Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Yazıları / İNSANI ÖZÜNE ÇAĞIRAN ŞEHİR: KASTAMONU

İNSANI ÖZÜNE ÇAĞIRAN ŞEHİR: KASTAMONU

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Fotoğraflar için tıklayınız>>>

İNSANI ÖZÜNE ÇAĞIRAN ŞEHİR: KASTAMONU/Kemal Reisoğlu

Kastamonu’ya ikinci gelişim. Bu kez, asıl Kastamonu’yu ilk gelişimde hiç görmediğimi anlıyorum. Sadece caddeleriyle, kahverengi üzerine beyaz harflerle türbeleri ve camileri gösteren levhalarıyla, mis gibi kır pidesi satan dükkanlarıyla tanışmak, Kastamonu’yu görmek sayılmamalı. Bu sefer amacım bu şehrin misafiri olmak, ilk bakışta kendini ele vermeyen asıl çehresiyle tanışmak.
Beni bu şehre çeken, bu memleketin her yöresini birbirine bağlayan manevi yolların uzandığı başka bir menzili ziyaret isteği. Çünkü Kastamonu, yeryüzünde işgal ettiği yeri merak edenlere değil, öteliğin hasretini duyanlara “hoşgeldiniz” diyen bir şehir.

Bazen karşılaştığımız insanları nereden tanıdığımızı bulmaya çalışırız. Bu, insanın kendi geçmişini, hafızasının karanlık dehlizlerde unutulmuş anları hatırlamaya benzemez. Çünkü gördüğümüz her insanı bize bağlayan aşikâr bir işaret yoktur. Ama karşılaştığımız mekânlar, şehirler bizatihi böyle nişanelerdir. İlk defa da görsek, hayatımız orada geçmemiş de olsa, şehirler kolay kolay unutulmaz. Kastamonu işte böyle bir şehir.

Silinemeyen İzler

Yeni devirde yok olmuş, yok edilmiş pek çok Selçuklu ve Osmanlı şehri gibi, Kastamonu da bu gafleti yırtıp geçen kesif bir mazi havası yayar etrafa. Bugün etrafını saran zümrüt yeşili dağlar, çevre şehirlerle olan ilişkisinin azlığı, hatta Osmanlı zamanında elde ettiği önemli rol bile neredeyse onun unutulmuşluğunun sebepleri sayılabilir. Bir zamanlar bu şehrin ismini tesadüfen duymazmış insanlar. Osmanlı sultanlarının süt anneleri bile bu şehirden gidermiş. Karadeniz kıyısındaki İnebolu, İstanbul ile en çok irtibatı olan limanlar arasındaymış. O yüzden İnebolu’dan gelenlere bir imtiyaz tanınmış: İstanbul’a sorgusuz-sualsiz giriş müsaadesi.

Zaman, şehirlerin üstünü bir kefen gibi saran, bazen de onlara ince bir cazibe cilası katan bir şey. Kastamonu’da zaman, parlaklığını kaybetmiş ama asaletini, aslını isbat eden bir varlık olarak karşımıza çıkar.

Adım başı gönül ehlini selamlayan türbeleri, evliya makamları ile şehrin kendisi bu cilayla boyanmış gibidir. Şehrin ortasından yükselen eski kale bile hak ettiği azameti bu yüzden arz eyleyemez. Kaleye tırmanıp eski şehre baktığınızda, geniş bir yeşil örtüyle örtülmüş sinide iştahınızı açan bir ziyafet tabağı gibi görünür. Şehri boyayan yeşil renk, sadece ağaçlardan ve ormanlardan değil, sanki bilinen ya da bilinmeyen binlerce Allah dostunun gaip sandukalarını saran yeşil örtülerden geliyor belki.

Kastamonu’nun ortasından bir dere geçiyor. Ortasından dere geçen başka tarihî şehirleri hatırlıyorum hemen. Amasya da bende Kastamonu’ya benzer hisler uyandırmıştı. Orada kral mezarlarının tepeden baktığı, erişilmez gözüken tepelerin baskısını, Yeşilırmak hemen yanıbaşındaki Sultan Bayezid camiine yaslanarak savuşturur. Burada ise, şehri uzunlamasına ikiye bölen bir hat değildir dere yatağı. Cami ve türbelere giden yolları işaret eden en büyük tabeladır.

Kaleden seyredilen eski Kastamonu, harabata dönüşmekte olan konakları, evleri, camileri, fırınları, dükkanları, arnavut kaldırımlı sokakları ve hatta hepsi birbirine benzeyen geniş alınlı, kartal burunlu insanlarıyla artık sadece turistler için varlıklarını devam ettirdiği zehabı verir. Bir zamanlar kafesli pencereler arkasından bakan hanımların yol gözlediği, mahalle camiine namaz için vaktinden evvel yola revan olan adamların geçtiği sokaklar kadar, tarih de bizim haricimizdeki meraklı gözler için anlamlı bugün.

