Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Ölümün Yaratılışı ve Ötesi

Ölümün Yaratılışı ve Ötesi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ÖLÜMÜN YARATILIŞI VE ÖTESİ:

Nail YILMAZ

Öz

  • Hayat ve ölüm mahiyet itibariyle ve zahiren birbirlerine zıt gibi görünürken yaratılış mahlukiyet ve masnuiyet itibariyle eşittirler. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi yaratılmış bir ‘mahlûk’; hatta “Hayattan daha ziyade muntazam bir mahlûktur ” ve aynı zamanda “Bir mu’cize-i kudrettir.”
  • Çünkü; “her nefsin ölümü tadacak” olması hakikati, ölüm mucizesinin büyüklüğünü anlatması bakımından her akl-ı selime yeterli bir nâsih ve bu âlemde her şey yalan olsa bile, ölüm; her zaman ve herkesin üzerinde ittifak etmek zorunda olduğu en küllî ve bedihî bir vakıa, aynı zamanda hiç değişmez bir hakikat-ı sabitedir.
  • Bundan dolayı akl-ı selim sahipleri, kâinattaki cüz’î- küllî bütün canlıları ihata edecek kadar geniş ve şümullü olan ölüm hakikatine karşı ‘deve kuşu’ gibi başını kuma sokmayı değil, merdane ‘ölümle yüzleşmeyi’ tercih ederler.
  • Ve şöyle derler: “Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor”Beşer yolculuğu kesilmiyor, her günde( yüz elli bin) adama isabet eden ölüm, sür’at peyda ediyor.
  • O zamanÖlümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne isterdiyerek hem dünya hem de ahiret hayatını kuşatan, daha hakikatli ve rasyonel bir idrak ve nazar için, hayat ve mematın mebde ve meadına, daha küllî ve bütüncül bir nazarla bakarlar.
  • Ve o mahiyeti meçhul, vücudu muhakkak olan ölüm hakikat-ı sabitesiyle fikren, ilmen, itikaden ve gıyaben yüzleşenler, bizzat ve bilfiil ölümü yaşayınca beklenmedik bir sürprizle karşılaşmazlar.
  • Acaba ölüm hakikati güneş kadar bedihi, haşmetli, nurani ve küllî iken, ona karşı (başını kuma sokmak gibi) gözünü kapatarak sadece kendilerine gündüzü gece yapanlar, vicdanlarının sesini susturabilecekler ve gözlerini bu gerçeğe kapatabilecekler mi?

Anahtar kelimler:

Ölüm mucizesi, gayb, beden-i misali, cesed-i misali, yakîn mertebeleri, cem’-i ezdad, vücud-u ilmi, vücud-u zihni, tenasüh, meçhuliyet, ölümün peçesi.

Giriş:

Ölüm mucizesinin yaratılışı, mahal ve mekân bakımından, ruh ve beden olarak iki veçhi olduğu gibi ölümün gerçekleştiği süreç bakımından da üç merhaleye ayrılır. İnsan hayatını çok yakından ilgilendiren ‘Ölümün Yaratılışı ve Ötesi’ ana başlığı altındaki bu çalışmamız, bahsin ehemmiyetine binaen üç farklı başlık ve bölümde müzakere edilecektir.

Bu merhale veya safhaların birinci ayağı dünyada, ikincisi sekerat vaktinde, üçüncüsü ise bu dünyadan ayrılan kişinin berzah hayatına geçiş safhasıyla tamamlanıyor. Ancak bu üçayağın birlikte mütalaasıyla çok cihetleriyle meçhul olan ‘ölüm mucizesi ve yaratılış’ vakıası, daha anlaşılır bir mefhum ve mahiyet arz ediyor. Bu üçayağın:

Birinci bölümü:Ölümün yaratılışı ve ötesi.’ (dünyevi ayağı.)

İkinci bölümü: Nasıl ölüyoruz? Ruhi ve fiziki boyutlarıyla kısmen şuhudî, kısmen gaybî olan, sekerat safhasının nasıl ve ne şekilde cereyan edeceği.

Üçüncü bölümü ise: Berzah hayatı veya kabir hayatıdır. Yani vefattan hemen sonra başlayacak olan zamanın ve yaşanacak olan mekânın mahiyet ve keyfiyeti ile ilgilidir.

Bu makale ölümün ilk merhalesi olan “ölümün yaratılışı ve ötesi” kısmıyla ilgili olup, diğer bölümler daha sonraki çalışmalarda ele alınacaktır.

Birinci bölüm olan “Ölümün Yaratılışı ve Ötesi” ana başlıklı bu makalemizde ölüm, ahiret ve ebedi hayat ile ilgili birçok konu üzerinde durulacaktır.

Yazıda müzakere edilen her bir bahis kendi makamında çok önemli olmakla beraber, ölüm ile ilgili en çok merak edilen hususlar bu makalenin bazı satırbaşlarını oluşturuyor. Bunlar:

  • Ölümün hakikati, mahiyeti ve yaratılışı,
  • Ölümü idrak etmekte “ilmel yakîn” bilgi ile “hakkal yakîn” marifetin farkları,
  • Ölüm anında Muhyi ve Mümit isimlerinin tearuzu’nun hakikati,
  • Bedeni terk eden ruhun “beden-î misali veya cesed-i misali” giymesinin mahiyeti,
  • Berzahî ve Uhrevî hayatta yaratılacak olan beden ve ceset farkı,
  • Ölüm karşısında akıl ve ruh çatışması,
  • Ölüme yaklaşan kişinin havf ve reca dengesini nasıl kuracağı,
  • Son nefeste “havf” ve “reca”nın nasıl barıştığı,
  • Ölüme muhatab olmakta nübüvvet ve velayet farkı,
  • Berzah hayatında ehl-i saadet ve ehl-i şekavetin halleri gibi bahisler çok önemli konu başlıklarıdır.

Yazının ilerleyen bölümlerinde her bir ana başlık, bahislerin daha kolay anlaşılabilmesi için kendi içinde farklı alt başlıklara ayrılarak müzakere edilecektir.

1- Ölümün yaratılışı ve ötesi.

Nev’i beşer yolculuğunun ilk durağı olan ölüm, insanların tecrübe etme imkânlarının olmadığı, herkesin ilk ve son defa yaşayacağı ve kısmen şuhudî, kısmen de gaybî olan sekerat vakti ile vefat ve ahiret hayatı ve sonrası, birçok âyet ve hadislerin konusu olmuştur.

Kur’an’ âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde anlatılan ahiret sürecinin, esas itibariyle üç temel merhalesi vardır, bunlar:

  1. Enfüsî âlemde insanın ölümü, afakî âlemde Kâinatın ölümü. (Veya Kıyametin kopması).
  2. İnsanın ölümüyle başlayıp haşre kadar sürecek olan berzah safhası.
  3. Haşr-i âzam ile başlayan büyük hesap günü ve sonrasındaki ebedi olarak kalınacak olan cennet veya cehennem hayatları ve mekânlarıdır.

“Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” kaziyesiyle, her insanın mutlaka karşılaşacağı ölüm safhalarının bir mukaddimesi olan, insanın bizzat kendi nefsinde, yaratılacak ölümün, aklî ve naklî bilgiler ile tahkiki bir şekilde öğrenilerek idrak edilmesi, ölümün berzah ve haşir gibi, diğer merhalelerinin de anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Yazının ilerleyen bölümlerinde, bu safhalar ile ilgili, özellikle; sekerat ile başlayarak ölüm ve ahiret hayatına ait gaybî olan ahvaller ve ilk defa karşılaşacağımız hadiseleri anlatan, Kur’an’dan birçok âyetler ve onun en birinci tefsiri olan hadis-i şerifler nakledilecek.

Kitap ve sünnet ile bize nakledilen ahiret hayatına müteallik gaybî hadiselerin ve haberlerin bir kısmı bize bazı teşbih ve temsil metoduyla anlatılmış. Dinî ıstılahta ‘müteşabihat’ denilen bu teşbih ve temsiller, ölüm, berzah ve haşir gibi gaybî hadiseleri akla yaklaştırmak ve anlamayı kolaylaştırmak için verilmiş. Mesela:

Bir kısım âyet-i kerime[1] ve hadis-i şeriflerde yer alan ve birçok İslam âlimlerinin naklettiği gibi Bediüzzaman Hz de ölümü ve berzah hayatını “mevtin küçük kardeşi” olan ‘uykuya’ teşbih ederek izah etmiş.[2]

Ayrıca berzah hayatında yaşanacak olan haller ile ilgili olarak, uykuda görülen rüyalardan veya yakaza halinde ruhun yaşadıklarından bedenin nasıl ve ne şekilde etkilendiğine dair örnekler gösterilmiş. Verilen bu örnekler hakikatte ne ölümü ve nede ahirete ait halleri tam olarak anlatmak için değil, sadece anlatılan bu gaybî halleri akla yaklaştırmak ve bir ûnvan-ı mülahaza olması için verilmiştir.

Bugün ölüm, değil gaybî yönleriyle, göz önünde vuku bulan fizikî cihetiyle dahi tam olarak çözülebilmiş değildir. Çünkü saha uzmanı Prof. Dr. Osman Çakmak “Ölüm Olayı” isimli bir makalesinde özetle; Modern tıbbın öldü gözüyle bakarak ölüm raporu verdiği birçok kişinin daha sonra hayata döndükleri tesbit edilmiştir.[3]

Daha bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yazının daha sonraki bölümlerinde daha farklı örnekler verilecek ve bahisle ilgili geniş izahatlar gelecektir.

Ölüm ötesi hayat ile ilgili, ‘Müslim’ de geçen ve Onuncu Söz’de de nakledilen bir hadis-i şerif, bize ölüm, berzah ve ahiret fasılları ile gaybî âlemlerin mahiyetini ve acayipliğini özetleyerek, konumuza bir miktar açıklık getirmektedir.

Daha ziyade Cennet ile irtibatlandırılan, bu Hadis-i şerifte Efendimiz (as) “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş (ve) ne (de) kalb-i beşere hutur etmiştir”[4] buyuruyor. Hâlbuki bu hadis-i şerifî biraz daha ihatalı anlamak ve düşünmek için, sadece cennet ile sınırlı anlamak değil, belki, cenneti olduğu gibi, cehennemi, sıratı, mizan hakikatini, haşr-i cismani ve berzah ahvallerini, sekerat ve ölüm safhalarını da içine alacak kadar geniş düşünülmesi ve anlaşılması lazımdır.

Çünkü burada sadece isimleri zikredilen bu mekânların ve ahvallerin, hemen hepsi, âlem-i ahirete ait, Allah’a iman ile beraber zikredilen ‘gaybî hakikatlar’dır. Hz. Bediüzzaman, bu hakikatlere olan imanı, ‘haşrin meratibi var’ diyerek şöyle ikiye ayırır.

Haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur”[5]

Buna göre âlem-i gayba ait ahvallerin umuma lazım ve herkesin bilmesi ile iman edilmesi farz olan kısmı, âlem-i ahiretin mücmel manalarıdır. Yani ahiret gibi gaybî ahvallerin mufassal mahiyetlerine değil, mücmel ve muhtasar hakikatlarına iman etmek umuma farz olan kısmı denilmek isteniyor.

Ayrıca Hz. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikasında; “Erkân-ı imaniye içinde “İman-ı Billah” ve “İman-ı Bilyevm-il âhir” Âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir”[6] derken, İ. İcaz isimli eserinde ise, Kur ân-ı Kerim’in yaklaşık dörtte birisinin, haşir ile ilgili olduğunu söyler. Bazı araştırmacılara göre ise; Kur’an’da Kıyametin kopması, berzah, haşir veya ahiret ile ilgili âyetler, tevhid ile ilgili âyetlerden daha çoktur.[7]

Çünkü Kur ân’ da ahiret ve haşir ile ilgili âyetlerin tevhid ile ilgili âyetlerden daha çok olmasının birçok hikmetleri olmakla beraber, daha önceki bütün peygamber ve resullerin daha ziyade tevhide vurgu yapmalarından dolayı, haşirle ilgili bilgilendirme ihtiyacının daha fazla olması bu hikmet ve sebeplerden birisi olabileceği gibi; Risale-i Nur Külliyatında daha başka sebeplerde zikredilmiş. Mesela, Emirdağ Lahikası’nda;

Kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.”[8] Fakat; “Enbiya-yı salife, haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi, bir derece mücmel (bırakarak), Kur’an gibi tafsilât (vermedikleri için) Sonra ümmetlerinden bir kısmı ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler.”[9] İşaratü’l-İ’caz’da bu meseleye şu cümle ile biraz daha açılıktık getirilmiştir:

بِاْلآخِرَة“ِ kelimesi, bazı ehl-i kitab’ın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünki onların لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلاَّ اَيَّامًا مَعْدُودَةً âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.[10]

(Esbab-ı nüzul kaynaklarında bu âyet; Medine’de Efendimizin (as) huzurunda Necran Hristiyanları ile Medine Yahudileri arasındaki bir tartışma üzerine nazil olmuş. Her iki grup da cennete sadece kendilerinin gireceğini iddia ediyorlardı. Âyet onlara cevap olarak nazil olmuştur. Özellikle, Yahudiler cehenneme gitseler bile orada sayılı günler kalacaklarını söylüyorlar. (Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır: Hak Dini Kur’an Dili. Cilt 1, ( İstanbul: Eser Neşriyat.1979) 394.) Çünkü hem Hristiyanlar hem de Yahudiler her ikisi de âklî ve ruhanî bir haşre inanırlar. Haşrin cismani olacağını kabul etmezler. Hatta Yahudilerin Saduki mezhebine bağlı olan bir grubunun ahireti inkâr ettikleri İslami kaynaklarda mevcuttur. (d.i.a 17.cilt:185)

Haşr-i cismaniyeyi reddedip sadece ruhanî bir ahireti kabul etme fikri ehl-i kitapla sınırlı kalmayıp, İbn-i Sina ve emsali bazı İslam filozoflarını da etkilemiş. Bu filozoflar nakil yolu ile gelen kıyametin kopmasına ve haşrin vukuuna iman etmişler. Fakat bütün ulema-i İslam’a muhalif olarak sadece ruhanî bir haşre iman edip, akıllarınca muhal veya gereksiz gördükleri haşr-i cismaniyeyi reddetmişler.

