Mustafa Sungur Ağabeyim / İsmail ANBARLI

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

MUSTAFA SUNGUR AĞABEYİM…

Muhterem ve muazzez ağabeylerim hakkında hatıralarımı yazarken hep buna liyakatim var mıdır? Acaba ağabeylerimi hakiki veçheleri ile aksettirebilecek miyim diye endişe etmişimdir. Zira onları sathi ve nakıs aksettirmek, Hazret-i Bediüzzaman’ın onlarda in’ikas eden bir hususiyetini, Kur’ani olan bir ahlâkını atlamışım, o aziz hususiyeti seddetmişim gibi geliyor bana. Buna da hakkımın olmadığını biliyor ve mesuliyetten korkuyorum.

Halen hayatta olan aziz ve mübarek ağabeyim Mustafa Sungur ile olan hatıratımı bu endişeli halet-i ruhiye ile yazdım. Zira küçük bir su birikintisini veya küçük bir gölü nazarınla ihata edebildiğin ölçüde anlatabilirsin; fakat bir bahr-ı ummanı nazarında tamamen ihata edemediğin için o bahr-ı ummanı nasıl anlatabileceksin ki? Bunlara rağmen (El cahilun cesurun) sırrınca cehaletimin verdiği cesurlukla yazmaya çalışacağım İnşaallah. Gayret bizden tevfik ve hidayet Rabbimdendir.

Mustafa Sungur ağabeyimi 1960’lı yılların çalkantılı ve o yıllardaki, hüküm süren dehşetli bir devlet istibdadının ve tahakkümünün, bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü ve devam ettiği karanlıklı yıllarda, o nurani aziz ağabeyimi tanıdım. Tarihi tam hatırlayamıyorum, fakat Hazret-i Bediüzzaman’ın dar-ı ahirete, ebedi saadete intikal ettiği 23-Mart-1960 dan sonra kısa bir şaşkınlık döneminin ardından, Zübeyir ağabeyimin inisiyatifi ve bir kumandan edasıyla tezahür eden, sarsılmaz iradesiyle, bütün ağabeylerle muhabereye (irtibata) geçerek, fail-i hayr teşebbüs-ü nurani ile Nur hizmetlerinin faaliyetinin aksamadan devamına zemin ihzar etmişti. Bunda müstebid ihtilâl mensuplarının ve 27- Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra iktidara tayinle getirilen CHP nin başındaki değişmez ve değişmesi teklif dahi edilemez olan Milli Şef İsmet İnönü hükümetinin yanlış ve müstebid, baskıcı, mütehakkim uygulamalarının da tesiri olmuştur. Zira Demokrat Parti iktidarı zamanında Muhalefette olan CHP’nin genel Başkanı İsmet İnönü’nün sert beyanatları karşısında bocalayarak icraat yapan İçişleri Bakanı Namık Gedik; muazzez ağabeyleri; Üstadımızın kabrinin bulunduğu Şanlı Urfa’da durdurmuyor, türlü türlü hukuksuz baskılarla ağabeyleri Urfa’dan sürgün ediyordu.

Hazret-i Bediüzzaman’ın dar-ı bekaya intikalinden sonra mezkûr baskı ve şiddet rejimi karşısında Zübeyir ağabey çok kısa bir dönem için Ermenek’e; Abdullah Yeğin ağabey Urfa’dan Adana’ya ve çok kısa bir dönem için, (zannediyorum 35–40 gün kadar) memleketi olan Kastamonu’nun Araç kazasına gitmek mecburiyetinde kalmışlardı. Zannediyorum bu hicretvari gidişler, Üstadımızın dar-ı bekaya intikalinden hasıl olan iradi boşluğun neticesinde hasıl olmuştu. Neden böyle yaptıklarını teeddüp etmemden dolayı ben ağabeylerime soramamıştım. Evet, Mustafa Sungur ağabey Eflâni’ye; Bayram Yüksel ağabey Burdur’a bilahare Karabük’e gitmişti. Ceylan ağabey Emirdağ’ına, Oradan da bilâhare İstanbul’a; Tahiri Mutlu ağabey Isparta ve Atabey’e, gitmişlerdi. Ceylan Çalışkan ağabey İstanbul da idi. Namık Gedik’in estirdiği devlet terörü, Rusya’nın Komünizm rejimine parmak ısıtıyordu.

