Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / Ölüm Döşeğinde “Ben” Dersi / Dr. Nihal Şahin UTKU

Ölüm Döşeğinde “Ben” Dersi / Dr. Nihal Şahin UTKU

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ölüm Döşeğinde “Ben” Dersi

Benmerkezciliği yücelten ve toplumun refahının da ancak her bireyin kendi refahının peşinde koşmasıyla azamileşeceğine inanan bugünün piyasa toplumu, Hz. Ömer’in ölüm döşeğindeki sözlerini, muhtemelen anlamsız, en iyi ihtimalle de, mistik bir Doğu hikmeti olarak yorumlayacaktır.

“Bu nasıl bir teklif! Ben hilafet işi bana verildiği için sevinip hamd etmedim ki, bu yolda bir başkasını kurban edeyim. Bu sorumluluk, hayırlı bir iş ise, o zaman zaten ailemden biri buna soyunmuş oldu. Yok eğer şerri daha ağırsa, bu durumda da Allah bu yükü bizden uzaklaştırmış olsun, Ömer’in ailesinden bu iş için bir kurban verilmiş zaten. Allah’ın, ümmetin hesabını bizden tek bir kişiye sorması yeter. Bu yükün altında ben ve nefsim zora girdi, ailem de birçok şeyden mahrum oldu. Şayet bu yükü, günahsız ve ecirsiz bir şekilde devredebilirsem, ne mutlu bana!”Halife Ömer’in, ölüm döşeğinde yanına yanaşıp yerine oğlu Abdullah’ı veliaht tayin etmesini teklif edenlere, aldığı ağır hançer yaralarına rağmen diklenerek verdiği cevap manidardır:

Benmerkezciliği yücelten ve toplumun refahının da ancak her bireyin kendi refahının peşinde koşmasıyla azamileşeceğine inanan bugünün piyasa toplumu, Hz. Ömer’in bu sözlerini, muhtemelen anlamsız, en iyi ihtimalle de, mistik bir Doğu hikmeti olarak yorumlayacaktır. Bu sözlerle halifenin iktidarı, arzulanan bir güç mevkii olarak değil, ağır sorumluluk gerektiren bir görev olarak gördüğünü ileri sürerek, onun diğergâm şahsiyetine vurgu yapacaktır.

Ne var ki bu yorum, sürdürülemez gördüğümüz bir istisnayı kutsamaktan ibarettir. Zira bencilliğin öne çıktığı bir dünyada, başkalarının ve kimi zaman kendimizin de içine girdiği diğergâmlığı sürdürebilmenin hiç de kolay olmadığı açıktır. Bencillik sanki içimizde sakladığımız küflü bir duvar; fedakârlıklar da küfün üzerine attığımız bir kat badanadır. Bencilliği bir suç olarak gördüğümüz zaman fedakârlığı da bu suçun rüşveti, sus payı olarak görmeye başlarız.

Oysa böyle bir yaklaşım, insanın tabiatını görmezden gelmektedir. Tüm canlı varlıklar gibi, insan da kendi hayatiyetini sağlayacak türlü mekanizmalarla donatılmış; aklı sayesinde bunları daha da geliştirebileceği imkânlar kazanmıştır. İkbal arayışı, yaptığı her işin külfeti nispetinde bir karşılık bekleme, sahiplenme ve biriktirme, insanoğlunun tabii bir şekilde içine işlenmiş güdülerdir. Bencillik dediğimiz şey, bu mekanizmaların şahsiyete dönüşmüş hali, bireysellik ise bu tabii durumun toplum nezdinde kabulüdür. İnsanlığın bu bencil tabiatı, insanların anne, baba, eş ve çocuklarını unutup kendilerini kurtarmak için koşuşturdukları kıyamet günü sahneleriyle Kur’an’da çok bariz bir şekilde ifade edilmiştir.

