Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Müslümanın Eğlence Anlayışı Nasıl Olmalı? (Risalelerden derleme ekiyle..)

Müslümanın Eğlence Anlayışı Nasıl Olmalı? (Risalelerden derleme ekiyle..)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Müslümanın Eğlence Anlayışı Nasıl Olmalı?

Eğlence denince ilk akla gelenler, neşeli ve hoş vakit geçirmeye, gönül eğlendirmeye yarayan oyun, yarış ve müzik gibi şeyler oluyor. Eğlence meşru ve gayrimeşru olarak tasnife tabi tuttuğumuzda ise, ‘meşru eğlence’ ile ‘fıtrî olarak hem nefsin, hem de kalb ve ruhun zevk aldığı şeyleri; “gayrimeşru eğlence” ile ise Rabbimizin emirlerine aykırı olan ve kalb ve ruhun rağmına sadece nefsin zevk aldığı, yani meşru özelliğini kaybederek haram şekle dönüşen eğlenceleri kasdediyoruz.

Bu tasnifi açıklar mahiyette, Bediüzzaman, eğlence anlamında neş’eyi ikiye ayırır. “Birisi nefsanî heveslere (şehevî duygulara) teşvik eder; ikinci neş’e ise nefsi susturur, ruhu, kalbi, aklı ve sırrı yüceliklere, asıl yerlerine sevk eder.” der.

Sünnete baktığımızda, meşru oyun ve eğlencenin belli başlı üç kısımda anlatıldığını görürüz.Birincisi, bir gayeye, faydaya, ve bir ihtiyaca yönelik eğlencelerdir. İkincisi, örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasim türünden eğlencelerdir. Üçüncüsü de, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesidir.

Birinci kısım olan, bir gayeye mâtuf oyun ve eğlence türüne, sünnetten şu örnekler verilebilir:

– Peygamberimiz (asm) özel olarak yarış için hazırlanan atlar ve yük beygirleri arasında ayrı ayrı yarışlar düzenler ve galip gelenleri ödüllendirirdi.

– Develer arasında yapılan yarışlara zaman zaman Peygamberimiz (asm)’in devesi de katılır ve çok zaman birinci gelirdi.

– Ok atma ve mızrak kullanma müsabakaları, Medine devrinin önemli yarışlarındandı. Bir hadiste bildirildiğine göre, atış müsabakaları ile at yarışları meleklerin de hazır bulunduğu bir eğlence türüdür.

– Koşu ve yarış yapmak ve güreş tutmak gibi eğlenceler bizzat Peygamberimiz (asm)’in özel hayatında da yer alıyordu.

– Yüzme de Peygamberimiz (asm)’in teşvik ettiği bir spor ve eğlence şeklidir.

– Avcılık ve savaşa hazırlanma bakımından atıcılık faydalı eğlencelerdendir. Av köpeği, doğan, ok, mızrak gibi av âletleriyle avlanmak meşru görülmüştür.

Bu hususta daha başka örnekler vermek de mümkündür.

Sünnet dairesinde ve meşru çerçevede örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasimlere örnek olarak ise, şunlar zikredilebilir:

– İslâm öncesi Medineliler Nevruz ve Mihrican günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Hicretten sonra bunların yerini Ramazan ve Kurban bayramları aldı.

– Peygamberimiz (asm)  Bayram günü def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hz. Âişe ile birlikte seyretmişti.

Bu hadis-i şerifi canlı bir örnek olması bakımından aynen yer veriyoruz. Hz. Âişe anlatıyor:

Resulullah (sav), benim yanımda iki cariye, Buas (savaşı ile ilgili hamasi) türküler söylerken çıkageldi. Gidip yatağın üzerine (yan üstü uzandı ve yüzünü de (aksi istikamete) çevirdi. Derken (babam) Hz. Ebu Bekir (ra) girdi. Derhal beni azarladı ve:

“Resulullah’ın hane-i saadetlerinde şeytan çalgısı ha!” dedi. Bunun üzerine Resulullah (sav), ona yönelip:

“Bırak onları (söylesinler!)” buyurdu. (Onlar sohbete dalıp, bizden) dikkatlerini çekince, ben cariyelere göz işareti yaptım, kalkıp gittiler.”

