Ne Oluyoruz?!.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar:  Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Hadis Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

Bazen kendi kendime, bazen de sesli olarak çevremdekilere, bize ne oluyor? Diyorum. Neden mi?.. Müsaadeniz olursa nedenini siz dostlarla paylaşmak, biraz da deşarj olmak, rahatlamak istiyorum. Olay şu: Bizzat şahit olan bir yüksek lisans öğrencim söyledi. Yakın bir tarihte bir dernek tarafından davet edilip konferans verdirilen bir tıpçı, özet olarak “hadis yoktur, hadis Kur’an’ın kendisidir” demiş. İsmen davet edilenlere verilen ve herkese açık olmayan bu konferansta itiraz etmek isteyenler, toplu protestoya maruz kalarak konuşturulmamış. Konferansçının yazmış olduğu bir kitabın arka kapak yazısında, yazarın Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Hadis Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans derslerine katıldığı yazılı, bunu da konferanslarında kullanıyor, kendisine sözlerine güvenilmesi gereken biri olduğu algısı oluşturuyor.

Dört Nisan’da İstanbul’da doçentlik sözlü sınavı vardı. Bu ders işini bizzat Ahmet Yücel Beye sordum. Derslere katıldığı doğru fakat ne mücadelelerle belli bir noktaya getirildiğini, çok daha uzak uçlarda dolaştığını, asla o kitabı yayımlamaması gerektiğini söylediğini söyledi.

Hadis alanında konferans vermek bir tıpçının haddine mi düşmüş? Ben tıbbın herhangi bir alanında bilimsel konferans versem tıp dünyasının tepkisi ne olur? Tepkisi bir kenara herhalde bu kişinin aklı başında olmasa gerek derler. Zira tıp alanı olduğu gibi hadisin ne’liği de bilimsel bir konudur. Bu konuda söz söylemek uzmanlarına düşer. Alt yapısı olmadan, açık söylüyorum, ilahiyat ve akademik tahsil olmadan bu iş olmaz. Bakıyorum genellikle hadis ve sünnet hakkında ahkâm kesenler, alt yapısı olmayanlar veya hadisi tanımayan ve hadis hakkında bilgisi olmayanlardır. Çünkü bilse buna cesaret edemez, ilmi ona müsaade etmez. Alan dışı kişilerin yaptıkları konuşmalara baktığımızda yaptıkları hataları bilseler -eğer bir parçacık yüzleri olsa- toplumun önüne çıkamazlar. O ekranlara bir daha çıkamazlar. Bu cesaret ya cehaletten, ya ihanetten veya şöhret afetinden olsa gerek… Bazı öyle hatalar var ki aklı başında bir insanın yapacağı şeyler değil bunlar.

Ya diğer âyetleri dikkate almadan bir tek âyeti esas alarak atomik bir yaklaşımla bir yargıya varıp hiç alakası olmayan bağlam ve yorumlarla konu ile alakalı bütün merviyyatı yok sayıyorlar veya bir iki uydurma rivayetle genellemeler yaparak bütün otoriteleri yıkıp yok ediyorlar.  Buhârî mi? O da kimmiş?!.

Hadisi-sünneti halletmişler. Artık sıra Kur’an’ın yorumuna geldi. Biri kalkıyor, on beş asırlık ümmetin uygulamasını yok sayarak “ekîmu’s-selâte…” emrinin, bildiğimiz, onbeş asırdan beri uygulayageldiğimiz rukûlu, secdeli namazı değil;  dayanışma, destek, sosyal yardımlaşma anlamına geldiğini söyleyebiliyor. Bu normal bir aklın tezahürü olamaz.

Bir diğeri sahih bir hadisi ve özellikle Buharî hadisi vurgusu yaparak Buhârî’nin otoritesini de kendi zırva yorumuna destek yaparak alakası olmayan bir konuda delil getirerek Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in irtidat ettiğini yemin ederek söyleyebiliyor!.

Bunun iki sebebi olabilir: Ya aşırı şiî inancının verdiği inanılmaz heyecan veya şimdiye kadar Ehlisünnet diye kendisini gizleyip belli bir kesimi kendisine bende yaptıktan sonra onları şiîleştirme hamlesi. Ya da bizim bilmediğimiz kendisini unutacak kadar başka bir şeyler olmuş.

Başka biri sohbetlerinin hiçbirisinde peygamber ve hadis zikretmez, Kur’an’a mana verirken kendisi var, ama peygamber, hadis hiç ortada yok, şu ayet şöyle şu ayet böyle diyerek dinde Kur’an’dan başka bir şey tanımadığı algısını oluşturuyor, sonra da ‘sünneti tanımıyor galiba’ eleştirisi gelince feryadı basıyor; bu suçlamaları kabul etmediğini, hakkını helal etmediğini söyleyerek ekranda nerede ise ağlayacak oluyor. Be kardeşim, bu algıda hırsızın hiç mi suçu yok? Lütfen bu milleti aptal yerine koymayın, ne olur?!… Sen Kur’an hakkında bunca yorumlar yaparken, kendinde bu kadar konuşma hakkı bulurken birazcık da peygambere söz hakkı versen ya be kardeşim… Peygamberi devre dışı bırakarak kendinize alan açmıyor musunuz?.. Elli veya yüz sene sonra sizin söylediklerinize kim şahitlik yapacak? Doğruluklarına nasıl inanacağız?

