Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / “Nurcular hapishaneden uçtular, vuramadık!”

“Nurcular hapishaneden uçtular, vuramadık!”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ahmet Emin sağbaş; Afyonkarahisar İlinin, Dinar İlçesinin, Yüksel Köyünde 1946 yılında dünyaya gelmiştir. İlkokulu kendi köyünde bitirerek, Kur’an-ı Kerim ve Arapça okuduktan sonra, Isparta İmam-Hatip Okulunda yedi sene, Konya Yüksek İslam Enstitüsünde dört sene olarak eğitimini tamamlamıştır. Akşehir Müftüsü iken emekli olmuştur. 

Ömer Özcan

AHMET EMİN SAĞBAŞ ANLATIYOR

Babam beni Üstad’a, Üstad da Bayram Ağabeye emanet etti

Doğum yerim Dinar İlçesi, vilayetimiz olan Afyon’a göre Isparta’ya daha yakındır. Resmi işlerin dışında, diğer bütün işlerimiz Isparta’da görülür. Merhum babam da çok defa Isparta’ya gidip geldiği için, Üstadımız Bediüzzaman’a karşı büyük bir sevgi duymaya başlamış. Onu görebilmek için Denizli, Afyon, Emirdağ hapishanelerinde ziyaretlerine gitmiş. En sonunda da Emirdağ’ında Bayram Abi vasıtasıyla Üstad’ı ziyaret etmiş. Orada Üstadımıza; benim için, İlkokulda okuduğumu belirterek, okulu bitirince kendisine emanet edeceğini söylemiş. Üstadımız da kabul etmiş. Nihayet ben 1958 senesinde İlkokulu bitirdim. Babam beni Üstadın talebesi olan hafız bir Hocaefendinin yanına verdi. Hususi olarak Kur’an-ı Kerim ve Arapça dersleri aldım.

Isparta İmam Hatip Okulu talebesi iken

Bir sene sonra, 1959 senesinde, babam beni yanına alarak Isparta’ya götürdü. Bir gece otelde kaldık. Sabahleyin saat 10.00 gibi Üstadımızı şu anda müze olan vakıf evinde ziyaret ettik. O anda kapıda Üstadımızla görüştük. Merhum babam Üstadımıza beni göstererek: “Üstadım emaneti getirdim” dedi. Üstadımız da elini omzuma atarak, beni kucakladı ve başımdan öptü. Ben de elini öptüm. Bana: “Kur’an-ı Kerim okudun mu?” dedi. Ben de: “Evet Üstadım, Kur’an-ı Kerim ve tecvit okudum, ezberler yaptım ve Arapça okudum” deyince; Babam: “Üstadım! Medresede mi kalsın, hafız mı olsun, yoksa İmam-Hatip okuluna mı gitsin?” dedi. Üstadımız: “Hemen, doğru İmam-Hatip Okuluna gitsin” dedi. Yanımızda bulunan Bayram Yüksel Abiye dönerek, “Bayram, kardeşim, geçenlerde Konya’dan gelen, İmam-Hatip’e kayıt olan Ahmet gümüş kardeşimizin yanına verin, beraber kalsınlar” diye emir buyurdular.

Üstad beni Bayram Yüksel Abiye emanet etmişti. Bayram Abi beni alarak Ahmet Gümüş Abinin kaldığı eve götürdü, bizi tanıştırdı. Isparta İmam Hatip Okuluna da kaydımızı yaptırdık. Bayram Abi, Üstadın emriyle, bir velim olarak benimle çok meşgul olmuştur. Hatta babam çok defa parayı, yani harçlığımı ona verir, ben de ondan alırdım.

