Ana Sayfa / Yazarlar / Nev-Yü Nâyelik

Nev-Yü Nâyelik

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Lise ikiydi sanıyorum. 

Edebiyat hocamız zaman zaman, araştırmamız için bize bir konu verir, sırası gelen arkadaşı tahtaya çıkartır, öğretmen gibi ders anlattırır, kendisi de o arkadaşın yerine oturur dersi dinlerdi.

Ders anlatma, günün öğretmeni olma sırası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu çalışan sıra arkadaşım Fuat’a gelmişti. Fuat kara tahtanın önüne, hocamız da Fuat’ın yerine geçti.
Hocamızla bir dersliğine de olsa sıra arkadaşı olduk.

Fuat, araştırabildiği, anlayabildiği ve dili döndüğü kadarıyla dersi işledi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hayatını, edebi kişiliğini, eserlerini vs bizlere tanıttı, anlattı.
Sorular bölümüne geçtiğimizde hocamız kulağıma eğildi ve sessizce “nev-yü nâyelik nedir diye sor” dedi.
Parmak kaldırıp söz istedim ve sordum, “Hocam, ‘nev-yü nâyelik’ nedir?
Fuat afalladı, sorudan bişey anlamadı. Çalışmadığım bir yer bulup gıcıklık olsun diye bu soruyu soruyorsun, beni sınıfa ve hocaya rezil ediyorsun, alacağın olsun edasıyla yüzüme bakıyordu ki, benim gözüm hocamıza ilişti. O da ne? Hocamız yüzünü kapatmış, gülüyor.

Hocamız kulağıma ‘Nev Yunânîlik nedir’ diye sor demiş, ben yanlış anlamış, bir çuval inciri berbat etmişim.

O güne kadar ‘Nev Yunanilik’ hakkında bir şey duymamış, okumamıştım.
Hocamız dersin kalan kısmında benim sorumu düzeltti, konu hakkında özet bir bilgi de verdi.

Nev Yunanilik yani “Yeni Yunancılık” akımını öğrenme şeklim beni mahcup etmişti ama öğrendikten sonra çok daha derin bir utanç yaşamıştım…

Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethini alkışlayan, “Latin külahı görmektense Osmanlı sarığı isteriz” diyen İstanbullu Hıristiyan Rum halkından, kurtuluşu Yunan kültür ve medeniyetinde arayan kuşağa nasıl gelmiştik?

Bu can alıcı soruya cevap bulmak için kendimce tarihte yolculuğa çıkmadan,
başka bir makalede ele almayı düşündüğüm bir konuya değinmeden olmayacak..

Tarih ve hayatın bir nehir gibi insanları ve toplumları umulmadık zamanlarda, umulmadık yerlerden alıp umulmadık yerlere sürüklediğinin örnekleri hiç de az değildir.

Tarihçi değilim ama tarih okumalarımdan anladıklarımdan çıkarttığım bir dersimi paylaşmalıyım diye düşünüyorum.

Osmanlı, kendisinden önce Selçuklu Devletinin hatta biraz farklı olmakla birlikte Roma-Bizans İmparatorluğu’nun da uyguladığı “Devşirme” sistemini I.Murat’tan, ta IV. Murat’a kadar uyguladı.

Fethedilen Balkan coğrafyasında, ardından Anadolu topraklarında uygulanan devşirme sistemi özetle şöyle işliyordu:
Osmanlı tebası gayrı müslim toplulukların sekiz ile onsekiz yaş arası zeki, kabiliyetli çocukları, çok hassas kurallara bağlanmış ve çok sıkı denetlenen, zora ve zorbalığa tevessül edilmeyen bir sistem dahilinde ailelerinden alınır, İstanbul’a gönderilir.
Orada İslamı kabul eden çocuklar, sünnet ettirilir ve ardından müslüman Türk ailelerin yanlarına verilirdi. Ve bu durum “Türke vermek” olarak adlandırılırdı.
O dönem ve yakın tarihe kadar Türk kavramı bir ırkı tariften çok müslüman toplumu tarif için kullanıldığı konunun uzmanlarınca bilinen bir husustur.
Özellikle Balkan coğrafyasında bu gün bile bizim “İslamın şartları” olarak saydığımız maddeleri “Türklüğün şartları” diye biliniyor, öğretiliyor olması ilginçtir.
Yani, Boşnak, Arnavut, Hırvat ve Rum kökenli olsalar bile İslamı kabul edip islâmî bir hayat yaşayan aileler de Türk’ten sayılıyordu desek yanılmış olmayız sanıyorum.