Bencillik sanki içimizde sakladığımız küflü bir duvar; fedakârlıklar da küfün üzerine attığımız bir kat badanadır. Bencilliği bir suç olarak gördüğümüz zaman fedakârlığı da bu suçun rüşveti, sus payı olarak görmeye başlarız.

Mesela, ciddi bir ölüm riski taşıyan askerlik mesleğini cazip kılmak için, toplumların tarih boyunca çeşitli yöntemler bulduğu görülür. Hemen tüm toplumlarda kahramanlık kutsanır; şehadet toplumsal olarak büyük bir mertebe ile onurlandırılır; gazilere madalyalar verilir; zaferler bayramlarla her yıl anılır. Savaşa ve kahramanlığa odaklı bu faaliyetlerin sadece askerlik mesleğini cazip kılmak için yapıldığını iddia etmek tabii olarak mümkün değildir. Toplumun hayatiyetini devam ettiren ve dış tehditlerden koruduğuna inanılan bir mesleğe ve büyük ölçüde geride kalanların daha rahat yaşaması için ölmüş olanlara saygı ve samimi minnettarlık duygularıdır asıl gerekçe. Ancak saygı bir yana, toplum adına kendini feda edebilecek yeni adaylara ihtiyaç vardır. Bu tür payeler de yeni istihdamı teşvik amaçlıdır.Bencillik bireyler için tabii olsa da tplumların sıhhatli bir şekilde idamesi için, belli yüklerin ortak bir şekilde paylaşılmasının gerektiği ortadadır. Bu paylaşma bazen efendi-köle veya lord-serf gibi sağlıksız zorlamalarla, çoğu zaman da bir bedel karşılığı temin edilmiştir. Karşılık olarak sunulan nimetin, paylaşılan külfeti karşılamadığı şartlar zaman içinde huzursuzluk oluşturmuş; toplumlar kimi yüklerin karşılığı bedelleri manevi tazminatlarla ödeme yoluna gitmiştir.

Toplumların bu mesleğe gösterdikleri tüm saygıya rağmen, sürdürülebilir askerî düzenin gönüllülük ile mümkün olamayacağı, hatta zorlamayla dahi silah altına almanın ancak kısa süreli olabileceği açıktır. İlk büyük medeniyetler bunu kısa sürede anlamış gözüküyor. İlk düzenli orduyu kurdukları sanılan Firavunlar, güneydeki siyahi Nübye’den, ok-yay ve mızrakta mahir binlerce savaşçıyı, para karşılığında istihdam etmişlerdir. Paralı askerliğe Mısır’da geçilmiş olması oldukça anlamlıdır. Zira Nil havzası boyunca oluşan sel taşkınlarına bağımlı bir tarım ekonomisi işleten Mısır için, savaş sebebiyle erkekleri topraktan ayırmak zirai hasılanın önemli ölçüde düşmesi demektir.


İslam’ın bireysel ve toplumsal davranışlarda dünyevi karşılık beklentisinin ötesinde, uhrevi bir karşılık sunuyor olması, İslâm toplumunda bireylerin toplumsal görevlere bakışını oldukça değiştirmiştir.

Bununla birlikte İslam’ın bireysel ve toplumsal davranışlarda dünyevi karşılık beklentisinin ötesinde, uhrevi bir karşılık sunuyor olması, İslâm toplumunda bireylerin toplumsal görevlere bakışını oldukça değiştirmiştir. Hz. Ebubekir döneminde Halid b. Velid’in, ordusuyla Sasani sınırına gönderildiğinde, düşman ordusunun kumandanı Hürmüz’e yazdığı davet mektubu, ilk dönem İslam ordularının ruh halini açık bir şekilde yansıtmaktadır:Bu çerçevede askerliği cazip kılmak için tarih öncesi dönemlerden itibaren kullanılan bir başka yöntem, ganimet örneğinde ortaya çıkmaktadır. İslam fıkhının ganimet konusuna bu kadar yer ayırmış olması, galip tarafın hakkı olarak gördüğü bu mekanizmayı ıslah etmek içindir. Genişleyen İslâm coğrafyasının giderek artan asker ihtiyacının taze Müslümanlar ile sağlandığı bir dönemde, ganimet mekanizmasının ordunun idamesine ciddi bir katkı sağladığı muhakkaktır.