İmam-Hatip talebelerine karşı çok şefkat gösterirdi

Isparta İmam Hatip Okulunda okurken, Üstad’ı, derslere gittiğimizde ve diğer zamanlarda ziyaret ederdim. Üstadımız çok defa saat 10.00 gibi faytonla gezintiye çıkar, 16.00 gibi eve dönerdi. Biz o saatleri bildiğimiz için, kendisini çok defa kapıda ziyaret ederdik. Kendisi de İmam-Hatip talebelerine karşı çok şefkat gösterirdi. Bunun için Üstadımız bazen; tam öğle vaktinde, talebeler yemekten döndükleri sırada, saat 13.00 ile 13.30 arasında, okulun yanından geçerdi. Bütün talebeler de avlu duvarının üzerine çıkarlar ve Üstad’ı selamlardı. Üstadımız da ellerini kaldırarak, “Selamün Aleyküm” diyerek oradan geçerdi. Bu muhteşem manzara bizim bütün arkadaşlarımız tarafından pek çok sevinçle karşılanırdı. Şimdi görüştüğümüz o arkadaşlarımız hala o hatıraları unutamıyorlar, unutulması da mümkün değildir.

Aynı senelerde okulda talebe iken, Üstadımızın mahkemesinin veya bir sorgusunun olduğunu duyduk, bir arkadaşımla beraber adliyeye gittik. Biraz sonra Üstadımızı jandarmalar getirdiler ve saat 13.00 gibi içeri girdiler. Biz de arkalarından girdik. Üstadımız önce koridorda oturtuldu. Mahkeme 13.30’da başlayacaktı, yarım saat vardı. Biz de Üstadımızın karşısında bir yer bulduk ve tam karşısında yarım saat doya doya Onu seyrettik. O an çok tatlı bir andı. Üstadımızın üzerinde deve tüyü renginde cüppe, başında sarık ve ayağında yemeni vardı. Bu haliyle çok ciddi ve vakur bir duruşu vardı. Bir komutan edasıyla karşımızda durmakta idi. Bu fotoğraf hala hayalimde, gözümün önünde canlanmaktadır.

Mahkeme başladı, içeri girdik. Duruşma fazla sürmedi. Üstad müdafaasını yazılı olarak sundu ve mahkeme duruşması başka bir güne bırakıldı. Burada dikkatimizi çeken bir şey vardı; hiç bir kimseyi içeri almadıkları halde, bize küçük talebe diye bir şey dememeleriydi.

O zaman Üstad’ın evinin önündeki ‘Said Nursi Sokağı’ çıkmaz sokaktı. Kapıda iki tane sivil polis bekler ve devriye gezerlerdi. Üstadla bir görüşmemizde yine polisler sokakta devriye geziyordu. Üstadımız bana dönerek: “Evladım, sen bizim böyle tarassut altında olduğumuza bakma. Bir gün gelecek, Risale-i Nurlar hürriyetine kavuşacak; serbestçe yazılacak; bütün dünyada okunacak ve kitapçılarda serbestçe açıktan satılacaktır. Radyo, Risale-i Nuru bütün dünyaya ilan edecek, okullarda ders kitabı halinde okutulacaktır. Siz de okuyacaksınız” dedi. Üstadın dediği müjdeyi ben bizzat yaşadım. Şöyle ki: Konya Yüksek İslam Enstitüsüne talebe oldum. Okulumuzun Müdür muavini, Arapça Tasavvuf ve Pedagoji hocası Ahmet Hamdi Savlu idi. Bu hocamız, teksir halinde dağıtılan kitaplarında, Risale-i Nurlardan pasajlar koymuş ve bizlere okutmuştur.