Hazret-i Bediüzzaman’ın dar-ı Bekaya intikali ile manevi dua ve desteğini kaybeden Demokrat Parti ve Menderes O, Ulu’l azmin vefatından tam altmış beş gün sonra, Ordu içerisinde alt tabakanın (Albay ve aşağı rütbede olan subayların) Milliyetçilerin ve Marksist solcular ile Sosyal demokrat solcuların ittifakı ve bir araya gelmesi ile bilinen meş’um 27 Mayıs ihtilali gerçekleştirilerek; Meclisin güvenoyuna mazhar olmuş, meşru hükümetini iktidardan alaşağı etmişlerdi ve İsmet İnönü yü Milli Birlik(!) Komitesi, (aslında tam bir milli husumet ve milli nifak komitesi) iktidara tayin etti. Bu meşum iktidar ile evvelki icra edilen millet üzerindeki istibdat ve baskı rejimi iki katına çıkarılmıştı. Türkiye de CHP’nin dışındaki bütün siyasi Partiler kapatıldı. Asker kökenli de olsa bir siyasi parti lideri demokratik olmayan bir usulle tayin edilen Başbakanlık makamını nasıl kabul edebilir, diye ben hâlâ (57 sene geçmesine rağmen) düşünürüm ve demokratik olmayan bu usulü kabul edemem. Bu gayr-i hukuki ahvale vicdanım hep isyan etmiştir. Elli senedir halen de etmektedir.

Fakat bu vahşete ve gayr-i hukuki icraatlara, demokrasi inancı içerisinde, demokrasinin beynelmilel kriterleriyle şimdiye kadar makul bir ölçü ve kriter bulabilmiş değilim. Her neyse; işte bu tayin hükümetle iş başına gelenler öyle bir devlet terörü estirdiler ki, millet teneffüs edemez, nefes alamaz duruma geldi. Tek parti iktidarı zamanındaki bütün baskı ve zulüm, yani 1950’ye kadarki halka yapılan istibdat ve tahakküm yeniden horlatıldı. Demokrat Partili olmak, ona rey vermiş olmak suçtu, rey veren birçok DP’li hapislerde hakaretlere maruz kalarak günlerce tutuklu olarak hapis yattı. Bütün Demokrat Partililer toplatılıp, muhtelif temerküz kampı tarzında (Malatya’daki gibi) olan hapishanelere atılıyorlardı.

Risale-i Nur Talebeleri teker teker toparlanıp gayr-i kanuni olarak ve hukuksuzca gayr-i nizami olarak hapsediliyorlardı. Kader bu zalimlerin eli ile Türkiye’nin muhtelif bölgelerine dağılmış olan ağabeyleri toplattırıp muhtelif hapishanelerde bir ayara getirdi. Sanki “memleketinizde ne yapacaksınız, haydin bakayım hizmet başına” dedirten toplama kampanyasına başladılar. Zaten anayasa ilga olmuş ortada ne kanun ne de anayasa vardı. Milli Birlik(!) komitesinin (mill-i nifak ve mill-i husumet komitesinin) aldıkları tutarsız ve insan vicdanını kanatan müstebit ve mütehakkim kararlar kanun(!)  yerine istimal ediliyordu. Tıpkı 12 Eylül 1980 İhtilalinde olduğu gibi. Evet, ihtilâller beşer tarihinin kara ve kâbuslu günleridir. Türkiye DP’nin son aylarındaki icraatını saymazsak, on sene Demokrat Parti iktidarında nispi bir hürriyet havasını teneffüs etse de bunu millete çok gören kara kâbus fıtratlı kimseler ve cuntalar hizmet sektörü olan devleti ve hükümetleri, millete karşı terör ve baskı aracı olarak kullanmaya başladılar. Ağabeyleri gittikleri köşelerden toparlayıp bir araya getiren hapislerle, kader ağını zalim ve müstebit ellerin hayra tebdiliyle örmüştü. Zübeyir ağabey hapis hayatından sonra Eskişehir’e yerleşmiş. Zaman, zaman iktiza ettiğinde bir araya gelerek Ankara, İstanbul, Eskişehir’de ağabeyler arasında toplantılar yapılarak meşveretler yapılıyordu. İşte böyle sıkıntılı ve dehşetli bir havada “müfritane irtibat düsturunu” cesaretle bilfiil gösteren bir ağabeyim vardı, o da Mustafa Sungur idi. Herkesin vahdet-i köşeye çekildiği hengâmda o aziz ağabey Türkiye’yi kazaları, illeri teker teker gezerek kardeşlerle dersler yapıyor, vahdeti ve birliği muhafazaya çalışıyordu. Her gittiği yerde uhuvvet, tesanüt, muhabbet esasları üzerinde durarak ve bu dehşetli günlerin yakın bir zamanda geçeceğini zira “Zulmün Tarih-i beşerde payidar olmadığını, zaman, zaman sırr-ı imtihandan dolayı beşeriyete musallat olup sonra da def olup gittiğini anlatıyordu” bu gezmelerin ve bu tarz moral vermelerin insanlar üzerinde tesiri azim oluyordu. M. Sungur ağabeyin faaliyetleri ile bir istihdam-ı İlahinin tezahürünü bizzat görüyor ve temaşa ediyorduk.

