaparsınız. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşuyor. O zamanı göremiyen gençlere teshilat olmak için bazı tabiratı değiştirseniz olur…” (Kastamonu eski harf teksir S:298)

İşte görüyorsunuz; ilk olarak Risale-i Nur’un yeni yazı ile yazılmasına, o da o gün için sadece dört belli parçaya mahsus olarak, onun da sadece o gün yeni yazıya çevrilenler için izin verildiği gibi; Bu dört parçadaki “Bazı

(1)Eski harf yazma Emirdağ-ı sh.368-370 (bizim kütüphanemizde mevcud)

1228

kelimat-ı arabiyede tasarruf edildi” ifadesiyle meselenin ne olduğu her halde açıkça anlaşılmaktadır. Yani müellif bu tasarrufu dört parça için kendisi yapıyor.. Onu da sadece tek-tük bazı kelimat-ı arabiyede yapıyor.. Ve Ispartadaki talebelerine, sizde öyle yapın diyor. Ta ki orada da yeni yazıya çevrilecek olan o risalelerde bir farklılık düşmesin.. Nitekim o parçalar bilahere müellifin emriyle Asay-ı Musa mecmuasına, o zamanki ufak tasarruflu vaziyetiyle girmişler..Ve Asay-ı Musadaki halen mevcut durumlarıyla, asıl yerleri olan Risalelerdeki vaziyetlerinde bazı kelimelerde tek-tük farklılaklar olduğu malumdur. Hem bu tasarruf fiiline cevaz gibi görünen mektubun yazıldığı tarihten sonra, bir çok mektublar ve müellifin bu mevzuya dair halleri ile, o gibi tasarruflara müsaade edilmemiştir. Üstad Bediüzzaman’ın mezkûr mektupları ve bu husustaki davranış ve halleri hakkında üst taraflarda bir kaç nümüneler dercedilmiştir. O halde, nâsih ve mensuh kaidesine göre; o cevazlı mektup, yazıldığı hadiseye ve o güne mahsus fetvasından başka, nurların umumuna aidiyeti, ya da her zaman geçerliliği diye bir şey yoktur. O halde hükmen mensûhtur.

Hazret-i Üstad’ın yukarda yazılı mektupta yazdığı o zaman ki muayyen bir hadise için vermiş olduğu müsaadesinden başka; bir de mübarek Sungur Ağabey kanaliyle gelen bir rivayette de: Hüsrev Abiye küçük çoçuklara mahsus bir tek risale için, o da hususi kalmak ve neşredilmemek şartıyla, Kastamonu’da cereyan etmiş, hadise gibi, yine çok az bazı arabî kelimelerde tasarrufa izni vârid olduğu söylenmektedir. Bu durumda o mektup ve bu rivayet umumî bir fetva dahi olsalar; yine de sadeleştirme denilen tahrife aidiyeti yoktur. Çünki sadeleştirme denilen şey, eserin üslubunuda tarz-ı ifadesini de, cümle ve kelimelerin ahenk ve nizamındada tasarruf ediyor ve tamamen bozuyor ve değiştiriyor. Mektuptaki izin ise, sadece bazı kelimat ı arabiye için vürud ettiği zahirdir. O ise, sadece lügatçeye bakan bir durumdur. Amma bilahere -Risale-i Nurun neşir tarihçesinde ispat ettiğimiz tarzde- ufak tefek tasarruf izinlerini de hz.Üstad kaldırmıştır. Evet durum bundan ibarettir.

SANİYEN: Bu mevzuda, yani sadeleştirmenin Risale-i Nur eserleri için mümkün olup olmadığına, ehl-i vicdan ve erbab-ı irfanın rahatlıkla mukayese etmelerine ve tarafsızca ve vicdanîce hakemlik edip karar verebilmelerine yardım için bir zemin hazırlamak nevinden; 1950 lerden beri zaman zaman şu sadeleştirme fiiline teşebbüs etmiş kimselerin, hemde Türkiye çapında meşhur kalemşör ve ediblerin yaptıkları sadeleştirme tahrifi ile; Nurların asıl metin ve elfazını yanyana koyacak ve dikkatle inceleyeceğiz. Nur müellifi hazret-i Bediüzzaman’ın ifadelerindeki kasıd ve murad ettiği manalar ile, aynı ibarenin sadelestirilmiş olanındaki ifadeler veonlardaki mana muradları bir birini tutup tutmadığına bakacağız.

2229

İşte, ilk önce meşhur edip ve şair, merhum Necib Fazıl Kısakürek’in sadeleştirerek BÜYÜK DOĞU mecmuasında neşrettiği yazılarını inceliyoruz. (İbret için sadece bazı bölümlerini kaydediyoruz)

1- Gençlik Rehberi adlı Nur risaleleri bir parçasından.. Nurun asıl metni şöyle:

“… Madem ecel gizlidir, her vakit ölüm başını kesmek için gelebiliyor.. Ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle pek büyük dehşetli bir mesele karşısında bulunan biçare insan, o idam-ı ebedî o dipsiz nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve Kabir kapısını bir alem-i bakiye bir saadet-i ebediyyeye ve alem-i Nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir. Bu kat’î hakikat bu üç yol ile (o üç yollar bahsin üst taraflarında sayılmıştır) bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç vaziyet ile olacağını ihbar eden yüz yirmidört bin muhbir-i sadık ve ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan Enbiyalar.. Ve o enbiyaların verdikleri gaybî haberleri keşf ve zevk ve şuhûd ile tasdik eden ve imza basan yüzyirmidört milyon Evliyanın aynı hakikata şehadetleri.. ve hadd ü hesaba gelmiyen muhakkiklerin kat’î deliller ile o Enbiya ve Evliyanın haberlerini aklen ilm-el yakin derecesinde ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir diye ittifaken haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i haleket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için; bir tek muhbirin sözü nazara alınsa.. ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın endişe-i helaketten gelen elem-i manevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile; dalalet ve sefehat; göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebeb olduğunu ve iman ve ubudiyyet, yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidini kapatıp; şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde; Bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus müslüman, eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti o bir tek insana verilse, acaba o göz önünde ve her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekliyen bir insana verdiği o endişeden gelen elim elemi kaldırabilir mi? ilaahir…”

Şimdi de, Necib Fazılın yaptığı sadeleştirme namı altındaki bir kuşa benzetilen ve yüksek ve ateşîn manalardan tecrid edilmiş tahrifine bakalım..

Şöyle yazıyor :

2230

“Kabir yolunu ebedî saadete çevirmek, sadece iman ve din emirlerine itaat ile mümkündür. Bu nokta üzerinde ellerinde mu’cize bayrakları taşıyan binlerce peygamber, milyonlarca veli, hadsiz hesapsız ilim ve fikir adamı ve bütün selim akıl ehli birbirlerinin peşi sıra beraberdir.

Ölüm, gerçekten insanın baş mes’elelerinden biridir. Böyle bir dava karşısında insan, fani hayatın kadrosu içinde bütün dünya saItanat ve lezzetine tek başına malik olsa, sonsuzluk aleminin kapısı önünde onları yine hiçe saymak zorunda kalmaz mı? Başımızda en sadık nöbetçi halinde bekliyen mezar deliğinin verdiği kaygıyı bütün nisbetler yekûnü ve imkânlar bütünüyle bu fanî dünya telafi eder mi?..”

Evet, baktınız, gördünüz ve her halde mukayesesini yaptınız!.. Risale-i Nur’un mana, murad ve maksatları ile ve cevami-ül kelim olan nurun muntazam ve aynı noktaya bakan kelime ve cümle hey’etleri ile gösterdikleri hedef ile, bir alakası var mı? Tahmin ediyorum. Eğer okumuş ve dikkat etmiş iseniz, herhalde “Yoktur” diyeceksiniz. Daha bir şeyler, yardım için yazmak isterdim. Lâkin sizi başbaşa bırakmak için kafanızı karıştırmıyalım, her ne ise…

Belki bunu anlamadınız diye, merhum Necib Fazıl’ın başka bir sadeleştirme tahrifini arzedeyim. Bu defa ihlas risalesinden:

Evvela Hazret-i Bedüzzzamanın ifadesi, yani nurun asıl metni

“Dördüncü Düsturunuz: Kardeşlerinizin meziyetlerini, şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleri ile şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “Fena fişşeyh, fena firresûl” istilahatı var. Ben sofi değilim.. Fakat onların bu düsturu bizim meslekte “Fena fil ihvan” suretinde güzel bir dûsturdur. Kardeşler arasında buna “TEFANİ” denilir. Yani birbirinde fani olmaktır. Yani kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatiyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa,bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz Haliliye olduğu için, meşrebimiz hillettir. Hillet ise, en yakın dost ve en fedakar arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hilletin üss-ül esası samimî ihlastır. Samimî ihlası kıran adam bu hilletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder; gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet, yol iki görünüyor.. cadde-i Kübra-i Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmiyerek yardım ihtimali var. İnşaallah Risale-i Nur yolu ile, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın daire-i küdsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmiyeceklerdir .”