Ahmet Gümüş ile beraber Üstadımızı Urfa’ya uğurladık

Ben, Ahmet Gümüş Abi ve Ali Zeybek, beraber üç sene Üstadımıza çok yakın bir evde kaldık. O sene Ramazan Ayında, sahurla sabah namazı arasında, Üstadın odasında ders yapılırdı, Ahmet Abimiz bu derse katılırdı. Biz de ondan bilgiler alırdık. Bir gün Üstadımızın çok hasta olduğunu bildirerek, “ziyaretine gidelim” dedi. Beraberce gittik. Avlu içerisinde ağabeyler bekleşiyorlardı. Üstadın yanına kimseyi almıyorlardı. Avlu içerisinde konuşmalar devam ediyordu. Hararetli konuşma arasında Bayram Abi söze karışarak “Üstadımız çok ciddi, ‘Urfa’ya gitmemiz lazımdır’ diyor, ne yapacağız, bu araba Urfa’ya gitmez.” “Üstada tekrar arz edelim” dediler. Bayram Abi tekrar Üstadın yanına çıktı, ama üzüntü ile döndü. Üstadın; “gerekirse başka araba bulun, hazırlığınızı yapın, gitmemiz lazım” dediğini söyledi. Hemen araba için hazırlıklar başladı. Lastikler, yağ kontrol edildi, temizlik yapıldı.

Bir ara Bayram Abi dedi ki: “Bir şey aklıma geldi, mesainin bitmesini bekleyelim. Mesai bitince Üstadımıza, ‘Üstadım, mesai bitti, izin alamıyoruz’ deriz ve bugün kalırız” dedi. Üstad Isparta’da göz hapsinde olduğu için, her çıkışlarında emniyet ve vilayetten izin alma mecburiyetleri vardı, izin almadan çıkmaları mümkün değildi. Biraz sonra yine Üstada çıktı, bu sefer biraz daha heyecanlı geldi. Üstad: “Bayram, izin Allah’tandır. Bu gün izinsiz çıkacağız, emir var, bahane istemiyorum, hemen çıkmalıyız” demiş. Abiler hemen yukarı çıktılar. Üstadımızı ikinci kattan kollarına girerek arabaya getirdiler ve bindirdiler. Biraz sonra da Isparta’dan uğurladık. O gidiş, son gidiş idi.

AĞABEYLERDEN HATIRALAR

Bazı ağabeylerle görüşmelerim olmuştur. Bunlardan bazılarını bir hatıra olarak arz etmek istiyorum. Belki istifadesi olur.

Mevlana’nın ruhaniyeti burada yoktur

Bayram Yüksel Abi anlatıyor: Üstad, Konya’da Mevlana Müzesinin dışında, Üçler Mezarlığına bakan tarafında tek kabir olan, Şair Şem-i’nin mezarının yakının da durarak; Mevlana’ya Fatiha okumuştur. Ayakta titreyerek: “Aman Yarabbi! Aman Yarabbi! Kabrimin böyle olmasını istemem!” Dedikten sonra, bana dönerek: “Bayram, Mevlana’nın ruhaniyeti burada yoktur” demiştir.

Nurcular hapishaneden uçtular, vuramadık

Terzi Mehmet Abi anlatıyor: Isparta’da, hayatının son zamanlarında, Risale-i Nurda ismi gecen Terzi Mehmet Abiyi ziyaret etmiştim. O, talebeliğimizde bizim ev komşumuz olurdu. Kendisine Risale-i Nurda geçmeyen hatıralarını sordum. Dedi ki:

Biz sekiz arkadaş Isparta cezaevinde idik, sıra ile ikişer saat Cevşen-ül Kebir okuma nöbeti tutardık. Gece ve gündüz her kardeşimiz sıra ile ikişer saat cevşen okurdu. Yine bir gece Mustafa Ezener adlı kardeşimiz nöbette idi. Bir sesle aniden uyandık. Karakolda, hapishane etrafındaki askerler silah atıyorlardı. Biraz sonra hapishane Müdürü geldi, “kim uçtu?” diye sordu. Biz de, “kimse uçmadı, biz yatıyorduk, bir kardeşimiz uyanıktı” dedik. Biraz sonra savcı geldi, aynı soruyu tekrarladı. Artık sabaha kadar uyuyamamıştık. Sabahleyin bizi doğru mahkemeye çağırdılar. Savcı ve hâkimler hep aynı soruyu soruyorlardı: “Kim uçtu, nasıl uçtunuz, nasıl geri geldiniz?” diyorlardı. Şahitlik yapan askerler de yeminle: “Vallahi, onları bembeyaz giyinmiş, başlarında sarıkları, beyaz cübbeleri ile beraber pencereden uçarken gördük. Silah attık, ama vuramadık, birbiri arkalarına uçtular, gittiler” diyorlardı. Askerler böyle ifadeler verdiler. Savcı ve hâkimler… Hepsi şaşkınlık içendeydi. Ve neticede sekiz kişi beraber, hepimizi tahliye ettiler, biz de evlerimize döndük.