Sungur ağabey Eflâni’den çıktığı zaman, mutlaka bir Türkiye turu yapıyordu. Ankara’ya mutlaka uğrar, duruma göre bir iki gün kalır, ondan sonra da Adana, Hatay, Kahraman Maraş, Bilhassa Gazi Antep’e gider oralarda dersler yapar, tanıdık esnafı dolaşırdı. Bilhassa Gazi Antep’e özel bir önem verirdi. Zira Risale-i Nurları 1961 ve 1962 yıllarında tanıma şerefine nail olan başta tahmetli Nazım Gökçek, Necmeddin Şahiner, Fevzi Allahverdi, Hasan Kardeş, Mehmet Kaya, Merhum Kilisli Hikmet Özuyumaz kardeşleri çok seviyor, o pırıl pırıl gençlere çok önem vererek onlara adeta fedakârlığın azami derecesinde özel dersler yapıyordu. Onlara, o kardeşlere o kadar ders yapmış ve onlara o kadar emek vermişti ki o grubun hemen, hemen hepsi vakıf Nur Talebesi olmuşlardı.

Sungur ağabey, Büyük Nur Camiasında zaman, zaman çıkma istidadı gösteren münakaşa ve münazaralarda her zaman hakkın yanında olmakla beraber, hep bir denge unsuru muvazenede, terazinin dengelerinde hep sırat-ı müstakim sembolü olmuştur. Yani iplerin tamamen koparılarak atılmasına suret-i kat’iyede razı olmamıştır. Hep mutedil hareket etmiş, medar-ı münakaşa olan meselelerden her zaman sarf-ı nazar etmiştir. Hiç kimseyi tenkit etmeden, Üstadın tarzını ve düsturlarını anlatmıştır. Abdullah Yeğin ağabeyim de aynı tarz hareketten ömrü boyunca taviz vermemiştir. Kimsenin aleyhinde tek bir kelâm, tek bir kelime konuşmamışlardır. Bazıları bu ağabeyleri hayâsızca, nerede ise tekfir edercesine itham ederken, bu ağabeyler, öyle bir şey duymamışçasına hareketle, sadece Risale-i Nurlardan ve Aziz Üstad’dan aldıkları ve gördükleri ders tarzını anlatmışlardır. Siyasi tarafgirlik hastalığına giriftar olmuş şahısların düştüğü şu şöyle demiş, şu da şöyle yapmış gibi mahalle dedikodusu tarzındaki halete hiçbir zaman düşmemişlerdir.

Mustafa Sungur ağabey aziz ve mübarek Üstadımızın “Oğlum” dediği; “Oğlum” diye hitap ettiği, birkaç ağabeyden bir tanesidir. Üstadımız Isparta’da iken bir ara “Oğlum Sungur, Zübeyir benim şahsıma âşıktır, sen Risale-i Nurlara âşıksın” buyurmuşlardır. Evet, bu haleti Sungur ağabeyin hayatına baktığımız zaman bariz bir tarzda görmemiz mümkündür. Zira o Risale-i Nurları satır, satır mevzuları ve birbirine münasebetlerini bilerek okur ve Risale-i Nurlara öyle bakar. Risale-i Nurları, Risale-i Nurlarla izah eder, hangi mevzu’ nerede geçmiş, Risale-i Nurlarda o mevzu ile alakalı şerh ve izah olabilecek nereleri var hepsini nazarına alarak ders yapar ve oraları teker teker okuyup dinleyenlerin nazarlarına verirdi.

