Ana Sayfa / Yazarlar / Mutlak Hakikat ve Nübüvvet / Peygamberlik Kurumu

Mutlak Hakikat ve Nübüvvet / Peygamberlik Kurumu

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir.

Varlıklar câmit yani cansız ve canlı olarak ikiye ayrılıyor, canlılar da şuurlu ve akıllı olanlar, bir de kendini yönetmenin sırları ile yeryüzüne gelen hayvan ve benzeri canlılar. Mesela bir serçe kuşunun, güvercinin karakteri teşahhusu ona yüklenmiş kendini yönetmenin bütün sırları kafasına yüklenmiş. Yaşaması için gerekli bütün fiilleri bir insan gibi biliyor, kaçıyor, gıdasını elde ediyor, yeri geliyor korumak için kendini insanın canını acıtıyor, ama ona kibar davrandığınızda da o da zerafet ile hareket ediyor. Biz onlara kuş beyinli diyoruz ama, eğitimle yıllarca öğretilen insan onun hareketlerini yapamaz. Başka bir âlemde tekemmül ettirilmiş sonra yeryüzüne geldiğinde birkaç gün veya haftada yaşamanın bütün kurallarını biliyor.

Akıl nedir? Bu konuda çok şey söylenmiş, bir kuşun kendini yönetmesi için ona kişiliğinin bütün yönlerini ve kendini yönetecek ister akıl deyin ne derseniz deyin kendini yönetiyor. İnsana akıl kendini yönetmek için verilmiş. Bir kapasite yüklenmiş insana. İnsan kendini yönetiyor yönetmesine de kendini yöneten insanın evrenin yönetimine dikkat etmemesi mümkün mü.. İnsanların farklı akılları, gözleri önündeki güneş sisteminin dünyanın güneşin yerinde ve kararında hareket etmesini görmemeleri imkansız.

Kendini yöneten insanın, evrenin nasıl yönetildiğini düşünmesi akılsızlık mı? İlkçağ filozolarından birçoğu bunu düşünmüş. Mutluluk, günlük hayatın basit zevklerinin üstüne çıkıp bu kaotik kainatın nasıl yönetildiğini düşünmek… Yanlış yapmışlar, ama illâ da nasıl yönetildiğini kimin yönettiğini düşünmeleri akıllarının gereği. Araştıran yanlış da yapsa araştırma yapmak istemesi ve yapması takdir edilmesi gereken bir tutum.

Descartes “Düşünüyorum o halde varım” diyor ama neyi düşündüğü daha önemli, Bediüzzaman akla kapı açmak derken aklın illâ da bir takım kapılarla hakikate gidebileceğini söylüyor. Mutlak hakikat büyük bir külliye. Bediüzzaman mutlak hakikatın çözümlenmesi konusunda büyük emek ve gayret sarfetmiş, Allah’ın varlığı, kainatın rububiyet faaliyeti; nasıl koca kainatı yönetiyor birbiri içinde sayısız eşya nesne ve canlıyı. Sonra Meleklerin varlığı mutlak hakikatın bir köşesi, semavatın varlığı bir köşesi, mutlak hakikatın asırlarca çözülmesi en zor şubesi, öldükten sonra dirilme hakikatı “çürümüş kemikleri kim diriltecek” derken münkir, bu mutlak hakikatın önündeki acizliğini ifade ediyor. Bediüzzaman’ın Haşir bahsi mutlak hakikatın en harika ve anlaşılır şekilde çözülmesini ifade ediyor, Bediüzzaman mutlak hakikatın bir matematik problemi gibi çözülmesini örgütlemiş ve eserlerinde bunu anlatmış. Haşrin mantığı bir çok bilinmiyenli matematik problem gibi; hakikatler, işaretler, kapılar hep mutlak hakikatın etrafında döner. 

Varlığın idaresi mutlak hakikat Ayet-ül Kübra’da yine mutlak hakikatın otuz üç duraklı bir keşif seyahati, Kristof Kolomb nasıl Amerika’yı keşfetmişse Bediüzzaman da mutlak hakikatın Kristof Kolomb’u. İstanbul’da bir özel kuruluşta çalışan yeğenim örgütün mensuplarının nasıl mukaddes mesail ile alay ettiğini anlatıyor. Kur’an’ın hakikatı insanlara varmıyor, ehad, samet, lemyelid, velemyuled nedir, izah edilmesi gerekir. İhlâs suresi mutlak hakikatı Allah’ın bizzat kendinin tarif etmesidir, ama bize nasıl ulaşmalı? Diyanet gel bu mutlak hakikatı anlat. Klasik din öğretisi bütün bunların karşısında ne kadar yetersiz. Bediüzzaman bunu anlamış, ama gel gör ki hâlâ anlaşılamadı bu büyük insan. Büyüklerimiz millet bahçesi, oto yol yapa dursun ahireti giden, yolları tıkanan bir toplum ve ahiret bahçesi tarumar Müslümanlık. Doğu’nun Güneydoğu’nun büyük şefleri anlatıcıları İstanbul’da, batıda keyif çatadursun, memleketlerini küfür seli siyaset buhranı almış götürüyor, nerdesin ey ehli himmet.

Mutlak hakikatın bir önemli şubesi de nübüvvet – peygamberlik kurumu, ondan bir adım ötesi kainatın en büyük hakikat öğreticisi Fahri Kâinat. Niye fahri kâinat? Çünkü kainat ve insanlar ve nesneler  onun öğretisiyle anlamlarını kazandılar, onun verdiği isimler ile güneş, Allah senden razı olsun, dedi; bana ahmaklar tapıp durdular, sen ise lamba dedin, şems dedin, ben oyum işte, tıpkı oyum işte. Bütün kainat fahri kainatın ellerine koştular, bizi yerli yerimize bihakkın koydun, dediler. Kur’an kainatı bihakkın – hakkiyle izah ediyor ya. Resullullah (asm) için de bihakkın fahri kainat denmiyor mu? Kainat ve nesneler ve canlılar, O, işte o Nebiyyi Zişan gelmeden önce doğmamışlardı, varlığın rahminde o tarafa bu tarafa çarpıp duruyordular, O geldi bu isimsiz bocalayan nesne ve  canlılara isim verdi, birden yeni doğan çocuğa verilen isim gibi mutlu oldu kainat. Nesebi gayri sahih nesneler birden sahih nesneler oldular. 

İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? 

Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin? 

Hem hiç mümkün olur mu ki; bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdaniyet ve samedaniyetini, zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yani o zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur. 

Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni’ine böyle bir görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymetdar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemalâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin? 

Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlakını, hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın! Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal; onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin! 

Hem hiç mümkün olur mu ki; nev’-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin! 

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat’îdir ki: Uluhiyet, risaletsiz olamaz… 

Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan -beyan olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â!. Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine baliğ mu’cizatından hadd ü hesaba gelmez delail-i nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübra, Güneş gibi risaletini göstermeğe kâfidir. Başka risalelerde ve bilhâssa Yirmibeşinci Söz’de Kur’anın kırka karib vücuh-u i’cazından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yağız Atlılar

Yazar: Prof. Dr. Yaşar Kandemir Kâinâtın Güneşi Efendimizin hayatında meleklerin anılmaya değer pek özel yerleri …

Kapat