Türk ailelere verilen çocuklar, bu ailelerin yanında Türkçeyi, Türk toplumunun sosyal hayatını, İslam dininin ibadetlerini, müslüman halkın edep ve ahlakını, gelenek ve göreneklerini öğrendikten, hayatlarına sindirdikten sonra tekrar İstanbul’a getirilerek Enderun ve Yeniçeri Ocağında eğitime alınırlardı.
Burada sıkı bir ilmi, askeri, teknik vb eğitime tabi tutulur, orduda ya da devletin ihtiyaç duyduğu yerlerde istihdam edilirlerdi.
Padişaha bağlı Kapıkulu Askerleri tamamen bu devşirme askerlerden oluşurdu.

Paşaların, vezirlerin, sadrazamların, alimlerin, Mimar Sinan gibi dehaların pek çoğu bu devşirme sistemi etrafında faaliyet gösteren eğitim kurumları olan Enderun ve Yeniçeri Ocağı’ndan yetiştirilirdi.

Devşirme sistemi doğrudan ya da dolaylı olarak çok hayırlı neticelerin vesilesi olmuştur.
Öncelikle yüzbinlerce gayrı müslim genç İslamla şereflenmişler, onların vesilesiyle de pek çok köy, kasaba, sülale, pek çok şehir halkı müslüman olmuşlardı.
İkinci olarak da,
onlar vesilesiyle gayrı müslim toplumların devlete sadakatleri sağlanmıştı. Öz evlatları, akrabąları, hemşehrileri, soydaşları devletin üst kademelerinde olması onların
Boşnaklar, Arnavutlar bazı milletler toptan müslüman olmuş, bazı milletlerin de nüfuslarının önemli kısmı İslamı kabul etmiş, bazıları zaman içersinde Türkleşmişlerdi.

Öbür taraftan Osmanlı, devşirme askerlerden oluşan ordusuyla Avrupa ortalarına, Viyana kapılarına, İtalya’ya kadar ilerlemiş, Hristiyanlardan devşirilen çocukları Haçlı ordularına karşı savaştırmış ve yüzyıllar boyu sayısız zaferler kazanmıştı.
Osmanlı, Fatih dönemine kadar içerde fetret devri, Türk Beylikleri arası kardeş kavgası gibi çok sorunlar yaşamış, devlet zaman zaman yok olmanın, dağılmanın eşiğine gelmiş olsa da, devşirme sistemi çok sağlam ve sorunsuz bir şekilde işlemeye devam etmiş, Osmanlı’nın bilinen dünyanın neredeyse tamamına, üç kıtaya ve denizlere mutlak hakim, cihan imparatorluğu olmasında en önemli etkenlerken biri olmuştur.