Bütün Ağabeyler ve Mustafa Sungur ve Abdullah Yeğin Ağabey Üstatlarından gördükleri hayat tarzını ve hizmet şeklini nüve nüvesine bitemamıha ittiba ederek yaşarlar. Nefislerini ve hissiyatlarını ve şahsi kanaatlerini, okudukları kutsi düsturlara asla karıştırmadan o kutsi hakikatlere ittiba ederler. Meselâ:

Sungur ağabey birkaç saat uykuyla iktifa eder. (Şimdi onu da uyumuyormuş) Vücudu buna alışmıştır. Mutlaka her gece sanki farz imiş gibi, İmsaktan iki-üç saat evvel kalkarak abdest alırlar ve Teheccüd namazını kılarak Kur’an-ı Kerim ve Cevşen’deki virdlerini okuduktan sonra, Risale-i Nurları okumaya başlarlar. Sabah namazını kılıp tesbihatı mutlaka yaptıktan sonra, kerahet vakti çıkana kadar Risale-i Nur okurlar. Ondan sonra belki bir veya bir buçuk saat yatarak dinlenirler. (üste de yazmıştım. Bu eskiden böyleydi. Şimdi hemen hemen hiç uyumuyor.)

Mustafa Sungur ağabeyin hiç boş zamanı ve boş vakti yoktur. Yolda yürürken mutlaka Kitab-ı Kebir-i Kâinatı okuyarak tefekkür ederek yürürler. Duruma ve şartlara göre ya ezberindeki Cevşeni okuyarak ve yine mütefekkirane etrafı seyrederek yürürler veya Üstadımızın da hayatında hiç terk etmediği “Sekine”yi ezberinden okuyarak yürüyerek giderler.

Onların hayatlarında şikâyetvari bir kelime veya bir cümle asla duyamazsınız. Her şeye imtihan sırrıyla baktıkları gibi, müspet, menfi bütün hadisata, tasarruf-u İlahiye öyle irade buyurmuştur itikadı ve inancı ile bakarlar. Her bir şeyde onun İradesinin mukaddes izini ve Esmasının yüzünü ve tecelli-i in’ikasını görürler. Yani Esma-i İlahiye nin mahlûkat ve mevcudatta ki tecellisini müşahade ederek âlemi tefekkürle devamlı seyrederler.

O aziz ağabeyimle Beraber Ankara “Medrese-i Yusufiye”sinde, Hapishanesinde yatmak şerefine nail olduğum zaman, ben bulunduğum koğuştan pek dışarıya çıkmıyordum. Bana gelen mektuplardan Risale-i Nurlara ait kısımları bir deftere yazıyor bilâhare mahkumlarla deftere yazdığım o yerlerden dersler yapıyorduk. Umumi volta yerine çıkmadığım için mübarek Sungur ağabey sık sık gelir, beni koğuşumda ziyaret ederdi. Bazen ders yapar giderdi. Bazen de kolumdan tutar hadi beraberce volta atalım der, beraberce diğer ağabeylerle beraber koğuş aralığında volta atardık. Sungur ağabey volta atarken Üstadımızdan hatıralar veya Risale-i Nurlardan bazı meseleleri anlatırdı. Sungur ağabeyin Kur’an hattı Tahir-i Mutlu ağabeyin hattı gibi çok güzeldi. Cezaevine girerken hapishane idaresi Cevşenimizi ve tesbihatımızı hatta Kur’an-ı Kerimlerimizi dahi almıştı. Sungur ağabey onların hasenatından mahrum olmayalım diye İkindi üzeri okunan İsm-i Azam dualarını bir kâğıda yazarak bizlere dağıtmıştı. Gerçi ezberimizde idi ama yine de “Sekine”yi de yazarak dağıtmıştı. Dört aya yakın bir zaman Ankara Ulucanlar kapalı ceza ve tevkif evinde beraber ayrı koğuşlarda da olsa yattık. Sonra dokuz ay yattığımız Mersin Cezaevi şartları başladı. Güneş her yerde güneştir. Her karanlığı aydınlatır. İşte Sungur ağabey de bu sırdan dolayı her gittiği yerde Nurun hakikatlerini anlatarak etrafına nurlar saçıyordu. Fakat şartlara göre mevzular işliyordu. Ankara hapishanesi kendi şartlarında örneklerle dolu iken, Mersin hapsinde de oranın şartlarına ait Nurları yine kemal-i ihlâs ve sadakatle etrafa tebliğ ederek adeta Nur saçıyordu.