Hz. Aişe devamla der ki:

“Bir bayram günüydü. Siyahiler, mescidde kılıç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Resulullah (sav)’dan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa o (kendiliğinden) mi,

“Seyretmek ister misin?” buyurdular. Ben:

“Tabii!” dedim. Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu halde durduk.

“Ey Erfideoğulları göreyim sizi (oynayın)!” diyordu. Ben usanınca(ya kadar böyle devam ettik. Usandığımı farkedince):

“Yeter mi?” buyurdular. Ben:

“Evet!” dedim.

“Öyleyse git!” dediler.”(Buhârî, İydeyn: 2, 3; Müslim, İydeyn: 19)

Bir sahabe düğününde de benzer bir eğlence şekli yaşanır. Peygamberimiz (asm) bu düğünde hazırdır. Yapılan merasime müsaade eder, hatta kendisi hakkında söylenen bir övgü şekline müdahale ederek düzeltir.

Halid bin Zekvan anlatıyor:

“Rubeyye binti Muavviz bin Afrâ şöyle anlattı:

‘Ben evlendiğim zaman Resûlullah (a.s.m.) geldi ve senin şu oturduğun gibi, yatağımın üzerine oturdu. Bizim cariyelerimiz def çalıp Bedir günü şehid olan atalarımız hakkında mersiyeler okumaya başladılar. O anda cariyelerden birisi:

‘Bizim aramızda yarın olacakları bilen peygamber var.’ mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.):

‘Hayır, bunu söylemeyiniz. Yarın olacakları bilen Allah’tır, deyiniz’ buyurdu.” (İbn Mâce, Nikâh: 21).

Daha sonraki zamanlarda düğünlerde şenlikler ihmal edilmiş olacak ki, İyaz el-Es’arî, “Neden Resûlullah’ın huzurunda oynandığı gibi siz de oyunlar oynamıyorsunuz, şaşıyorum.” demişti. (İbn Mâce, İkame:163)

İbn Kuteybe, eğlence isteğinin insanın yaratılışında var olduğunu, yaratılış ve huylara ise karşı gelinemeyeceğini söyler ve delil olarak şu hadisi nakleder:

“Resûlullah, ‘Müslümanlar da şakalaşsınlar’ diye şaka yapmış, kılıç kalkan oynayanlara, ‘Oynayın ey Erfideoğulları! Yahudiler dininizde müsamaha olduğunu anlasınlar.’ demiştir.” (Müsned, VI/116)

Es’ad bin Zürâre kızını evlendirirken Peygamberimiz (asm), Ensar’ın eğlenceyi sevdiğini düşünerek def çalan ve şarkı söyleyen muganniyelerin (kadın şarkıcıların) gönderilip gönderilmediğini sormuştu.

Ayrıca, sünnette düğünlerde şeker, hurma gibi şeylerin halkın üzerine serpilmesi ve bunun kapışılması şeklinde uygulanan başka bir eğlence türüne de rastlanmaktadır. (Üsdü’l-Gâbe, III/488)

Abdullah bin Abbas, sünnet ettirdiği oğlu için eğlence düzenlemiş ve bunun için ücretle erkek oyuncular tutmuştur. (DİA, Dr. Nebi Bozkurt, “Eğlence” maddesi.)

Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneği Dört Halife döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer (ra)’in, kulağına gelen bir şarkı ve def sesinin evlenme veya sünnet merasimine ait olduğunu öğrenince, bunu yasaklamadığı bilinmektedir.(Abdürrezzak es-San’anî, el-Musannef, 11:5)

Düğünlerde eğlenme hususunda Efendimiz (asm)’in verdiği ruhsatı ve müsamahayı kullanma konusunda tereddüt göstermeyen bazı sahabilerin, özellikle Bedir ashabından iki zâtın uygulaması, bu meselenin -tabir caizse- son hududunu çiziyor.