Bir diğeri birkaç uydurma rivayeti ele alıyor, bütün hadis literatürünün bu rivayetlerle dolu olduğu, hiçbir rivayete güvenilemeyeceği algısı oluşturuyor. İşin garibi hadisi tanımadığı için mevkuf bir rivayeti, hatta cahiliye döneminde şahit olduğu bir hatırasını anlatan bir sahabenin bir yorumunu merfu hadismiş gibi servis ediyor, bütün hadis literatürü hakkında fırtına koparıp algı oluşturabiliyor. Hadisi bile tanımadığına mı yanarsınız, düştüğü hâle mi yanarsınız?…. Bu kişiler hadis kaynaklarının tasnif amaç ve sistemlerini bilmedikleri gibi rivayetlerin ne’liğini ve musanniflerinin rivayetler hakkında yaptıkları değerlendirmeleri de görmüyorlar. Ya da bilinçli bir göz ardı söz konusu… Ayrıca hadis kitaplarında yer alan her bir cümleyi merfû hadis veya hüküm kaynağı olarak görmeleri de işin cabası… Kur’an-ı Kerîm gibi algılıyorlar, hadis kitabında yer alan her kelime peygamberin ağzından çıkmış, öyle biliyor, öyle algılıyor hazret…

Bir diğeri branşı felsefe, işini gücünü bırakmış hadisle uğraşıyor. Alıyor uydurma rivayetleri, hadis diye var olan her şeyin bu gibi uydurmalardan ibaret olduğu algısı oluşturma çabasında. Üstelik bu uydurmalardan halkın haberi yok aslında, kendileri gündeme getiriyor, halkın kafasına sokuyorlar; sonra da siz konuşmalarınızda veya sohbetlerinizde ağzınızdan hadis diye bir söz çıksa “hadis mi hocam, geç onu sen!… Kur’an’dan haber ver!” diyor, şaşırıp kalıyorsunuz. Bu ne yıkım!.. Bu ne felaket!.. Sor hazretlere! Dini hurafelerden temizliyorlar (!). Be kardeşim din sizin o söylediklerinizden ibaret değil ki. Az önce de söyledim. Halkın hiçbirinin bunlardan haberi yok. Teravih namazı var mı, yok mu, sekiz rekât mıydı, yirmi rekât mıydı, orucu fazla tutuyoruz, az tutuyoruz… tartışmalarının kime ne faydası var? Ruhsuz, heyecansız bir din oluşturma çabaları mı bunlar yoksa? Teravihsiz bir ramazan ayı düşünemiyorum. Paralelin veya o malum projenin yarım bıraktığı, tamamlayamadığı işi tamamlamak size mi düşmüş?  Bu tartışmalarla otorite kalmadı. Artık öğrenciler sınıfta söylediklerimize itibar etmiyor, bizi dinlemiyorlar, Ebû Hanife’yi dahi hiçbir ilmî dayanak olmadan, sağdan soldan dayanaksız dolma bilgilerle rahat eleştirebiliyorlar! Bu yıkımın vebali kimin? Hem sonra ilmî platformlarda tartışılması gereken konuların ekranlarda konuşulması ne derece isabetli?.. Bunun vebalini kim çekecek?. Halk uydurma hadisin ne olduğunu dahi bilmiyor. Yeminle söyleyebilirim o zat da bilmiyor. Fakat şu medya yok mu, bir de şu şöhret? İki hayran (!) da bir iki mesaj attı mı? Tamam!

Bir de bir kavram üretmişler! Uydurulmuş din! Şu anda yaşamakta olduğumuz din uydurulmuş din oluyor. Yani hadislerle yapılan açıklamalar, uygulamalar uydurulmuş din oluyor. Bir de indirilmiş din var. Kur’an!. Ne kadar masum bir ifade değil mi? Aslında Kur’an’la sünneti ayırmak kimin haddine? Neden bu iki aslı, at başı gibi ayrı kulvarlarda koşturup rakipmiş gibi bir algı oluşturuyoruz? Uydurulmuş din kavramını üretenler ve bu kavramı savunanların –şayet rükûlu ve secdeli namaz kılıyorlarsa- kıldıkları hiçbir namaz kabul değildir. Çünkü biz rükûumuzu ve secdemizi o bahsettikleri uydurulmuş dine göre yapıyoruz. Hadis Kur’an’ın kendisidir diyen o tıpçı kardeşim, merak ediyorum secdesini ve rükûsunu hangi ayete göre yapıyor? Rükûnun doksan derecelik eğilme ile secdenin yere kapanma ile yapıldığını hangi ayetten almışlardır?.