Bazı kimseler vakit geçsin diye yaşarlar, Sungur ağabey “İman hayatın hayatıdır” sırrınca ve “Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve İbadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gayesi ve maksud neticesidir.” Sırrını ve nurani hakikatini teneffüs ederek yaşıyordu. Onun için onu Kur’an okurken, Cevşen ve Risale-i Nur okurken seyretmenizi isterdim. Sanki okudukları ile ram oluyor, okuduğu mana ile mecz olarak yani okuduklarının manalarıyla tam imtizaç ederek okuyordu. Bu hâlet yüzünün hatlarından ve mimiklerinde ve hareketlerinden tamamen görünüyordu.

Said Özdemir ağabey Tarihçe-i Hayatın neşrinden dolayı Ayaş hapishanesinde yatıyordu. Oraya hem Zübeyir ağabeyi hem de başka bir zamanda da M. Sungur ağabeyi hizmetin münübüsü ile götürmüştüm. Onlarla yolculuk yapmak da başka bir letafet ve başka bir âlemde yolculuk yapmak gibiydi. Onların hapis hayatında bir kardeşiyle karşılaşmasında alınacak çok hikmetli ders-i ibret haletler vardı.

Yine Ankara Ulucanlar ceza evinde Tarihçe-i Hayatın neşrinden dolayı (İlk Tarihçe-i Hayat neşri 1957 de DP döneminde olduğu için baş tarafında üç naşir ismi vardı. Said Özdemir- Tahsin Tola- Atıf Ural) Tahsin Tola ağabeyde bu yüzden Ankara Ulucanlar ceza evinde yatıyordu, yine Sungur ağabeyle beraberce birkaç sefer ziyaretine gittik. Hem bir dönem Ahmet Feyzi Kul ağabey Ankara Ulucanlar ceza evinde yatmıştı yine Sungur ağabey ve Zübeyir ağabeylerle beraber Ahmet Fevzi Kul ağabeyin ziyaretine gitmiştik. Ağabeyleri hapis ziyaretinde seyretmek ayrı bir ders-i ibret bir vakadır, hapis olanların metin ve tavizsiz sadakat derslerini dinlemek ders de ki ayrı bir letafet makamıdır. Sanki mahkum olan ve ziyarete gelinen kendisi değilmiş gibi, ziyarete gelenlere sabır ve metanet dersi vefa hakikatini anlatırlardı.

Onların yanında bizlerin muhtelif zamanlarda bulunması bir hususi nimet ve Rabbimin bizlere olan iltifatatı idi. Hani bir talebe öğretmeninin yanında durdukça nasıl kısa bir zamanda birçok şey öğrenerek tekâmül ederse, bizler de bu ağabeylerin yanında durdukça çok şeyleri kısa bir zamanda öğreniyorduk. Yalnız istifade için, kendini heykeltıraşın elindeki bir balmumu gibi telâkki edebilirsen, onlardan çok istifade ederek, çok şeyi çok kısa bir zamanda öğrenebilirsin. Ama kendin bir hiç iken, hiç olmadığın bir makamda, bir şeymiş gibi tevehhüm ederek öylede görüp kendini bir miyar bir ölçü gibi kabul edersen onlardan hiçbir şey öğrenemezsin ve Nurların hadsiz meratibinde tekâmül sırrına mazhar olamazsın. Ve onlardan hiç istifade edemezsin. Yani onlarda olan bir manadaki in’ikas ve insibağ hakikatinden; onlarda fani olursan çok istifade edebilirsin, aksi halde ben benim, sen de sensin diyerek enenin safsatasına mağlup olursan, hiç istifade edemeyerek, sen, sen olarak kalırsın. Bahr-i umman gibi olan o nurani hakikatten bir katre dahi istifade edemezsin. Sadece ismen ve sureten tanıdığın ve ismini bildiğin ile kalırsın. Ve bu tanımak da çok sathi ve yüzeyseldir. Her neyse…

Sungur ağabeyin bir hususiyeti de, yani bilinmeyen taraflarından birisi de Risale-i Nurlarda ismi geçen eserlerin (Kitapları) sahaflarda araştırarak bulur, onları okurdu. O Aziz Üstadın lalettayin her hangi bir kitaptan bahsetmeyeceğini söyler ve madem aziz Üstad o kitaptan bahsetmişler öyle ise onda çok manalar münderiçtir, der, o mezkûr kitapları arayarak bulur ve okurdu. Bazen sohbetlerde o kitaplardan pasajlar naklederek bahsederdi.

