Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Müdafaalar & Cevaplar / “Nurun Mânevî Avukatı Ahmet Feyzi Kul” Ağabeyin Son Afyon Müdafaaları – 3

“Nurun Mânevî Avukatı Ahmet Feyzi Kul” Ağabeyin Son Afyon Müdafaaları – 3

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Sayın Hakimler! Huzurunuzda bulunanlar müfsit ve idlâlkâr değildirler. Memleketin emniyetine su-i kast eden bozguncular değildirler. Dini alet yaparak makasıd-ı süfliye peşinde koşan sahtekarlar değildirler. Devletle ve idare ile mübarezeye kalkışmış ve milletin huzurunu selbedecek fenalıkları millete telkin etmiş anarşi unsuru değillerdir. Onların böyle süfli şeylerle alakaları yoktur. Onlar böyle mülevves ve çirkin yollara asla tenezzül etmezler. Onların yirmibeş sene afîfâne ve müstakimâne hayatları meydandadır. Onların uzun bir devre esnasında hiç bir cereyan-ı siyasîye karışmamış olmaları ve en küçük bir vak’a ihdas etmemiş bulunmaları meydanda bir hakikattır. Onlar memlekette hakikat ve faziletin barınması, insaniyet ve ahlakın revaç ve tekâmülünü ve hakiki kıymetlerin üstünlüğünü, elhâsıl memleketi refah ve saadete, ciddiyet ve hakikata, hakiki medeniyet ve kemale ulaştıracak değerli kudretlerin elde edilmesini ruh-u iman ve kemal-i ahlakiyenin ve nur-u irfanın yükselmesini isteyen hakiki ve samimi vatan çocuklarıdır. Bu milletin ruhunu benimseyen vatan evlatlarıdır. Fazileti, birr ve ihsanı ve hayrı meslek edinmiş hakiki insanlık nümuneleridir. Onların bir şeye veya bir mesleğe düşmanlıkları sadece memleket ve millete ve ruh-u hakikata vâki olan zarar ve ihanetler sebebiyledir. Onlar bu yüzden dinsizliğe ve ahlaksızlığa ve keyfi cebirlere düşmandırlar. Onların tek kabahatları kendilerini din hakikatlarına, ilahî ve ezelî hakaike fazla vücud vermiş olmalarıdır. Onların zamanın sakatlıklarına ve içtimai ridâetlerine ve ihbarat-ı vâkıanın tahakkuk vecihlerine ancak ilim yolunda yürümeleri yüzünden rastlıyorlar. Yoksa onlar bir kasd-ı mahsus ile te’sis ve tasni etmiş ve o hakikatların o şekilde zâhir olmasını istemiş değildirler. İlahî ve ezelî bir ilmin telkin ettiği zaruretlere boyun eğmeleri yüzünden elde ettikleri kanaatlara kabahat bulmak, ilmin şaşmaz hatır ve gönül tanımaz vechesine kabahat bulmak demektir. Onlar bu noktada ma’zurdurlar. Şüphesiz her ferd saadet ve selamette olmasını ve istikbalinin emniyetini arzu eder. Bu sebeple mebde ve mead meselelerini düşünür ve bunlara dair bilgi edinmeye ve bu babdaki ilimleri öğrenme ihtiyacıdır ki Risale-i Nur faaliyeti diye kendini göstermektedir. Ve bu sırf bir dini tâ’lim ve taallüm cehdinden başka bir şey değildir.

Şüphesiz yirmi beş seneden beri sırf keyfi bir istibdat sebebiyle tatbik edilen din tedrisi memnu’iyeti karşısında dindar halkın kendi cehdi ve kendi gayretiyle hüsn-ü zan ettiği ve ilmine itimad ettiği bir din adamından dinini öğrenmeye gayret etmesi ve kazandığı servet-i ilmiyeyi memur olduğu emr-i teavün icabı olarak, muhtaç bildiği din kardaşlarına ulaştırması ve o din adamının da imanından aldığı bir mecburiyet ve memuriyetle ilmi hazınesini o muhtaç ehl-i imana bedel etmesi bir cemiyet faaliyeti sayılamaz. Bu ancak bir dini tedris ve tederrüs gayretidir. Ve şüphesiz bu gayret-i diniyye ve hamele-i imaniye din hürriyeti icabı olarak ehl-i imanın hem hakkı hem de vazifesidir.