Ah bir de bazıları rükû ve secdeli namazın geçmiş ümmetlerden geldiğini, bunu Hz. Muhammed’in ortaya koymadığını söylemezler mi? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Allah aşkına en küçük tarihi bir bilgi ile müşrikler veya ehli kitap arasında secde ve rükû ile ibadet edildiğini veya bir şekilde namaz kılındığına dair bir veri nakledebilirler mi?!.

Biri de hadislerden bahsederken öyle şüpheci bir tablo çiziyor ki şaşarsınız. Ardından Hz. Ömer’den bir olay naklederken öyle kesin bir tablo çiziyor ki anlatamam. O da nakil, o da nakil. Neden Hz. Peygamber’den olunca şüpheli, Hz. Ömer’den nakledilince kesin oluyor. Anlamak zor.

İsim vereceğim. Toplumla paylaşılan bir bilgi dedi kodu olmaz. Bir vakfın hafızlık merasimi vardı. Davetliydik biz de katıldık. Sayın Yusuf Kaplan da vardı ve bir konuşma yaptı. Yusuf Beyi severim. Hep de dinlerim. Derdi olan biridir. Fakat bu durum, bir sitemimi ve üzüntümü dile getirmeme mani olmasa gerek. İlahiyatçıların Gazâlî’yi ve Râzî’yi okumadıkları ve okuyamadıkları yönünde bir eleştiri yaptı. Bu gibi yerlerde bazılarına pirim vermek, bütün bir camiayı karalamak, saygınlığını yitirmeye vesile olmak hoş değildir. Bu onun da arzuladığı başarıyı ve hizmetleri engeller. Genellemeler hiçbir zaman doğru değildir. Bir de neyi ve nerede konuşmamız gerektiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yusuf Beyin ilahiyatçılardan bir özür dileme borcu vardır. Bu vakfın başkanı da maalesef, benim bulunmadığım açılış konuşmasında da ilahiyatçılara laf atmış.

Değerli dostlar. Birilerinin hatalarını neden bir kurumun tamamına mal ediyoruz! Bütün ilahiyat hocaları karalandığında, otoriteleri sarsıldığında sınıfta öğrencilere ders anlatırken acaba bizi hangi duygularla dinlerler? Bunları neden hesap etmiyoruz?  Bunların kime ne faydası var? Acaba öğrencilerimizin motivasyon eksikliğinin bir sebebi de bu olabilir mi? Öğrenci aldığı bilgilerin doğruluğuna inanmıyorsa bilgi edinmek için değil sadece sınıfı geçmek için ve sadece imtihana endeksli çalışacak, sınav sonunda da o bilgileri çöpe atacak. Bu durumda kime güvenecek, işte bu derneklerde ve mensup olduğu cemaatten duyduklarına… Bu, bindiğimiz dalı kesmek değil mi?

Din eğitim ve öğretimi veren kurumları aynı denize akan birer nehir olarak veya aynı ile değişik yönlerden giden yollar olarak neden algılamıyoruz? İlla varsa da yoksa da benim, gerisi tufan mantığından hareket mi etmek gerekiyor?!. El ele verip yürümek var iken, herkesin bir ucundan tutması var iken düşman kesilmek niye?..

Evet, dostlar ne oluyoruz? Rahatlık elbisesi geniş mi geldi bize ne? Eskiden yediğimiz tokatları mı özledik? Yetkililerin bu aymazlığa bir şekilde dur demesi gerekir diye düşünüyorum. Tabi ki baskıyı kastetmiyorum. Gerçekleri anlatan bir platform mu oluşturulur bilmem. Korkum o ki yeni bir paralelin doğması. Allah korusun güç kazanan başkasını yok etmeye kalkıyor da….

Evet, bu ne hâl, ne oluyoruz? Yoksa bu bir proje mi? Bu bir proje ise kimin projesi?.. Bu üst akıl kim? Hep biz mi? Bir karşı proje oluşturacak akıl yok mu bizde? Bu kadar başarı sağlıyorlarsa helâl olsun. Başka da diyeceğim yoktur.

Kusurumuz olduysa af ola! Zülfüyâra dokunduysak bağışlana!….

Bu yazımı 18.04.2016 tarihinde FaceBook’da yayımlamıştım. Ancak güncel tartışmalara bakarak bugün bu yazıyı sitemde de yayımlamayı uygun gördüm. Saygılarımla…

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kur’an’da Geçen İffetle İlgili İfadeler

KUR’AN’DA GEÇEN İFFETLE İLGİLİ İFADELER VE YORUMLARI Makale: Doç. Dr. Abdurrahman KASAPOĞLU İnönü Üniversitesi, İlahiyat …

Kapat