Âmir bin Sa’d anlatıyor:

“Bir düğün sırasında Karaza b. Ka’b ve Ebu Mes’ud el-Ensârî’nin yanına vardım. Bir kısım cariyeler şarkı söylüyorlardı. Dayanamayıp:

‘Sizler Resûlullah’ın Bedir ashabından olun da, yanınızda şu işler yapılsın, olacak şey değil.’dedim.

Bunun üzerine, onlar:

‘Dilersen bizimle dinle, dilersen git. Bize düğünde eğlenme ruhsatı verildi.’ dediler.” (Nesâi, Nikâh: 80)

Sünnette eğlencenin üçüncü şekli ise, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesi şeklidir.

Meselâ, Peygamberimiz (asm) seferlerde günlerce süren yorucu yolculuklarda, monotonluktan kaynaklanan sıkıntıyı gidermek için gençler arasında yarışlar düzenlemiş, böylece kafileye bir rahatlık ve ferahlık temin etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, III/311)

Efendimiz (asm)’in dizi dibinde yetişen hadis deryası Ebu’d-Derdâ ise şöyle demiştir:

“Hak şeylerin talebinde daha şevkli, daha gayretli olabilmek için kalbimi hak olmayan şeyle dinlendiriyorum.” (Canan, Kütübü Sitte Muhtasarı, Trc., 1/514.)

Takvasıyla meşhur Hz. Ebû Dücâne de, meşru dairede keyifli bir eğlence ile meşgul olduğu bir sırada, birisinin kendisini bir açıdan boş sayılan mâlâyâni şeylerle meşgul olduğunu hatırlatması üzerine, “Maâliyata (yüce duygulara) gitmek için ruhumu mâlâyâniyatla dinlendiriyorum.” tarzında cevap vermiştir.

İmam Gazalî İhyâ’da bu konuya dair önemli açıklamalar getirirken, oyun ve eğlencenin kalbi rahatlatacağını, ağırlık ve sıkıntıyı gidereceğini belirterek şöyle der:

“Gönül ağırlaştığı zaman körleşir ve tembelleşir. Gönlü yatıştırmak ve huzura kavuşturmak ise onu yeniden harekete geçirir. Meselâ haftanın her günü devamlı ders okumak insanı yorar ve bıktırır; fakat cuma günü yapacağı bir tatil ona yeniden şevk verir. Devamlı ibadet de kişiyi tembelleştirir; bu durumda dinlenme insanın neşe ve azmini artırır. Bu sebeple oyun ve eğlence ciddi çalışmaya da yardımcı olur. Devamlı bir şekilde hep ciddiyet üzere olmaya ve acı gerçeklere ancak peygamberler dayanabilir.”

Gazalî, eğlenceyi yorgunluk ve tembellik hastalığına karşı kalbin devası olarak görürken, şöyle der:

“Ne var ki bütün şakalar, oyun ve eğlenceler ölçülü ve mubah olmalı, ifrata kaçmamalıdır. Hastalıkları tedavi eden ilaçların fazlası zararlı olduğu gibi, oyun ve eğlencelerin fazlası da zararlıdır. Ölçüye uyularak yapılan eğlenceler, asıl ibadetlerin ifası için bedene dinçlik, ruha şevk kazandıracağından nafile ibadettir.” (İhyâ Trc., II/710).

Günümüz şartlarını iyi bilen ve gözlemleyen, özellikle iletişim teknolojisinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yüzyılın ilk yarılarında, radyo aracılığıyla eğlence türlerinin etkisiyle insanların bu cazibeye kapıldığını gören Bediüzzaman, geniş kitleleri rahatlatan bir açıklama getirir (Mana olarak):

“İnsanlık hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli heveslere de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa, hava unsurunun (radyo dalgalarının) yaratılış hikmetine ve sırrına aykırı düşer. Ayrıca beşerin tembelleşmesine, sefahete düşmesine ve önemli görevlerin eksik bırakılmasına sebep olarak insanlık için, büyük bir nimet olması gerekirken büyük bir azap olur, insana lâzım olan çalışma şevkini kırar.” (RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1837)