Nitekim Kastamonu’da karşılaştığımız ve uzun zamandır orada yaşayan bir dost, bu şehrin eşsiz ve sonsuz tarihi damarlarını, dışarıdan gelen bir turistin eski evlerin, kalenin, sokakların fotoğraflarını çektiğini görünce merak etmeye başladığını söylemişti bize. Şimdi aynı dost vakıf eserleri konusunda o kadar dikkatli ki, arkadaşlarına satın alacakları emlâkın en az 50 yıl geriye giderek tapu kaydına bakmadan alış-veriş yapmamalarını öğütlüyor. Bir zamanlar bütün Osmanlı ülkesinin üçte bir toprağını teşkil eden vakıf eserleri yağmasına, geç ama çok duyarlı bir tepki bu.

Bir Mana Yıldızı: Şaban-ı Veli

Kale, etrafını saran evliya makamları ve minareler arasında sanki başka bir evliya konağı olduğunu gösteren bir mezar taşı gibi kalır. Bu şehrin manevi sahibi olan Şaban-ı Veli Hazretleri’nin şadırvanından abdest alanlar için de, Nasrullah Camii’nin yanındaki simitçiden gevrek simit isteyenlere kadar, bu böyledir.

Nasrullah Camii, bu şehrin ulu camii. Mehmed Akif, meşhur vaazlarından birini bu camide vermiş. Caminin heybeti bir yana, üstü kapalı çifte şadırvanın kaynak su ile beslenen serinliği, sadece caminin etrafına değil, sanki bütün şehre susuzluğu yasaklıyor hemen yanıbaşındaki kuru dere yatağına inat. Bu şadırvandan su içenin yedi kere Kastamonu’ya geleceği söyleniyor. Suyun hikmetinden midir, yoksa böyle bir şadırvan, cami ve meydan manzarasının insanı seyahate mecbur eden bir tutku doğurmasından mıdır, bilinmez.

Kaleyi gezerken, bir zamanlar bütün dünyada her şehrin etrafını saran bu yapıların nasıl olup da, yapıldıkları gaye, yani savunma ile hiçbir ilişkisi kalmadığını düşündüm. Evet, ayakta kalsalar da, yapıların, binaların da sonu var. Ama bir dosta söylediğim gibi, insan insan doğurur; taş taş doğurmaz. Medeniyetlerin devamını merak edenler için o yüzden taş değil, insan yontmak gerek. Vakıf, dernek, dergi kurarken önce bina kuran, tabela asan bizler, cedlerimizin insan inşa anlayışına ne kadar uzağız. Maddiyata karşı durmak için yapılan bütün bu teşebbüsler, ne yazık ki insan bulup ihya etmeden önce, mekân bulup onları gösterişli kılmakla başlıyor. Düşünmüyoruz: Bu arada o maddiyata bizler de kurban gitmiyor muyuz?

İstanbul’u sadece asfalt yollardan değil, mana yolundan ziyarete niyetlenen kişi, Hazret-i Ebu Eyyub Sultan merkadinden şehre girer. Kastamonu’nun kapısı da Şaban-ı Veli türbesi. Küçük bir dergâh, cami, hücreler, şadırvanlar, ağaçlar ve su… Bugün insanların ziyaret için geldikleri Halvetî şeyhi Şaban-ı Veli, kaybettiğimiz medeniyet sahasının ölçülerini gösteren bir hayat sürmüş. Kastamonu’da doğmuş, ilim tahsil etmiş. Sonra İstanbul’a gitmiş. Aradığı mürşidi orada bulamamış. Tekrar memleketine dönmeye karar vermiş. Yolda Bolu’da irşad postunda oturan Hayreddin-i Tokadî’yi ziyaret etmiş ve ona bende olmuş.

Halvetiyye tarikatında kendi adıyla anılan bir kolun, yani Şabaniyye’nin piri olan Şaban Dede’nin irşadı o kadar büyükmüş ki, Osmanlı ülkesinin her yanına üçyüzaltmış halife gönderdiği rivayet edilir. Oysa halk içine pek çıkmayan, uzlette yaşayan bir dostmuş o. Hatta bir dostu ona yemek götürmeyi unutunca, birkaç gün aç kalmış. Dostu bunu hatırlayıp mahcubiyet içinde geri döndüğünde, Şaban-ı Veli hiç şikayet etmemiş. Bu süre zarfında odasında fare yiyeceklerinin artıklarıyla beslendiğini, onların da hepsini fareler aç kalmasın diye yemediğini anlatmış Allah’a hamdederek.