2231

Şimdi de Necib Fazılın tahrifine bakalım :

“4-Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini nefsinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şükredercesine iftihar etmek. Tasavvuf ehli arasında “Şeyhte fani olma” diye bir istilah vardır. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu bizim mesleğimizde “Dava kardeşlerimizde fani olmak” şeklinde tatbik olunabilir. Kişinin kendi nefsanî hislerini unutup kardeşlerinin meziyetleri ve hisleri ile yaşayabilmesi ne büyük devlettir.

Zaten mesleğimizin esası kardeşliktir. Bizde esas, baba ile çoçuk, şeyh ile mürid arasındaki vasıta değildir. Bizim mesleğimizin en yakın dost, en fedakar arkadaş, en civanmerd kardeş mefkürevî oluş derecelerini gösterir. Bu kardeşliğin esasının esası da ihlas ve samimiyettir…”

Necib Fazıl buradan itibaren bir kaç cümel nurun metnini atladıktan sonra, alakası olmıyan bir şeyler daha yazmış..

İşte, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak lafızları.. Ve işte meşhur Necib Fazıl’ın tahrifderane donuk edebiyatı!..

Bakınız Üstad Bediüzzaman Hazretleri” Ehl-i tasavvufun mabeyninde fena fişşeyh, fena firResûl istilahatı var ” diyor. Bu zat ise:” Tasavvuf ehli arasında şeyhte fani olmak diye bir istilah vardır” diye yazmış. Yani müellif hazretleri, hem fena fişşeyh hem fena firresûl istilahları vardır diyor. Ve bu dediği, filhakika tasavvuf ehli arasında meşhur ve vâki’dir. Necib Fazıl ise sadece bir tek istilah vardır diyor.

Yine Bediüzzaman hazretleri “Mesleğimiz haliliye olduğu için meşrebimiz hillettir. Hillet ise en yakın dost ve en fedekâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder.” diyor. Necib Fazıl ise: “Bizim mesleğimizin en yakın dost, en fedekar arkadaş, en civanmerd kardeş mefkürevi oluş derecelerini gösterir” diye yazmış.. Soruyorum dikkatinizi çekmek için yazdığımız bu mukayesede Risale-i Nurun maksad ve muradıyla bir alakası var mıdır?. Her ne ise!..

Evet, Necib Fazıl ın sadeleştirme namı altındaki tahrifleri 1952 yıllarında Büyük Doğu mecmuasında ve bir kaç sayısında neşredildi. Bunlar Otuzuncu Söz Ene ve Zerre Risalesi, İhlas Risalesi, Gençlik Rehberi ve müdafaalarından bazı parçalar idi. Büyük Doğu’nun sadeleştirerek neşr etmiş olduğu o yazılar bizde mahfuzdurlar.

Ne ise, Necib Fazılı, belki bazı kasıtlarla bunları böyle yaptı deyip bırakalım, gelelim kendilerini Risale-i Nur talebesi olarak gösterenlerin sadeleştirmelerine de bir göz atalım.

Bunlardan birisi: Tebliğ Yayın Evi, Nurun “Tabiat Risalesi “kitabını sadeleştirerek, yani nursuzlaştırarak ve yozlaştırarak reşretti. Üstelik bu sa-

2232

deleştirmeyi yapanda, hem arabî ilimlere, hem de Risale-i Nurun üslubuna vakıf bir kimsedir. Mezkûr kitab için “Risale-i Nurun Neşir Tarihçesi” adlı kitapçığımızda uzunca mukayeseleri yapmışız. Burada ise, o çok yanlış ve tamamen basitleştirilmiş o kitabın ibareleri üzerinde değil, sadece bazı kelimelerini medar-ı ibret için arzedeceğim:

1 – Adı geçen kitapta, Tabiat Risalesinin aslında geçen “İhtar” kelimesini, “Uyarı” diye yazmış. Oysa ki, ihtarın Türkçe karşılığı” Hatırlatma”dır. Uyarı, ikazın karşılığı olabilir.

2- ” Nota” kelimesini “Bildiri” diye yazmış. Halbuki asıl risalede onun murad ve manası “Yeni buluş, yeni çıkan ahenk dizisi,” gibi şeylerdir.

3-Mezkür sadeleştirilmiş kitabın 16. sahifesinde; kitabın aslındaki “Yani esbabın içtimâında o mevcut vücut buluyor” yerine, “Ya da sebeblerin birleşmesiyle o varlık var oluyor” diye yazmış. Oysa ki “içtima’” kelimesi “toplanma” demektir. Birleşmenin arabisi “Cima'” ile tabir olunur. Hem “Mevcut” kelimesinin gerçek manası: îcad edilmiş, var edilmiş demektir ki, onun saniini, mûcidin ifade eder. “Varlık” ise, daha çok tabiatçıların ağzında dolaşan yanlış bir manadır.

4- Yine mezkûr kitabın 15. sahifesinde: “Dinsizliği işmam eden” cümIesi karşılığında; “Dinsizlik kokan” diye yazılmış. “İşmam” kelimesi “koklatan, hissetiren” manasındadır.

Ve daha benzeri bir çok yanlış, hatalı, fuzulî, manasız ve yersiz tasarrufları görmek istiyenleri “Risale-i Nurun Neşir tarihçesi” kitabına havale ediyoruz.

Bir misalde: Zaman Gazetesi 22 Ocak 1990’daki nüshasında, Şemseddin Nuri isimli bir zat, iddialı şekilde, sadeleştirme tahrifini meşru göstermek için; kendisinin ifadesiyle Bir büyüklerinin” fevkalade hünerli şekilde yapmış olduğu sadeleştirmesinden numune için ve iftiharkârane bir tarzda bazı pasajlarını dercetti. İşte bizde, yazarın ve onun fikrinde olanlarının kanaatlarına göre; o fevkalade hünerli ve başarılı sadeleştirmelerden bazı kısımları mukayeseye alacağız. Bakalım, ne derece nurun aslındaki murad ve manalara uygun düşmüş göreceğiz,

İşte: PENCERELER risalesinden alınmış olan o pasajların ilk önce Hazret-i müellifin ifade ve uslubu ile olan asıl metnini Sonra da ” BÜYÜK ” diye gösterilmiş zatın sadeleştirdiği ibaresini alarak beraberce mukayeseye alalım:

İşte, Nur müellifinin asıl ifadesinde “Eşya vücud ve teşahhuslarında nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken…” tarzdadır.

2233

Sadeleştiricinin ifadesi: “Her varlık gün yüzüne çıkarken, her şey olabilme, her kalıb ve şekle girebilme imkân ve dolanbaçları iIe yüz yüze şekilsiz bir vaziyette iken…” tarzındadır.

Görüyorsunuz; Hazret-i müellif, bilerek düşünürek, ayrıca da hakkın ilhamına tabi’ olarak “Eşya vücud ve teşahhaslarında” diyor. Meçhul sadeleştirici zat ise, tabiatçıların ağzını kullanarak: “Her varlık gün yüzüne çıkarken” diyor.

Şimdi, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin kendi ifadesiyle kullandığı cümlesinin -eğer caiz ise – tercümesini bir de biz yapalım ve bakalım, o meçhul büyük, Risale-i Nur’un hakkını vermiş midir görelim: Eşya,(Şeyler, herşey, kainatta var edilmiş her nesne) vücud ve teşahhuslarında (vücuda gelirken ve herbirisi ayrı, farikalı ve belli bir şahsiyet kazanmaya doğru adım atarken) nihayetsiz imkanat yolları içinde mütereddit, mütehayyir şekilsiz bir surette iken (yani vücuda gelmeye, birer ayrı ve mümtaz ve farikali şahsiyet ve sima kesbetmeye hazırlanan her bir şey, çeşitli şekillerde tezahür etmeleri mümkin ve muhtemel olan sonsuz yollar içinde kararsız, şaşkın, şekilsiz bir surette iken)

Ve nur müellifi risaledeki aslî cümlesinin devamında.