Sonra?
Yüzyıllar boyu müslüman Türkleri durdurmak, Avrupa ve Anadolu’ dan kovmak, yok etmek için onlarca Haçlı Seferleri düzenleyen batılı-Haçlı devlet ve milletleri, Osmanlı tarafından yokedilme korkusu yaşamaya başladıkları, tam pes ettikleri bir anda, adeta batılılar için ergenekondan çıkış sayılabilecek bir olay yaşandı..
Ortaçağın en karanlık günlerinde Endülüs Emevileri’nden yayılan bilim, fen, felsefe, medeniyet ışığıyla gözlerinin önünü görmeye başlayan Haçlılar, Osmanlı karşısında tamamen yok olmamak için çaresizce kurtuluş yolları ararken yeni ticaret yolları keşfettiler.
Bu yeni ticaret yolları onlara can simidi oldu, boğulmaktan, yokolmaktan kurtuldular.
Bir süre sonra, keşfettikleri yeni coğrafyalarda sömürge topraklar, servetler, hazineler, madenler bedava işçiler/köleler elde etmeye başladılar.
Elde edilen bu servetleri doğal olarak en çok önem verdikleri askeri alanda kullanmaya, bu alanda gelişmeler kaydetmeye de başladılar.
Daha çok asker, daha çok silah ve askeri teknolji sahibi olmaya ve dolayısıyla Osmanlı ile askeri alanda boy ölçüşecek seviyeye ulaşmaya başladılar. Bu gelişmeler, değişim ve dönüşümler belki ikiyüz yıllık bir tarihi süreçte yaşandı.
1071’den
1600’lü yıllara kadar Anadolu’nun ve hatta Balkanların tartışmasız hakimi, süper gücü müslüman Türkler iken
1600’lü yıllar, batılı devletlerin Osmanlıya karşı diklenme, boy ölçüşme çabalarıyla geçti.

Detaylara girmeden diyebilirim ki, 1700’lü yıllarda batılılar, kendilerinin Osmanlı kadar, hatta Osmanlı’dan bile güçlü olduklarına inanmaya başladıkları, özgüvenlerinin yerine geldiği yüzyıl oldu dersek yanılmış olmayız sanıyorum.
Pekçok savaşta kaybetseler de pek çok savaşı da kazanarak kendilerinden, güçlerinden emin oldular, Osmanlı’nın da yenilebilir bir güç olduğuna kanaat getirdiler.

1800’lü yıllarda Osmanlı ile Batılı devletler arasındaki psikolojik güç, denge yer değiştirdi. Artık Avrupalı devletler karşısında Osmanlı’nın psikolojik, ekonomik, teknolojik alanlarda ezik dönemi, zayıf dönemi başladı ve artarak devam etti.

Osmanlı Devleti, 1700’lü yılların ortalarından itibaren batının güçlenmesinin, kendisinin zayıflamasının nedenleri üzerinde ciddi şekilde kafa yormaya başladı ister istemez.
Osmanlı’nın sürekli batıyı gözlemlemeye, incelemeye odaklandığı bir dönemde, devşirme sisteminden tamamen vazgeçti.
Çünkü devşirme sistemi ve ona bağlı olarak da eğitim sistemi bozulmuştu, beklenen verim elde edilemiyor, üstüne üstlük sorunlarıyla da başa çıkılamıyordu.
Yüzyıllar boyu gayrı müslimlerin çocuklarını alıp eğiten, onları devlete hizmet ettiren Osmanlı devlet aklı, eğitimde ıslahatlar için önce Avrupa’dan hocalar getirmeye, 1800’lü yılların ilk çeyreğinden itibaren de kendi çocuklarını Avrupa’ya göndermeye karar verdi.
Avrupayı görsünler, incelesinler, orada gördükleri güzel şeyleri getirerek içerde ıslahatlara girişsinler isteniyordu.
Bir adım sonrasında ise Batılı ülkelerin İstanbul’da ve bazı önemli merkezlerde okullar açmalarına izin verildi.
Osmanlı’nın batıya önce gözü, sonra gönlü kaymıştı. Uzun bakışmalar, iç çekişler sonra gizli buluşmalar..
Kastamonu fethi için anlatılan Moni hikayesi yine-yeniden yaşanıyordu sanki ama bu sefer tersinden..

Niyet iyiydi belki ama, devşirme sistemindeki “Türke vermek”, devşirdiği çocuğu Türk ve müslüman ruhuyla yetiştirmek olarak özetlenen işleyişin tam zıddı bir durumla; müslüman Türk evladını “Gavura Vermek” şekline dönüşüyordu, dönüşecekti.

Batıya giden, gönderilen çocuklar ilk zamanlarda asil ailelerden, imanı, itikadı, ilmi sağlam gençler özenle seçilip gönderiliyordu. Fakat batılının da bizim gençlerimiz ve onların üzerinden devletimiz adına hesapları mutlaka vardı.