İmam-ı Gazali de birçok âyet ve hadislerin açık ve zahirî beyanlarıyla va’z edilen haşr-i cismaniye karşı çıktıkları için onlara tekfire varacak kadar şiddetli eleştirilerde bulunmuştur[11]

Hz Bediüzzaman, ise; Haşr-i cismaniye(ye) “ahval-i uhreviye ve berzahiye(ye) ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat Kur’an’ın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor”[12] demiştir.

Bu zikredilen sebeplerden veya hikmetini bilmediğimiz daha başka sebeplerden dolayı, Kur’an’da haşir sürecini oluşturan, kişinin ölümü ve kıyametin kopmasıyla başlayıp, berzah, haşr-i ekber, sırat, cennet veya cehennem ile devam edecek olan ebedî hayat ile ilgili âyetlerin tevhid ile ilgili âyetlerden daha fazla olduğu anlaşılıyor.

2- Ölüm hakikati veya ölümün hakikati:

a)Kur’anî naslar ve bir esma tecellisi olarak ölüm:

Ölüm hakikatı veya ölümün hakikatı ile ilgili tahlillerde Hz. Bediüzzaman’ı emsallerinden farklı kılan özelliklerden birisi de ölümü ‘esma’ endeksli düşünmesidir. Çünkü Ona göre; “Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati; Esma-i İlahiyeye istinad eder. (veya) Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad”[13] ettiği gibi, cüz’i- küllî bütün ölümler ve vefatlar da, ‘mümît’ ismine istinat edip onun bir tecellisi olduğunu söyler.

Çünkü O, “Kur’an-ı Hakîm’in كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ “Her nefis ölümü tadıcıdır.”[14] “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler”[15] gibi âyetlerden aldığı derse [16] binaen, ‘Ey insan, düşün! Sen alâküllihal öleceksin’[17] diyerek önce ölümün ferd bazındaki enfüsî boyutunu nazara verir.

Sonra da “Her nefis ölümü tadıcıdır” âyetinin tefsirinde ise ölümü, sadece insan hayatıyla, sınırlamayıp bütün Kâinatta carî olan diğer küllî kanunlar gibi küllî bir kanun olarak görür.

Daha sonra bu küllî kanunun tasarruf ve işleyişini farklı kategorilere ayırır. Mesela; Lem’alar isimli eserinde: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde: “Nev’-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek![18] der. Daha sonra da; “Nasılki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü”[19] açacağını aklî ve mantıkî misaller ile izah eder.

b) Ölümü idrak etmekte ‘Rabıta-i mevt’ tefekkürü ve sünneti:

Hayatın her alanında Sünnet-i Seniyeye ittiba-ı bir meslek ittihaz eden Hz. Bediüzzaman, “ اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ –ev kema kal- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!”[20] hadisi-i şerifinde tavsiye edilenrabıta-i mevt’ hakikati üzerinde yoğunlaşıp, onu hakikat mesleğine daha uygun bir tefekkür sistematiği içinde mütalaa ederek;

İbrahim (as) gibi لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ deyip, uful edenlerden ve zeval bulanlardan ruhun elini çekmesi gerektiğini, Kalbin de mecazî mahbublardan vazgeçmesi, vicdanın hatta nefsin dahî fânilerden yüzünü çevirerek, İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ nidasıyla, kurtulması gerektiğini söyler.[21]

Hz Bediüzzaman, bu şekilde âleme ve eşyaya nazar-ı dekaik aşina ile bakan, ehl-i hakikat ve ehl-i dikkat mesleklerin, Rabıta-i mevti’, Ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur” olmadıklarını söyleyerek, ‘Rabıta-i mevti’ tahayyül ve tasavvurdan ziyade ‘nazariyat’ alanına taşıyarak, ‘elmevti hakkün’ kaziyesi ile ilgili, daha realist tahliller ve mukayeseler yapar.[22]

Çünkü ölüm gibi çok küllî bir hakikatin hayalî düşünceye ihtiyacı olmadığını,meslek-i hakikata (da) uygun” gelmediğini söyleyerek, Belki akibeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.

Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol”[23] açtığını söyler.

Yirmi Dokuzuncu Söz’de; “Mümkün bir mes’elenin gayet kuvvetli bir muktezisi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise; ona mümkün değil, belki vaki’ suretiyle”[24] bakılabileceğini söyleyen Hz Bediüzzaman; aklen, ilmen ve mantıken yeterli delilleri olan, imkanî bir hakikata, mümkün nazarıyla da bakılabileceğini ifade eder. ‘Rabıta-i mevt’ tefekkürünü de bu mantıkî kaide kurallar üzerine bine eder.

Sonra da On Birinci Lema’da bu kaidenin pratik çalışmasını yaparak, ‘Rabıta-i mevt’ düşüncesini, tahayyül, tasavvur ve tefekkür gibi gelecek zaman endeksli değilde,Şu kâinatın (ve içindekilerin) kıyamet vaktinde ölmesi muhakkak-ul vuku’ olduğu için, nazarımda vaki’ hükmüne geçti” diyerek gelecekteki mevtleri, ‘vuku bulmuş’ olarak görür.[25]

Ayrıca R. Nur Külliyatında bu tefekkür ve düşünce sistematiğinin, manevi terakki ile ruhani bir hâl olarak da yaşanabileceği ‘tayy-ı zaman ve bast-ı mekân sırrı’ ile anlatılır.

Mesela; istikbalde olacak bir vakıayı, olmuş olarak idrak etmek veya geçmiş ve geleceği ‘hal’e’ getirerek ‘şimdiki zamanda’ yaşamak, ancak tayy-ı zaman ve bast-ı mekân sırrına mazhariyeti ile mümkün olduğu belirtilir. Mektubatta ruhun bu sırra mazhar olabilmesi için, önce zaman ve mekân kayıtlarını aşması gerektiği, şöyle izah edilir. “Ruh zamanla mukayyed (olmadığından) Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmüne”[26] geçerler denilmiş.

Hz. Bediüzzaman, ‘Rabıta-i mevt’ pratiği olan, bu tefekkürünü ve ölüm gibi küllî bir kanunu; mazi, müstakbel ve hâl gibi nisbî hakikatlere, mescid, medrese, şehir, kale ve hisarlar gibi camid mekânların tahrip ve inkirazına ve de hilafetin kaldırılması, şer’i kanunların ilgası ve Osmanlı devletinin yıkılması gibi hükmî şahsiyetlerin vefatını da, içine alacak kadar geniş ve küllî bir alana teşmil etmiştir.[27]

Hz. Üstad, bu küllî ve geniş tefekkür pratiği ile “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” hadisi-i şerifinde tavsiye edilenrabıta-i mevt’ sünnetini şuuraltı bir reflekse dönüştürmüştür. Çünkü İmam-ı Şa’ranî birçok hadis kaynaklarına müsteniden naklettiği bir hadis-i Şerif’te, rabıta-i mevt’ sünnetine ittiba edenleri şöyle müjdelenmiştir.

Resûlü Ekrem (as), sordular: “Ey Allah’ın Resûlü, şehidlerle birlikte haşredilecek kimse var mıdır?” (Resûlü Ekrem (as) ise, çokluktan kînaye olarak) “Günde yirmi defa ölümü hatırlayan kişi”lerin bu fazilete mazhar olacaklarını söylemiştir.[28]Risale-i Nur Külliyatında, rabıta-i mevt’ sünneti ve hakikati ile ilgili benzeri tefekkür pratiği, bütün Külliyatta çok yaygın olarak ele alınır. Özellikle ‘fena- beka’ mukayesesi ve muvazeneleri ile rabıta-i mevti’ hayatın her alanına ve zamanın her anına; hatta ‘âşîrelere’ kadar teşmil edilmesi, bazılarını ürküttüğü için bir kısım insanlar Bediüzzaman’ın aklından şüphelenmişlerdir.

Çünkü, bir zamanlar vukufsuz bir ehl-i vukuf Bediüzzaman için; “Bir nevi cezbe ve ihtilâl-i dimâğiye ihtimali (ile) sem u basar cihetinde halüsinasyon hastalığı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir” diyerek Hz Üstad’a, bir nev’i cünun isnat etmiştir.[29]

Hz. Bediüzzaman da ara sıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkata isnad edenlerin sözlerinden bir cihette memnun olduğunu: Hadîs-i sahihte vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder”[30] ifadeleriyle cevap vermiştir.

c) Ölümle yüzleşmek:

Hz. Bediüzzaman’ın, ölüm ile ilgili diğer önemli bir tavrı da, Kâinattaki cüz’î- küllî bütün canlıları ihâta edecek kadar geniş ve şümullü olan, ölüm hakikatina karşı ‘deve kuşu’ gibi başını kuma sokmayı değil, merdâne ‘ölümle yüzleşmeyi’ teklif ettiği, bazı cümlelerinde şöyle der:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor”[31] o zaman “Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”[32]

Çünkü “Beşer yolculuğu kesilmiyor, her günde otuz bin adama isabet eden ölüm”[33] ile sür’at peyda ediyor.” “O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.”[34]

Bu uzun yolda birinci menzilin dünya, ikinci menzilin kabirdir. Bu yol (ise) zâd ister, ziya ister.”[35] Sakın, dünyada paşa, âhirette geda olmayasın!”[36] Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”[37] Çünkü:

Kuran’ın dörtte birini teşkil eden haşir akidesi ve ahiret hayatı;Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemlerine”[38] çıkardığı ibadının, dünya hayatlarının hitama ermesiyle, girdikleri kabir veya âlem-i berzah, haşr-i azam, hesap günü ve sırat köprüsüyle devam edecek olan ebediyet yolculuğudur.

Veya insanın; müddet-i hayatının bidayetinden nihayetine kadar, vücud-u cismanisindeki inkılaplar ile birçok tebeddülat ve tegayyürat ile tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini ve bekasını muhafaza ettiği gibi, ‘ölüm hendeğini’ de sâlimen atlayarak devam edecek olduğu ebed-ül âbâd seferidir.[39] Bu zemin yüzü, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. İşte bu dehşetli”[40] hakikata karşı gafil adam deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!”[41] bu mümkün müdür?

Hem zeminin yüzünde her sene (mütemadiyen) mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri”[42] gösteriyor ki, “bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudatın içinde başka (bir)maksadın”[43] olduğu anlaşılıyor.

Hem Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar”[44]

Ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesi”[45] olması noktasında “kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniye’ye çalışmak”[46] olduğuna dikkat çeken Hz Bediüzzaman, “Biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi (bu) kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz”[47] der. Çünkü malayaniyet ile meşgul olanın hakiki vazifesinden geri kalacağını belirtir.

3- Ölümün mahiyeti ve yaratılışı.

a) Ölümün görünen ve görünmeyen ciheti:

Ebed-ül âbâd yolculuğunun çok önemli duraklarından veya geçiş merkezlerinden birisi ölüm kapısıdır. Bu giriş kapısının mahiyeti ve yaratılışı, kısmen gaybî ve kısmen de şuhudî olması sebebiyle, bu ‘ölüm mucizesi’ hiçbir zaman tam manasıyla anlaşılamamıştır.

Çünkü ölümün şuhudî kısmı aklî bilgiler ile gaybî kısmı da naklî bilgiler ile bir yere kadar izah edilse de bizzat herkesin tecrübe imkânı olmadığı için, bazı istisnalar dışında herkes tarafından hakkal yakîn derecesinde idrak edilemediği veya edilemeyeceği efkâr-ı ammede neredeyse bir “ulûm-u mütearife hükmüne”[48]

Bununla beraber “Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği mikdar yeter.”[49] Ve “Bir şey tamamıyla elde edilemese de o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir”[50] kaidelerine göre, biz de âyet, hadis ve Risale-i Nur külliyatı kaynaklarında yer alan aklî ve naklî bilgiler muvacehesinde bu çetin meseleyi anlayabildiğimiz kadarıyla müzakere edeceğiz.

Hz. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’de mü’min olan bir insanın fıtratı ve bazı duyguları itibariyle, Âlem-i gayb ve Âlem-i şehadet gibi, iki âlemden gelen tecelliyat ve tezahürün, ‘nokta-i iltisakı ve berzahında”[51] olması sebebiyle “dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî bir ömrü ”[52] ve yolculuğu olduğunu söyler.

Bu yolculuğun dünya hayatına bakan ciheti ve müddeti, bazı hadis-i şeriflerde belirtildiğine göre; bir ağacın altında verilen bir mola kadar kısa olduğu Çünkü: ‘ebed-ül âbâd yolculuğu’;

Benî-âdem(in), büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen”[53] “göçebeler gibi bir yayladan (diğer) bir yaylaya”[54] gelip geçmeleri ve göçmeleridir. Yani ‘mebde’ ile ‘mead’ arasında süratli bir seyr-ü seferdir. Bu kafile, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd”[55] yolcularıdır.