“Birden bire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus u vechi veriliyor ki” diyor.

Sadeleştirmecinin ifadesinde. “Fevkalade bir insan ferdi yüzüne konan farklı çizgiler..” diye yazmış. Lütfen dikkat buyrun, Üstadın ifadesindeki mana ile bir alakası var mı?..

Evet, Hazret-i Üstad, bir tek insanı değil, her şeyi kasd ederek der ki: Hadsiz imkanat yolları içinde mütehayyir olan o mevcud birden bire hakimane hikmet ve maslahatları irade eden bir vaziyetle) ve imtiyazlı bir yüz veriliyor” diyor.

Yine Nur müellifinin öz ifadesinde: “Her bir insanın yüzünde bütün ebna-i cinsinden her birine karşı bir alamet-i farika o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve batin duygaları ile kemal-i hikmetle techiz edildiği cihetle” diyor. Sadeleştirmeci meçhul büyük ise: “Fevkalade bir insan ferdi yüzüne konan farklı çizgilerle, diğer bütün insanlardan ayrılması ve yine değişik bir kısım iç ve dış duyğularla donatılarak” diye yazmış.

Dikkat buyurun hazret-i müellif “Her bir insanın yüzünde” diyor. Adam ise,”fevkalede bir insan ferdi” diye yazmış. Yine cenab-ı müellif: “bütün ebna-i cinsinden her birisine karşı” diye açık ifade ile bir hakikatı beyan etmiş.. O adam ise “diğer bütün insanlardan ayrılması” diye yazmış.

2234

Yine cenab-ı müellif: “bütün ebna-i cinsinden her birisine karşı” diye açık ifade ile bir hakikatı beyan etmiş.. O adam ise “diğer bütün insanlardan ayrılması” diye yazmış.

Yine Nur müellifi o risalenin bir cümlesinde:! “O yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyyet olduğunu ispat eder “demiş, meçhul sadeleştirmeci ise: “Her şeyin arkasında kendini hissettiren müthiş bir iradeye, parlak bir işarettir” diyor. Hazret-i Üstad bu cümlede -eğer tercüme caiz ise- der ki: “alamet-i farikalı, iç ve dış duygularla teçhiz edilmiş her bir yüz, Allah’ın Ehadiyyet tecellisinin, yani her şeyin üstüne bütün isimleri ile tecelli edebilen ve o şeyin yardımına bütün esması ile medet edebilen zatın bir mührü, bir sikkesi olduğunu ispat eder.

Adam ise gördüğünüz gibi, Ehadiyyet tecellisi yerine müthiş irade diye tercüme etmiş.

İşte Zaman gazetesi, adı geçen nüshasında bu mesele daha bir kaç cümle ile devam edip gidiyor. Fazla uzatarak, baş ağrıtmadan ehl-i irfan ve akl-ı selim ve vicdan-ı kerim sahiplerine soruyoruz; Gerek Necib Fazıl’ın, gerek Tebliğ Yayınevinin yaptıkları.. ve gereksede az üstte gösterilen Zaman gazetesindeki sadeleştirme denilen gülünç numuneler, hakikat olarak bir tahriften başka bir şey midirler? Biz kendi cânibimizden bu gibi sadeleştirme denilen nursuzlaştırmalara düpedüz asrî bir tahriftir diyoruz ve ispat ediyoruz ve etmeyede hazırız. Amma sizler ne dersiniz bilemem!…

Ve Salisen: Yazımızın “NETİCE” bölümü başlığı altında sıraladığımız istifhamların kalan diğer kısımları için toptan olarak deriz ki; Risale-i Nur eserleri Hazret-i Bediüzzaman’ın te’lifatıdır. Onun üslubu, Bediüzzamanın şahsiyyet ve makamına yakışır bir tarzda ve Bedi’ül-beyan olarak tanzim edilmiştir. Bu durumda, hem müellif hazretlerinin ihtarlarıyla, hem de hal ve durum muvacehesinde; başkaları kalkıp da o nuranî uslubu; o cennet misal elfaz libasını değiştirmeye tevessül ederse; hiç şüphesiz ve kesinlikle berbat edecektir. Hem de düşünülen faidelerden hiç biriside elde edilemiyecektir. Aynı zamanda hak ve hakikatın âlî hatır ve hürmetini de kıracaktır. Manaların güzellik ve inceliğini incitecektir. Bütün letaif-i insaniyyeye gıda olan,nurlardaki nâzdar manaların uçup gitmesine, saklanıp kaybolmasına sebebiyet verecektir. Hem ecnebiyeye endeksli bugünkü türkçenin muayyen bir kararı olmaması yüzünden, her bir kaç senede bir, yeni yeni libaslar kesip biçme zarureti ortaya çıkacaktır… ki o durumda Nur uslubunun âli nizamı tar ü mar olması demektir.

Hem, nurları ciddî ve müştakane seven bütün talebeleri diyorlar ki; biz dersimizi güzel anlıyoruz. Nurları yüz kere, bin kere okusakda bize usanç vermediği gibi, her defa okuyuşumuzda daha yeni yeni manalar ufku bize

2235

açılmaktadır.

İşte bu durumda, nurları yozlaştırmadan ibaret olan sadeleştirmeye niyetlenenlerin gayeleri halisane olamıyacağı kesindir. Adeten ve hükmen ve kaideten gayr-i meşru tarik olan sadeleştirmeye sevkedici saik ve amil; bize göre parlak bir niyetin, ya da mübrem bir zaruretin neticesi olarak meydana çıkmıştır diye kimse söyliyemez. Olsa olsa, ya Risale-i Nurların elfazının sandukçalarındaki lâl-ü güher, yakut ve cevherlerden habersiz kişilerdir. Ya da, ırkî bir hiss-i hasedden gelen bir çekememezliğin neticesidir.. Ya da ilmî enaniyetin öldürücü ve; boğucu kıskançlığıdır.. Ve yahut da, asrın menfi seylabına kapılmışlığın sonucunda domura uğruyan ihtisasatın, ince ve esrarlı elfazı takdir edememenin menhus bir sonucudur ve hakeza …

Herkese rica ediyoruz ve hatırlatıyoruz ki; Risale-i Nurlar Kur’an’ın malıdır. Onun uslub ve elfazı Kur’an’ın nahvî üslubuna göre tanzim edilmiştir. Hem Kur’an’ın i’cazından bir hisse nurlarada aksettirmiştir. Bütün bunlarla beraber Risale-i Nurlar Türkçe olarak te’lif edilmişlerdir. İşte eğer Risale-i Nurları aslî vaziyeti ve mevcut haliyle beğenmiyenler varsa, lütfen uzak kalsınlar.. Tahrif ve bozma manasındaki sadeleştirme oyunuyla tahrib parmaklarını nurların kudsî harimine değdirmesinler. Türkçeden başka bir lisana, zarurî tercümeden gayrı nurlar tağyir edilemez. Tağyir eden olursa ruz u cezada çok büyük vebal ile cezalandırılacaklardır.

Şerh ve izah ve tefsir işleri ise, kanun ve kaideleri bellidir. Şimdilik nurlar kendi kendilerini lüzumu derecesinde şerh ve îzah ve tefsir ediyorlar. Hazret-i müellifde bunu öyle yapmış ve öyle demiştir. Tefsir ve şerhe bir ciddi ihtiyaç belirirse, Medreset üz Zehra erkânı olan Nur talebelerinin âlim ve edipleri toplanır ve durumu değerlendirirler.. Gereği de ne ise onu yaparlar.

ABDÜLKADİR BADILLI

Hicri 19 Zilkade 1416

Rumi 26 Mart 1412

Miladi 8 Nisan 1990

Şanlıurfa

Not: Sadeleştirme hakkındaki yazımzın bir kitapçık şeklinde neşredilen nüshasında, üstadımızın hizmetkâr ve talebeleri imza ile tasdikleri olduğu gibi, Abdullah Yeğin Ağabey ve Fethullah Gülen Hocanın birer değerlendirmeleri de beraber neşredildi.