Nakşî Tarikatının Halveti kolunun Şeyhi olan Muzaffer Ozak Hazretleriyle Afyon Hapsinde birkaç ay beraber yattıkları için, aralarında tatlı bir muhabbet ve sevgi vardı. Muzaffer Ozak Hazretleri İstanbul Beyazıt Camiinin yanındaki tarihi meşhur sahaflarda kitapçılık yapardı. Sungur ağabey İstanbul’a her gidişinde kitap ihtiyacı olsun olmasın mutlaka Muzaffer Ozak efendiyi ziyaret eder ve o zata uğrardı. İşte o bulunması çok zor olan bu kitapları Muzaffer Ozak Efendinin himmetiyle, çok kolay bulurdu. Hem bir çilekeş dostu, hem de İslami hizmetlerinin sınırları yurt dışına kadar çıkmış manevi bir lideri ziyaret Sungur ağabeyi fazlasıyla mesrur ederdi. Bu zatı Mehmet Emin Birinci ağabeyle beraber Mehmet Fırıncı ağabeyde sık, sık ziyaret ederlerdi. Zaten Nur Talebelerinde ve Sungur ağabeyde uhuvvet ve muhabbet ile “müfritane irtibat düsturu” tamamen aksetmişti. O başkaları gibi okuduklarını yaşamadan sadece anlatmakla iktifa ederek, yaşamadığı şeyleri söylemekten nefret ederdi. O okur bilir ve o okuyarak öğrendiğini yaşardı. O yürüyen bir Risale-i Nur idi. Sanki Risale-i Nur hayatlanmış ve Mustafa Sungur olmuştu.

Sungur ağabeyle beraber Mersin hapsinde iken mahkemelere ailem o zaman iki çocuğum olan Emine ve Muhammed Nur’u (Betül le Hasan Hüseyin daha dünyaya gelmemişlerdi) yanına alarak mahkeme günlerinde Mersine gelirdi. Diğer ağabeylerin hanımları gelmiyorlardı. Zaten Said Özdemir ağabey, Mustafa Sungur ağabey ve ben evli idik diğerleri bekârdı. Yine bir mahkeme günü, hanım Emine ile Muhammed Nur’u yanına alarak mahkemeye gelmiş. Sungur ağabey koğuşta hep beraber çay içip sohbet ederken, “Anbarlı kardeş, Üstadımız Isparta’da iken hizmetinde kaldım. Üstadımla cemaatle namazlar kılıyoruz  beraber tesbihat yapıyoruz, sabah namazlarında iki-üç saat devam eden Üstadımızın Arapça İşaratü’l-İ’caz’ dan yaptığı dersler çok ilmi ve feyizli geçiyor. Üstadımız bazen dersi öğleye kadar uzatıyordu. Bazen de iki, üç saat sürüyordu. Bu halette ben kendimi bir Cennet-i hususiyede zannediyordum. Öyle de haz duyuyor ve zevk alıyordum. Bir gün bizim hanım taaa Eflâni’den kalkıp yanına da oğlum Ahmed ile diğer kız çocuğunu alarak Isparta ya Üstadı ziyarete gelmiş. Ben Üstadımızın hizmetindeyim. Bunu biliyor zira sık sık mektup yazıyorum. Üstad o sıralarda kimseyle görüşmez iken on dakikalığına bizim hanımı kabul etti. Bizim hanım Üstadın yanından çıktıktan sonra Üstad beni çağırdı, işaret ettiği yere iki diz üstüne oturdum. “Oğlum Sungur bu niye geldi biliyormusun, bak benim kocam burada hizmet ediyor ve rahat içinde yaşar iken, ben bu çocuklarla orada istinatgâhsız perişan oluyorum, diye o halini göstermek için geldi.” demiş. Ben evvela aziz ağabeyimin bunu söyleyiş sebebini anlayamadım. Maalesef çok sonraları ben bir tokat yeyince bizim jeton düştü. Üstadımız bu hadiseden zannediyorum üç ay sonra Sungur ağabeyi bir hizmet için (Diyanet Reisi ile görüşmek üzere) Ankara’ya gönderiyor. Yani Eflâni’ye daha yakın bir ile gönderiyor. Belki de eve uğramasını istiyor.