Hz. Üstad, bu uzun yolculukta ayrılıklar, musibetler ve vefiyatlar olsa da, hatta bu yolcuların ülkesinin zaman zaman, “altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse deiman gözlüğüyle bakıldığı zaman hiç “can telefinin” olmadığı gibi, mürettebat ve sâkinlerinin daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılır, der.[56]

Bu ifadelerden ölümün mahiyeti ve hakikati ile ilgili bilginin, büyük ölçüde ölüme bakış açısıyla ilgili olduğu, yani ölüme iman gözlüğü ile mi, yoksa felsefe gözlüğü ile mi, bakıldığına bağlı olduğu anlaşılıyor. Ayrıca ölümün mahiyeti ve hakikati ilgili bilginin ancak ruhun mahiyetini, hakikatini ve sıfatlarını bilmeye bağlı olması,[57] o da yine imanlı bir nazarı iktiza ettiği belirtiliyor. Çünkü ancak ehl-i iman ruhun varlığına, hakikatına ve sıfatlarına inanır.

Çünkü ölen beden olmakla beraber ölümü bütün yönleriyle hisseden ve idrak eden ruhtur. Ruh âlem-i şehadetle olan irtibatını beden vasıtasıyla yapar. Mesela: Bu âlemi ‘göz penceresiyle’ seyrettiği gibi, kulak penceresiyle işitir, el aletiyle tutar, dil vasıtasıyla da kendini ifade eder ve hakeza.[58] Âl-i imrân suresinde haber verildiği gibi;

“ كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ Her nefis ölümü tadacaktır”[59] emri ilahisiyle ruh, cismani olan, ceset kafesinden çıkar, maddi aletlerinden vazgeçer ve kozasını terk eden kelebekler gibi, vatan-ı aslisine yani ruhlar âlemine dönerek,[60] ‘ebed-ül âbâd yolculuğuna’ devam eder.

Ebed-ül âbâd yolculuğunun dünyevî basamağı veya ayağı olan, ölümün mahiyeti ile ilgili başta Peygamberler ve birçok İslam âlimleri çok farklı tarifler yapmışlardır. Bu tariflerin ilki Âdem’e (as) aittir. İmam-ı Eş’ari’nin Hakim ve Tirmizî’den naklettiği bir Hadis-i Şerife göre: “Adem aleyhisselam’ın çocuğu öldüğü zaman, şöyle dedi: Ey Havva, oğlum öldü. Havva sordu: ölüm nedir? Âdem (as) Ölüm kişiyi, yiyemez, içemez, kalkamaz ve oturamaz yapar deyince Havva ağlmaya başladı.”[61]

Risale-i Nur Külliyatındaki ölümün mahiyeti ile ilgili tarifler ise diğer birçok Peygamberlerin ve İslam ülemasının, görüşlerini özetler mahiyettedir. Külliyatta geçen bu tariflerin birçoğundan en sade ve kısası şudur:

Mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir.”[62] “Belki (ruhun beden ile) alâkasının kesilmesidir.”[63] Ölümün mahiyeti ile ilgili birçok tariflerden birisi ve en kısası olan bu cümlenin tafsilatı yazının ilerleyen bölümlerinde gelecektir.

b) Ölümün mahlûkiyeti, yani hayat gibi mu’cize-i kudret olması.

Birinci Mektupta ölümün de hayat gibi yaratılmış olduğu, Mülk Sûresinin ikinci âyetinin tefsiriyle anlatılır. Cenab-ı Hak bu âyette; اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan Odur“[64] buyuruyor.

Bu âyet ve bazı emsali âyetlerin beyanına göre; “Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir nimettir.” diye ifham ediliyor. Halbuki zahiren mevt; inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hêdim-ül lezzattır.. nasıl mahluk ve nimet olabilir?

Elcevab: Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor.

Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.” [65]
Ölümün mahlûk oluşu ile ilgili âyetlerden birisi de Bakara suresinin 28. Âyetidir. Canab-ı Hak bu âyette de:

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْه تُرْجَعُونَ

Yani: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Hâlbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu’ edip gideceksiniz” buyuruyor. Mülk suresinin tefsirinde olduğu gibi, İ. İcaz’da geçen bu âyetin tefsirinde de mevtin, hayat gibi mahlûk olduğuna dikkat çekilir.

Hz. Bediüzzaman, bu eserinde; “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir. Binaenaleyh, mevt, hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. Yoksa, hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir”[66]

c) Ölüm ve hayat fiillerinin birlikte yaratılış mucizesi.

Birçok mucizelerin anlatıldığı On Dokuzuncu Mektupta Canab-ı Hakk’ın bu Kâinata koyduğu “müstemir âdet ve vaziyetini değiştirmesine”[67] veya “askıya almasına”[68] mucize denildikten sonra, Yirminci ve Yirmi Beşinci Sözlerde de Enbiyâ, Yâsin ve Rahmân Sûrelerinin tefsirinde zamanî, mekânî, kelamî, ilmî ve kevnî birçok mucize çeşitlerinden bahsedilmiştir.[69]

(R.Külliyatın’nın birçok yerlerinde nakledilen bu kevnî mucizelerden bazıları şöyledir: Birincisi: Enbiyâ Sûresinde geçen: قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” (Enbiyâ Sûresi, 21.69- Sözler. 261) Âyetiyle bildirilen mucizede, ateşin tabiatı olan ‘yakıcılığının’ askıya alınarak ‘serinliğe’ dönüştürülmüştür. İkincisi: Yâsin Sûresinde geçen: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. ” (Yâsin Sûresi.36.80. – Sözler. 400) Âyetiyle de ‘yeşillik ve yaşlık’ fıtratı tersine çevrilerek ondan ‘ateş’ çıkarılmıştır. Üçüncüsü: Rahmân Sûresinde geçen : الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لاَ يَبْغِيَانِ”Allah iki denizi salıverdi ki, o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar” (Rahmân Sûresi, 55.19-20 – Mektubat. 328) Âyetiyle de, iki akışkan tabiatın, bir arada tutulmasıyla beraber birbirine karışmamasıyla ‘cem’i zıddeyn’ mucizesi vaki olmuştur. Risale-i Nur ıstılahınca bu fiillere ‘cem’i ezdad’ denilir.)

Bu kevnî mucizelerden, birisi de bahsimizle doğrudan alakalı olan, fıtraten birbirine zıt karakter, tabiat ve fiillerin bir arada bulundurulması veya tam tersine inkılap ettirilmesi mucizeleridir.

Bu mucizelerden bahsimizle doğrudan ilgili birisi, Bakara Suresinin 28. Âyetinde, ölümden bir hayat çıkarılması veya ölümün hayata dönüştürülmesi; “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Hâlbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu’ edip gideceksiniz”[70] fermanıyla anlatılır.

Bu âyetin tefsirinde Hz Üstad, evvela; geldiği vakit canlıları, eşyayı tahrip edip, idam adem ve yokluğu götürme kabiliyetinde olan ölümden bir hayat çıkarma veya ölümü hayata dönüştürme hadisesine “Mevt (dahi) hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir” der. Sonra da celalî ve cemalî isimlerin tecellileri olan, iki zıt tabiatın, karakterin ve eşyanın zâtî sıfatları diyebileceğimiz cüz’i veya küllî kanunlarının;

  1. Fıtratlarının değiştirilmesi veya tersine dönüştürülmesi,
  2. ‘Şüzuzat-ı İlahiye’ kanunu denilen[71] Kâinatta carî olan fıtrî kanunların geçici olarak askıya alınması, veya Celalî ve Cemalî tecellilerin bir fiilde ittifakına ‘cem’i ezdad’[72] diyerek bu “İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet”[73] olduğunu, “Zıdları bir fiilde cem (etmenin de), ancak kudreti hadsiz bir Sâni’-i Kadîr’e mahsus” olup mucize olduğunu söyler.[74]
  3. Veyahut ‘bir mu’cize-i kudret’ eseri olarak, Celalî ve Cemalî tecellilerini bir fiilde cemederek, imkân dairesinin, sebeb sonuç denklemine göre ve ehl-i aklın nazarında, “Muhal telakki edilen cem’-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini (ehl-i dikkat nazarlara), isbat edip gösterir.”[75]

Yani bazı felsefecilerin söylediği gibi “Cenab-ı Hak “mûcib-i bizzât”[76] olup da, kendi koyduğu kanunlarının hükümlerine mecbur ve mahkûm değildir. İstediği zaman Kâinata koyduğu bütün kanunları tebdil eder, tağyir eder, iptal eder. Veya bazende zıtları birbiriyle cemederek hâkim-î mutlak olduğunu gösterir.

d) Muhyi ve Mümit’în, iktiranı ile beraber zahirî tearuzun hakikati

Hz. Bediüzzaman’a göre; “Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati; esma-i İlahiyeye istinad eder. (veya) Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad”[77] ettiği için, kâinatta bütün vefatlar ‘Mümît’ ismine baktığı gibi bütün canlılar ve hayat sahipleri de ‘Muhyi’ ismine bakar. Yani bu isimlerin tecellisidirler.

Risale-i Nur Külliyatın’ın birçok yerlerinde ifade edildiği gibi ve yukarıda Birinci Mektuptan yaptığımız iktibasta da, hayat gibi ölümün de bir nimet olduğu ifade edildi. Buna göre ruh sahibi canlılar vefat anında iki nimete birden mazhar oluyorlar. Birisi hayat nimeti, diğeri mevt nimetidir. Risale-i nur ıstılahınca bu manaya iktiran denilir.

Burada asıl merak edilen husus vefat anında ‘Muhyi ve Mümit’ isimlerinin nasıl ve ne şekilde eşzamanlı olarak ve de aynı anda aynı şahısta, Sözler ’de ‘cem’-i ezdad[78]terkibiyle ifade edilen mana paralelinde tecelli etmesidir?

Çünkü her iki esmanın hükümleri farklıdır. Birisi celali diğeri cemalidir. Yani birisi ölümü emrediyor, diğeri yaşamayı. En büyük kemal ve nimetin, celal ile cemalin birlikte tecellisine mazhariyet noktasında, bu iki esmanın tecellilerini telif edebilirsek o zaman ölümün de hayat gibi nimetiyet ciheti daha iyi görüleceği gibi, ölümün mahiyetini anlamaya biraz daha yaklaşmış olabiliriz.

Fiili sıfat ve esmanın hakikatte değilde, tecelliyat noktasında veya makamların ve mazharların kabiliyetleri noktasında takdim ve tehiri ile ilgili olarak:

Sahih Buharide geçen bir hadisi şerifte Cânab-ı Hak buyuruyor ki: ‘Rahmetim Gadabıma galebe çaldı’ bazı hadislerde de ‘galebe çaldı’ yerine ‘öne geçti’ denilmektedir. Yani Allah’ın Rahmeti Gadabını geçiyor. Rahmet önden gidiyor, Gadab arkadan geliyor. Demek ki fiili sıfatlardan bazı fiiller, diğer bazılarının önüne geçebiliyor”[79] denilmiş.

Hadisi şerifte anlatılan bu mesele; Yirmi Dördüncü Söz’ün birinci ve ikinci dallarında genişçe izah edildiği gibi Otuz İkinci Söz’de de

اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ” اَللّٰهُ اَكْبَرُ ” ” خَيْرُ الْفَاصِلِينَ ” ” خَيْرُ الْمُحْسِنِينَgibi tabirattaki müvazenelerde, Esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir”[80] denilmesi veya esma ve sıfatların hakikat ve mahiyet noktasında değilde mazharlara göre ve tecelliyat noktasında bazı mertebelerinin veya tabiri caiz ise bir hiyerarşinin olduğu ifade edilmektedir.

Bu hiyerarşi bazen cemali, bazende celali isimler arasında olduğu gibi, bazende celal ile cemalin zıt tecellilerinin bir arada telif edilmesinden oluşabiliyor.

e)Risale-i Nurda fiili isimler arası iletişim, ayineler ile mazharlara göre tecelli ve tezahür mertebelerinin altı ayrı başlık altında tahlil edilmesi.

Bunlar:

  1. Galib-i esma”[81] ünvanıyla esma arasındaki rüçhaniyet ve riyaset mananaları kavramlaştırılır.
  2. Kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tâbi’dirler”[82] cümlesinde görüldüğü gibi, bir esmanın diğer bazı Esmalara hâkimiyetinden bahsedilir.
  3. Mesnevi Nuriye’deki bir cümlede ise: Cenab-ı Hakk’ın kullarına olan merhamet ve şefkatinin tecellisi noktasında bazı esmaların diğer esmalar ile adeta ‘müsabaka’ edip ‘yarıştığı’ nakledilir.[83]
  4. On Yedinci Söz’de; “İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümîtin, firak ve mevt ile karşılarına çıkması, وَسِعَتْ رَحْمَتِى كُلَّ شَيْءٍ rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmese de, Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı olduğu beş vecihle izah [84] edilir.
  5. Mektubatta; bahsimizle alakalı olan celalî ve cemalî olan esmanın tecellisinde, ayinelerin ve mazharların kabiliyetlerinden kaynaklanan sebeb ve hikmetlerden dolayı ‘zahirî bir tearuzun’ olabileceği veya olduğu belirtilir.[85]

Ve en nihayet yine Mesnevi Nuriye’de: celalî ve cemalî olan esmanın zıddiyet arz eden icraat, tasarruf ve tecellilerini yani “Zıdları bir fiilde cem etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni’-i Kadîr’e mahsus”[86] olduğu belirtilerek, ölüm ve hayat gibi iki zıd fiili, mucizevi bir şekilde ‘mevtte’ cem etmenin, “ancak kudreti hadsiz bir Sâni’-i Kadîr’e mahsus” ve “ancak bir mu’cize-i kudret” olabileceği ifade edilir. [87]

Çünkü Yirmi Dördüncü Mektup’un giriş kısmındaki soru metninde, Mümit ismininEazım-ı Esma-i İlahiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedud”[88] gibi isimlerin tecellilerine müdahale ve muaraza ederek, hatta o tecellilere sed çektiği belirtilmektedir.