2236

4- MAHKEMELER

İkinci meselede, (Yani, sadeleştirme mevzu’undan evvel) hülasasını yazdığımız iftira kampanyası sürerken, Nur talebeleri hakkında açılan da’valar ve mahkemeler de birbirini takib etmiş. Türkiye sathında, her yerde adeta bir fırtına, bir tûfan halini almıştı. 15.6.1944’den-27 Mayıs 1960 senesine kadar on dört senelik bir zamanda altmış beş mahkeme açılmış ve bütün bunlar Nur talebelerine ve Risale-i nura beraet ve iade kararı vermişken; 28.5.1960’dan-13 Şubat 1965’e kadar dört senelik bir zaman zarfında ise; İnönü’nün Başbakan olduğu üç devre-i hükûmette, tam üçyüz elli iki (352) da’va açılmış ve beraet kazanmıştı(197) Buna göre, CHP’nin Milli Şefi ve liderinin kumandasında yapılan gizli aşikâr tüm tedbir ve proğramlar suya düşmüş ve Risale-i Nur lehine dönüşmüştür. Risale-i Nur ve talebeleri ise, dimdik ayakta ve hizmetlerine devamda kaldılar.

1960-1965 arasındaki davalarda olduğu gibi, 1972’lere kadar yüzlerce mahkeme ve davalara avukat olarak müdafiî’ olarak giren, Avukat Bekir Berk’in büyük gayret ve himmetleri olmuştur. Şahsî kusurlarına bakılmadan bu büyük gayretleri her zaman yâdedilecektir. Bu arada onun kadar olmasa da, fakat Risale-i Nur davası uğruna büyük hizmetleri sebkat eden Avukat Hüsameddin Akmumcu, Avukat Necdet Doğanata, Avukat Gültekin Sarıgül ve bunlardan önceki Üstad’ın hayatında mahkemelere müdafi olarak giren 1944’de Avukat Ziya Sönmez ve 1948-49’da Avukat Ahmet’Hikmet Gönen ve Avukat Hulusî Bitlisi’lerin, 1950’den sonra da Avukat Abdurrahman Seref Laç, Avukat Seniyüddin Başak, Avukat M.Mihrî Helav’ların hep himmet ve gayretleri hürmetle, takdirle yadedilecektir.

DEMOKRATLARIN UĞRADIĞI ZULÜM VE TECAVÜZLER

Demokrat iktidarının kabinesi, milletvekilleri ve bazı vali ve askerî kumandanlarının 27 Mayıs İhtilalinde uğradıkları büyük zulümler ve tecavüzler hadisesi ve mevzuu, aslında bizim konumuzun dışındadır. Ancak bu adamların uğradıkları bu sebebsiz zulümlerin en büyük nedeni, onların düşmanlarınca, bunların dine ve dindarlara taviz vermeleridir. Dindarların başında ise, Türkiyede her zaman Nurcular başta gelmiştir. Dolayısıyla bunların uğradıkları zulümlerle bizim mevzuumuz arasında bir münasebet, bir bağlantı mevcuttur. Dolaylı olarak mevzuumuzu alakadar ettiği için, kısaca temas etmekte fayda olacaktır.

(197) Risale-i Nur ve TC mahkemeleri S: 191-205

2237

Bir şeyde hem kader adaletinin tecellisi, hem insan zulmünün vuku’ bulması hakikat olduğunun bir nümunesi de, Demokratların uğradıkları büyük zulümdür. Onların düşmanları dinsizlik prensiblerine dayanarak, onları dini siyasete alet etmekle ve dindarları himaye ve onlara taviz vermekle suçlayıp, çok gadırlı zulümlere maruz bıraktılar. İşin hakikatında ise, Demokratların ellerinde-bilhassa ilk fırsatta- büyük fırsat ganimeti, büyük kuvvetler ve selahiyetler varken, bütün millet ve memleketçe kendilerinden beklenilen ve istenilen bir çok şeyi ve mes’eleleri, evham ve korku ve za’afiyet ile ve bir çeşit beceriksizlik yüzünden yapmadıklarından ve yapamadıklarından, kader-i ilahî de, onların büyük düşmanlarını onlara galib getirmesine fetva verdi, adaletle tecelli etti denilebilir.

Bilhassa Demokratların son iktidar ve hükûmetleri devresindeki adamlarının kapıldıkları evham ve girdikleri girdaptan onları kurtarmak için; Üstad Bediüzzaman Hazretleri, her şeye rağmen onlarla fikren ve kalben meşgul olmuş, şefkatle yanaşmak, onları düşmanlarının desise ve dolaplarından kurtarmak; ve onlara çıkış yolunu göstermek istemiş, adeta çırpınmıştır. Lâkin maalesef Demokratlar gafletlerinden, evhamlarından ve za’afiyetlerinden hep Üstad’dan kaçmak istediler, onun sözlerine ve nasihatlarına karşı kulaklarını tıkadılar.

27 Mayıs ihtilali CHP’lileri, İnönü’nün planıyla ve CHP’lilerleTurancı Irkçılar birleşerek gerçekleştirdiler. Demokrat Milletvekillerinin hepsini ve bazı vali ve kumandanları Yassıada zindanlarında toplattırdılar. Beşeriyetin en vahşi devirlerinde bile emsaline rastlanmamış acib zulümler ve vahşice muamelelere tabi tuttular. Bu hunharca zulüm ve vahşice işkencelere dayanamıyan Demokrat ileri gelenlerinden bazıla intihara bile teşebbüs ettiler.. ve bir ikiside öldü.

Mesela, 30 Mayıs 1960 günü eski DP İçişleri Bakanı Namık Gedik, Ankara Harp okulunda tutuklu bulunurken, okulun penceresinden atlayıp intihar etmesi.. ve Celal Bayar’ın 30 Eylül 1960 günü Yassıada’da intihara teşebbüs etmesi gibi(198)… ve keza Konya Valisi Cemil Keleşoğlu’nun intiharı…

Yassıada’da muhkemeler 14 Ekim 1960’da başladı.. ve 11 Eylül 1961’de, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakacak zulümlü, kanlı kararını açıkladı.15 idam, 31 kişiye de müebbed hapis ve 408 kişiye de çeşitli hapis cezaları verildi. Bu mahkemenin temyizi memyizi yoktu. Aynı kararda

(198)Namık Gedik ki, 22-23 Mart 1960 günlerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri Urfa’da sekerat halini yaşarken, Ankara’da İçişleri Bakanlığı koltuğundan telefonlarla Urfa Emniyet Müdürüne emirler vererek: “Başka bir araba yoksa, onu çöp arabasına atın, geri gönderin.” demişti. Allah’ın kudret tecellilerine bakılsın ki, kendisi harbiye okulunun penceresinden atlayıp intihar ettiğinde, oradan geçen bir çöp arabasına acelelik belasıyla hemen konulup hastaneye kaldırılmıştır.

2238

bazı sebebler ileri sürülerek, onbeş idamdan, onların asıl hedefi ve düşmanı olan üç kişi olduğu için, üçe indirildi. Bunlar Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatih Rüşdü Zorlu idi. Karar, beş altı gün sonra İmrali adasında hemen infaz edildi. Ne temyiz, ne de hiç bir şey… İnönü’nün uşağı ve fermanberi Cemal Ağa’nın keyfî arzusu öyle idi çünki… Kendisi ve ihtilal arkadaşları kararı hemen imzalamışlardı. O kadar!.. Temyize, üst bir mahkemeye ne hacet ki!..

Adalet ve kanun muvacehesinde hiç bir suç ve sebeb yoktu ortada. Zaten o sıra kanun ve adalet diye bir şey yoktu. Kalbi, ruhu kapkaranlık vicdansızlardan seçilen bir mahkeme hey’eti oraya gönderilmiş, her türlü selahiyet verilmişti. Verilen bu selahiyet hiç bir kanuna, hiç bir anayasaya ve hiç bir müeyyideye dayanmamakta idi.

Yassıada’da idam edilenlerden arta kalan diğer müebbedliler ve mahkûmlar ise, çeşitli hapis cezalarıyla birlikte, kamu hizmetlerinden ve siyasi haklarından da men’edilmişlerdi. İşte Demokratların tarihçesi çok kısa olarak bu kadar…

5- NUR TALEBELERİNİN DAHİLÎ DURUMLARI

Burada “Nur Talebelerinin dahilî durumları” başlığı altında, onbir sahifelik bir inceleme ve mukayese yazısı vardı. Bu kitabın 1. baskısında; ilerdeki tarihçilere belki bir vesika olur niyetiyle neşredildi. Hakikatın öz kendisi acı olması hasebiyle, bazı hatırlar kırılabildi. Hatta belki yanlış telakkilerin vehimleriyle başka mana ve maksadların güdüldüğü zehabına kapılan da olabildi. Ama herşeye rağmen, bu makamdaki inceleme ve mukayese yazısı, herhalde vazifesi olan ikaz hizmetini yapmış olduğu gibi, müstakbel tarihçilerine vesikalık işinide yerine getirmiş oldu.