Aziz ve mübarek Üstadım 1960 yıllarının baş taraflarında iken dar-ı bekaya teşerrüf etmesi yakınlaştığı bir sırada buyuruyorlar ki:

“… Dört-beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. <ŞİMDİLİK> TAHİRİ-SUNGUR-CEYLAN-HÜSNÜ ve bir iki adam daha mutlak vekil olarak vasiyet ediyorum.” Buyuruyorlar.

Aziz üstadım Taksisi ile Isparta dan ayrılıp ÖLÜM için Şanlı Urfa’ya giderlerken araba içerisinde bulunan ve Bayram Yüksel ağabeyin kucağında iken, ön tarafta Zübeyir Gündüzalp ağabeyin olduğu ve direksiyonda Hüsnü ağabeyin bulunduğu hengamda “… Âlem-i berzaha gitmek benim için bir sürur vesilesidir. Siz mahzun olmayınız. Zahmetten rahmete gittiğim için beni tebrik edin.” buyurmuşlardır.

Evet, aziz ve mübarek Üstadım Isparta’dan Urfa’ya taksi ile giderlerken Konya Valisi Cemil Keleşoğlu tıpkı İç işleri bakanı Namık Gedik gibi faşist ve hukuksuz beyanlar vererek kadere fetva verip kendi menhus âlemini karartıyordu. (Yani Cemil Keleşoğlu 27 Mayıs ihtilalinin hemen akabinde masası başında beylik tabancası ile kafasına sıkıp intihar etti.) işte bu Vali gazetecilere beyanat verip “Bediüzzaman Said Nursi’nin Konya sınırlarından bile geçmesine müsaade etmeyeceğim” diyordu. Ve bazı seviyesiz ithamlarla Üstadı suçluyordu. Hâlbuki âlemlerin Rabbi olan Rabbim Anadolu’ya fırtınalı bir hava ile Sis ve Yağmurlu bir hava verdi. Hüsnü ağabeyin kullandığı araba salimen Konya’dan geçip, hiç kimse görmeden ve göremeden Ereğli tarikiyle Pozantı’ya çıktı.  Gülek boğazını geçerek Kaderi programının çizdiği yola doğru gidiyordu. Fakat bu menhus herif Üstad Urfa’da vefat edince Üstadımızın kardeşi âlim ve fazıl şahıs olan Abdülmecit Ünlukul’u  (Nursi’yi) Ağabeyinin yani Üstadımızın cenaze namazına gitmesine dahi müsaade etmedi. Abdülmecit ağabeyi Konya sınırların içerisinde bir nevi hapis etti. Abdülmecit ağabey evinden dışarı dahi çıkamıyordu. Bu tarihte eşi menendi görülmedik zulmü Konya Valisi Cemil Keleşoğlu yapmıştı. İçişleri Bakanı Namık Gedik de Urfa valisine baskı yapıp Üstadımızı Urfa’dan çıkarılması için talimat üstüne, talimat veriyordu. Vali “arabaları kayıp efendim bulunca çıkaracağız” deyince “arabaları yoksa çöp arabasına atarak çıkarın” demişti. İhtilal olunca götürüldüğü Harbiye’de hakaretlere maruz kalıp, şahsiyeti beş paralık duruma düşüp rezil rüsvay olduktan sonra, hatta bazı mahrem yerlerine doğru elle sarkıntılara maruz kaldıktan sonra Harbiye’nin üçüncü katının penceresinden aşağıya atılıp katledilerek öldürülünce çöp arabasına atılarak ve intihar etti deyip morga götürmüşlerdi. Morgda günlerce cesedi çöp kokmuştu. (O tarihli gazetelerin hepsinde bu haber var.)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üç Edip ve İki Âlimin Kaleminden Âtıf URAL Ağabey

DURSUN GÜRLEK Gazeteci yazar Dursun Gürlek bir biyografi ustasıdır. Kendine has akıcı üslubu ile 29 …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
28 Şubat’ın Lideri Demirel ve Orduda Başörtüsü / Vehbi KARA

28 Şubat 1997 Post-modern darbesinin lideri Süleyman Demirel’dir. Askerleri darbe için kışkırtıp daha sonra da …

Kapat