Bir başka mektubunda, Bediüzzaman meşru dairede eğlence için ‘beşte bir’ ölçüsünü getirerek; insanlığın faydasına kullanılması gereken bazı iletişim vasıtalarının onda ikisinin meşru dairede eğlenceye tahsis edilmesi gerekirken, onda sekizinin keyif, oyun, eğlence yolunda kullanıldığı için, insanları tembelliğe ittiğinden söz eder. (bk. age., s.1851)

Bediüzzaman’ın sözünü ettiği “keyifli hevesler”, meşru ve mübah anlamdaki eğlence türleridir. Bu ifadeleri maksadını aşacak bir biçimde anlayıp harama sürükleyen eğlencelere kapı açmak ise, bir yanlış değerlendirmeden başka bir şey olmasa gerektir. Çünkü, yine Bediüzzaman’a göre “meşru daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.”İstifade edilecek eğlencelerin de helâl, meşru ve mubah çerçevede kalması gerekir.


Risale-i Nur’da eğlence

Beşte Bir Olan Keyifli Hevesat

Hakkı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur”

Bu derleme Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektupta geçen “keyifli hevesat, beşte bir olmalıdır.” ibaresinin yanlış anlaşılmalara mahal vermemesi adına hazırlanan ilmi bir tahlildir. Emirdağ Lahikası adlı eserdeki Mektub’un mevzuumuzla alakalı olan kısmı aynen şöyledir;

…Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesiاِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ  الطَّيِّب  âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı A’zam tarafına sevketmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır. Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev’-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak; o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah’ın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündekimakinecik ve radyo kabı, Kur’anı dinlemek içinodama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım.

İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan buradyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.Emirdağ Lahikası II / 67 p2

Meselenin anlaşılması adına en evvel insana verilen göz ve kulak gibi cihazların veriliş hikmetleri ile bu cihazların kendilerine mahsus ubudiyet ve mükafatları üzerinde biraz durulması gerektiği kanaatindeyiz. Şöyle ki;

Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif a’za ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile, techiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva’-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ binbir esmasının hadsiz enva’-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Sözler 646 p son

Evet paragraftan da anlaşılacağı üzere Cenab-ı Hak insanın vücuduna maddi ve manevi birçok cihazat yerleştirmiştir. Ve bu cihazatın her birinin hizmeti ve ubudiyeti ayrı ayrı olduğu gibi lezzeti, elemi, vazifesi ve mükafatı da ayrıdır. Şualar’da geçen şu cümle;

…lisan, göz ve kulak gibi a’zaların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir. Şualar 229

Yine bu cihazların kendilerine mahsus birer ubudiyet ve mükafatları olduğunu bildirmektedir. Binaenaleyh kendine has ubudiyette sarf olunmayan ve su-i istimal edilen cihazlara mahsus birer mücazatın da olacağı unutulmamalıdır.

Hem yine Sözler mecmuasında, insanın beş temel azasından biri olan kulağın vazifesi şöyle anlatılır;

…Meselâ kulak, sadâların enva’larını, latif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.Sözler 646 p son

Evet görüldüğü üzere kulağın vazifesi kainattaki sedaları ve nağmeleri dinlemek olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri aşağıdaki paragrafta ise kainatın baştan başa azim bir musika-i zikriye olduğunu şöyle izah eder;

Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, Ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azim bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Sözler 334 p2

Kulağın manasız eğlencelerle meşgul edilmesi yerine, masumane eğlencelerde çalıştırılması gerektiğini belirten Bediüzzaman Hazretleri, aksi durumda lehviyatların kişiyi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan aşağı düşüreceğini şöyle ifade eder;

Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriyekulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlûkat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâtada seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin. Sözler 260 p son

Buraya kadar nakledilen paragraflardan da anlaşılacağı üzere kulak, Cenab-ı Hakk’ın insan vücuduna taktığı ehemmiyetli cihazlardan birisi olup, kendine mahsus olan ubudiyeti yerine getirmesi durumunda kainatı bir zikirhane olarak görür, Esma-i İlahiyenin nağmelerini dinlemeye başlar. Dünyanın yanı sıra cennette de kendine mahsus cismani lezzetleri alır.

Eğer levhiyata meyleder ve günahlara dalarsa insanı, insaniyetin iktiza ettiği makamattan düşürür ve en nihayetinde kendine mahsus bir mücazata müstahak olur.