Bu tesbitlere ve örneklere göre vefat anında da Mümit ismi, Muhyi isminin bedene olan tecellisini, yani ruhun cismaniyet ile olan ilişkisini keserek, Muhyi isminin önüne geçmektedir. Bu ilişik kesmenin mahiyetini tam olarak bilemiyoruz. Fakat Üstadın tam bu nokta için külliyatın muhtelif yerlerinde Mevt ve hayatın, değişmeleri ve dövüşmeleri ve çarpışmaları”[89] demesinde bu ilişik kesmenin çok basit bir hadise olmadığı anlaşılıyor.

Çünkü Muhyi ve Mümit isimlerinin temsilcileri olan meleklerin, bu değişim esnasındaki tartışmaları, İmam-ı gazali ve İmam-ı Şa’rani’nin, naklettikleri bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır:

Ölüm meleği ile hayat meleği münazara etmişler ve ölüm meleği: Ben canlıları öldürüyorum, demiş. Hayat meleği de ben ölüleri diriltiyorum demiş. Bunun üzerine Canab-ı Hak onlara vahyederek: sizler yapmakta olduğunuz ve emrinize verilmiş şeyi işlemekte devam ediniz. Binaenaleyh öldürende diriltende muhakkak Ben’imdir, Benden başka ne öldüren ne de dirilten vardır”[90] Buyurmuştur.

Az yukarı sahifede de geçtiği gibi, İşarat-ül İ’cazdan yapılan iktibasta, hayattan ölüm safhasına geçildiği bu an veya ölümün zamanlaması ile ilgili olarak: “Mevt (de) hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. Yoksa, hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir”[91] denilmişti.

Yani mevtin asıl sebebi ölüme perde olan hastalık, yaşlılık ve kazalar gibi zahiri sebeplerden dolayı bedenin başına gelen ölüm, tabii bir netice değil, ölümün asıl sebebinin, o kişinin ecel-i fıtrisinin gelmesiyle, yani emr-i İlahi ile vuku bulduğu belirtilmiştir.

Yani mahiyetini bilemediğimiz bir şekilde Mümit ismi, Muhyi isminin önüne geçerek onun cismaniyet ile ilgili tecellilerine sed çekmesiyle, ruhun beden ile ilişiği kesilir ve o anda cismani ölüm vuku bulur. Tam bu esnada ruh iki nimete birden kavuşur. Şöyle ki:

Birincisi: Ruh beden ile olan ilişiğinin kesilmesiyle birlikte, büyük bir ağırlıktan kurtulur. Çünkü ölüm ekseriyetle yaşlılık ve hastalıklı zamanlarında insanı yakalamasından dolayı ruh vefat ile birden cismaniyetin ağır tekâlifinden kurtularak asli hüviyet ve hürriyetine kavuşur.

İkincisi: 29. Söz’de izah edildiği gibi vefat eden insan mevt ile bütün bütün çıplak olmaz. Çünkü “cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer”[92] denilmiş.

Ayrıca; Otuz Üçüncü Söz’de, ölüm ile ruhun bedeni terk etmesini, “tahvil-i mekân ve tebdil-i beden”[93] cümlesiyle tarif etmiş. Yani ruh mevt hengâmında iki şeyi birden yapıyor:

  • Birincisi şimdiye kadar kullandığı evini yani dünyevi hayatını değiştirerek “tahvil-i mekân” yapıyor ve âlem-i berzaha taşınıyor.
  • İkincisi de şimdiye kadar, kullandığı dünyevi cesedini de terk edip, âlem-i berzahta içinde yaşayacağı “beden-i misalîsini giyerek tebdil-i beden” yapıyor.

Yani ruh bedenin ölümüyle dünyevî evinden yuvasından ve kafesinden çıkarak, haşr-i azama kadar beraber olacağı ve “bir derece sabit olan, libası ve beden-i misalîsi” olan yeni hanesine taşınıyor.

f) Ruhun yeni bir vücuda intikal etmesinde müttefik olan âlimler, bu intikalin cesede mi yoksa‘beden-i misalîsiyeye’ miolacağında ihtilaf etmeleri.

Elmalılı Hamdi Yazır, Bakara suresinin 28. Âyetinde geçen ثُمَّ يُحْيِيكُمْ yani “Sonra sizi diriltir” cümlesi ile ilgili tefsirinde bu âyetin hem kabir hayatı, hem de kıyametten sonra dirilmeyi kapsadığını söylemiştir. [94]

Bahsimiz kıyametteki büyük diriliş değil de, ölümden hemen sonraki diriliş olduğuna göre, buradaki asıl merak edilen husus dirilişin mahiyetinin ne ve nasıl olduğudur. Yani bu ihya fiilinin mazharı, ruh mudur, yoksa beden veya ceset midir.?

Ehl-i Sünnet İslam âlimlerinin ekseriyeti ruh için bu safhada ölme ve dirilme söz konusu olmaması ve dirilişin cismaniyette olacağı üzerine ittifak etmişler. Fakat ثُمَّ يُحْيِيكُمْ “Sonra sizi diriltir” cümlesi ile dirilecek olanın ‘cesed’mi, yoksa “beden-i misali”mi olduğu üzerine ihtilaf etmişler. Bu ihtilaftan iki görüş ortaya çıkmış.

Birinci görüşe göre: Kabir suali esnasında Münker Nekirin suallerine cevap vermek için, ruh cesede geri döner. Bu şekilde Haşr-i azamdaki cismanî dirilişin mukaddimesi ve birinci kısmı vuku bulur.[95] İkinci görüşe göre ise: Ölümden hemen sonra, ruhun yeni yaratılan, “beden-i misaliye” girmesi ile cismanî dirilişin ilk safhasının vukuu bulmasıdır.[96] “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukurdur”[97] hadis-i şerifini ‘beden-i misali’ bağlamında anlayan bu ikinci grup İslam âlimleri vardır. Bunlara göre:

“İnsan ruhunun kıyamete kadar kalacağı ve onun dünyada iken işlediği her türlü fiilin mânevî karşılıklarından meydana gelen (yeni yaratılan vücudu), “misâlî beden” olarak değerlendirirler. Bu misâlî beden kişinin gerçek mezarıdır.

Ölen her insan dünyada işlediği amellere göre bu gerçek mezarda ya azap görür veya lezzetlere mazhar olur”[98] Nitekim Yirmi Sekizinci Mektupta, meydan-ı haşirde, mahşer ehlinin elbiseleri ile ilgili bir suale verilen cevapta; ehl-i saadet ve ehl-i şekavet ehlinin elbiseleri, o kişinin ameline göre küçük bir cennet veya cehennem olacağı belirtilmiş.[99]

Bu tesbitlere göre: ثُمَّ يُحْيِيكُمْ “Sonra sizi diriltir” âyetinden, kelam âlimleri, Kabir suali esnasında Münker Nekirin suallerine cevap vermek için, ruhun cesede geri dönmesi şeklinde tefsir ederken, daha ziyade Muhyiddin Arabî gibi tasavvuf ehl-i âlimleri ise: ruhun vefattan sonra “beden-i misaliye” girdiğini anlayarak öyle tefsir ettikleri görülüyor.[100]

Hz. Üstad’ın Yirmi Dokuzuncu Söz’deki, “beden-i misali” ile ilgili şerh ve izahlarından, Onun ’da bu konuda, tasavvuf ehl-i âlimleri gibi düşündüğü anlaşılmaktadır.

g) Ölüm anında Mümit ismiyle beraber Kadir isminin de tecellisinin hikmeti.

Hz. Üstad, İşarat-ül İ’caz’dan iktibas ettiğimiz yukarıdaki cümlede, tam bu safhaya yani ruhun cesedden çıkarak ‘beden-i misalîsi’ giymesi zamanınaMevt (de) hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir” diyerek cismaniyetin olduğu bir yaratılışa işaret eder.

Çünkü Mektubatta[101] ve Şualarda[102] belirtildiği gibi varlıkların ‘vücud-u ilmi’ ve ‘vücudu zihni’ mertebelerine ‘ilim’ ve ‘irade’ kâfi iken, Cenab-ı Hakk’ın ‘Kadir’ ismi, yani ‘Kudreti’ de yaratılışa dâhil olunca cismanî bir vücudun yaratılması kaçınılmaz oluyor.

Buna göre: ölümün bütün safhalarını kapsayan, ‘Mevtin bir mu’cize-i kudret’ olması, onun mahlûkıyetini açıkladığı gibi, ruhun girecek olduğu yeni yaratılan menzilinin, yani ‘beden-i misalîsi‘nin’ latif ve misali de olsa cismani bir mahiyetinin olduğuna işaret ediliyor.

Burada yeni yaratılan ve “bir derece sabit olan, libası ve beden-i misalîsi ile ruhun dünyevi hayatı boyunca beraber olduğu cismani vücudu arasında en önemli iki fark vardır, bunlar:

  • Dünyevi olan cismani vücudu, ruhun hanesi ve yuvasıdır. (libası değil)
  • Ruhun ölüm ile beraber yeni yaratılan ve bir derece sabit olan beden-i misalîsi ise, onun libasıdır. (Evi değil)

Buna göre ruhun dünyada devamlı olarak değişime uğrayan ve hanesi olan cismanî beden ile ölümden sonra ta haşr-i azama kadar, her zaman her yerde kendine refakat edebilecek ve bir derece sabit olan beden-i misalîsi arasında çok fark vardır. Birisi evdir diğeri elbisedir.

Bu bölümü bir cümle ile özetleyecek olursak: vefat esnasında bir taraftan ruh cismani cesed ile ilişiğini keserken, aynı anda eşzamanlı olarak beden-i misalinin de yaratılıyor olmasını, Üstad Hazretleri, ölüm ve hayat gibi iki zıd fiili, bir fiilde cem etmenin, “ancak kudreti hadsiz bir Sâni’-i Kadîr’e mahsus” olduğunu ve “ancak bir mu’cize-i kudret” olabileceği cümlesiyle ifade eder.[103]

h) Berzahî ve Uhrevî hayatta yaratılacak olan beden ve ceset farkı:

Yirmi Dokuzuncu Söz’den iktibas ettiğimiz yukardaki metinde Hz. Üstad‘ın çok dikkatli kullandığı iki kelime var. Birbirinin aynı veya yakın manalar gibi görünen bu kelimelerin lügat manalarına baktığımız zaman aralarında çok ciddi farkların olduğu görünmektedir. Bu kelimelerin birisi ceset diğeri ise bedendir. Dini ve ilmi kaynaklara göre:

Ceset: Kelimesi bir canlı varlıktan organik yapının tamamına vücudun bütününe (denir)

Beden: İse baş kol ve bacaklar dışında (ki) gövde için kullanılır. Yani vücudun bir kısmını ifade eder.[104]

(Kuranda CESET ve BEDEN kelimeleri sadece İNSAN için kullanılır. (Kuran da) Ceset kelimesi dört âyette geçer. Bunlar: Araf suresi: 7/148, Taha suresi: 20/88,Enbiya suresi:21/8, Sad suresi: 38/34 surelerinde geçer. BEDEN: ise sadece bir defa Yunus 10/92 suresinde geçer.” (d.i.a: cilt.8 Sh. 28) Kur’an’daki bu ceset ve beden ayırımı Risale-i Nur Külliyatında ahiret hayatının, berzah ve haşir safhaları anlatılırken aynı orantıda yansır. Çünkü Üstad hazretleri, ahiret hayatının, âlem-i berzah safhası ile ilgili bölümlerde her zaman ruha eşlik edecek cismani vücud için ‘beden’ kelimesini kullanır. Haşr-i azamda ruhun gelip gireceği cismani vücud için ise her zaman ‘ceset’ kelimesini kullanır. Bu tercih sıradan bir tercih değildir. Çünkü âlem-i berzahta ruhun yeni elbisesi olan “beden-i misalîsi” tam bir vücudu değil, mahiyetini tam bilemediğimiz bir şekilde cismani de olsa kısmi bir vücudu ifade ediyor. Üstad hz bu kısmiliği ‘misali’ kelimesiyle ifade eder ve bu ‘misali bedene’ de ‘elbise’ der. Amma ikinci âlemde ise taşıyla toprağıyla ve herşeyi ile yeniden yaratılacak olan ve haşr-i azamda halk edilecek olan insanın cismani vücudu için ‘ceset’ kelimesini kullanır. Yani burada kısmilik yok, tam bir insan vücudundan bahsedildiği anlaşılıyor.)

ı) Ceset kafesinden kurtulan ruhların, âlem-i berzah ve âlem-i şehadette, cismaniyet ile olan irtibatları:

Cismaniyetin ağırlıklarından ve ceset kafesinden kurtulan vefat etmiş ruhlar, âlem-i berzahı ve âlem-i şehadet ve ûlvi âlemleri gezerken, cismaniyet ile olan irtibatları dört şekilde olur.