Devşirme sistemiyle gavur çocuklarına müslüman Türk milli ruhu aşılanırken, batıya gönderilen çocuklarımıza kademeli olarak, şiirle, müzikle, gece hayatıyla
sanatla, felsefi, fikri ideolojik akımların bozuk fikriyatlarıyla.., Hristiyan-Haçlının ruhundan üfürülüyordu.
Osmanlı, Haçlı dünyasından devşirdiği çocukları eğitip Türk-İslam devlet ve toplumuna hizmet ettirirken,
Bizim devşirilen çocuklarımız bir süre sonra bizim mahallemizde Hristiyan kültürünün adeta birer misyoneri oluverdiler.
Bizim dahi evlatlarımız Hristiyan olmadılar elbette ama, müslüman gibi de kalamadılar.
Su katılmış süt gibi, demir-bakır katılmış altın ve gümüş gibi kültürel, ahlaki, milli, dini ayarlarıyla oynandı, kıymetten, kaliteden düşürüldüler. Adeta genetiğiyle oynanmış organizmalar, canlılar, hayvanlar gibi başkalaşmaya başladılar..

Bizim Avrupa görmüş gençlerimizin ruh dünyalarında ve onların etkileriyle İstanbulun elit çevrelerinde şiir deyince Fransız şiiri, sanat deyince resim, heykel, müzik, tiyatro gibi İslam toplumunda hiç olmamış batılı sanat türleri yayılmaya, Avrupâî hayat her geçen gün yayılmaya başladı.

Tanzimat Dönemi edebiyat ve sanatı, tamamen batı ruhunun, kültürünün, zevkinin İstanbul’a, oradan da tüm Osmanlı coğrafyasına taşınmasından ibaretti.
Osmanlı, kendi evlatları eliyle işgal ediliyordu.

Avrupadan döndükten sonra askeriye, ilmiye ve mülkiye bürokrasisinin üst kademelerine kadar yükselen, karar verici makamlara kadar yükselen ve yazık ki batı sokağı tarafından, muhtemelen misyoner, casus-mason örgütleri tarafından devşirilmiş, gavur terbiyesiyle yetiştirilmiş, içlerine gavur kaçmış çocuklarımız, Osmanlı ağacını budayıp yerine batı kültürünün unsurlarını aşılama yarışına giriştiler.
1800’lü yılların ilk yarısından itibaren gelişen gazetecilik, yayıncılık faaliyetleri ile de bu fikirlerini, girişimlerini topluma ve tüm Osmanlı coğrafyasına yayma imkanı buldular.

İlginçtir ve aynı zamanda çok acıdır ki, Osmanlı’nın çöküş yıllarında yayın yapan gazete ve dergilerin mühim bir kısmı gayrı milli unsurların ve milli olmayan ideolojik akımların ve hatta sömürgeci devletlerin elindeydi.
Garptan fen, teknoloji almaya gönderilen çocuklarımız bir süre sonra mandacılık isteyecek, İngiliz egemenliği, Amerikan egemenliği altına girmeyi isteyecek, önerecek, bu fikirlerini savunacak dernekler, dergi ve gazeteler kurarak yüksek sesle haykıracak kıvama gelmişlerdi.
Moni’nin attığı anahtarla açtıkları kapılardan amansız bir hücuma geçip şehri fetheden müslüman-Türk ordularından sekizyüz yıl sonra, Monileşen bizim Avrupa görmüş kuşaklarımız sayesinde önce batı şiiri, romanı, sanatı, felsefi akımları, giyimi kuşamı, ahlakı şehirlerimize hücum etti. Aradan yüz yıl geçtikten sonra ise ordularıyla gelip tüm şehir ve kalelerimizi işgal ettiler.