Binadan Önce İnsan İnşa Etmek

Gelenek nedir, onu sadece şu küçük dergâhta görmek bile mümkün. Medeniyet eski temel üzerine yeni bina inşa ederek olduğu kadar, eski insan üzerine yeni insan bina ederek kendini zamanın yıkımına karşı isbat eder. Şaban-ı Veli’nin irşada başladığı bu yerde de evvelden Seyyid Sünnetî Efendi adında başka bir Hak aşığı mesken tutmuş. Şimdi Sünnetî Efendi’nin kabri, şeyhin yaptırdığı caminin kıble tarafında ilk ziyaret yeri olarak kendini gösteriyor. Şehir halkı Şaban-ı Veli’yi öylesine sahiplenmiş ki, düğünlerde ve sünnetlerde bu türbeye akan insan kalabalıklarını her vakit görmek mümkün.

Şaban-ı Veli hazresindeki bir çeşmeden akan su zemzem tadında. Bu, bir çoğu için olağanüstü bir benzerlik olabilir. Ancak Şaban’ın, Hacı Bayram’ın, Yunus’un gönül vatanını bilenler için, Hicaz’daki zemzem kuyusundan Kastamonu’ya, İstanbul’a, Bolu’ya, Bursa’ya, Buhara’ya, Semerkand’a, Endülüs’e ve Fas’a uzanan görünmeyen kanallar olduğu kesin.

Şaban-ı Veli türbesinin yakınlarında Kastamonu’nun geçen asırdaki zirvelerinden biri yatıyor. Allah dostlarından Seyyid Mehmed Feyzi Efendi aslında bu şehir mezarlığının bir köşesinde istirahat ediyor. Mezarlıklar genellikle ölüm kokar. Mehmed Feyzi Efendi’nin lâtif kabri ise, mezarlığın bütün havasını değiştiren bir huzur köşesi. Bu huzur elbette ölmemişlikten, dirilikten kaynaklanıyor. Mezarının yanına konan sekilere oturduğunuzda, onun misafiri imiş gibi, hasbihal edilecek, sohbet edilecek muhatap bulmuş gibi buyur ediliyorsunuz. Kendisi, tek ve capcanlı bir köşe.

Deli Eşref Diye Bir Veli

Bir şehri sadece alimleri, velileri ve zanaatkârları temsil etmez. Nitekim Kastamonu’da bu zevattan yüzlerce, binlercesinin yanında, bir de şehri meşhur eden deliler var. İsimleri de Kastamonu sokakları kadar sahici ve dikkat çekici: Deli Satiye, Deli Ziya, Mini Gıdısı Kadın, Mohmoh Hüseyin, Mohmoh Hasan, Deli Kâhya ve en meşhurları Deli Eşref.

Bütün bu isimler arasında deli yerine veli denilecek biriymiş Eşref. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu şehirde sürgündeyken, kendisine yoğurt hediye eden kişiden, yoğurdu Eşref’e vermesini istemiş. Adamcağız oradan ayrılıp sokakta yürürken karşısına çıkan Deli Eşref, “benim yoğurdumu veriniz” diyerek adamın önüne dikilmiş. Eşref işte böyle bir deliymiş. Tayy-i mekân eylermiş, ibadete çok düşkünmüş, sadaka dağıtır ve haram yiyenden asla para kabul etmezmiş. Çok az konuşurmuş. Evet dilenirmiş ama sadece bir kuruş alır, geri kalanını iade edermiş. Topladığı paraları keselere koyarak fakirlere, hastalara ve gariplere dağıtırmış.
***

Kastamonu’ya yedi hakkımın ikincisini kullanmış olarak veda ediyorum. Ömür nasip ederse diğer seferlere daha şimdiden azimet etmiş olarak. Ömür nasip ederse, çünkü bu dünya seyahatında belki durulacak konakları biliyoruz ama kalınacak konağı bilmek mümkün değil. Aynen o güzelim minaresiyle şehre bakan camiyi yaptıran Candarlı İbrahim Bey gibi. Çünkü cami bahçesinde kendisi için yaptırdığı türbede bugün kendisi yatmıyor. Bir sefer sırasında çok uzaklarda, Bulgaristan’da Filibe’de şehid düşmüş. Son konağı orası o yüzden.

Kastamonu konak olarak da, durak olarak da, hep kendine çağıran bir şehir. Burası, insanı kendi özüne çeken bir yer. O yüzden buraya tekrar gelmek için çok çaba harcamanız gerekmiyor.

 

Diğer yazıları görmek için tıklayınız >>>

ebediyyenbiz

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Çatalzeytin’de Bayram

Çatalzeytin’de Bayram İlçemizin 41 adet köyü var. 1965 yılına kadar bu köylerin belki ancak on …

Önceki yazıyı okuyun:
KASTAMONU DELİLERİ

SİZ DE KASTAMONU DELİLERİNİ GÖREBİLSEYDİNİZ ÇOK SEVERDİNİZ HALLERİNE BAKIP ŞAŞIRIRDINIZ VE, BUNLAR NE GÜZEL DELİ …

Kapat