Sayın savcının asla vârid olmayan cemiyetçilik ithamını böylece reddettikten sonra diğer ithamlarına cevap vermeden önce kendisinden şu suali sormak istiyoruz: “Bizim bugün, tekrar sorumlu olduğumuz faaliyet, yani kitap yazmak ve neşretmekten ve mektublaşmaktan ibaret olan tek cürmümüz Denizli beraatinin neticesi değil midir? Yani onun icâbâtından ve ona müstenit değil midir ve âdetâ bize orada bahşedilen bir nev’-i müsaade ve salahiyet değil midir? Kitab neşrinden ve dini talim ve taallüme vasıta olmaktan ibaret olan bu tek cürmümüz orada mahkum edilse idi biz tekrar bu faaliyeti yapabilir miydik? Yâhud hâlâ neşrinden dolayı mesul edilmek istendiğimiz eser orada mahkum edilmiş olsa idi biz tekrar neşredebilir miydik? Devlet merkezinin şiddetli alâkası ve bizzat aylarca tedkikatı ve dahiliye bakanlığının ve heyet-i vekilenin Beşinci Şua üzerinde bizzat durması da dahil olmak üzere dokuz ay en keskin bir dikkatle üzerimizde duran Denizli mahkemesi bize bu beraeti niçin verdi? Diyelim ki Denizli mahkemesi bizi himaye etti ve devlete ihanet etti ve kanunları ayak altına aldı. Ya adaletin kalbi ve reiskârı olan temyiz mahkemesi de mi devlete ihanet etti ve kanunları hiçe saydı? Ve gaflet-i tâm içinde bulundu ve bizim gibi bu vatan Afyon savcısının muzır saydığı insanları himaye etti…

Denizli mahkemesindeki bütün müdafaalarımız ve iddia edilen esrarımız ve bizim müracaatlarımız doğrudan doğruya ayrıca devlet reisine ve bakanlara ve büyük millet meclisine de gönderilmişti. Bütün bir devlet teşkilatı baştan başa mı gaflette bulundu da bugün Afyon savcısının büyük bir feraset ve dikkatle teşhis buyurduğu, gizli cemiyeti göremedi ve yirmi beş senelik azami gayretle sarf eylediğini iddia ettiği devamlı faaliyetin mana ve mahiyetini anlayamadı. Halbuki Denizli iddianamesi Afyon’a nazaran daha şiddetli ve ondaki ittihamlar daha ağırdı. O iddianamede aynen bu gizli cemiyet medeniyetimize mimsiz medeniyet yani alçaklık medeniyeti diyecek kadar tuğyanını artırmış ve inkılabımıza taarruz etmiştir denmekte idi. O halde sayın savcıdan soruyorum: Bu Denizli beraeti olmasa idi biz bu gün bu yüksek mahkemenin huzurunda bulunacak mı idik? Acaba Devletin en yüksek adl cihazı da mı devlet emniyetine hıyanet etti? Sorumlu olduğumuz fiillerden ve eserlerden beraat kazanmamız bizim onları işlemekte muhtar ve hür olduğumuz manasına gelmez mi? Biz de ne gibi bir kusur var ki beraat etmiş bir eseri okuyup yazmış olmamızdan ve başkalarının okuyup yazmasına hasbî olarak vasıta olduğumuzdan dolayı me’sul ediliyoruz? Bize o berâeti veren devlet, başka bir devlet mi idi? Derecattan geçmiş ve Kazıye-i Muhkeme olmuş bir hükmü tanımamak, devleti ve adliyeyi ve kanunları tanımamak ve hiçe saymak değil midir? Hesabı görülmüş ve suç olmadığına karar verilmiş ef’al veya onların mümasilini işlemek bir cürüm müdür?