Ve çok ilginçtir ve yazıktır ki, Türkiye’de ve İslam coğrafyasında batı tarafından devşirilmiş beyinlere ve kalemlere biz bugün “aydın” diyoruz, “Osmanlı Aydını”ndan, ,” Osmanlı Aydınlanması”ndan bahsediyoruz.
Bu gün bile bazı kişi ve gruplar “aydın” kavramını bir şifre, parola olarak kullanıyorlar.
Onlara göre aydın; batı adına şovalyelik, paralı askerlik yapan, kalemini ve kelamını batıya satan, kalemini ve kelamını onlar adına silah olarak kullanan insanlar, zümreler demektir.
Osmanlıdan cumhuriyete miras kalan bu aydın zümre, yeni devletin kültürel temellerini atmakla kalmamış, yeni bir Türk kimliği tasarlamak istemiş, Türk kavramını yeniden tanımlamak, millet ve milliyet kavramının içeriğiyle, genetiğiyle oynamak istemiş ve kısmen de başarılı olmuşlardır.

Cumhuriyet Dönemi edebiyatımızın en gözde isimlerinin bu tür cemiyetlerin üyeleri olduklarını ve mandacılık, himayecilik adına kalem oynatmış insanlar olduklarını görüyoruz.

Mesela;
Cenap Şehabeddin, Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Süleyman Nazif, Halil Nihat Boztepe, Halit Ziya Uşaklıgil, Mithat Cemal Kuntay, Zeki Megamiz, Fahrünnisa Fahreddin, Salih Zeki Aktay (Nev Yunanilik ekolünü de savunur) gibi isimlerin İngiliz Muhibleri Cemiyeti üyesi olduklarını ya da o cemiyetin yayın organlarında yazılar yazdıklarını görüyoruz. (1)

Ayrıca yine Yakup Kadri ve Yahya Kemal’de İngiliz Muhibleri Cemiyeti yayın organı olan Peyam-Sabah gazetesinde yazılar yazmış olduklarını;
Halide Edip Adıvar, Yunus Nadi, Refik Halit Karay gibi ünlü kalemleri de Wilson Prensipleri Cemiyeti üyeleri olarak görüyoruz.

Osmanlı’nın en son günlerinde ortaya çıkan
‘Yeni Yunancılık’ fikri de diğer mandacı fikir ve gruplar gibi felsefi ve siyasi bir hareket olup olmadığı net değildir, tartışılması, araştırılması gereken bir konudur.
Ancak edebiyat, şiir ve şair birer meyvedir.
Edebiyat ve sanat felsefesiz olamaz.
Ağacı olgunlaşmadan, mevsimi gelmeden, iklim şartları oluşmadan meyve olmayacağı gibi, Yeni Yunancılık akımının arkasının da dolu olduğu kanaatindeyim.
Yahya Kemal ve Yakup Kadri diliyle şiirde, edebiyatta, sanatta, kültürde yeniden Yunan medeniyetine dönüşü öğütleyen, kurtuluşun o medeniyette olduğu fikrini savunduracak şartlar oluşmuştu ki bu iki genç kaleme Yunan kültürüne dönüş adına sözcülük yapmak kalmıştı.

1919 yılında varlığını duyurmaya başlayan ve doğal olarak sert eleştiriler de alan bu akım, Birinci Cihan Harbi ve arkasından gelen Milli Mücadele ortamında sabun köpüğü gibi göründü ve kayboldu.
Millet Yunanla savaşırken ‘Yeni Yunancılık’ gibi uçuk bir fikri savunmayı devlet ve toplumun kaldırması, kabullenmesi elbetteki mümkün değildi.
Ve bu ekip dağıldı.
Dağıldılar da buhar olup uçmadılar elbette.
İnkılap Tarihi kitaplarında Osmanlı’nın son döneminde faaliyet gösteren zararlı cemiyetler olarak tarif edilen Manda Ve Himaye Cemiyeti, İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Whilson Prensipleri Cemiyeti ve belki isimleri bilinmeyen, kayıtlara geçmeyen zararlı cemiyetler etrafında toplanıp, onların yayın organlarında kalem oynatan pek çok şairin, yazarın, aydının “Milli Edebiyat”ımızın, milli
basınımızın
ve milli eğitimimizin kurucu isimleri, otorite ve vazgeçilmez isimleri olarak karşımıza çıktıklarını görürürüz..
Yahya Kemal, ömrü boyunca çok değişik edebi ve felsefi limanlara yelken açmış biri olarak tanınır. Ama kimse O’nun Osmanlı ve İstanbul sevgisinden, milletine, tarihine ve medeniyet birikimine olan bağlılık ve hayranlığından şüphe etmez.
Ya Yakup Kadri?
O da, kısa süre sonra Milli Eebiyat akımının öncü, güçlü kalemlerinden biri olarak karşımıza çıkar.