1.Vefat eden ruhlar, âlem-i berzahta,gılaf-ı latifi ve beden-i misalî” elbisesi giyerek bulunurlar ve haşr-i azama kadar âlem-i berzahı o elbise ile gezerler.[105]

2.Vefat eden ruhlar, âlem-i şehadeti ve Dünyayı gezmek istedikleri vakit ise, “gılaf-ı latifi ve beden-i misalî” yerine “cesed-i misali” giyerler. Yani kısmî bir beden ile değil, tam ‘misali’ bir ceset elbisesi giyerek bu dünyayı gezerler.[106]

3.Vefat eden şehid ise: Celaleddin Es-Suyutî’nin naklettiği bir hadis-i şerife göre: Cenâb-ı Hakk çok güzel, yeni bir cesed indirir, şehidin ruhu o yeni cesede girdiği rivayet edilmiştir.[107]

4.Hz Üstad, Sünuhat’ta Vefat eden ruhların âlem-i şehadete gelişleri esnasında “cesed-i misali” giyerek gezme ve görünme şartını, Hz Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam’ın rüya, yakaza ve keşif ile görünmesinde bir istisna getirir. “Beni rüyada gören, hakikaten beni görmüştür” Hadis-i şerifine binaen; avam-ı ümmetin rüyada, havassın da yakaza ve keşfen gördükleri, Hz Peygamber (as) ruh-u mübarekleriyle temessülünün, “cesed-i misalîsi” ile değil de bizzat, “ruh-u mütecessidi’dir ve Onun gayrı değildir”[108]

Bu açıklamaya göre rüya, yakaza ve keşif ile görünen, Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam’ın sadece ruhani temessülü değil, bizzat Zât-ı mübareğinin kendisi, olduğu anlaşılıyor. Çünkü lügatlere göre; Ruh-u mütecessid: Ceset haline gelen, cesetleşen, vücut peyda eden ruh, anlamlarına gelmektedir.[109]

i) Vefat etmedikleri halde, ‘cesed-i misali’ giyenler:

Dünyada yaşayan bazı salih zâtlar ile Âlem-i melekûtta yaşayan bazı meleklerin “cesed-i misali” giyerek âlem-i şehadeti gezmeleri ve dünyayı gezerek birkısım hizmet faaliyet ve tasarruflarda bulunmalarıdır. Bunlardan birisi:

On Beşinci Söz’de, bu dünyada yaşayan bazı salih ve veli kulların, aynen âlem-i berzahtaki ruhlar gibi “cesed-i misali” giyerek isterlerse bazı sema tabakalarını gezebilecekleri ve bazı tasarruflarda bulunabilecekleri belirtilmiş.[110] Mesnevi-i Nuriye de ise, bu veli ve salih kişilerin “cesed-i misali” giymeleri, “Ruhlarının cismaniyetlerine galib” gelme şartına bağlanmış.[111]

Cesed-i misal-i giyen bazı melekler ise:

Birisi: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâmın, “cesed-i misali” giyerek Dıhye suretinde huzur-u Nebevîye gelerek iman İslam ve ihsan hakkında sorular sorması.[112]

İkincisi: “Cesed-i misali” giyerek Musa (as) ruhunu kabzetmeye gelen Hz Azrail (as) bir avenesine tokat vurulma hadisesi.[113]

Üçüncüsü: Gazve-i Bedir’de beşbin melaikenin, “Cesed-i misali” giyerek -nass-ı Kur’an ile- sahabeler gibi, harbe katılmaları.[114]

j) Vefat etmedikleri halde, misalî vücudlar giyen peygamberler:

a) Üçüncü Tabaka-i Hayatta olan, Hazret-i İdris ve İsa(as) gibi peygamberlerin, ruhlarıyla beraber, hem “beden-i misalî” hem de “cesed-i necmî (giyerek nuranileşip) cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunmaları.”[115]

b) Hz. Peygamber (as), Miraç yolculuğuna çıkmazdan evvel, Kâbe’de Hicr mevkiinde yakaza halinde iken, bir “mu’cize-i kudret” olarak, görevli melekler tarafından göğsü yarılarak, melekûti bir ameliyat yapıldıktan sonra, nur ve nuranî, kabiliyetinde olan, cism-i mübareğinin:

“evliya kalblerinden daha latif, Emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif, Cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif” hale getirilerek, onun ruh-u âlîsiyle beraber, Arşa kadar beraber gitmesi.[116]

k) Vefat eden ruhların sema tabakalarına yükseltilmesi:

Bedenden ayrılan ruhlar, cesedin kefenlenmesi ve defnedilme süresi daha bitmeden önce semaya yükseltilirler.[117]
Yani vefat eden kişilerin ruhları, önce berzah hayatı süresince kalacakları, ruhlar âlemindeki yerlerine kadar yükseltilir veya kurb-u İlahiyeye mazhar olurlar. Daha sonra kabirlerine dönerler.[118] A’raf suresi[119] bu Semaya yükselişi, Vakıa suresi ise, Allah’a ‘yakîni’ olanlardan şöyle bahseder: “Eğer o can Allah’a yaklaştırılanlardan ise”[120] diye başlayıp devam eden âyetlerde bu yakınlaştırma ve yükselmenin tafsilatı anlatılmaktadır.[121]

Bazı hadislerde ise bu yükseltiliş ve yakınlaştırmanın, iman derecelerine göre farklı makamlarından bahsedilir. Daha çok ‘Miraç hadisleri’ içinde geçen bu rivayetlerde ruhun, âlem-i berzahı ve âlem-i şehadeti gezmesinden daha farklı, iki durumu vardır, bunlardan:

Birisi: Bu yükseltilme ve yakınlaştırma işi görevli iki melek tarafından yaptırılır.[122] Yani bu seyahat o ruhun irade ve tercihine bağlı bir yolculuk değildir. Hâlbuki diğerleri iradî ve tercihe bağlıdır.

İkincisi: Bu yükseltilme ve yakınlaştırma yolculuğu esnasında ruh, beden-i misalî’ veya ‘cesed-i misali’ elbiselerinden birini giymez.

Çünkü birçok hadis kaynaklarında, bu seyahatin sadece ruh ile yapıldığı nakledilir. Ayrıcı Üstad hazretleri de aynı manayı teyiden, Hafız Ali ağabeyin vefatıyla ilgili lahika mektubunda, Hâfız Ali: “kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda, âlem-i ervahta seyahata gitti”[123] diyerek, vefat eden salih kişilerin, mezara konulduktan sonra, A’raf Suresinde haber verilen ruhların, sema katlarına yükselişini, bazı miraç hadisleri, daha tafsilatlı olarak şu örneklerle anlatır.

  • Mutlak kâfirlerin ancak birinci kat sema tabakasına kadar çıkabildikleri, sonra oradan aşağılara ‘siccine’ kovuldukları.[124]
  • Yahya ve İsa (as ) kavminin ruhları ikinci kat,
  • Yûsuf (as) kavminin ruhları üçüncü kat,
  • İdris (as) kavminin ruhları dördüncü kat,
  • Harun(as) kavminin ruhları beşinci kat,
  • Musa (as) kavminin ruhları altıncı kat,
  • İbrahim (as) ve Muhammed (as) ümmetleri yedinci kat semaya yükselirler.[125]

Peygamberler ve şehitlerin ruhları ise vefattan sonra cennete giderler[126]

l) Vefat eden ruhların kurbiyeti:

Vâkıa Suresinde haber verilen, vefat eden bazı âlî ruhların, yedinci kat semadan da öteye geçerek, kurb-u İlahiyeye mazhariyetleri yani ‘yaklaştırılmaları’ ile ilgili İmam-ı Kurtubî ve Gazalî ise şu açıklamayı yaparlar:

Canab-ı Hakk’ın bazı ârif ve mukarreb kulları, yedinci kat semadaki İlliyûnu ve Sidretü’l Müntehayı da geçip, seksen bin hicaplar ve perdeleri de geride bırakarak huzuru-u İlahiyeye arz olunduklarını naklederler. [127] Üstad Hz aynı manayı Yirminci Mektup’taki, teyid eden cümlelerinde:

“Bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim’lerine kavuşacakları, yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîm’lerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar”[128]

Bu cümlede ve bu makamda ruhun kurtulduğuesbab dağdağası ve vesaitin karanlık perdelerinin’ en önemlilerinden birisi, cismaniyet ve cismaniyetten meydana gelen ceset ve onunda alt versiyonları olan çok hafif ve latif de olsa ‘beden-i misalî’ veya ‘cesed-i misali’ vücutlarıdır. Bu mertebeye çıkabilen bir ruhun, çok hafif ve latif de olsa ‘beden-i misalî’ veya ‘cesed-i misali’ vücutlara ihtiyacı olmadığı anlaşılmaktadır.

Çünkü bu makamdaki bir ruhun: “Doğrudan doğruya, kendi Hâlıkı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacağı”[129] haber verilmiş. Yani bu mertebedeki bir ruhun Rabbini tanımak ve bilmek için, kendinden başka vasıtalara, sebeplere ve aletlere ihtiyacı yoktur. Ayrıca:

Hz. Üstad, Külliyatın muhtelif yerlerinde bazı arif ve kâmil zâtların, daha bu dünyada iken de terakki ederek, sadece ruh veya kalp ile Doğrudan doğruya Rabbinin huzur-u şahanesine çıkabileceğinin mümkün olduğunu söyler.

Özellikle 31. Söz ve 24. Mektuplarda Hz Peygamber (as), “Mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bıraktığını, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’racın gölgesi içinde”[130] gittiklerini nakleder.

Fakat bu ruhanî ve kalbî seyr ü sülûk yolculuğunda, “yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab”[131] olunarak ‘gaibane ubudiyetten, hazırane ubudiyete geçilebileceğini söyler.[132]

Fakat bu hem dünyada, hemde vefattan sonraki elde edilen bu yakinlik ile doğrudan doğruya Rabbinin huzur-u şahanesine kabul edilerek, bulma ve bilme “rü’yetullah” değildir. Çünkü “rü’yetullah’ın” yeri ancak cennettir. Belki de rü’yetullah’ta sadece ruh ve kalp ile yakinlik yeterli değildir. Cennette olduğu gibi ruh ve ceset birlikteliği gerekmektedir.

m) Berzahta ruhun farklı vücutlara girmesi tenasüh olur mu?

Birinci Mektupta: “beşinci tabaka-i hayat olan, ehl-i kuburun hayatları ekseriyet itibariyle ruhanî bir hayat olduğu”[133]

cümlesinde kabir hayatının, ‘ekseriyet itibariyle ruhanî’ olduğuna dikkat çekilerek ‘ehl-i kuburun’ her zaman ‘beden-i misalî’ veya ‘cesed-i misali’ vücutları istimal etmeye mecbur olmadıklarına işaret edilmiş.

Yani ruh zaman zaman kabirdeki cesetle olan irtibatı ve diğer misali vücutlara girmesi ve onları istimal etmesi olsa da, bunun arizî bir durum olduğu, ‘âlem-i berzahta” aslolan ruhani bir hayatın olduğuna dikkat çekilmiş.

Çünkü bir Ebu Davud hadisinde ‘âlem-i berzahta’ Münker ve Nekirin “sorgu- suali esnasında ruhun cesede iade edildiği zikredilmiştir.”[134]

Fakat bu iade edilişte, müttefik olan, ehl-i sünnet âlimleri, iadenin keyfiyeti ve mahiyetinde ihtilaf etmişler. Yukarı sahifelerde de kısmen geçtiği gibi, ruhun cesede mi, yoksa misal-i bedene mi, iade edileceği hususunda farklı görüşler vardır.

Bu ihtilaf ‘âlem-i berzahın’ tamamen ruhani mi olacağı yoksa ruhun beden-i misalî” veya “cesed-i misali” ile beraber mi olacağı üzerine yoğunlaşmıştır. “ruhun cesede iade edildiği’ hadis-i şerifi için, “Eş’ârî ve Maturidî (âlimlerinin) çoğu ölünün cesedine azabın acısını duyacak veya nimetin lezzetini tadacak kadar bir hayat yaratacağını söyleyip, ruhun cesede iadesi hususunda bir şey söylemekten çekinmişlerdir.”[135]

Fakat bu çekinmenin çok mühim bir sebebi vardır. Çünkü ‘âlem-i berzahta’ ruhun dünyadaki vücudundan başka, farklı cesetlere veya bedenlere girmesi bazı İslam filozoflarınca ‘tenasüh’ düşüncesine yol açacağı iddia edilmiş. Bundan dolayı ‘âlem-i berzahı’ tamamen ruhani kabul etmişler.

Fakat İmam-ı Gazzâlî Hazretleri bu endişeyi delilleriyle isbat ederek ‘tenasühün’ tamamen yeniden Dünyaya geliş ile sınırlı olduğunu ahiret ahvaliyle ilgili ruhun farklı beden veya cesetlere girişinin ‘tenasüh’ ile ilgisinin olmadığın söyleyerek onların fikirlerini reddetmiştir.[136]

Bu tesbitlere göre, İslam âlimleri, ‘âlem-i berzahın’ sadece ruhani olduğuna inanmanın, itikadi bir problem teşkil etmeyeceğin söylerlerken, fakat haşr-i cismani ile beraber cennet ve cehennemi de kapsayan tamamen ruhani bir ahiret hayatına inananları ve söyleyenleri tekfir etmişler.[137]

4- Ölümü idrak etmekte ‘yakîn’ mertebeleri:

a) Ölümü idrak etmekte “ilmel yakîn” ve “hakke-l yakîn” farkı:

Bu dünyada insanların başına gelebilecek en mühim hadiselerden birisi olan ölümün, kişiler üzerindeki etkisi oldukça derin, hatta Üstadın tabiriyle çok ‘haşmetli’, bir vakıa, en ‘dehşetli’ bir hakikattır.

Çünkü Risale-i Nur Külliyatında ölümün, ehl-i iman da dâhîl, insan psikolojisi üzerinde bu kadar çok etkili olmasının sebeplerinden birisi de, ölümün mahiyeti ve kendisi değil de hakikati ve neticesi ile ilgili olduğu üzerinde durulmasıdır.