O zaman Emirdağ’ında olan Üstada bir mektup yazdık, vaziyeti anlattık. Cevaben Üstadımız dedi ki: “Allah’ın size bir ihsanıdır. O askerlere sizin uçtuğunuzu göstermiş. Siz de sabahleyin hapishaneden uçmuşsunuz” diyerek taltif etmişti.

Yavrum bu zâtı Allah zaten yakmaz ki

İmam-Hatip ikinci sınıfta talebe iken, beraber kaldığımız Ali Zeybek kardeşimizle birlikte Türkçe dersinde, öğretmen gelmeden önce tahtaya Üstad’dan bir vecize yazmak istedik.

“Ben İman ve Kur’an yolunda dünyamı da feda ettim, ahretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu. Eğer cemiyetin imanını selamette görmezsem, cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Eğer cemiyetin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.” vecizesini tahtaya yazdık.

Türkçe öğretmenimiz hanımefendi kapıdan girdi, daha oturmadan yazıyı okudu. Çok duygulanmıştı, tekrar okudu. Bize dönerek; “yavrum bu zatı Allah zaten yakmaz ki, çünkü kendisini cemiyete adamış” dedi ve yerine oturdu. Hayli duygulanmıştı, “kim yazdı” diye sordu. Ben ayağa kalkarak, “hocam ben yazdım” dedim. Cep defterini bana vererek, “lütfen şu defterime aynısını yazıver” dedi. Sonra, “bu kimindir?” diye sordu. Ben de “Muhammed İkbal” diyerek cevap verdim ve yazdım. O gün bir saatlik dersini bu cümle ile bitirdi. Çok güzel bir yorumunu bize anlattı.

Bir kaç gün sonra Ali Zeybek arkadaşımla öğretmenimizi teneffüste ziyaret ettik. Ben: “Hocam özür dilerim, o geçenki yazdığım söz Muhammed İkbalin değil, Bediüzzaman’ındır. Talebelerin huzurunda yanlış anlaşılır, sizi zor durumda bırakırız diye, böyle bir taktik kullandık” dedim. Özrümüzü beyan edince çok sevindi. Teşekkür etti, “bu küçük yaşta iyi düşünmüşsün” dedi. Bir iki hafta sonra kendisine Tesettür Risalesini verdik, memnuniyetle kabul etti. Bize, kendisinin namaz kıldığını, imam-hatip okuluna geldiği için sevindiğini belirtmişti.

Ağabeyler Anlatıyor’dan

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Bediüzzaman’a İlk Ziyaretimi Yeis İçinde Yaptım”

Merhum Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI anlatıyor: BEDİÜZZAMAN’A İLK ZİYARETİMİ YEİS VE BİTKİNLİK İÇİNDE YAPTIM Bediüzzaman …

Yorumlar

  1. avatar

    Risale i Nur şakirtlerine adavet eden imam hatipli ve ilahiyatçıların kulakları çınlasın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Ahmed İhsan TOKGÖZ

AHMED İHSAN TOKGÖZ (1867-1942) Gazeteci, matbaacı, yayımcı ve siyaset adamı. Aslen Kastamonu’nun Taşköprü kazasındandır. Tokgözoğlu Saraç …

Kapat