Hayatları 1936-38 civarında garip şekilde kesişiyor. Hayır, tanışmıyorlar. Hatırı sayılır ortak bazı yönleri var ama. Her ikisinin de başı sineklerle dertte. Yine her ikisi için de gündelik hayatın perdesi yırtılmıştır. Yırtıktan rahatsız edici bir gerçeklik görünür: fanilik, zeval ve fena. Sartre’dan başlıyorum.

Denis Bertholet’in bize aktardığına göre (Sartre. İthaki yay.) Sartre’ın 1933 ilkbaharında ruhsal durumu en alt düzeydedir. Rodolphe Töpffer’in bir zamanlar bir deftere not ettiği şu tümcesini anımsar: “Yirmi sekiz yaşında üne ulaşmamış bir kişi, ünden umudunu sonsuza dek kesmelidir.” Bu hesapla, kendisi fırsatı kaçırmıştır. Yaşam onu sırtından vurmuştur. “Kendimi gittikçe daralan bir yola girmiş gibi duyumsuyordum; bana öyle geliyordu ki attığım her adımda olanaklarımdan bir tanesi yitip gidiyordu.” Bir gün Castor, hayat arkadaşının saçlarının döküldüğünü fark edip bir çığlık atar. “Bu benim için simgesel bir yıkım oldu.” Sartre ölüm düşüncesine aldırmaz ama yaşlanmaktan dehşete düşer.

1938’de tamamlayacağı Bulantı (Can yay.) romanı ileride geliştireceği felsefenin temelini teşkil eder. Roman kahramanı Antoine Roquentin anlamsızlıkla boğuşur, varoluştan bulantı duyar, tiksinir. “Güneşin acımasız bir yargı gibi yaratıkların üzerine saçtığı bu soğuk aydınlıklar, gözlerimden içime akıyor; yoksullaştırıcı bir ışıkla aydınlanıyorum. Kendi kendimden tiksinmenin doruğuna erişmem için on beş dakika yeter, eminim.”

Aslında, her şeye sıfırdan başlaması gerekmektedir Sartre’ın. Kendi yalın varlığıyla ve sadece onunla, orada oluşuyla dünyaya yeniden sahip olmak. Denis Bertholet’e göre Sartre, dünyaya hem büyülü bir çekim altında hem de tiksintiyle girmektedir. Romanına Valéry’nin Eupalinos’undan aldığı bir imgeyle, maddesi ve biçimi birbirine karışan ve doğası tanınamayan bir nesne imgesiyle başlar. Bu, deniz kıyısından alınmış bir çakıl taşıdır. Kendiliğinden nesne. Devinimsiz, kendisiyle dopdolu, aşılamaz ve saçma. Roman kahramanı Roquentin bir cumartesi günü deniz kenarında kaydırmaca oynayan çocukların yanına gider. Onlar gibi denize bir çakıl taşı fırlatmak ister. “Tam o sırada durakladım, taşı elimden bıraktım ve oradan ayrıldım… gördüğüm bir şey vardı, beni tiksindirmişti.”

Roquentin için her şey bir yığıntıdır. “Gözüme çarpınca, ‘Yeter artık, bıktım!’ demek geliyor içimden.” Romanı benim için ilginç kılan kısmına geliyorum şimdi. Bir öğlen vakti. Roquentin sık sık gittiği kütüphanenin görevlisi Otodidakt ile bir restorandalar. “Kâğıt masa örtüsünün üstünde yuvarlak bir güneş ışını. Yuvarlağın içinde bir zar zor yürüyor, sersemlemiş, ön ayaklarını birbirine sürtüyor ve ısınıyor.” Roquentin’in içinden onu ezmek geliyor. Ne için? Sinek fobisi olduğu için değil, güya ona iyilik etmek için! Sarı kılları güneşte parlayan bu varlık onun şehadet parmağını görmüyor.

“Otodidakt ‘Öldürmeyin onu!’ diye bağırıyor.

Eziliyor; küçücük beyaz bağırsakları karnından dışarı fırlıyor; varoluştan kurtardım onu. Kuru bir sesle Otadidakt’a:

‘Ona iyilik ettim,’ diyorum.”

Roquentin’in esas tiksindiği sinek değil varoluş. Bu yüzden de onu varoluştan kurtardığını düşünüyor. Sineği sadece öldürüyor hâlbuki, varoluşunu elinden alamıyor. Onun için varoluş saçmadır ve bu saçmalığa bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantıdır bu. Her varoluş gibi sinek de sadece bir bulantı nedenidir.

Bulantı’nın yazımının tamamlanıp yayınlandığı 1938 yılından iki sene önce Nursi de “İkinci Şua”yı yazar. Orada belirttiğine göre, “Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken” nazarına sinekler ilişir. Hani bize şu pis ve iğrenç varlıklar olarak tanıtılan sinekler var ya, onlar işte…

***

Gözlerinde kıpırdanıyor hayat. Her şey yeniden yeniye yaratılmış. Yeşil baharın içinde merhametli bir yürek. 
Temaşa ediyor. Baharın içinde yeşillenmiş sonsuz bir giz. Bir sineğin gizi. Bir çiçeğin gizi. Kuşlar ve kelebekler. Sevda çiçekleri. Ama hüzün. Baharın yeşilinde saklı sarı hüzün. Nasıl olur!

