Ana Sayfa / AİLE & SAĞLIK / Sağlık / Öfke Kontrolü İçin Nebevî Reçeteler

Öfke Kontrolü İçin Nebevî Reçeteler

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ÖFKE KONTROLÜ İÇİN NEBEVÎ REÇETELER

İçte kabaran öfkeyi dizginleyebilmek ve teskin edebilmenin yolları, nebevî reçetede harika bir biçimde yazılmıştır. Mesela “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyrulmuştur. Bu şekilde içteki öfkeye davranış lisanıyla ayaklanıp coşmama ve yatışma telkin edilmiş olur. Ama eğer illa bir şey söylenecekse, nebevî reçete, öfkelenmiş kişiye, “euzü besmele” çekmesini tavsiye eder. Çünkü öfke şeytandan, şeytan da ateşten yaratıldığı için, öfkeyi söndürmenin yollarından biri, lisanen, şeytandan Allah’a sığınmaktır.

 

Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir.

Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.”

Hz. Peygamber (a.s.m.)

Öfke insanın fıtratında potansiyel olarak mevcuttur. Ama bu potansiyelin bilfiil davranışa dönüşmesi, kişiden kişiye farklılık gösterir. Bazı kişiler öfkelenmek için âdeta sebep ararken, bazıları itidalli davranarak bu keskin duygularını dizginlemeyi başarırlar.

Öfkenin insan fıtratında nasıl bir çalışma mekanizmasına sahip olduğunu anlamak için şu üç hâlin farkında olmak gerekir: Birinci hâlde öfke, insanın içinde potansiyel halde durmaktadır. İkinci hâlde, genellikle bir dış sebeple ama bazen de bir hatıranın canlanması gibi bir iç sebeple insanın kalbi öfkeyle dolar. Üçüncü hâlde ise, içte kabaran bu öfke farklı şekillerde dışa vurulur. Bu dışavurumun her zaman şiddet davranışı şeklinde tezahür etmesi gerekmez.

Öfke kontrolü” dendiği zaman genellikle öfke içte kabardıktan sonra bu öfkenin nasıl şiddet davranışına dönüşmeden yatıştırılabileceği üzerinde durulur. Ancak öfke kontrolünde kalbin gereksiz sebeplerle öfke duygusuyla dolması üzerinde de çok ciddi bir şekilde durulmalıdır. Nitekim nebevî dilde bunun tercümesi, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) kendisinden kısa bir nasihat isteyen kimseye söylediği “Öfkelenme!” nasihatidir. Yani kalbi gereksiz yere öfke duygusuyla doldurmamak, öfkelenmiş bir kalbi teskin etmeye çalışmaktan çok daha tasarruflu olacaktır.

Gereksiz yere öfke” veya “aşırı öfkelenme” deyince, bunun içine, en çok kişinin kendi nefsini tatmin için veya bu tatmin sırasında karşılaştığı engellere karşı öfkelenmesi girer. İslam ahlakına göre, bir Müslüman haklı bile olsa, kendi nefsine gelen zarar üzerine öfke duygusuna kapılması ve bunu açığa vurması hoş bir şey değildir. Çünkü bir Müslümandan beklenen davranış, kendi nefsini öncelemekten kaynaklanan bir duygulanım içine girmesi değil, amellerin en üstünü olan “Allah için sevmek” ve “Allah için nefret etmek” noktasına yükselmesidir. Yani Müslüman olduğu bilinen biri bir şeye kızdığı zaman, çevresindeki insanlar onun kendi menfaati için kızmadığını müşahede etmelidirler. Bu, âdeta Müslümanın “alamet-i farikası”dır. 

Hz. Ali, Yahudi’yi neden öldürmedi?

Tarihte bunun en parlak misallerinden biri, Hz. Ali ile bir Yahudi arasında geçen meşhur olaydır. Bilindiği üzere, ikisi cenk halindeyken Hz. Ali, Yahudi’yi alt eder, yerde tam kılıcı indirecekken Yahudi beklenmedik bir şekilde Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali’nin tepkisi çok daha şaşırtıcı olur ve onu öldürmekten vazgeçer. Aslında Hz. Ali, Yahudi’yi o saniye öldürseydi, hiçbir tarih kitabında onun aleyhine bir ifade yer almayacaktı. Çünkü savaş hâliydi. Ama Hz. Ali ne o gün ne de bugün hiç kimse tarafından kınanmayacak olmasına rağmen kılıcını indirmeyi tercih etmedi.