Bu meselenin tafsilatlı bir şekilde anlatıldığı, On birinci Şua’da, Hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli bir hakikat, ölümle terhis olup sonrada hayat ile dirilmek[138] olduğu belirtilir.

Ölüm ile ilgili bu tespitlere göre; herkesin ilk defa yaşayacağı, zahiren ‘peçesi karanlık’ görünen ölümün insanları korkutması, tabii veya fıtri olmasındandır. Çünkü meçhuliyet ve belirsizlik insan fıtratını korkutuyor. Çünkü bazı istisnalar dışında kimse öldükten sonra kendisine nasıl muamele edileceğinden emin değildir.[139]

Bizim bu bölümde üzerinde durmak istediğimiz husus, ölümü ve musibetleri “ilmel yakîn” bilmek ile “hakke-l yakîn” idrak ediş esnasındaki, yaşanan akıl ve ruh çatışması ile bu hâli yaşayan kişilerin, izhar ettiği tavırları, fiilleri ve sözleridir.

Ölümün yaratılışı ve ötesi isimli makalemizin baştan buraya kadar olan bölümlerinde, temel İslamî kaynaklarda yer alan bilgilere göre, ölümü ancak “ilmel yakîn” derecesinde müzakere edebildik. Fakat “ilmel yakin” malûmat, her ne kadar bir bilgi, marifet ve yakîn hâsıl etse de, ekseriyetle nazarîyattan öteye geçemiyor.

Ölümün arifesine gelen insanın kendisinin veya diğer insanlar ile mahlûkattan, ölümü bizzat yaşayanları gören kişiye, “ilmel yakin” bilgi her zaman kifayet edemiyor.

Yani ölüm ile bilfiil yüz yüze gelip çok az bir zaman sonra, ölümü “hakke-l yakîn” yaşayacak olan kişinin psikolojisine ve halet-i ruhiyesine “ilmel yakîn” bilgi aklına kâfi gelse de, birçok duygu ve hissiyatlarına tam tercüman olamıyor.

Çünkü her yakîn mertebesinin ayrı bir duygu ve hissiyat ile idrak edildiğini beyan eden Seyyid Şerif Cürcani yakîn ve hissiyatlar arasında kurduğu bu bağlantıyı Ta’rifat isimli eserinde şöyle izah eder:

Ölüm:

  • Akıl ile İlme’l yakîn
  • Müşahade ile Ayne’l yakîn
  • Ruhun ölümü idrak etmesi veya bizzat tatmasıyla Hakke-l yakîn olur.[140]

Yani: “Hakke-l yakîn; ilim ve müşahededen geçerek fiili olarak tahakkuk edip yaşanan hakikat demektir. Mesela insanın ölümü bilmesi İlme’l yakîn, melekleri görmesi Ayne’l yakîn, ölümü tatması da Hakke-l yakînîdir”[141]

b) Ölüm karşısında akıl ve ruh çatışması:

Bu tasnife göre ölümü ancak İlme’l yakîn ile bilen aklın, “RUHUN fiillerini ihata edemediği” [142] yani her zaman ruh derece-i hayatına çıkıp, Hakke-l yakîn derecesinde ölüm hakikatini, ihata ve idrak edemediği için, akıl ile ruh arasında zahirî bir tearuz veya çatışma yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu muaraza ile ilgili en mühim örneklerden birisi Mektubat’ta şöyle geçer. Zaman zaman, ‘akıl’; kalp ve ruhun karşılarına çıkar ve “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir”[143] der.

Çünkü akıl fıtratı ve vazifesi gereği her hâdiseye sebeb-sonuç denklemine göre bakarak, birtakım hikmetler maslahatlar ve mantıkî deliller ile izahlar getirerek kabul veya reddediyor.

Hâlbuki ruh ve ruha bağlı bazı hissiyatlar bazen, aklın bunca hikmetlerine, maslahatlarına ve mantıkî delillerine rağmen aklın idrak edemediği birtakım daha derunî, aşkın, hâl, tavır ve düşünceler içine girebiliyor. Üstad Hz bu hususa “Hem, insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez”[144]

c) Ölüm karşısında akıl ve ruh çatışmasının Risale metinlerinin te’lif tarihlerine göre tesbiti:

Bu muaraza ve çatışmanın en bâriz örneklerinden birisi 24. Mektubun baş tarafındaki uzunca sual ve cevapta açıkça görünüyor. Te’lif tarihi 1928 olan bu bölümdeki uzun sualde:

“Eazım-ı Esma-i İlahiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedud’un iktiza ettikleri şefkatperverane terbiye ve maslahatkârane tedbir ve muhabbetdarane taltif, nasıl ve ne suretle, müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meşakkat ile tevfik edilebilir?

Bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebatat enva’ları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekáya müştak olan hayvanat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnalarında ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?[145] deniliyor.

Bu çok çetin ve ateşin suale, akıl-mantık mizanlarına göre; hak, hakikat, hikmet ve maslahat gibi birçok cihetler ile akla ve mantığa gayet muknî, uygun cevaplar verilmiş, itiraza mahal olabilecek hiçbir cihet kalmamış gibi görünüyor.

Fakat bu eserin te’lif tarihinden daha sonra, te’lif edilen diğer eserlere bakılınca bu soruların ve serzenişlerin devam ettiği görülüyor. Üstadın ruhunun tâ derinlerinden kopup gelen o feryatlara, ciddi kulak verildiğinde, o nazenin masnuat ve mahlûkata karşı duyduğu aşk, muhabbet ve şefkat ateşinin, tam sönmemiş olduğu görülüyor.

Çünkü 24. Mektup’un telif tarihi olan 1928 tarihinden sonraki te’lif ettiği bazı Lâhika mektuplarında ve eserlerinde, ölüm ve musibetler ile ilgili çok daha analitik ve eleştirel cümleler, hatta müstakil konular bulunuyor. Bu bahisler genelde iki grup altında toplanıyor.

  • Birinci grup: İnsanların ölümü ile ilgilidir.
  • İkinci grup: Hayat sahibi olan diğer masnuat ve mahlûkat ile beraber bazı mekânların tahribi ile ilgilidir.

Birinci grup: Bediüzzaman Hazretlerinin, yakınlarını ve talebelerini kaybetmesi ve Nur talebelerinin başına gelen musibetler ile ilgilidir. Bunlar ise, annesi Nuriye Hanım, yeğeni Abdurrahman, Hâfız Ali ağabey ve Hasan Feyzi ağabeyler gibi yakınlarının ve talebelerinin vefatlarıdır. Bu zâtların vefatlarından ve Nur talebelerinin başına gelen musibetlerden çok etkilendiği, bazı eserlerinde geçen şu cümlelerde açıkça görünüyor.

  1. Lema. Te’lif tarihi: 1934

Biraderzadem olan; “Abdurrahman’ın vefatının hüznünden gelen dehşetli” (bir elem ve) “ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer arasıra Kur’anın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı.” [146]

Biraderzadem olan Abdurrahman’ınvefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki, beş senedir daha o tesir altındayım.” “Benim merhume validemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm.”[147]

  1. Şua. Te’lif tarihi: 1944.

Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor.”[148]

  1. Emirdağ lahika mektubu. Te’lif tarihi 1946

Ben, merhum Hasan Feyzi‘nin vefatını onun şahsı itibariyle tebrik” etmekle beraber, “Hakikî (bir) mü’min ve müdakkik bir âlim ve yüksek bir edib muallim ve tesirli bir vaiz ve müderris (olan Hasan Feyzi‘nin vefatı Denizli’ye), büyük bir musibettir”[149]

  1. Şua. Te’lif tarihi: 1948-49.

“kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve üç-dört eleklerle elenmek; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor.[150]

Hz Bediüzzaman’ın yakınlarının vefatları dolaysıyla ifade ettiği insanî duygu ve hissiyatları, sadece akrabaları ve dostları ile sınırlı değildir. Çünkü onun şefkatinin, ölüme ve musibete maruz kalan bütün masnuat ve mahlûkatı ihata edecek kadar geniş olduğunu, şu ateşin cümlelerinden anlıyoruz.

İkinci grup: 2. Şua. Te’lif tarihi: 1936

“Bir zaman, bahar mevsiminde, o güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. “Of, yazık! Ah, yazık!” diyerek, bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu akibete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azab gördüm. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?.. diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor(du).

Kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda;”[151] ila ahir.

  1. Lema. Te’lif tarihi: 1934

Hz Bediüzzaman, esaretten döndükten sonra ikinci vatanım dediği Van’a gittiğinde, şehrin Rus istilası sebebiyle uğramış oldu felaket ve musibet karşısında da hissiyatlarını şöyle ifade etmiş. “Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var. Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir derdlerden değildir”[152] demiştir.

İkinci Şua’dan ve Yirmi Altıncı Lema’dan iktibas ettiğimiz bu metinlerde altı çizilerek üzerinde durulacak çok önemli cümleler var. Bunlardan birisi “mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar” cümlesidir. Bu cümlede Üstadın mahlûkat ve masnuat üzerinde gördüğü elim vaziyetleri, musibetleri ve felaketleri eleştirmesi mutlak değildir. Kendi ifadesiyle “mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzleriyle” sınırlıdır.

Yani mahlûkat ve masnuatta görünen elîm keyfiyetler” varlığın mülk boyutu ile sınırlı olup, Hz. Üstadın da eleştirileri mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzlerindeki” bu elîm vaziyetlerinden, çok müteessir olan hissiyatlarının ifadesiyle sınırlı olduğundan asla melekûtî boyuta dönük değildir.

Çünkü “mukadderat-ı hayatiye” denilen melekûtî boyut, tamamıyla itikadî alan olup hiçbir cihetle eleştiriye açık değildir. Çünkü itikadî alana ait olan hükümlerin bir kısmını beğenip bir kısmını eleştirme gibi bir tercih hakkı hiç yoktur. Ehl-i sünnet itikadının en meşhur kaidelerinden birisi olan “imanda istisna caiz değildir” prensibine Üstadın ters düşmesi asla düşünülemez. Çünkü Onun kendi ifadesiyle:

“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbî” [153] olduğunu söyler.

Bununla beraber; Hz. Üstadın bu metindeki ölümler karşısındaki ağlamalarını ve hissiyatlarını ‘vaveylâ-i ruhî’ ve ‘ciğerlerim sızlıyordu’ terkipleriyle ifade ettiği ruhundan kopup gelen feryad-u figanlarını, serzenişlerini ve şekvalarını akıl terazisiyle tartmak da pek mantıklı görünmüyor.

Çünkü aklın ve mantığın kurallarıyla ruhun ve ona bağlı bazı hissiyatların değer yargıları her zaman aynı paralelde hareket edip örtüşmediğini ifade eden İmam-ı Taftazani, Şerhu’l- Makâsıd’ında “Marifet, tasdikin oluşmasında yeterli değildir”[154] der.

Bu meseleyi biraz daha açarak bir misalle bize açıklayan İmam-ı Nesefî ise özetle der ki: Meselâ oğlu cinayet işleyen bir annenin aklı, kendine sunulan kesin deliller karşısında bu durumu kabullenmekten başka bir şey yapamaz.

Ne var ki bu durumdaki anne, önüne konulan bütün aklî delillere rağmen bu hakikati, annelik şefkatinden ve merhametinden gelen hissiyatların tesiriyle hiçbir şekilde bu hadisenin doğruluğuna gönlü razı değildir. Böylece önüne konulan kesin deliller ile aklen inandığı halde kalben ve ruhen inkâr edebilir. Yoksa zihin kesin bilgiyi reddedemez.[155]

d) Akıl ve ruh çatışması yaşayanların sorumlulukları ve bu hallerin şer’î karşılıkları:

Bu harika örnek bahsin açılmasına ciddi bir katkı sağlıyor. Çünkü İmam-ı Taftazani ve Nesefî’nin beyanları ve Hz. Bediüzzaman’ın, hayatında bilfiil örneklerini gördüğümüz aklın hükümlerini ve cüz’-i ihtiyariyi dinlemeyen bazı hissiyatların olduğunu görmüş olduk. Şimdi asıl mesele akıl ve ruh çatışması yaşayanların sorumlulukları ile bu halin şer’î karşılıklarının ne olduklarıdır?

Aklı ve cüz’-i ihtiyarîyi dinlemeyen bu duygu ve hissiyatlar ve onların mes’uliyetleri, R. Nur Külliyatında, farklı makamlarda, fakat biraz dağınık olarak yer alır. Bunların bütününe baktığımızda bahsin iki ana başlık altında izah edildiğini görürüz.

  1. Rahmanî duygu ve hissiyatlar.
  2. Nefsanî duygu ve hissiyatlar.

Birincisi: Muhabbet, şefkat, merhamet, aşk, vecd, cezbe, istiğrak gibi aklı ve cüz’-i ihtiyarîyi dinlemeyen, ‘Rahmanî duygu ve hissiyatların’, şer’i karşılıklarının ne olduklarını Hz Üstad, Mektubat’ta şöyle anlatır:

Ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak,(aklî hükümlere ) muhalefetlerinden (dolayı)mes’ul olamazlar ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez; hattâ aklın tedbiri altına da girmez, o latife, aklı dinlemez.

Elbette o latife bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zât, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek”[156] gerektiği belirtilir.

İkincisi: Hiss, heves, vehim, tevehhüm gibi aklı ve cüz’-i ihtiyariyi dinlemeyen, ‘nefsani duygu ve hissiyatlar’ içinOnlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar”[157] diyerek önce bir durum tesbiti yapar.