Sayın savcı Denizli mahkemesinde hesabı görülen hadiselerden maada ve onlardan farklı neyi bulmuşlar ki bizi aylardan beri mevkuf tutuyorlar? Hesabı görülmüş ve kanun süzgecinden geçmiş ef’al ve vakayii işlemenin tekrar suç konusu sayılması kadar tarih-i adilde eşine rastlanmış bir tezad var mıdır? Madem bir tek insanın aleyhinde bulunduğumuz iddia edilerek tecziyemiz taleb ediliyor. O aleyhdarlığın en esaslı kaynağı addedilen Beşinci Şua Denizli’de niçin beraat etti? Ve ortadan kaldırılmadı? Ve ne için en yüksek adl cihazı o beraatı tasdik etti. Halbuki kavga ve fırtına onun başında kopmuştu. Dava o yüzden tahaddüs etmişti. Dokuz ay mahkeme onunla uğraşmıştı. Ankara makamatı onunla meşgul olmuştu. Azami bir hiddet ve şiddetle her tarafın tahriki ve her taraftan vatandaşların celbi o sebebten vaki olmuştu. Madem bu suçtu da devlet devairi bunu cezâdîde etmekten niçin gaflet etti? Ve mütecâsirlerini niçin mahkum etmedi? Mahkum edilmeyen bir eserin ve mahkum edilmeyen faaliyet-i neşriyenin bugün tekrar bir suç konusu olarak ele alınması muazzam bir tezaddan başka nedir? Mahkum edilmeyen bir eserin mümasilini aynı vasfı hâiz olduğu iddiasıyla takibe mevzu teşkil ediyor. Beşinci Şua, ilmî bir vesika olduğu ve ehadise dayandığı için beraet etti ise, aynı Beşinci Şua gibi sırf ilmî bir teşhisten ibaret olan ve ifademin objektif bir mahiyeti bulunan ve Beşinci Şua gibi aynı ithamın mevzuuna dahil addedilen ve burhanı içinde bulunan ve ayât ve ehadisin riyazî katiyyetlerine dayanan ve kimse hakkında sarih bir tevcih yapmayan bir eseri yani “Mâidetü’l-Kur’an” ne için vesile-i muaheze oluyor? Denizli beraatindeki kanunlar bu günkü aynı kanunlar değil midir? Ve aynı vasfı taşıyan bir eseri beraat ettirmiş olan kanunun mümasilini yeni bir hadise olarak vesile-i cürm yapması nasıl mümkün oluyor? Maidet’ül-Kur’an’ın mevzu-u muaheze olan mesaili daha evvel muahezeye ve ithama konu olmayı esas teşkil etmiş olan mesailin aynı değil midir? Halbuki onun kasdettiği mana küfr ve dalalin ve denaat-ı ahlakiyyenin ve cereyanat-ı ilhadiyenin şahs-ı manevisidir. Ejder küfr bir tek insanın değil, muazzam bir cereyan-ı küfrînin ve bir savlet-i mülhidânenin remzidir. Küfür ve dalaletin timsalidir. Sonra bu tâ’bir sırf bu vatandaki hadisatı da kasd etmiş değildir. Bu tavsif Âyet-i Celilenin şümul ve ihatası icabı olarak memleket ve milliyet hududu içine sığmayan ve tahsis kabul etmeyen ve ruh-u diyanete saldıran savletlerin kâffesini ifade eden âm bir tabirdir. Hatırlamak lazımdır ki :