Kitabımızın şu ikinci baskısında artık bu yazıya ihtiyaç kalmadığına kanaat getirdiğimiz için, onu vücud sahifesinden siliyoruz. tahmin ediyorum, umumi kanaat da bunun böyle olması yönündedir.

6- DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE OLUP BİTENLER

1960 ihtilalinden sonra, Türkiye’de ve dünyada gelişen çeşitli hadiseleri, mevzuumuza, yani Risale-i Nur hizmetinin tesir sahasına temas eden noktaları ile üç bölümde ele alarak, kısaca notlar halinde arzetmek istiyoruz.

  1. Dini sahada inkişaf..
  2. Siyasî sahadaki hadiseler..
  3. Risale-i Nur hizmeti, Nur talebeleri ve Nur eserleri itibarıyla kaydedilen terakkiler ve inkişaf merhaleleri…

2239

DİNİ SAHADA İNKİŞAF

Bu bölümün hakikatı ve büyük inkişafları şöylece arzedilebilir ki; Türkiye sathında açılan yüzlerce İmam-Hatip Mektepleri, Yüksek İslâm Enstitüleri, İlahiyat Fakülteleri, İslami Araştırmalar Fakültesi, Edebiyat Fakülteleri.. Ve ayrıca hususî açılan yüzlerce-binlerce Kur’an Kursları faktörleri ile, 1960-1987 arası -kesintili zamanlar hariç- bir çeyrek asır zaman zarfında büyük büyük inkişaflar olmuştur. İnkişaf eden bütün bu müsbet manaların ana merkezi, enerji kaynağı ve ruhu ise; Türkiyenin her tarafında Nur talebelerinin himmet ve gayreti ve açtıkları binlerce hususî Nur dershaneleri ve Türkiye sathında her gün milyonların aşkla okuduğu Nur Risaleleridir.

Bugün artık Türkiye’nin, bilhassa gençlik kesiminde çok büyük çapta ve muazzam bir kitle halinde dinini öğrenmiş, imanını sağlama bağlamış, İslam dinini tam iltizam etmiş insanları mevcuttur. Türkiye’de artık İslâm dinini müdafaa edecek, koruyacak; ve icabederse ecdadı gibi onun yolunda herşeyini feda edecek, İslâm dinini yaşayıp yaşatacak milyonlarca insan bulunmaktadır.

Her ne kadar Türkiye’de hâlâ dinsizce bir hayat yaşamak isteyen bir gurub insanın, zaman zaman Atatürk ilkelerini kendi dinsizliklerine siper ederek ve ona dayanarak dine ve dini yaşamak isteyenlere ilişmeleri eksik olmasa dahi!..

Ama bunlar da, herkes de iyice anladılar ve bildiler ki; artık Türkiye’de eskisi gibi cebir kuvvetiyle; dinî temayülü, dinî hayatı men’etmek veya zayıflatmak mümkin değildir. Bununla beraber bazı câhil siyasîler veya kasıtlı dine karşı münkir bazı zevzek herifler, mesela bir kız çocuğunun eşarp takmasına, başını örtmesine, namahrem vücudunun belli bölgelerini kapamasına tahammül edemiyerek, dinsizliğin katı taassubu adına “İrtica” diye bağırmaları da eksik olmayabilir.

Halbuki, bugün herkes, bilhassa aklı başında milliyetçi, hürriyetçi, demokrasi kaidelerini gerçek manada benimsemiş herkes biliyor ve anlıyor ki; Atatürk ilkeleri, yahut da laiklik mefhumu denilen şeyler, bugün dinsiz kesimin elinde bir maskedir. Yani onlar kendileri dinsizce yaşama tarzlarına bunu alet ederek, laikliği de, ilkeleri de kendi anlayışları doğrultusunda izah ediyorlar.

Bu meseleye bir misal olarak, mu’temed bazı zatlardan duyduğum bir hikâyeyi nakledeyim:

27 Mayıs ihtilalinin nöbetçi onbaşısı olan Cemal Gürsel, bir gün bir mecliste rakı içerken, yanındaki arkadaşlarına, içki bardağ’ını eline alarak demiştir ki: “Arkadaşlar! Bu Nurcular var ya, bir gün gelecek, bu bir bardak rakıyı da bize haram edecekler!..”

2240

Bir misali de: Ergenlik ve rüşd çağına gelmiş bazı müslüman kız çocukları, üniversitede kendi vicdanına ve demokrasi kaidelerine dayanarak, Müslümanca örtünmelerini; büyük şamatalarla Türkiye’de sanki herşey değişiyor gibi bir davranış içerisinde görünen ilhad müdafii bir partinin genel başkanı günümüzde de görülmüştür.

Halbuki, bu tip adamların hangisini konuştursan, demokrasiyi, hürriyeti, insan haklarını, fikir ve vicdan özgürlüğünü müdafaa eder, tarafdarlığını da gösterirler. Öbür tarafda kendi anlayış, zihniyet ve mantıklarına göre dünyadaki mevcut demokrasilik uygulamalarını değil, kendi tinet ve zihniyetlerine göre demokrasiyi de, fikir ve vicdan hürriyetini de, laiklik prensiblerini de sadece ve sadece Atatürk ilke ve inkılabları çerçevesinde ve yalnız onun çizgisi içinde kabul ederler. Bilmem, dünyada, öyle bir demokrasi mefhumuna ve uygulamasına veya böylesi bir laiklik ilkesine rastlamak mümkün müdür?

Demokrasilik, milletin irade ve hâkimiyeti, fikir ve vicdan hürriyeti ise; bütün dünyada uygulanan şekli bugün Türkiye’dekinden başka tarzdadır. Çünki eğer bu adamlar, -dini ve İslâmiyeti bir an için bir tarafa bırakalım gerçekten hakikî bir demokrasiye, bir millet iradesine inanmış ve kabul etmiş olsalardı; bugün bütün dünyada tatbik edilen bir şekli, hiç olmazsa o şeklin orta hallisi bir tarzını; ve nihayet o da bir insan, bir beşer olan ve kusur edebilen bir tek insanın hususî anlayış ve telakki tarzına feda etmezlerdi. Çünki hür fikirli insan, her şeyde hürdür ve hür olmalıdır. Demokrasî istiyen gerçek bir insan, onu her mesele için de ister. Yani millet eğer isterse Atatürk’ün ilkelerinin dışında da bir demokrasiyi gerçekleştirebilirler diyebilmelidirler. Aksi takdirde bunların savundukları bir demokrasilik mefhumu değildir. Olsa olsa, yine bazı vesileler ve aletlerle bir dikta rejiminin devamının tarafdarıdırlar.

Evet, bu adamlar eğer gerçekten samimi olarak komünist blok hariç ki oda teslim-i silah etti tüm dünyada tatbik edilen bir demokrasi şeklini hazmedip ve bu millete layık görüp isteselerdi, memleketimizde de aynı tarzda, hiç olmazsa yakın bir tarzının uygulama taraftarlığını yapacaklardı. Amma nerede?..

Lâkin kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; bugün Türkiye Cumhuriyeti hudutları içerisinde yaşıyan insanımızın kendi dinine, Kur’anına kalbden gelen tarafdarlığını -bilhassa bundan böyle- hiç bir kuvvet, dinsizce hiç bir anlayış sökemiyecek ve atamıyacaktır. Artık herkes bunu çok iyi gördü ve görüyor ve görecek…

2241

İSLAM DİNİNİN İNKİŞAFI

İslam dininin bütün dünyadaki inkişafı ise; Elhamdülillah başta Âlem-i İslâm, Türkiye de dahil bütün devletleri; hükümet icraatlarını, kanunlarını her noktasıyla dinden alan bir yöntem, bir sistem ile idare etmemeleriyle birlikte; fakat İslâm Âlemi kendilerini Müslüman bilmekten ve Müslüman olarak birbirleriyle görüşmekten, ittifaklar akdetmekten çekinmemektedirler. İslâm Konferansları, müşterek İslâm kalkınma bankaları gibi manidar isim ve unvanlar altında, siyasî sahalarda gerçekleştirilen bir çeşit İslâm ittifakı ve ittihadı gün geçtikçe kuvvetlenmekte ve inkişaf etmektedir. Bütün bunlar elbetteki büyük istikbal va’deden büyük âzim ümit işaretleridir.