Sonra da bu durumu ve halî yaşayanların amel ve fiillerinin şer’i karşılıklarının ne oldukları Lem’alar’da şu cümleler ile ifade edilir:

“Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.”[158]

“Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Çünki tevehhüm ve heves ve hiss, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar. Şu halde kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir”[159] der.

e)Ehakkın arayışında geçici olarak bâtıla düşülebileceğine izn-i şer’i olması.

Hz Üstad, bunlara ilaveten, aklı ve cüz’-i ihtiyariyi dinlemeyen hem Rahmanî hemde Nefsanî duygu ve hissiyatlar için, önce, Sünuhat ’ta şöyle çok genel bir hüküm söyler:

Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var”[160] diyerek işin bidayetinde, ‘ene’ örneğinde olduğu gibi fıtraten de hat konulmayan, rahmanî ve nefsanî duygu ve hissiyatların önünü açık tutar. Fakat bu serbestliğin ilânihaye olmadığını belirterek bu husustaki şer’i sınırları beyan eder.

Birinci grup için: Yani söz dinlemeyen Rahmanî duygu ve hissiyatların, mes’ul olmama şartlarını: Mektubat’tan yaptığımız iktibas cümlesinde “fakat o zamana mahsus olarak” diyerek ‘zaman’ kaydıyla tahdit eder. Amel ve itikad bağlamında ise, ‘Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek’ şartını esas alır.

Eleştiri hakkı ile ilgili olarak da, Şualar’dan yaptığımız iktibas cümlesinde ‘mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzleriyle’ diyerek varlığın ‘mülk boyutu’ kaydıyla sınırlar.

İkinci grup için: Yani söz dinlemeyen Nefsanî duygu ve hissiyatların, aklı ve cüz’-i ihtiyarîyi dinlememe sınırını ise; itikat sahasına girmemek kaydıyla amel ile sınırlayıp kebaire bile girse küfür ile itham etmez. Çünkü ehl-i sünnetin itikadınca “amel, imandan bir cüz”[161] olmadığı için, mümin, söz dinlemeyen Nefsani duygu ve hissiyatların etkisi altında kalarak, itikada taalluk etmediği müddetçe, girdiği günahlardan dolayı imanını kaybetmeyeceğini söyler.

Hz Üstad, insanların ve diğer mahlûkat gibi masnuatın da başına gelen ölüm ve musibetler karşısında, şiddet-i şefkatten ve merhametten ileri gelen, söylediği sözler ve çok etkilendiği anlaşılan, tavırlar konusunda yalnız değildir. Yakın tarihimiz ve İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu hususta en yakın örnek, milli şairimiz Mehmet Akif’tir.

Mehmet Akif, savaş yıllarında gördüğü milli felaketler ve musibetler karşısındaki ıstırap dolu hissiyatını, bazılarına göre ‘şatahat’ sayılabilecek, o meşhur yürek yakan sözlerini, şiir lisanıyla şu şekilde ifade etmiştir:

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!.

………

Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!

…….

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!” demiştir.

5- Ölüme muhatab olmakta nübüvvet ve velayet farkı.

a) Peygamberimizin (as) irtihali karşısında akıl ve ruh çatışmasını yaşayan sahabe-i kiram:

İslam tarihinde ölüm ve musibetler karşısında, bazı hissiyatların etkisiyle alışık olmadığımız, bazı garip sözlerin söylenmesi, sadece Mehmet Akif’le ve savaş gibi büyük felaketlerin yaşanmasıyla sınırlı değildir. Mesela: İnsanlık tarihinde her türlü ahlâkın, faziletin, irfanın ve imanın en zirve noktasında olan Sahabe-i Kiram hazeretında da benzer durumlar yaşanmıştı.

Çünkü Sahabe-i Kiram, Peygamberin (as) vefatında büyük bir şok geçirmiş, geçici de olsa çok ciddi bir dağınıklık yaşamışlardı. Nitekim Bilal-i Habeşî (ra) Peygamberin (as) vefatından sonra üzüntüsünden dolayı Medine’yi terk etmiş ve bir daha ezan okumamıştır. On yıl kadar sonra Medine’ye dönerek bir sabah ezanını okumaya çalışmışsa da ezanı bitirememiş, ezan yarım kalmıştır. Hz Ömer (ra), Hz. Ali ve Hz. Osman’ın (ra), halleri, Bilal-i Habeşî’den (ra) farklı değillerdi.

Peygamber efendimiz (as). “Gökyüzünde Ömer’e saygı göstermeyen hiçbir melek; yeryüzünde de Ömer’den korkmayan ondan çekinmeyen hiçbir şeytan yoktur.”[162] hadis-i şerifiyle her türlü yüksek seciyeleriyle maruf olan Hz Ömer’in (ra), Efendimiz (as) vefatında, Hz. Aişe (ra) naklettiğine göre; adeta aklını ve şuurunu kaybetmişçesine, elinde yalın kılıç Medine sokaklarında kim ona öldü derse boynunu vururumdiyecek kadar ruhî bir deprem yaşamıştır.

Hz. Ali (ra), evinde otura kalmış; Hz. Osman’ın (ra) ise dili tutulmuş, kimse ile konuşamaz ve yürüyemez hale gelmiş ve Onu başkası elinden tutup gezdirmiştir.[163] Sahabe-i Kiramın en seçkinlerinden olan üç halife ve Bilal-i Habeşî’nin (ra), ölüm karşısındaki bu hallerini yadırgamamak gerekir.[164]

(Çünkü yukarı kısımlarda da geçtiği gibi Üstadın orijinal ifadesiyle ölüm; dünyevî hayatın sonunda “en haşmetli ve en dehşetli (vücudu malum fakat mahiyeti meçhul birçok ) hakikatlar” ile karşılaşacak olan insanın bu derece etkilenmesinden daha tabii ne olabilir ki.)

Ayrıca Asr-ı Saadet gibi nurani bir asırda, Hz Peygamberin (as) vefatı gibi dünyanın en büyük bir vakıasından, değil insanlar, hayvanların dahî etkilendiği 19. Mektup’ta şöyle nakledilir. “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü.”[165]

b)Peygamberleri bile korkutan ölüm ile ilgili en büyük hakikat: Meçhuliyet:

Peygamberimiz (as) bazı vakıalar sebebiyle, birçok hadis-i şeriflerinde ölüm karşısında mü’minlerin ‘havf’ ve “reca” dengesini koruyabilmeleri için, fiilî ve kavlî çok ciddi ikazlar ve uyarılar yapmıştır. Mesela İhya’da geçen bir rivayete göre:

“Resûl-i Ekrem ilk muhacirlerden olan Osman b. Maz’un’un ra) cenaze namazını kılıyordu. Osman’ın annesi: ‘Sana cennet müjde olsun’ demesi üzerine Resûl-i Ekrem (as) hiddetlenerek: “Öyle olduğunu nereden biliyorsun? Allah’a yemin ederim ki, ben peygamber olduğum halde Allahu Teâlâ’nın hakkımda ne muamele edeceğini bilmem” buyurmuştur.[166]

“İmam Buhari’nin rivayet ettiği bir hadiste de Hazret-i Âişe (r.a.): – Ya Resûlullah biz seni görüyoruz. Sen: “Kalbleri evirip çeviren Allah’a yemin ederim ki” diyerek yemin ediyorsun. Binaenaleyh sen de akıbetinden korkuyor musun? Diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (as):

Ya Âişe beni (akıbetimden) emin kılan nedir? Hâlbuki bütün kulların kalbleri cebbar olan Allah’ın kudret parmakları arasından iki parmağı arasındandır ki, Allah bir kulun kalbini çevirmeyi istediği zaman onu evirir çevirir” [167] buyurmuştur.

Resûl-i Ekrem (as) ölümden sonraki kişinin karşılaşacağı haller ile ilgili, Zât’ı ismet sıfatına mazhar olmasına rağmen, kendisini de dâhil ederek bu kadar temkinli konuşmasının elbette ki çok hikmetleri ve sebebleri vardır.

Bu sebeplerden birisini İmam-ı Şe’rani, Ebu’l-Ferec b. El-Cevzî’ den şu Hadis-i Şerif-i nakleder. “Cebrail (as) Peygamber (as)’i kıyamet gününden korkuttu ve o kadar korkuttu ki nihayet onu ağlattı. Cebrail’e sordu: “Ey Cibril Allah benim geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışlamadımı mı?” (Cibril) Şu cevabı verdi: “Ey Muhammed, sen mutlaka o günün dehşetinden, sana mağfireti unutturacak şeyler göreceksin”[168] buyurdu.

Bu hadiste mahşerin dehşeti ve haşmetini ifade noktasında Hz Peygamberin (as) ‘geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanmasına’ rağmen, ‘o gün mağfiret edilişinin unutturulması’, Peygamberimizin (as) şahsı üzerinden, diğer Ümmet-i Muhammed’e, ‘havf ve reca’ duygu, düşünce ve itikadının, mahşer günü büyük hesaba kadar devam edeceği anlaşılmaktadır.

Çünkü benzer bir durumla ilgili, Dördüncü Lema’da: “Rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî”[169] dedikleri nakledilmiş.

Yani diğer bütün Peygamberlerin de O gün, ismet sıfatına mazhar olmalarına rağmen, “mahşerin dehşetinden, nefsî, nefsî” diyerek, endişeli bekleyişleri, ‘havf ve recan’ın’ amel defterlerin dağıtılıp, Sırat Köprüsünden geçilip, Cennete girinceye kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu tesbitlere göre sırat-ı müstakim çizgisinin korunması için ‘havf’ ve ‘reca’ dengesinin muhafazası çok önemli olduğu görülmektedir.[170]

(Ölüm karşısında ‘havf’ ve “reca” dengesinin kurulması: Kur’an’da ve hadislerde olan ‘terhib’ ve ‘tergib’ konulu âyet ve hadisler ile kulluk ve ubudiyetin mühim bir esası olan ‘havf’ ve ‘reca’ dengesinin kurulması hedeflenerek, bu sırat-ı müstakim çizgisinin ömür boyu korunması istenmiştir. Bu metot ve modelin aynen yansıdığı R. Nur Külliyatında, ölüm bağlamında ‘havf’ ve “reca” dengesinin nasıl kurulduğuna veya kurulmak istendiğine baktığımız zaman, Üstad hazretlerinin insan hayatını iki kısma ayırarak bu denklemi kurmaya çalıştığı görülmektedir. Bu iki kısmın: Birincisinde; Normal insan hayatının akışı içindeki süreçte ‘terhib’ makamı olan ‘ havf’ ile ilgili metinlerin öne çıktığı. İkincisi olan; İnsanın kendini ölüme daha yakın hissettiği zaman dilimi olan ihtiyarlık ölümcül hastalık ve insan hayatını ciddi tehdit eden diğer hallerde ahiret hayatını ‘tergib’ ettiren yani ‘reca’ ile ilgili metinlerin öne çıktığı görülmektedir. Bu iki makamı telif ederek, bir cümle ile ifade edecek olursak: İnsan normal olarak yaşadığı hayatın akışı içinde ve kendine takdir edilen ömür sürecinde, ‘havfın’ daha fazla olması ama ölüme yakın zamanda ve ölüm anında ise ‘reca ’nın’ daha fazla olması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.)

c) Ölümü ve musibetleri eleştiride nübüvvet ve velayet farkı:

İnsanlar dünyevî hayatın nihayetinde, zahiren ‘peçesi karanlık’ görünen, “en haşmetli ve en dehşetli bir hakikat” olan ölüm karşısında etkilenmeleri, herkesin derece-i imanları ile manevî makamlarına göre çok farklılık arz ediyor. Bu farklılık bazen zahirî ve sathî nazarlarda “kadere itiraz” şeklinde yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyor.

Hâlbuki bu itirazlar, mahlûkat ve masnuatın başına gelen musibetlerin dış yüzleriyle sınırlı olmakla beraber,[171] şefkat ve merhamet gibi bir kısım hissiyatların galibiyetinden ileri gelmesiyle beraber, umumi olmayıp, ancak bazı nebi ve velilere has, naz makamının hususi özelliklerindendir.

Ayrıca; Mehmet Akif, Hz Bediüzzaman, üç râşid halife ve Bilal-i Habeşî’ (ra) gibi velayet mertebesinde olanlar için, ölüm karşısındaki hissiyatlarını ifade noktasında, bu itirazların derecesi ancak “lisan-ı hal ve lisan-ı kal” ile sınırlı olabilirken;

Mektubatta nakledilen, Musa’nın (as) ölüme tokat vurması hadisesine bakılırsa, Yirmi Sekizinci Mektup’ta genişçe izah edilen, bazı hikmetlere binaen, ölüme olan bu itiraz ve müdahalenin derecesi, nübüvvetteki yakîn farkıyla, bizzat ve bilfiil de mümkün olduğu görülmektedir.[172] Avamın ve ehl-i gafletin, içinde isyan ve tuğyana varan ölüme olan itirazları bahsimizden hariçtir.

d) İnsanların en kâmilleri olan Peygamberlerin, ölüm ile muhatab olmaları zamanında, zahîren birbirine çok zıd görünen sözleri ve halleri.