Temaşa ediyor. “Baharı, bir deste gül”ü. Bahar gelmiştir gelmesine. Gelmiş olanın gideceğinin de ağırlığıyla inmiştir varlıkların üstüne. Duygularına acılar dolanıyor. Şefkati, o görkemli şefkati açılıyor önünde. Kat be kat. Yüreği güneşle sisin karşılaşmasını andırıyor. Kulağına varlıklardan hazin sesler geliyor. Dalga dalga yayılan ayrılık iniltileri. İncelmiş duygularını harekete geçiren manzara şefkatine dokunuyor. Ağlamaklı oluyor. Ağlıyor. Kabul eder miydi bilmiyorum, yanında olsaydım ona mendil uzatmak isterdim. Uzattığım mendille benim gözyaşlarımı sileceğine de eminim. O hep gözyaşlarımızı, kalbimizin gözyaşlarını sildi, teselli etti.

Karmakarışık içi. Varlıklar ayaklarına dolanıyor. Zamanın yaraladığı, yaralayacağı varlıklar. Fanilik bir giyotin gibi başını kesecek bir sineğin, bir çiçeğin. Bahar kara geceye dönüyor. Bizim sonbahar sorularımız onun yüreğine baharda akın ediyor. Bizim aydınlıkta bulamadıklarımızı o karanlıkta buluyor. Baharın penceresinden varlıkların sonsuzca akışına bakıyor.

Gelenlerin gitmesi, baharla yeniden yaratılan bir varlığın, örneğin bir sineğin, kısacık bir ömür geçirip ölmesi ruhunu yaralıyor. Bahar bir ölüm ve ayrılık levhasına dönüşüyor. Gündelik gerçekliğin perdesindeki yırtıktan açılan pencereden bakıyor. Ağlıyor. Diri ve büyülü bir hüzne sarınıyor. Soluk soluğa kalıyor. Gördükleri duygularında yaralar açıyor. Bahar yeryüzünün üstüne sere serpe uzanmış. Çiçeklerin taç yaprakları kokularıyla ovulmuş. Fani dünyanın düş kırıklığı saçılmış baharın içine. Bahar geçecek. Bahar geçmeden birçok varlık geçecek dünyadan. Frezyalar solacak. Şebboylar ölecek. Çimenler sararacak. Günler yavaş yavaş eriyecek. Gezegenin omuzları sarkacak yine. Bir bahar daha yaşlanacak.

Gelen, neden gelir? Madem geldi, neden gider?

Gözlerinin önünde ölü bir sinek. Kim bilir kaç milyon sinek daha ölüyor tam o an. “İkinci Şua, Tevhidin İkinci Meyvesi” bölümünden öğrendiğimize göre; her şeyi kuşatan şefkati ile ruhunda derin bir vaveyla hissediyor. “Ve bu akıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm” diyor. Bu kadar güzel, bu kadar sevimli, bu kadar sanatla bezenmiş değerli varlıkların; dünya denilen seyir yerine gözlerini açıp, dakikasında mahvolup, paçavralar gibi parçalanıp, hiçliğin karanlığına atılmasını temaşa ettikçe, ciğerlerinde bir sızlama duyuyor. Çünkü…

Çünkü Nursî mükemmelliğe, düzene meftun. Güzelliğe âşık. Duygularından fışkıran “mukadderat-ı hayatiyenin (kader kalemiyle yazılmış hayat programının) dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar” kalbinin odalarını çınlatıyor:

“Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?”

Bizim aklımıza getirmekten korktuğumuz soruları, o Kur’an’a soruyor. Âyetler, karanlıklarına nur serpiyor.

“Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahî, manzum bir kasideciktir.”

Sineğin müthiş bir tarifi bu. Ne kadar da sonsuz bir anlamı, sonsuz bir varoluş nedeni, ne kadar da sonsuz bir güzelliği vardır artık sineğin. Orada öylece duran, kendi başına bir anlamı olmayan bir varlık yığını değildir. Vızıldayarak sesler çıkaran, kanatlarını çırpan, siyah renkli bir hayvan da değildir yalnızca. “İlahi, manzum bir kasidecik” yani İlahi şiirsel bir övgüdür. Toprağın altından fışkıran başka İlahi övgüsel şiirlerle doludur yeryüzü. Bahar artık şiirsel övgüler yağdıran varlıkların mahzenidir.

Sinekler (ve diğer varlıklar) O’na ait şiirsel övgülerini bilinçli varlıklar olan melek ve insanların nazarlarına teşhir ederler. Bununla da kalmaz, Yaratıcılarının şahitlik eden nazarına sunarlar şiirsel övgülerini. O’nun mutlak şahitliğine şiirsel övgülerini sunmak için, bir an bile yaşamak sonsuz değerlidir. Varsın, sonrası ölüm olsun. Artık O’nun sonsuz nazarında, sonsuz gayb âlemlerinde sonsuz bir varoluş kazanmıştır kısa ömürlü “süslü çiçek, tatlıcı sinek.” Varsın sineğin kanatlarından tutsun ölüm. Varsın çiçeğin taç yapraklarını soldursun ölüm.

Ruhu teskin oluyor. Kalbinin gözyaşları diniyor. Baharın coşkusuna katılıyor yeniden. Var olmanın sonsuz neşesi kalbinin odacıklarından taşıyor. Bir sinek uçuşuyor. Yaratıcısına şiirsel övgüler düzerek. O da, sineğin şiirsel övgüsüne tanıklık ediyor, onaylıyor. Sineğin halifesi oluyor.