Kulağa ait bu vazifeler anlaşıldıktan sonra tekrar meselemize dönebiliriz.

Medeniyetin edebiyat ve belâgatıyla Kur’an’ın edeb ve belâgatini kıyaslayan Bediüzzaman Hazretleri; edebiyat ve belagatin tesir-i üslub itibariyle ya hüzün veyahud neş’e vereceğini söyler. Medeniyetin verdiği hüznün yetimane bir hüzün olduğunu ve verdiği neş’enin de nefsi, hevesata teşvik ettiğini dile getirir.

Buna karşın Kur’an’ın verdiği hüznün ulvi bir hüzün olduğunu ve verdiği neş’nin ise nefsi susturup, cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevk edip, şevke getirdiğini şöyle izah eder;

Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası(şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur’anın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir.Sözler 411 p2

Bediüzzaman Hazretleri İşarat-ül İ’caz Tefsirinde, Kulağın muazzam vazifelerini anlatırken küfrün bu nimeti tıkadığını ve kulağın artık o yüksek vazifeleri yapamaz hale geldiğini ifade eder.

Evet, iman ile asli vazifesini yerine getiren bir kulağın, Rabbani aşkları intibaha getirip, kalbleri ve ruhları nurani alemlere götürerek lezzet ve zevklere gark edeceğini belirten Bediüzzaman Hazretleri, küfürle perdelenen bir kulağın ise ulvi hüzünler yerine yetimane hüzünler ve nefsani ve şehevi hisler vereceğini ifade eder.

Ayrıca şeriata göre ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden seslerin, helâl ve yetimane hüzünleri ihsas edip, nefsanî şehevatı tahrik eden seslerin ise haram olduğuna değinen Bediüzzaman Hazretleri, şeriatın tayin etmediği kısımların ise, kişinin ruhunda, vicdanında yaptığı tesire göre hüküm alacağını şöyle belirtir;

Ve keza,  وَ عَلَى سَمْعِهِمْ        kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır. İşarat-ül İ’caz 70 p3

Bediüzzaman Hazretleri Lemaat’ta hüzn-ü Kur’anî veren aletlerin zarar vermeyeceğini fakat hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsaniyi veren aletlerin ise haram olduğunu söyler ve bu durumun kişilere göre farklılık arz edeceğini şöyle anlatılır;

…yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez. Sözler 737 p16

Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere Şeriat-ı Muhammedi (A.S.M) bir kısım sesleri helal, bir kısım sesleri haram kabul ettiği halde bazı seslerin ise hükmünü tayin etmemiştir.

Acaba şeriatın tayin etmediği bu kısım seslerin dinlenilmesi herkesin kendi heva ve hevesine göre serbest mi bırakılmış, yoksa bu kısımla alakalı da bazı ölçüler var mıdır? Böyle bir sualin cevabını bulmak için yaptığımız tahkikata cevap olacak mahiyette Lemaat’te geçen Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahı cay-ı dikkattir. Şöyle ki;

Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmişzevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez… Sözler 736 p3

Bediüzzaman Hazretleri aşağıda nakledeceğimiz elyazma bir mektubunda haram olmayan sefahat ve levhiyatın kamil olmayan insanlarda süfli hisler uyandırdığı ve aynı seslerin kamil olan insanlarda ise ulvi hisler uyandırdığı hakikatinden yola çıkarak bu tarz seslerin kamil insanların geçici olarak kulaklarına gelmesinin inşallah hüsn-ü niyetle zarar vermeyeceğini şöyle anlatır;