Bolşevizm denilen kızıl küfür salgını aşağı-yukarı yüz milyon müslümanın hayat ve mukedderatlarını şiddetle sarsmıştır. Garbın ceberüt-u kâfirânesi asırlardan beri vücud-u İslamiyetin üzerinde bir ejder-hûnîn halinde çöreklenmektedir ve onun mütamadiyen kanını emmekte ve üzerinden gitmek için hiç bir niyet görülmemektedir. Hakiki bir Müslümanın ruhu elbette vücud-u İslamiyenin üzerinde barınan bu müdhiş karihaya karşı lâkayd kalamaz ve Ferman-ı İlahî’nin bütün asırları kucaklayan ifadatını elbette nazar-ı itibara alır. İşte Maidetü’l-Kur’an sırf İslamiyet ve din noktasından hadislerin teşhisini ele alan ve asla siyasetle ve kimsenin şahsi şeref ve resmi tavrıyla alakası olmayan bir hakikat-ı Kur’aniye adesesidir. Orada Kur’an’ın ve ehadisin sesi vardır, onun bürhanları içinde mevcuttur. Arayanlar orada bulurlar. Orada şahsın rolü ve hissesi Kur’an’ın envarını ve ehadis-i Resulullah’ın tevcihini üzerine çeken hadiselerin ve “İşte Kur’an’ın ve ehadisin hakikatları bizleriz.” diye kendilerini takdim eden vâkıaların dillerine sadece ma’kes olmaktan ibarettir. Sayın savcı onun içindeki umumi hakikatın birer ferdi ve örneği bulunan birkaç misalini ele almış ve külliyetindeki yüksek ve çok kudretli hakikat-ı ilahiyeyi ihata ve ceberutu asla görmek istememiştir. Kur’an’ın ve ehadisin bir kaide-i mazbut ve ilmiye ile arz ettiği bu manzara-i hakikatta beşer iradesinin dahli nedir? Riyaziyenin kat’iyetini hâmil olan mübhemiyyetten âri ve herkes için açık bir kapı bu manzara-i hakikatı hikmetsiz ve manasız mı addedelim? İrade-i beşeriyenin mahsulü mü telakki edelim? Kur’an’ın Nesc-i ezelisini manasız ve tesadüf addetmeğe imkan var mıdır?

Sayın Savcı, 
(Ankebut 69) Âyet-i Kerimesinden çıkan وَالذَِّينَ جَاهَدُوا فَينَا لنََهْدِيَنَّهُمْ ُِلبَُنَ 
(1372) rakamı hakkında tenkidlerini esirgemezken
فَرراتُوا بِ ُِررورَةٍ مِررنْ مِثْلِررهِ (Bakara 23) Âyet-i Celilenin üst tarafı olan وَاِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْ ٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَرى عَبْردِنَا (Bakara 23) Cümle-i kudsiyesinin yine aynen Üstad’ın hayatında çok ehemmiyetli bir rakam olan (1316) ile mevzu bahis (1372) rakamını gösterdiğini ve bu suretle her iki Âyet-i Celilenin menâzır-ı kudsiyesini isbat ettiğini ve asla bu menazır hakkında beşer iradesinin dahli olmadığını meydana koyduğunu nazar-ı itibara almıyorlar ve keza ( يَكُرونُ فِري أمَُّتِري رَجُرلانَِ hadis-i şerifini şiddetle itham ederken onunla beraber olan ve yekdiğerinin hakkaniyetini isbat eden onun yanı başındaki diğer hadisleri ve hele Maide’nin başındaki (13) ayetin manidar manzaralarını asla mevzubahs etmiyorlar. Acaba bürhanı ve şahidi ortada bulunan ve hiçbir tenkidle tebdil ve tahviline imkan bulunmayan bu ilahi tevcihatı, bu ezeli menazır-ı hakikatı -hâşâ- biz mi icad ettik ki bu yüzden sorumlu oluyoruz. Maidetü’l Kur’an’daki birbirini teyid eden Kur’an’ın adedi ve riyazi vecihlerini ve manalarındaki tetabükü ve hadiselere katiyetle tevafukunu haşa biz mi uydurduk? Ve hadisteki ِِ فِتْنَتُهُ عَلىَ هَذِهِ الأمَّةِ اشََردُّ مِرنْ فِتْنَرةِ الشَّريْطَانِ fıkrası ve keza diğer hadisdeki يُبْعَرثُ يَروْمَ الْ قِيَامَرةِ امَُّرةً وَحْردَه ُ cümlesini hadislere biz mi ilave ettikki peygamber’in bu kudsi ihbar ve tevcihleri mevzu muaheze yapılarak bu eseri bir siyaset vesikası, bir propaganda vasıtası olarak ele alınıyor; davaya mevzu teşkil ediyor… O fıkranın ve keza hadisteki hesablar bizim eser- i icadımız mı? O rakamları biz mi ihdas ettik? Manalarla rakamların tevafukunu biz mi vücuda getirdik? Bu işte bizim irademizin dahli nedir? Maide’deki ayetler ve hadisler nazar-ı im’anla görenler için yekdiğerinin bürhanıdırlar.