Edebiyat bilgimizi ve algımızı, sanat, estetik anlayışımızı bize öğreten insanların kimin kültürünü, medeniyetini, sanatını, estetiğini öğrettiği, empoze ettiği üzerinde soru işaretlerimin olmasını umuyorum ki kimse yadırgamaz.

Sanat diyoruz, sanat eğitimi için güzel sanatlar liseleri, fakülteleri, klüp ve dernekleri, galerileri açıyoruz fakat Türk Milleti’ne ait bir tane sanat göremiyoruz.
Resim, heykel, müzik, tiyatro vb hepsi Antik Yunandan, Roma’dan kalma, Avrupa’dan gelme.
Çok tanrılı dinlerin sembol, ritüellerini, ruhunu yaşatan; onların ibadet olarak yaptıkları pek çok şeyin bu gün bize güzel sanatlar diye, modern sanat diye, spor diye öğretiliyor, dayatılıyor olduğunu görememek mümkün değildir sanıyorum.

Mimarlık fakültelerimizden mezun olan öğrencilerimiz, Türk-İslam mimari tarzımıza dair neredeyse hiç bir şey bilmeden mezun oluyor ve meslek hayatları boyunca da bizim mimarimize ait hiç bir eser veremeden göçüp gidiyorlar.
En modern binalardan en sıradan binalara kadar, tüm mimari eserlere dışından bakınca da, içinden bakınca da milli diyebileceğimiz hiç bir unsur bulamazken bol miktarda
Yunan-Roma antik kentlerinin süslemele stillerini görüyoruz.
Biz yeniden Yunan şehirleri inşa ediyor gibiyiz, farkında olarak ya da olmadan.
Onların tasarladıkları, öngördükleri Türk, merhum Uğur Mumcu’nun bir tv programında dillendirdiği tanıma çok yakındır.
“Türk; İsviçre (Hıristiyan Katolik) medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri usulü yasasınca yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen, ve islam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Bu yoruma, cola içen, sanat, spor, eğlence, müzik, giyim-kuşam, moda, yeme içme, zevk, eğlence gibi unsurları, dünyayı etkileyen ideolojik, siyasi, felsefi görüşlere karşı duruşu, saf tutuşu gibi unsurları, yaşadığı mekan tasarımlarını vb sayarsak ki saymalıyız, tarihin hiç bir döneminde var olmayan karma-kırma, genetiğiyle oynanmış, Türk’e düşman yeni bir Türk nesli icad ve inşa edildiğini görüyoruz.

Atilla İlhan “Hangi Batı” adlı eserinde bu konuda benzer bir hassasiyetle, benzer bir eleştiride bulunur.
“Lisede Sophokles okuduk, klâsik Türk sanat
musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi
buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş
bati klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi
öğrendik.
Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz,
Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline
su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin
ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk
Ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri
aktarmak hastalığımız tepmişti.
..
Oysa, bir kere yaptığımız
batılılaşmak değildi.
İkincisi,
batı bizim sandığımız gibi
değildi,
Üçüncüsü, batının ulaştığı
yer özenilecek bir yer değildi”

Son söz olarak;
Osmanlı son dönemi aydınının adeta iman esaslarından biri olan “Garbîleşmek” hareketlerinin tersinden devşirme hareketleri olduğu kanaatindeyim.
Merhum Aliya İzzet Begoviç, “savaş düşmana benzenildiğinde kaybedilir” diyordu.
İkiyüz yıldır ne kaybettiğimizin, nereden, neden, nasıl kaybettiğimizin hesabını yapmak durumundayız.
Kazanmak istiyorsak şayet, kendimizi ve nesillerimizi yine, yeniden “Türke vermek”, Türk-İslam kültür ve medeniyetine vermek zorunda olduğumuzun farkına varmak zorundayız.