Bunun sebebini en çok da yerde yatan Yahudi merak ediyordu: “Bir başkası olsa bu tahrik sebebiyle daha öfkeyle kılıcını indireceği halde sen niçin beni öldürmekten vazgeçtin?” Hz. Ali, bunun gerekçesini şöyle açıkladı: “Ben önce Allah adına seninle savaşmaktaydım. Ama sen yüzüme tükürünce araya nefsim girdi, ‘kendi’ öfkem karıştı. O nedenle seni öldürmekten vazgeçtim.”

Bu olaydan bize iki hisse düşüyor. Birincisi, Müslümanlar olarak kendi nefsimiz için de öfkelenebiliriz, ama bu öfkeyi dışarıya yansıtmadan kendi içimizde yatıştırmayı ve hatta karşımızdakini affedebilmeyi becerebilmeliyiz—“Öfkelerini yutanlar ve insanları affedenler…” ayetini (Âl-i İmrân, 134) ve Kudsî Nebi’nin (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde öfkesini yutmayı pehlivanlığa benzetişini hatırlayalım. İkincisi ve daha önemlisi ise, öfkemizi “Allah için” kılabilmeyi başarmalıyız. Hz. Ali’nin bize verdiği en önemli ders bu.

Cehennemin öfkelendiği kimseler öfkelenmeli

Bu dersin daha anlaşılır olabilmesi için belki Kur’an’a müracaat ederek, Cehenneme atfen kullanılan “Neredeyse öfkesinden parçalanacak!” (Mülk, 8) ayetinden yardım alabiliriz. Cehennemin öfkesi Allah’ın öfkesinin bir yansıması olduğunu dikkate alırsak, aslında biz de cehennemin öfkelendiği şeylere (ya da kişilere) öfkelenmekle mükellefiz. Hem böyle baktığımız zaman, kendi nefsimizi de bunun dışında tutamayız. Eğer bizde de cehennemi öfkelendirecek kötü sıfatlar varsa, kendi nefsimize de öfkelenmemiz gerekir. İşte doğru şeylere öfkelenmenin veya öfke duygusunu doğru yerde kullanmanın en objektif yolu budur.

Pekâlâ, cehennemin öfkesi kimlere yönelmiştir? En başta, Allah ve Peygamberine düşman olup onlarla savaş halinde olanlara. Başka? Kur’an’ı yalanlayıp dinden yüz çeviren ve kendi nefsine uyanlara. Daha başka? Münafıklara ve Allah’a ortak koşanlara…

Bunları ortak bir paydada toplamak istersek, bunlar “inançsız” ya da “inanmış gibi görünen ama aslında inanmayan” ve asıl önemlisi “zalim” kimselerdir. En başta işledikleri zulüm ve cinayet ise, kâinat ve içindekilerin başıboş ve tesadüfi olduklarını iddia ederek, Allah’ın isim ve sıfatlarını tecelli ettiren varlıkların hukuklarına sonsuz tecavüz etmeleridir. Böyle olduğu içindir ki, daha cehenneme varmadan bu dünyada iken “semavat ve arz hiddete gelip tufanlarla o zalimleri tokatlar.” (Sözler, s. 422) İşte biz bu kimselere (sıfatlarına ve fiillerine) öfkelendiğimiz zaman, aslında, kâinatla aynı ortak dili de yakalamış olmaktayız. Psikolojik açıdan bu çok önemli bir nokta, çünkü “ruh sağlığı” dediğimiz şeyin özünde, kâinatla aynı dili konuşmak ve aynı rezonans aralığında salınabilmek çok önemli bir yer tutar.

Eğer böyle yapmayıp da, dünyada sevgiyle bağlandığımız mal, para ve makam gibi nefsimizin baştacı ettiği şeylerin yokluğuna veya bu niceliklerin başına bir iş geldiği takdirde öfkeye kapılıyorsak ve buna sebep olanları tepelemek istiyorsak, ama söz gelimi milyonlarca insanın namaz kılmaması ya da faizin gün geçtikçe yaygınlaşması, bizde en ufak bir kızgınlık ya da üzüntüye yol açmıyorsa, o zaman, öfkemizi yanlış yerlerde kullanıyoruz demektir. Doğrusu bu öfke tedaviye muhtaç bir öfkedir ve onun yüzünü nefis ve dünyadan, Allah’a ve ahirete doğru çevirmek icap eder.