Nazarları ekmeklerine ve maaşlarına bağlı olan kiralık âlimler ise hakikattan ürktükleri ve izharından çekindikleri için benlik tenkid usulleriyle, karihaları icbar eden bu veche-i hakkaniyeti usul bakımından inkar ile işin içinden çıkmayı eslemüttarık addetmişler… Güneşe gözlerini kapamakla güneş zâil olmaz!.. Onların inkarlarıyla Kur’an’ın ve hadisin bu hakkanî manzarasını izale etmek mümkün değildir.

Duruşmada bütün dünya ilim muvacehesinde isbatına hazır olduğumu dava ettiğim bu veche-i hakkaniyet Kur’an’ın ve onun fer’i olan ehadisin en ehemmiyetli bir cephe-i hakikatıdır. Bunu oyuncak zannedenlere ve yapmacık hesabların ve beşerî irade ve tevcihin mahsulü bilenlere meydan açıktır. Kim isterse Ayât-ı Celilenin bu manzara-i kudsiyesini tahvil etmeye
çalışsın ve bizim eşhası mahsusaya yönelttiğimiz tevcihleri veche-i makuliyetlerini ve münasebet-i kaviyelerini bildirmek üzere onlar da mümkün ise başkalarına yöneltsinler: Madem biz şahsi fikirlerimize Kur’an ve hadisi alet yapmışız ve Kur’an’ı hâşâ istediğimiz kalıba sokmuşuz. Ebced hesabı da bizim cebimizde değildir. O halde onlar da bu babda bir marifet göstersinler ve Kur’an ve hadisi kendi arzularına uygun bir şekilde diledikleri eşhasın leh ve aleyhine tevcih edebilsinler!… Ve mesela biz nasıl Bediüzzaman’ı sevdiğimiz için onun hakkında tevcihat yapabilmiş, onlar da sevmemeleri sebebiyle aleyhinde tevcihat yapabilsinler! Ve başka her hangi bir şahsın ve hatta tek bir ferdin lehinde tevcihat yapsınlar. Bize bu tarik ile Kur’an ve Hadis ile müeyyed tek bir şahıs göstersinler ve mümkin ise davaları vechile Kur’an’ı alet yapan ve haşa tahrif eden Bediüzzaman’ın aleyhine çevirsinler. Bizim kullandığımız usulleri aynen kendilerine haber verelim bu hususta “irae-i tarik yapalım” buyursunlar, meydan açıktır.