Aziz Sıddık Kardeşlerim

Medrese-i Yusufiyenin birden açılmaları biçare mahbuslara bir bayramdır. Ve çobanların kavalı ve Mevlevilerin ney’i ve dervişlerin tekkelerde def çalmaları gibi, burada düdük ve def çalınması dinleyenlere ya Şafi mezhebini taklid veya ehl-i tarikatın Mevlana Celaleddi’nin fetvalarına ve Kur’anın neş’e ve şevk-i uhrevi veren ve toprağı altın yerine çeviren bir nev’i müsaadesine ve ehl-i kalbe mahsus haram olmayan aynı sefahat ve lehviyatta bir çeşit zevk-i maneviyye te’minine binaen muvakkaten dinlenebilir. İnşaallah hüsn-ü niyete ve sırriyle size zararı olmaz. Hem istemeden kulağa kendi kendine gelen çalgı sesleri, zararı yoktur. Fıtratımda ziyade şefkat bulunmasından hapistekilerin sıkıntıları ve teneffüse beraber çıkmamaları beni sıkıyor. Sıkıntılarıma yüz derece sıkıntıları ilave ederdi. Bu hal beni sıkıntılardan kurtardığı için hem kendimi, hem onları tebrik ederim.

Elyazma Emirdağ Lahikasından SAİD NURSİ (R.A)

Mübah sayılan ve kişinin hususi durumuna göre değişebilen bazı nağmeler süfli insanlarda süfli hislerin inkişafına sebeb olmaası nedeniyle ,–yukarıda zikredilen hakikatler müvacehesinde- mümkün ise o mübah yol dahi terk edilmelidir. Zira böyle süfli insanların dinde laubali olan sınıftan olduğu herkesçe bilinen bedihi bir hakikattir. Mektubat’ta geçen şu ifade böylelere karşı takınılması gereken tavrı bizlere ders vermektedir;

…Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir. Mektubat 478 p4

Lem’alar’da geçen bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri dünyanın fani ve fena yüzünü gösterip insanları Kur’anî bir hayata sevk ederken bahsimiz olan beşte bir hevesatın masumane eğlenceler tarzında olması gerektiğini şöyle belirlemektedir;

…Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hâllerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkiranehuzurkâranegafletsizmasumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir… Lem’alar 274 p son

Ayrıca külliyatın müteaddit yerlerinde insanlarda süfli hisleri uyandıran sesler takbih edilmiştir. Numune olarak birkaçını nazar-ı dikkatinize arz ederiz;

Yedinci sözde anlatılan temsili hikayecikte, şeytan ve şakirdlerinin insanları kandırmak için kullandığı desiselerden bazıları zikredilirken, bu desiseler içerisinde şarkıların da ehemmiyetli bir yer tuttuğu görülmektedir. Şöyle ki;

…Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:

-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.

Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?

Cevab: Bir tılsım.

-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.

S- Hâ, şu ellerindeki nedir?

C- Bir ilâç.

-At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.

S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?

C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.

-Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.

Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semavî dediğini desin.” Sözler 30 p son

Ramazan-ı Şerif’in teravih vaktinde neş’e ve sürur içerisinde sarhoşçasına heveskarane şarkıları hem de bazen kızların sesleriyle radyolarda merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesinin umumi musibetlerin gelmesine sebeb olduğu Sözler’de şöyle anlatılır;

Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.Sözler 171 p3

Nur’un tokadını yiyen bu iki gencin hikayesi ise meselemiz açısından gayet ehemmiyetlidir. Şöyle ki;

Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım gördüm ki; hilaf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilaf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı âdet olarak Ömer, başka hapse gönderildi. Şualar 334 p2

Hamza namında onaltı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştihalarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: “Böyle yapma, tokat yiyeceksin.” Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti. Şualar 334 p3

Evet, yukarıda zikredilen hakikatlerden de anlaşılacağı üzere bazı sesler şeriatça haram bazıları da helal kılınmıştır. Bir kısım sesler ise mubah sayılmıştır ki; bunların hükümleri dinleyen insanlara göre farklılık arz etmektedir.

Bu farklılığın insanlarda oluşturduğu hislere göre belirleneceğini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri ulvi hisler uyandıran seslerin inşallah hüsn-ü niyetle zarar vermeyeceğini ifade ederken süfli hisler uyandıran seslerin ise kesinlikle zarar verdiğini söyler. Kendisi böyle sesleri dinlemekten berî olmuştur.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
Niçin daha fazla Kur’an meali okunmuyor da Risale-i Nur okunuyor?

Niçin daha çok Kur'an meali okunmuyor da Risale-i Nur okunuyor? Bir kişi sadece Kur'an meali …

Kapat