AVRUPA VE AMERİKA’DA İSLÂMİYET

Bu ülkelerde Müslümanların yaşama biçimlerine, ibadet şekillerine, Dinî propagandalarına ve dinî kıyafet ve yaşama tarzlarına, hatta dinî dernekler ve cem’iyetler kurmalarına mani olunmadığı gibi, tam aksine yardımlar ve kolaylıklar gösterilmektedir.

Bunun yanında, Avrupa ve Amerika’da hemen her gün bir çok insanın serbestçe İslâm dinini seçmeleri ve herhangi bir engelle karşılaşmamaları ayrı bir ümit müjdesidir. Avrupa’nın küçük bir devleti olan Belçika’nın İslam dinini resmi din olarak kabul etmesi de göstermektedir ki; Avrupa, Bediüzzaman’ın dediği gibi İslâmiyete hamiledir ve doğurması da pek yakındır.

SİYASİ SAHADAKİ HADISELER

Birinci bölümde arzolunduğu gibi, Türkiye’nin devlet anlayışı: Bir taraftan ladinilik manasında bir laikliği ve bunu bir din tarzında benimsemesinde şimdilik hiç bir taviz verilmediği ve zaman zaman onu muhafaza için  demokrasiliği, vicdan hürriyetlerini çiğneyip geçerek- kuvvet ve cebir ve süngü kullanmaya çalışıldığı anlayış ve bu hareketin de şimdiye kadar  Kuvveti elinde bulunduranlarda- herhangi bir değişiklik söz konusu olmadığı halde, kendilerini dünyada ve İslâm Âlemi nazarında dinsiz veya Müslüman olmıyan bir devlet de göstermek istememektedirler. Bu yüzdendir ki, İslâm dinini benimsiyerek, yaşayarak değil, amma şimdilik köklü bir mazî geleneğinden gelen bir Türk milliyetçiliği anlayışıyla ve bir çeşit siyasetle, İslâm âlemiyle siyasî sahada birlik içinde olmaya önem vermekten de geri kalmamaktadır.

2242

İSLAM ÂLEMİNDE MENFİ YÖNDEN GELİŞEN HADİSELER

İslâm âlemini uyandırmak, hamiyet ve gayrete getirmek, birleştirmek için; aslında kader’in hüküm ve hikmetiyle vücuda gelmiş olan hadiselerin hepsi de İslâm alemi için dersler olduğu halde.. ve Bediüzzaman hazretlerinin “âlem-i İslâmı uyandıracak ve bir kuvvet-i azimeyi tehyic edecek hadisat-ı azime vücuda,geliyor..” mealinde dediği gibi; bir hareket, bir heyecan, bir kaynaşmaya vesile olması lazım iken, şimdilik istenilen ma’nada ve seviyede henüz tam bir uyanma görülmemektedir. Amma er-geç bu uyanma, bu hareket, bu silkinme olacaktır inşaallah…

İslâm Âleminde menfi yönden gelişen en belirgin hadiselerden birisi; dünyanın en rezil kavmi olan Yahudilerin, 3 Mayıs 1967’de Müslüman Araplarla yaptığı harpte galip çıkması hareketidir. Yahudinin arkasında kimler bulunursa bulunsun, mağlubiyet mağlubiyettir. Bundan tam bir ders alarak uyanmak için müessir büyük bir ders olmalıydı ve olmalıdır.

İkinci harp de, 6 Ekim 1975’de vuku’ buldu. Bu harbde Yahudiler daha da ilerledi. Sina çölünün büyük bölümünü, Kudüs-ü Şerifi, Filistin’in ve Suriye’nin müşterek arazisi olan Colan dedikleri dünyanın en bereketli arazisini ve beraberinde Kınaytre vilayetini istila etti. Halen de Yahudinin elindedir.

Bunun yanında son senelerde patlak vermiş, İslâm âlemi için yüz karası mühim bir hadise de İran-Irak harbidir. Bu harb dünya kâfirlerinin çok hoşuna giden bir hadisedir. Hiç yerde ve fuzulî şekilde Müslüman kanı dökülüp gitmektedir.

İnekperest Hinduların veya ateşperestlerin eski Pakistan’ı cebir ve harp kuvvetiyle ikiye bölmeye sebebiyet veren ciğer-suz harbini de unutmamalı. 1974 Kıbrıs Harekâtı arkasından gelen ambargolar da daima göz önünde bulundurulmalıdır.

TÜRKİYE’NİN İÇ SİYASETİNE GELİNCE

1960 ihtilalinden başlıyarak bu tarafa doğru gelecek ve kısa-kısa ibret verici hadiselere temas edeceğiz:

27 Mayıs 1960 ihtilalinin hemen akabinde, ihtilalci askerler kendilerini dünya ve milletler nazarında ve kendi halkı yanında kötü göstermemek ve demokratik olduklarını göstermek üzere, sözde tarafsız kişilerden üç askerli, on altı sivilli bir hükûmet kabinesi kurdurdular.

İhtilali gerçekleştiren askerler, kendilerine “Milli Birlik Komitesi” adını verdiler. Bu adamlar ilk başta 38 kişiydi.

2243

İhtilali takib eden günlerde, Türkiye’de üç tane esir kampı gibi kamplar kurdular. Bunlar, birinci, ikinci, üçüncü dereceli kamplar şeklinde idi.

Birinci kamp: Yassıada idi. Burada Demokrat Partili tüm milletvekilleri, bazı valiler ve yine DP taraftarı bazı askerî kumandanlardı.

İki nolu kamp ise, Balmumcu’da kuruldu. Buraya Demokrat Parti tarafdarı, yahut da bu hükümetin bürokrasisinde çalışmış kimseleri toplamışlardı.

3 nolu kamp ise, Sivas’da kuruldu. Buraya bilhassa Şark vilayetlerinde adı sanı belli olan şahsiyetlerden 55 kişi topladılar. Bu kampda Nur talebesi bir kaç zat da vardı. Mehmet Kırkıncı Hoca, Mehmet Kayalar, Mustafa Ramazanoğlu, Çermikli Abdülkadir Hoca vesaire…

14 Kasım 960’da Milli Birlikçiler içinde ihtilaf patlak verdi. 14 kişi bunlardan ayrıldı. Herhalde bu ayrılanlar ırkçı kesimi idi. Milli Birlikçiler, komiteden ayrılan bu 14’leri uzaklaştırmak üzere, Dışişleri Bakanlığı teşkilatında 14 müşavirlik kadro açarak oralara atamalarını yaptı. Bu ondörtlerin başında Albay Alparslan Türkeş geliyordu. Bunu Hindistan Yeni Delhi’ye yolladılar.

14 Aralık 1960’da. Cemal Gürsel hastaland(200) yahud da hastalığı arttı.

1961 ocağında yeni partilerin kurulmasına izin verildi. CHP tam kadrosuyla mevcuddu, bekliyordu. Adalet Partisi ise, İhtilal sırasında, İhtilale “Evet” demiş olan üçüncü ordu kumandanı. Ragıb Gümüşpala’yı kendine genel başkan seçerek kuruldu. Milli Birlikçiler ihtilalden hemen sonra, ilk önce Ragıb Gümüşpala’yı Genel Kurmay Başkanlığına, arkasından da, onu emekliye sevketmişlerdi. Adalet Partisi’nde Süleyman Demirel genel başkan yardımcılığına getirilmişti. Demirel o sıra Devlet Su İşleri genel müdürlüğiznden ayrılmış, Büyük inşaat mutahitliğini yapmakta iken siyasete atılmıştı.

Yeni Türkiye Partisini de, hem nalına hem mıhına vuran orta halli Ekrem Alican kurmuştu.

9 Temmuz 1961’de yeni anayasa halk oylamasına sunuldu. Kabul yüzde altmış nisbetinde çıktı.

15 Ekim 961’de de genel seçimler yapıldı. Yeni seçim sisteminde senatör ve milletvekili diye iki kısım meb’us seçilmekteydi.

(200)Cemal Gürsel’in hastalığı hakkında çeşitli dedikodular söylendi. Kimisi onunla Türkeş arasında çıkan bir münakaşada, Türkeş onu tabanca ile yaraladı. Kimisi, hafif bir felçlik geçirdi vs. diyorlardı.