“Müslüman ol, kurtul veya cizye ödemeye razı ol! Aksi halde her şeye hazırlan! Sizin yaşamayı sevdiğiniz kadar, ölmeyi seven bir ordu ile üstünüze geliyoruz.”

İslam orduları, bu dünyadaki maddi ve manevi karşılığın çok daha ötesinde bir mükâfatın özlemiyle ilerlemişlerdir. Allah yolunda şehadetin, sonsuz nimetlere ulaşmak için insanın bu dünyadaki hayatına karşılık sağlanan bir kısayol olması, inananları bedelsiz bir fedakârlığa itmiştir. Tabiri caizse İslâm, insanın bencil tabiatının farkındadır; ancak onun külfet karşısında menfaat bekleme davranışını, karşılığını kat kat öbür dünyaya öteleyen bir sabır terbiyesiyle ıslah etmektedir.


Halife Ömer için yöneticilik, ümmeti ihya ederken, kendini ve ailesini mahrum etmek anlamına geliyordu. İktidar öyle bir sorumluluktu ki, bunu maddi, manevi, dünyevi veya uhrevi hiçbir mükâfat karşılayamazdı.

Hz. Ömer’in zenginlik ve mevki ile bozulmamış, yukarıda alıntıladığımız saf yaklaşımı; toplumda gözlenen bu tür değişiklikleri yönetmek, yönetici kesimin ve askerin zenginlik karşısında sorumluluklarını ihmal etmelerini engellemekle geçirilmiş bir hayatın özeti olarak anlaşılmalı. Halife Ömer için yöneticilik, ümmeti ihya ederken, kendini ve ailesini mahrum etmek anlamına geliyordu. İktidar öyle bir sorumluluktu ki, bunu maddi, manevi, dünyevi veya uhrevi hiçbir mükâfat karşılayamazdı.Tüm bunlara rağmen, insanoğlunun yaşadığı ânaodaklıhayat tarzı, onu gelecek konusunda dar ufuklu yapmış ve dünya nimetlerini önemsemesine sebep olmuştur. Müslümanların özellikle İran, Suriye ve Mısır gibi coğrafyalarda karşılaştıkları zenginlikler, İslam ordusunun daha önceki saf duygularını bozmuş ve mülk edinme hırslarını kamçılamıştır. Nitekim halifelerin ganimet dağıtımı konusunda farklı mekanizmaları devreye sokmaları ve orduları, refahın gözle görülebilir olduğu büyük Bizans ve İran şehirlerinden uzak tutmak amacıyla Basra ve Kufe gibi yeni kurulan ordugâh şehirlerinde istihdam etmeleri; fetihlerin durulmasıyla birlikte azalan ganimet gelirlerinin başta söz konusu ordugâh şehirlerinde ciddi huzursuzluklara sebep olması gibi gelişmeler, dünyevi kazanç unsurunun giderek güç kazandığının birer göstergesidir.

İktidarı, tamamen külfetten ibaret gören bu anlayışın, “iktidarın nimetleri” diye bir tabiri diline işlemiş çoğumuzun anlaması pek kolay değil elbette. Ancak Hz. Ömer’in bu saf ve uzun görüşlü yaklaşımının, bu dünyada ihya etmeye çalıştığımız “ben”e, aslında çok daha sağlam bir ikbal hazırladığını unutmamak gerekiyor.


http://www.sonpeygamber.info

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
Taşköprü`nün manevi ayakları / Cebrail KELEŞ

Taşköprü`nün manevi ayakları... Rivayet edilir ki; Bundan çok çok uzun yıllar önce,1400–1500 yıllarında Taşköprü’ye uzaklardan …

Kapat