Öfkelendiğinde susmak ya da “euzü besmele” çekmek

Özetle, “öfke kontrolü” konusunda verilmesi gereken esas sınav budur; yani mümkün mertebe kalbimizde Allah için öfkelenmenin dışında öfke duygusuna yer vermemektir. İkincil önemdeki sınava gelince, içte kabaran öfkeyi—dış dünyada bir şiddet davranışına dönüşmeden—dizginleyebilmek ve teskin edebilmektir. Bunun da yolları, nebevî reçetede harika bir biçimde yazılmıştır. Mesela bir hadis-i şerifte “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyrulmuştur. Bu şekilde içteki öfkeye davranış lisanıyla ayaklanıp coşmama ve yatışma telkin edilmiş olur.

Ama eğer illa bir şey söylenecekse, nebevî reçete, öfkelenmiş kişiye, “euzü besmele” çekmesini tavsiye eder. Çünkü öfke şeytandan, şeytan da ateşten yaratıldığı için, öfkeyi söndürmenin yollarından biri, lisanen, şeytandan Allah’a sığınmaktır. Bir ikinci seçenek ise, “La havle…” çekmektir ki, bunun da anlamı, mealen, “Allah’ım Senin yardımın olmadan beni hiçbir şey başaramam. Ve Senden başka dayanacak hiçbir şeyim yok”tur. Yani Sen, içine düştüğüm vaziyeti görüyorsun, beni bu durumdan kurtar” demektir. Dolayısıyla, burada da “Allah’a sığınma” söz konusudur.

Öfkeyi söndürmek için lisanen şeytandan Allah’a sığınılabileceği gibi, bedenen de—yine nebevî reçetenin tavsiyesiyle—abdest alınması en uygun yoldur. Çünkü öfkenin beden üzerinde sebep olduğu kızıl ateş, ancak suyun tene temasıyla söndürülür. Mantık olarak bunun bir yangını söndürmek için ateşe su dökmekten hiçbir farkı yoktur. Bu anlamda, hatırına gelen bir olaydan ötürü öfkesi kabaran kişi, eğer evde ise hemen girip ılık hatta soğuk suyla bir duş (gusül abdesti) alsın. Öfkesinin yatıştığını görecektir.

Öfke halinde ayakta ise oturmak, oturuyor ise uzanmak

Nebevî reçetenin bir başka maddesi ise, öfkelenmiş kimsenin eğer ayakta ise oturması, oturuyor ise—ve hâlâ öfkesi geçmediyse—uzanmasıdır. Buradaki temel mantık da yine beden hareketleriyle içteki öfkenin yatışmasına yönelik terapötik bir telkinatta bulunmaktır. Çünkü normal şartlarda öfkenin dışavurumunda yatan kişi oturur pozisyona, oturan ise ayakta durma pozisyonuna ve sonra da saldırma pozisyonuna geçer. Nebevî tavsiye, işte bu mekanizmayı—âdeta filmi geriye sarmak suretiyle—tersine çevirerek, bedenin öfke pozisyonlarından uzaklaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Ayrıca, insanın en kibirli olabileceği vücut pozisyonu, ayakta dururkenki pozisyondur. Oturma ve yatma pozisyonları, öfkenin önemli bir sebebi olan kibrin yatışmasına da yardım edeceği için fayda sağlar.

Öte taraftan, ortamın giderek elektriklendiği fark eden ve öfkesini kontrol etmekte zorlanacağı bilen kişilerin, henüz öfke zirve noktasına ulaşmadan, bulunduğu ortamı terk etmeleri de bir çare olarak düşünülebilir. Bütün bu nebevî ölçülerin arkasındaki temel hedef ise, öfkenin salt nefse ait bir duygu olarak yaşanması ve akıl ve muhakemenin rafa kaldırılarak âdeta öfkeli bir hayvan gibi insanın kendisini kaybetmesinin önüne geçmektir.

Çünkü İslamiyet, şuurlu bir varlık olarak insanın her davranışında kendi bilinçli tercihiyle hareket etmesini temin etmek ister. Bu amaçla, sarhoşluk verici şeylerin haram kılınması gibi, yine bu amaçla aklı ve muhakemeyi tatil eden öfkelenme (tehevvür) gayrimeşru kabul edilmiştir.

Başka bir ifadeyle, Müslümanın öfkesi bile Hz. Ali örneğinde görüldüğü gibi kontrollü ve aklın hâlâ faal olarak içinde yer aldığı, hatta onun tarafından yönlendirilmekte olan (şuurî) bir öfke olmalıdır.

Aksi halde, çevremizde yaşanan pek çok olayda görüleceği üzere, öfkeyle kendini kaybedenlerin, karşısındakine zarar verdiği kadar, kendisine de zarar vermesi ve akabinde büyük pişmanlıklar yaşaması kaçınılmaz sonuçtur.


Moral Dünyası Dergisi

 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise / Cemal ERŞEN

Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise “Risâle-i Nur’un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, …

Kapat