Mühim ve itimada şayan bir diğer haber ve rivayet ise, bu tarihten az önce Cemal Gürsel Gaziantep’de halka hitabederken, merhum olmuş, dünyadan gitmiş olan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’nin aziz şahsiyetine münasebetsiz şekilde ağzını bozarak hakaretli şetimler ettiği aynı anında, henüz konuşma kürsüsünde iken, felçlik geçirdiğini söyleyenler de olmuş…

2244

PARTİLERİN ALDIĞI OY ORANI

PARTİ SENATÖR MİLLETVEKİLİ

            A.P       70     158

         C.H.P      36       173

         C.K.P       16       54

          Y P          28        65

20/Kasım/1961’de İsmet İnönü Başbakanlığında CHP-AP koalisyonu kuruldu.(201)

10 Eylül 1962’de Sivas kampındaki 55 insan serbest bırakıldı. 5 Haziran 964’de A.P kurucusu ve genel başkanı Emekli Orgeneral Ragıb Gümüşpala öldü.

29 Ekim 964’de A.P. genel başkanı yardımcısı Süleyman Demirel, A.P genel başkanı seçildi.

10 Ekim 965, ikinci genel seçimler yapıldı.

PARTİ SENATÖR MİLLETVEKİLI

        A.P         79         240

       C.H.P       48       134 aldı.

7 Kasım 965’de Süleyman Demirel Başbakan oldu ve hükûmetini kurdu. 5 Eylül 966’da Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Demirel’in yardım ve isteğiyle Reis-i Cumhur oldu.

14 Eylül 966’da Cemal Gürsel öldü.

12 Ekim 969’da üçüncü genel seçimler yapıldı. Bu seçimde A.P biraz daha büyüdü. A.P 260 milletvekili, CHP 144 aldı.

Bu tarihe kadar Süleyman Demirel, dindar kesime ehemmiyet vermez bir tavır içinde idi. Bu yüzden partisinden kopmalar, ihtilaflar başladı. İlk olarak Yirmi Altılar diye adlandırılan bir gurup AP’li milletvekili partisinden ayrıldı. Demirel de bazı milletvekillerini ihraç etti.

26 Ocak 971’de Necmeddin Erbakan Milli Nizam Partisini kurdu. Bu tarihte anarşi ve terör had safhada idi.

12 Mart 971’de Kuvvet komutanları Hükumete, parti genel başkanlarına, Cumhurbaşkanına sert muhtıra verdi. Demirel Hükûmeti istifa etti.

21 Nisan 971’de partiler üstü bir hükûmet kuruldu. Bu yeni hükûmet zamanında, Milli Nizam Partisi Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldı.

(201) Bu parti hani sözde CHP’ye zıddı, DP’nin devamı vesaire idi…

2245

6 Nisan 1973’de Cevdet Sunay’dan boşalan Reis-i Cumhurluk seçimi yapıldı. CHP’nin adayı Genel Kurmay Başkanı Faruk Gürler’di. AP’nin adayı da, Emekli Orgeneral Tekin Arıburun’du. Mecliste uzlaşma sağlanamadı, Reis-i Cumhur uzun müddet seçilemedi. Sonra Demirel’in de ittifak ettiği Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı seçildi.

Ekim 1973’de genel seçim yapıldı. AP 260’dan 140’a düştü. MSP ve Demokratik Parti onun kadar meb’us aldı. CHP, o ihtilaf yüzünden dağılan durumdan istifade ederek hepsinden fazla mebus aldı. O durumda Başbakanlık Ecevit’e verildi. Demirel muhalefette kaldı. CHP-MSP koalisyonlu hükûmeti kurdu. Ecevit’in Erbakan’la va’dleştikleri şekilde, 1971 olaylarında yakalanıp hapsedilen bütün anarşistler affedildi ve hapislerden çıkarıldı.

1977’de yine genel seçim yapıldı AP sarsıntıdan kendini yine kurtaramadı.. Hükûmeti kuracak meb’usa sahib olamadı. O durumda Nihat Erim Başbakanlığnda partiler üstü hükûmet kuruldu.

1978’de kısmî senato ve ara seçimi yapıldı. AP biraz toparlandı. Fakat yine hükümet kuracak durumda değildi.

1979’da ara seçimden sonra, Ecevit-MSP Hükumeti istifa etti. Demirel azınlık hükûmeti kurdu. Anarşi ve terör bu dönemden itibaren hızla tırmanmaya başladı. Her gün birçok ölü…

12 Eylül 1980’de askeri müdahale oldu. Meclis feshedildi. Tüm partiler kapatıldı.

1980-1983 arası partisiz Bülent Ulusu hükumeti askeri cunta direktifleri altında yönetimi sürdürdû.

1983 genel seçimleri yapıldı. Anavatan Partisi 210 milletvekili alarak Turgut Özal Başbakan oldu.

6 Eylül 1987 siyasi yasakların kalkması veya devamı hususunda halk oylaması, referandumu yapıldı. Kıl payı bir farkla siyasi yasaklar kalktı. Eski liderler partilerinin başlarına geçtiler.

29 Kasım 1987’de erken genel seçim yapıldı. Bu seçimde ancak üç parti genel barajı aşabildi.

ANAP 292, SHP 99, DYP 59 milletvekilliğini aldı. Hükûmeti yine Turgut Özal kurarak başbakan oldu.

2246

7- RİSALE-İ NUR HİZMETİ, NUR TALEBELERİ DURUMU VE NUR ESERLERİ İTİBARIYLA KAYDEDİLEN TERAKKİLER VE İNKİŞAF EDEN HADİSELER

Az yukarda “Nur talebelerinin dahili durumu” bölümünde(1) bu maddenin bazı noktaları izah edilmiştir. Burada ise, yalnız Risale-i Nurun Türkiye’de ve dünyada inkişaf ve intişarını mevzu edeceğiz.

Evet, Üstad Bediüzzaman’ın vefatından sonra, bilhassa Nur talebelerine karşı çok hınçlı ve intikamlı 27 Mayısçılarla CHP ve İnönü’nün istibdatlı, zulümlü dört beş senelik zamanlarında, Risale-i Nur ve Nur talebeleri aleyhinde açılan ve beraetle neticelenen davalar, toplam üç yüz elli iki (352) tanedir. Yani Risale-i Nurlar, 27 Mayıs askerî ihtilali gölgesinde kurulan İsmet İnönü’nün Başbakanlığı yıllarında bile Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri; adeta, İnönü’nün tüm tedbir, oyun, hüküm ve icraatlarına rağmen, mahkemelerin “Risale-i Nur yasak olamıyacaktır ve olmıyacaktır” diye bir imzaları idi.

Risale-i Nurun Türkiye’de ve dünyada neşriyatı ise şöyle olmuştur:

Bilindiği üzere, DP iktidarı döneminde 1956-1960 arası dört senelik bir zaman zarfında, bir derece serbestlik içinde neşriyatı gerçekleşmişti. 1960 ihtilali, mahkemelerin verdiği kararlar, neticesinde tekevvün etmiş olan o serbestliği, keyfi ve kanunsuz ve zorbaca ortadan kaldırdı. Lâkin Nur talebeleri Nurun neşriyatını her türlü baskıya, takibe, hapse ve zahmete rağmen, yine durdurmadı. Perdeler altında aynen ve daha hararetli şekilde devam ettirdiler. 1960’dan önceki eski baskı Nur mecmuaları üstündeki tarih ve matbaa isimleriyle, her birisi bir kaç kere yeniden tab’edildi. Böylece Nurun neşriyatı “Sırren tenevveret” perdesi altında aynen devam etti, hatta çoğaldı, eksilmedi, diyebiliriz.

Nurun neşriyatı, gayyur ve fedakâr Nur talebelerinin büyük fedakârlık ve gayretleriyle devam ederken, öbür tarafta mahkemeler, davalar, hapisler bütün şiddet ve hızıyla devam ediyordu. Bu hal, ta 1965’lere ve hatta 1971’lere kadar devam etti. Gerçi mezkur altı senelik veya diğer noktasıyla onbir senelik zaman zarfinda AP iktidarı demokrasîlik fikriyle hükûmet icraatında nisbeten bir yumuşaklık temin etti ise de, emniyet ve savcılar DP döneminde olduğu gibi, o kadar mahkemelerin beraet kararlarına rağmen, keyfî hareketlerinde aynen devam ediyordu. Demirel’in Başbakanlığı dönemi olan 1965’ten 1971 muhtırası kadar altı senelik zaman zarfında, tam dörtyüz mahkeme açılmış ve Risale-i Nur ve Nur talebelerine bütün bu mahkemeler yeniden bereat vermişlerdi.