Hayır, Hazret-i Kur’an -hâşâ bin def’a hâşâ- şahsi fikir ve maksadlara alet edilmekten münezzeh ve mütealidir. Onun her sahası gibi riyazi vechesi de müstekar bir mahiyete maliktir. Beşerî iradeye, şahsi maksadlara râm olamaz. Kur’an’ın bu cephe-i hakikatı istenildiği gibi tevcihata tabi olamaz. Sebebsiz ve alelıtlak yapılan tevcih ve tevafukun ise asla kıymeti yoktur. Tevcihe imkan verebilmek için münasebet-i kaviye ve mana tetabükü ve hâdiselerin onu isbat ve teyidi ve şehadetleri şarttır. Maide’de yapılan tevcihat hep bu kabildendir. Bürhanlı ve teyidlidirler. Selef-i Salihinden bazı cüz’i emarat ve inkişafattan başka bu ilim mevcud değildir ve mesela yalnız İstanbul’un fethine yani liva-i Kur’an
altına geçmesine dair olan ve aynen 857 tarihini gösteren بَلْردَةٌ طَ ِّيبَرةٌ (Sebe 15) cümle-i kudsiyesinin vaziyeti gibi bazı tereşşühattan maada bir vaziyet ma’lum değildi. Çünkü bu ilim Kur’an’ın bu veche-i kudsiyesini haber verecek ve bununla Kur’an’ın ve hadisin kat’î mu’cizelerini izhar edecek ve onunla zamanın cihanşümul küfür ve dalaletini istîsal edecek (kökünü kazıyacak) memur-u İlahinin vüruduna tâ’lik edilmişti. Bu mucizattan çok şayan-ı dikkat ve bizi titretmeye yeter bir misal haber vereyim. O da Hazret-i Kur’an’ın bizim tarafımızdan terk edileceğini ve terk edecek zümreyi kat’i hüviyeti ile yine Hazret-i Kur’an’ın haber vermesidir. Süre-i Furkan’ın 30’uncu Âyet-i celîlesi olan
 وَقَالَ الرَّ ُولُ يَرا رَِّ اِنَّ قَروْمِي اتَّخَرذُوا هَرذَا الْقرُرْآنَ مَهْجُروراً (Furkan, 30) Âyet-i kudsiyesinin هَر ذَا الْقرُرْآنَ مَهْجُرور اً Fıkra-i Celilesi 1344 rakamı ile bizim tarik-i Kur’an’dan udul (ayrılma) ile ahkâm-ı efrenciyeye ittiba tarihimiz olan 1926 rakamının tam karşılığını aynen gösterdiği gibi اِنَّ قَروْمِي اتَّخرذَوا cümle-i kudsiyesi ile (1913-1914) rakamı ile o tarihde umur-u devleti ele alan zümreyi göstermesidir. Ne kadar şayan-ı dikkattir ki tek ayetin yanyana olan iki fıkra-ı celilesi hem manalar ile hem adedi karşılıkları ile yekdiğeriyle şiddetle alakadar hadiseleri şekke yer vermeyecek şekilde ve edna bir ferasete mahal bırakmayacak derecede ayan beyan izhar ediyorlar ve birbirinin isbatı ve müeyyidesi oluyorlar.

Hazret-i Kur’an’ın bu i’cazkâr vechesi öyle yalnız bazı esrar-şinas mütebahhirîne de münhasır değildir. O herkes için açık ve her sınıftan halkın tecrübesine küşâde bir tarîk-ı ilimdir. Ve zaten kıymeti de buradadır. Her yaptığımız tevcihin daha doğrusu Kur’an’ın ve Hadisin bizzat izhar ettiği işaratın veche-i münasebetini ve esbab-ı ilmisini mufassalan izah ve ispata her zaman hazırız. Araştıranlar bunu Maidede kendileri de görebilirler. Bu bahsin ana meselelerine bilahere tekrar avdet etmek üzere şimdi sayın savcının tenkid ve ithamlarına geçelim: (Mâba’dî gelecek)

Devamı var

Önceki bölüm:

“Nurun Mânevi Avukatı Ahmet Feyzi Kul” Ağabeyin Son Afyon Müdafaaları – 2

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Hüsnü Bayramoğlu Ağabey’den Cumhuriyet Gazetesine Cevap

Cumhuriyet Gazetesinin 30.07.2020 tarihli yazısında neşretmiş oldukları tezvirat, yalan ve iftiralara kısaca cevabımızdır: 1. Türkiye …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Güneydoğu Anadolu’da Seyyidler

Yazar: Abdurrahman ADAK 1 Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Güneydoğu Anadolu'da gelenekçi yapı son zamanlara …

Kapat