Ve Türk tanımını da yeniden yapmak zorundayız.
Türk tanımını Yeni Yunancı’ların, manda ve himayecilerin, İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan muhiblerinin, masonların kirli kafa ve algılarından kurtarmak zorundayız.
İkiyüz yıldır Türk tarifi yapanların tamamına yakını, kendileri gibi, bir Türk tanımı yapıyorlar. Yani; batıya teslim olmuş, batıya asker olmuş, batılı derebeylerin, kiliselerin şövalyeleri olmuş, “Türk’e düşman Türkün inan ve irfanına düşman, Monileşmiş insan tipini Türk diye tarif ediyorlar.

Biz bir yandan Kurtuluş Savaşı’nda Yunan’ı ordularıyla birlikte denize dökmekle övünürken, diğer taraftan “Batılılaşmak” sloganının arkasına Yunanlaşmayı gizleyen, bu toplumu Yunanlaştırmak isteyenlere karşı da mücadele etmek, son derece dikkat etmek zorundayız.
Akdeniz’de, Ege’de iki, üç, dört bin yıllık batık gibi duran Yunan kültürünü, onların çok tanrılı din ve kültürlerini, sanatlarını, sporlarını, minarisini yani ruhunu çıkartıp baş tacı etmekten de haya etmeliyiz.

Bu gün eğitim sisteminizin, sanalıyla, sosyalı, yazılısı ve görseliyle medyamızın, sosyal hayatımızın hangi din, hangi kültür, hangi medeniyet, hangi ahlakla işleyip insanımızı eğittiğine yeniden bakmalıyız.
Çocuklarımızı Türke mi veriyoruz, yoksa gavura mı veriyoruz, Türk ahlakıyla mı, gavur ahlakıyla mı yetiştiriyoruz sorusunu mertçe sormalı, eğilip bükülmeden adamakıllı cevaplar bulmalı, gereğini yapmalıyız..
Ve son zamanlarda Araplaşmaktan, Türkiye’nin Araplaştığından dert yanan bir kısım insanların zihinlerinin arkasında yatan fikir, Yeni Yunancılık fikrini canlandırmak, Türk toplumunu Yunanlaştırmak, Türk toplumundan Macarlar, Bulgarlar gibi kanı ve geni Türk, ruhu Romalı-Bizanslı, Haçlı yeni bir kavim oluşturmak emelleri mi yatmaktadır?

1.(http://kaynakca.hacettepe.edu.tr/kisi/1194234)

Not:
(Bu vesile ile sıra arkadaşım, değerli dostum Mehmet Fuat Yütük ve
Edebiyat öğretmenimiz Sezai İrgi hocama sağlık, huzur, afiyet dileklerimi, selamlarımı, saygılarımı )

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

2 Yorumlar

  1. avatar

    Gercekden, 200 yillik, tarihi, dini ve kuturel erozyonun analizini, cok acik bir sekilde yapmissiniz, tebrik ediyorum.

  2. avatar

    Hocam çok nitelikli bir yazı kaleme almışsınız. Yüreğinize sağlık. Tarihimizi, geçmişimizi bilmeyip, kültürümüze ve değerlerimize sarılmadıktan sonra malesef sonucu aynı Osmanlı imparatorluğu’nda ki jön türkler gibi kendi devletine, milletine, örfune, dinine ihanet ettirebilecek kadar ozenti bir nesil ortaya çıkabiliyor. Neticesinde de ugur mumcu’nun anayasayla ilgili yaptığı konuşmasında ki bir gerçekle yüzyüze kalmış oluyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İran Yalan Cumhuriyeti

1979’daki Humeyni Devriminden sonra adını İran İslam Cumhuriyeti olarak değiştiren Acemistan, yüzyıllardan beri İslam’ın içine …

Kapat