(1) Adı geçen bölümü, şu 2. baskıda neşretmiyoruz. İzahı orada yapılmıştır. A.B

2247

12 Mart 1971 Muhtırası ve sonrasında da mahkemeler,davalar yine devam etmiştir. Ancak 12 Mart Muhtırasından 12 Eylül 1980 askeri müdahale zamanına kadar, mahkemelerde oldukça bir azalma görülmüştür. Bu dokuz senelik zaman zarfında sadece 65 mahkemenin açıldığını ve yine Nur’a ve Nur talebelerine beraetler verildiğini görüyoruz. Demek ki, 1971’den sonraki devrede mahkemelerin ve davaların durumunda yüzde doksan gevşeme olmuştur. Anlaşılan ilhad mukavemeti -Hazret-i Üstad’ın müjdelediği gibi- artık kırılmış ve mağlub olmaya yüz tutmuştu. 1980-1987 arasında ise, mahkeme ve davaların açılma nisbeti yüzde onu aşamamıştır. Bu yedi senelik zaman zarfında kırk veya elli kadar mahkeme cereyan etmiş, bir ikisi hariç yine hepsi Risale-i Nura ve Nur talebelerine beraet vermiştir.(202)

YİNE SERBEST NEŞRİYAT

Nur talebeleri 1975’de ilk bir tecrübe olarak İstanbul’da “Sözler Yayınevi” adıyla kurdukları bir müessesede bir kaç Nur Risalelerini tab’ ettirdiler. Zamanın emniyetinden, savcısından pek bir ses çıkmadı. Bunun üzerine Sözler Yayınevi Nurların yüzde seksenini serbest olarak neşretmeye devam etti. Bu arada Envar Neşriyat yayınevi de neşriyata başladı. Aynı zamanda nur neşriyatı Ankara’da da serbestçe yapıldı.

12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, Risale-i Nurun neşriyatıyla fazla ilgilenmedi. Demek ki artık dünyaya karşı utanıyorlardı. Tek-tük idare-i örfiye mahkemeleri Nurlara baktılarsa da, % 99’u beraet verdiler.

Gele gele, 1985’deki Anavatan Partisi iktidarı, İçişleri ve Adliye Bakanlıkları tarafından “Risale-i Nurların Mahkeme kararlarıyla artık serbest olduğunu, bundan böyle vatandaşların bu yüzden rahatsız edilmemesini” emreden ta’mimleri yayımlandı.. Böylece Risale-i Nurun Allah’a şükür artık âlemde serbest intişarı gerçekleşmiş oldu.

DÜNYADA NURUN İNTİŞARI

Risale-i Nurların büyük bir hamle halinde, İslâm âleminde neşrine başlanması, 1969’lardadır. Bu tarihte Risale-i Nurdan iki Arapça metinli Risale “El Mesneviy-ül Arabi ve Saykal-ül-İslâm” Şam’da resmen tab’ edildi. 1973-1974 arasında da bu iki esere, yedi eser daha ilave edildi.

Bunlar 1-Türkçeden Arapçaya tercüme edilen “Zülfikâr, 2-Hutbe-i Şamiye, 3-Gençlik Reh-

(202) Risale-i Nur ve TC Malkemeleri S:191-216

2248

beri, 4-Risale-i Nur Sönmez” eserleriyle; aslı Arapça olan “5 Tefekkürname”, 6-“İşarat-ül İ’caz” ve “7-Hizb-ul Ekber-i Nuri”dırlar. Bu eserler Beyrut’da basılarak, İslâm Âleminin her tarafına, Almanya ve Amerika’ya da gönderildi.

Arapça olan bu neşriyatın aynı tarihlerinde Amerika’da “Nur” Mecmuası adıyla bir dergi İngilizce ve Türkçe olarak Risale-i Nurun hakikatlarını neşretmeye başladı. Yine aynı tarihlerde Amerika’lı rnüsteşrik ve Müslüman olmuş, Hamit Algar ismini almış büyük bir alim, Risale-i Nurun bir kaç tane Risalesini İngilizceye tercüme etti ve Amerika’da neşrettirildi. Ayrıca İngilizce tercüme edilmiş bu eserler, Türkiye’de ve Almanya’da da basıldı. Hem Almanya’da Risale-i Nurun üç dört eseri Almancaya da tercüme edilerek neşredildi.

Yine aynı tarihlerde, Üstad’ın keşfedip bulduğu tevafuklu Kur’an-ı Kerim’i de Amanya’da muazzam bir Şaheser şeklinde altın yaldızla tab’edilmeye başlandı. Halen de devam etmektedir.

Daha sonraki tarihlerde, 1980 lerden sonra, Irak’ta oralı bir cemaat Nur talebesi, Risale-i Nurları Türkçeden Arapçaya tercüme etmeye başladı. Irak’taki bu neşriyat, çok güzel bir üslub ve parlak bir edebiyatla tercümeleri yapılıp, yayınlamaktadır. Şimdiye kadar Irak’ta Nurlardan tercüme edilerek neşredilen eserlerin saıyısı Kürdçeleriyle beraber 51’i bulmuştur(2). Ayrıca yine bu tarihlerde, yani. 1980’den başlıyarak bu yana, Beyrut’ta Risale-i Nurun büyük mecmualarından “Sözler, Mektubat ve Lem’alar” kitabları Arapçaya tercüme edilerek tab’edilmiştir.

Yine Beyrut’ta 1980-1988 tarihleri arasında, Envar Neşriyatın zimmetinde olan Üstad’ın tevafuklu Kur’an’ını üç dört baskı -Her baskısı da yüzbinden aşağı olmamak üzere- tab ve neşredildi.

Ayrıca Hindistan-Bombay, Endonezya, Malezya, Srilanka ve Pakistan’da bazı Nur risaleleri, hususan Üstad’ın hayat tarihçesi o lisanlara tercüme edilerek neşredildi. Ve hakeza, yavaş yavaş ve ağır ağır, fakat yerleşerek, kendini kabul ettirerek tüm dünyaya Risale-i Nur yayılmaktadır ve yayılacaktır da..

Demek ki, artık dünyanın aradığı ve arayacağı, takdir ve tahsin ettiği ve mutlaka edeceği Nur Risaleleri en büyük halaskâr olarak tanındı, tanınmakta ve tanınmaya devam edecektir. Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbî!..

(2)Şimdi 1996 itibarıyla, Risale-i Nurların tamamı tercüme edildiği gibi, büyük mecmualar Türkiye, Mısırda ve Beyrutta tab’edilip dünyaya dağıldı. 

2249

SON

Bu kitaba 1984 yılı bahar aylarında mukaddematına ve alt yapılarına başlandı. Fasılalar, kesiklikler, hariç 1987 Ekim ayı 7’sinde sona erdi. Diğer bir tarihle: 1404 Hicri Cemaziyel’ahir sonunda başlandı, 1408’in sefer ayının 13’ünde sona erdi.

BİR MÜLAHAZA

Bu kitapta biz tarafız değliz. Tamamen tarafsızlık demek, bizce bir duygusuzluk demektir. Bir kitap, herhangi bir mesele veya bir şahıs hakkında üç şey için yazılabilir.

  1. Ya tenkid saikası..
  2. Ya takdir ve o fikirleri tasvib iltizamı..
  3. Veya olduğu gibi gerçeği hakikat aşkıyla ortaya koyup izhar etme meyli…

Eğer bu üçüncü şık bir tarafsızlık ise, biz işte oradayız. Kitapta görüleceği gibi; dokuzundan doksan yaşına kadar masum, müstakim, lekesiz, semeradar bir hayatın her yönüyle, hususi ve umumiliğiyle ele alınmış, tahlili yapılmıştır. Mübalağanın zerresinden dahi kaçınılmış, hakikat ne ise aynen yazılmıştır.

Biz işte bu masum ve her tarafıyla faydalı ve semereli bir hayatın âşıkı ve pürüzsüz hakikatının izharının tarafı ve hayranı olmak üzere bu kitapta metod ve kaideye bu hissi ölçü ittihaz ettik. Başka türlü bir tarafsızlık nasıl olabilir bilmiyoruz.

ABDÜLKADİR BADILLI

 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Mufassal Tarihçe-i Hayat – 2

MUFASSAL TARİHÇE-İ HAYAT - 2   Abdülkadir BADILLI *** Mufassal Târihçe-i Bediüzzaman II. Cild 747 …

Kapat