Hz Üstad, On Yedinci Söz’de Cenab-ı Hakk’ın, kemal-i merhametinden ve şefkatinden, insanları ahir ömürlerinde ölüme nasıl hazırladığını şöyle anlatır:

“Sâni’-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir”[173]

Rahmeti gadabına galebe eden, Rububiyet-i İlahiyenin, Rahîm ve Hakîm isimlerinin şefkatperverane idare, tedbir ve tecellisiyle; “Ölümün hakikatıni gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”[174]

Bunun en güzel örneği Yusuf’un (as)Kıssası ile Süleyman’ın (as) duasıdır. “Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâmın hâtimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ “Müslüman olarak canımı al ve beni Salih kullarına ka”[175] âyetinin, en parlak kısmı (şudur) ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini (bu âyet) şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:

Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun. (Hem şu âyet irşad ediyor ve diyor ki): “Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır”[176]

Aynen Yusuf (as) gibi Hz. Süleyman'(as) da tam dünya saltanatının zirvesinde iken, “Rabbim!… Rahmetinle beni iyi kullarının arasına koy”[177] diye dua ederek vefatını istemiş.

Vefatını isteyen peygamberler, Yusuf (as) ve Hz. Süleyman'(as) gibi maddi ve manevi saltanatın, zirvesinde olanlar olduğu gibi daha farklı sebeplere binaen vefatını isteyen resuller ve kudsi zatlarda vardır.

Bunlardan birisi, risalet vazifesini bütün sa’yü gayretiyle yerine getirmesi ve ümmetine gösterdiği birçok mucizelere rağmen ümmetinin kendisini dinlemeyip küfür üzerindeki ısrarlarına binaen, vefatını isteyen İlyas aleyhiselamdır.[178]

Diğerleri ise çok şiddetli bir imtihana tâbi olan hazreti Meryem’[179] ile yaşı ilerleyip sorumluluklarını yerine getirememek, korkusuyla vefatını isteyen Hazreti Ömer (ra)[180] Sözler ve Mektubat’tan iktibas edilen yukardaki metinlerde ve peygamberler tarihi kaynaklarına göre, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar Süleyman'(as), Yusuf (As), İlyas (as), Hazreti Meryem ve Hazreti Ömer (ra) gibi hakikat-bîn zâtların, ölümü sevdikleri ve daha ölüm gelmeden evvel ölmek istedikleri anlaşılıyor.

Bununla beraber bir ön sahifede de anlatıldığı gibi insanların en kâmilleri olan Sahabe-i kiram hazeratının, ölüm karşısında nasıl etkilendiklerini görmüştük. İslam tarihi ve Peygamberler tarihi kaynaklarının tespitlerine göre, aynen Sahabe-i Kiram örneğinde olduğu gibi, bazı Peygamberler de normal insanlar gibi ölümden çok etkilenmişler hatta korkmuşlar. Bunların emsalleri çok olmakla beraber biz buraya, bunlardan dört tanesini örnek olarak kısaca iktibas ettik.

Birincisi: “Ebu Hureyre (ra)’nin rivayet ettiği bir hadiste Resülü Ekrem (as) şöyle buyurur: (özetle) ‘Allah (cc.) Hz. Âdem’i yarattığı zaman O’na: neslini ve ömürlerini gösterir. Âdem (a.s) kendi ömrünü bin yıl, Davud (a.s.) ömrünü ise, kırk yıl olduğunu görünce, kırk yılı çok kısa gördüğünden kendi ömründen altmış yılını, Davud (as) vermesini istemiş.

Hz. Peygamber (as) sözlerine şu şekilde devam eder: ”Âdem (as) yeryüzüne indirilince günlerini saymağa başladı. Ruhunu almak üzere Azrail (as) yanına geldiğinde O’na: “Ey ölüm meleği Azraİl! Acele ettin, daha benim altmış yıllık ömrüm var” dedi. Azrail: “Sen Rabb’inden bu altmış yıllık ömrünü oğlun Hz. Davud (as)’a verilmesini istemiştin, senin şu anda ömrün tükenmiştir” dedi.[181]

İkincisi: “Hz. Davud (as) da yüz yaşına gelince bir gün mescidin mihrabından aşağıya inerken Azraili (as) karşısında görünce ona “Beni bırak da aşağıya ineyim, ya da yukarı çıkayım” dedi. Azrail (as) (ise ona) “Ey Allah’ın Nebisi! Yıllar, aylar, yiyecek ve içecekler tükendi artık!” dedi. Davud (as) da hemen mihrabın basamaklarından bir basamağın üzerinde secdeye kapandı. Ölüm meleği de onun ruhunu secdede iken kabzetti.”[182]

Üçüncüsü: İmam-ı Gazali hazretlerinin ihyada naklettiğine göre: “İbrahim (as) ruhunu kabzetmeğe gelen ölüm meleğine: ‘hiç dostun dostunu öldürdüğünü gördün mü?’ diye sorar. Canab-ı Hak da ona: ‘Hiç dostun dostuna ulaşmasını kerih gördüğünü duydun mu?’ diye vahyeder. Bunun üzerine İbrahim (as): Şimdi canımı al der’ diye varid olmuştur.”[183]

Hz Üstad, Yirminci Söz’de İnsanların en kâmilleri olan Peygamberlerin, nev’i beşere maddî terakkide rehber oluğu gibi manevî kemalâtta dahî, birer rehber ve mürşid olduklarını söylemiştir. Çünkü çok farklı olan insan sınıfları ve herbir insanın ayrı ayrı olan fıtratlarına uygun birer model ve örnek bir Peygamber veya kâmil zatlar lazım ki, insanlara maddî ve manevî sahada rehber ve mürşid olabilsinler.

Bundan dolayı insan hayatının en önemli bir dönüm noktası olan ölüm vakıasında havf ve reca’nın nasıl yaşandığına dair Peygamberlerden yaşanmış örnekler lazım ki, ehl-i imana bir kolaylık ve suhulet olsun.

Bu ve buna benzer diğer birçok sebeb ve hikmetlerden dolayı, Yusuf (As), Süleyman'(as) ve İlyas (as) gibi hakikat-bîn zâtlar ile “Ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”[184]

Âdem’in (as), Davud’un (as), İbrahim’in (as) ve Musa’nın (as) gibi bazı peygamberler ise bazı hikmetlere binaen Azrail’e (as) nazlanmışlar.[185]

6- Kendi ölümleri için dua eden peygamberler ile ölüme karşı nazlanan peygamberlerin hallerinin hikmetleri:

a)Süleyman'(as), Yusuf (As),İlyas (as) ve Hz Meryem’in (as) ölümü istemesi ile ilgili ders ve hikmetler:

1.Cenab-ı Hakk’ın her zaman Rahmetinin gadabına galebe ettiğinden, ehl-i imanın ölümden korkmaması gerektiği dersinin verilmesi

2.Ölüme yakın ‘havfın’ değil, ‘reca’nın’ yani ümidin galebe etmesi gerektiği.

3.“Dünya, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmünde” olduğundan, insan dünya saltanatının, her cihetle en zirvesinde bile olsa ahiretin tercih edilmesi gerektiği.

4.Yusuf (As) تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَMüslüman olarak canımı al ve beni Salih kullarına kat”[186] duası gibi Hz. Süleyman'(as) da “Rabbim! Rahmetinle beni iyi kullarının arasına koy”[187] demesi, bir insan bu dünya saltanatının maddî ve manevî makamlarının, en nihaî noktasına da gelse, imanla kabre girebilmek, bunlardan çok daha büyük bir nimet ve saadet olduğunu anlatmak için bu Peygamberler, (Sanki, aman yarabbi! Başımıza bir hal gelmeden) “Müslüman olarak canımızı al” diye Cenab-ı Hakk’a iltica etmişler.

5.İlyas (as)’ın vefatınız istemesi ise; vazife-i Risalet’in asıl maksadı olan, tebliğ ve da’vet şatlarının, tamamen ortadan kalkması ve artık bundan sonra yaşamanın bir manası olmadığı kanaat ve sebebine binaen vefatını istediği görülüyor. Çünkü:

İmam Mâlik (r.a.) gelen bir rivayette. Resûl-i Ekrem (as): “Allah’ım ..sen insanlara bir fitne (gelmesini) istediğin zaman benim canımı, fitnelenmemiş, fitneye karışmamış olarak alıp nezdinde yükselt, diye dua ederdi.” [188]

6.Hz Meryem’in ölmeyi istemesi: “keşke bundan önce ölmüş olsaydım da unutulup gitseydim”[189]. diyerek ölümü istemesi ise ehl-i sünnet alimlerince şerh ve izah gerektiren ayrı Kur’ani bir kriter gibi görünüyor.

b) ”Âdem’in (as),Davud’un (as), İbrahim’in (as) ve Musa’nın (as) Azrail’e (as) nazlanmaları:

Diğer taraftan, ”Âdem (as), Davud (as), İbrahim (as) ve Musa (as) gibi Peygamberlerin ölüm ile karşılaştıklarında, söz, fiil ve hallerinin bütün ehl-i imana verdiği dersler ve hikmetlerden bazıları:

1.Ölüm bu peygamberlere hiç beklemedikleri bir zamanda aniden gelmesi ile bütün ehl-i imana ‘ölüm’, her an gelebilir ‘hazırlıklı olun’ mesajı verilmiştir.

2.Peygamberlere bile aniden gelebilen ölüm haberi, insandaki ‘havf’ duygusunu harekete geçirerek mü’minleri menhiyattan men, evamire imtisale sevk ederek, temkin ve teyakkuz halinin muhafaza etmeleri istenmiştir.

3.İsmet sıfatıyla muttasıf olan bu Peygamberler akıl, kalp ve ruh cihetiyle, imanın, “hakke-l yakîn” mertebesinde olmalarıyla birlikte, ölümle sınanmaları halinde, söz dinlemeyen bazı hissiyatlar ile olan imtihanlarının, son nefese kadar devam ettiğinin anlaşılmasıyla; diğer mü’minlere, ‘aman dikkat, son nefesi verinceye kadar kimse emin değildir’ manası anlatılmak istenmiştir.

4.Âdem (as) örneğinde görüldüğü gibi bir insan bu dünyada binyıl yaşasa dahi, “ebedperest (olan fıtratı ile) kalbi ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhu”[190] ölüm ile zahirî bir ayrılığa bile, bazı hissiyatları itibariyle asla razı olamadığı anlaşılmaktadır.

5.Ölüm anındaki hal tavır ve sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Davud (as), ‘Zebur’un’ kendisine indirilmesi ve dört büyük Peygamberden biri olması ve İbrahim (as) ‘Halilullah’, Musa (as) ‘Kelimullah’, olmaları; onları, hiçbir zaman rehavete atmadığı gibi bilakis, hayatlarının, son anlarına kadar ‘havf’ duygusunu muhafaza ettikleri anlaşılıyor.

Çünkü Peygamberimiz (as) bile yukarıda geçtiği gibi, “Allah’a yemin ederim ki, ben peygamber olduğum halde Allahu Teâlâ’nın hakkımda ne muamele edeceğini bilmem”[191] buyurması, bir insan velayet cihetiyle peygamberliğe yakın bir makama de gelse, ta imanla kabre girinceye kadar ‘havf’ hali üzere olmasının, daha emniyetli olduğu anlaşılıyor.

Ayrıca: Bu peygamberan-ı izam Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen vazife-i Risalet’in daha devamını ve bekasını arzu ettikleri için, kendi ecellerine dikkat etmelerinden, bazen hizmetine sed çekmek isteyen, ölüm meleğine, ‘niçin bu kadar acele ettin daha yapacak çok işimiz vardı’, diyerek, sanki hesaba çekmişler.

Hatta Musa (as) gibi celalli olan bir Peygamber de hiddetini alamayarak hizmetine sed çekmek isteyen, ölüm meleğinin gözüne, (adeta) şimdi ölmenin zamanı mı diyerek bir şamar aşketmiş.[192]

Çünkü Resülü Ekrem (as) birçok hadislerinde; “Ne kadar sıkıntıda olursa olsun hiç kimsenin ölümü temenni etmemesi gerektiğini”[193] Çünkü “sizin en hayırlınız ömrü uzun olup da, ameli güzel olandır”[194]buyurmuş.

c) Cenab-ı Hakk’ın celalî tecellileri karşısında bazı nazdar kullarının, sitemlerine ve ‘mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzlerine’ olan itirazlarına izin vermesi.

Canab-ı Hakk’ın celalî tecellilerinden ölüm ve diğer dünyevî musibetlere maruz kalan mü’minlerin hissiyatlarını, kulluk edeb ve adabını aşmadan ifade edebileceğini belirten Bediüzzaman hz yine burada çok önemli olan bir dua âdabını, Yakub Aleyhisselâm’ı örnek göstererek şöyle der:

“Musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı” yoksa “ef’alini tenkid, rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar” diyen Hz Bediüzzaman, “Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ı” örnek göstererek اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّىِ وَ حُزْنِى اِلَى اللّٰهِ “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim”[195]. demesi gibi olmalı (der. Yani) Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva”[196] etmemeli, der.

Ölüm ve diğer dünyevî musibetler karşısında şikâyetlerini, kullara değil de doğrudan Cenab-ı Hakk’a arz eden nazdar ve salih kullar sadece peygamberler ile sınırlı değildir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi de Musa (as) kavminden olan, ‘Berh-i Esved’in yağmur duasıdır.

İmam-ı Gazali hazretlerinin İhyada naklettiğine göre: “Cenab-ı Hakk’ın İsrâiloğulları’na verdiği yedi yıllık kuraklık musibetinden sonra Musa (as) yetmiş bin kişi ile yağmur duasına çıkar.

Cenab-ı Hak, Musa (as)’a “yakînsiz” bir şekilde bana dua edenlerin dualarını nasıl kabul ederim? Sen ‘Berh-i Esved’i’ bulda o dua etsin, duasını kabul edeyim, buyurur. Musa (as) da uzun aramalardan sonra en nihayet Cenab-ı Hakk’ın nazdar kullarından olan, ‘Berh-i Esved’i’ bularak, durumu kendisine bildirir. O da bir dağ başına çıkar ve yağmur duasında şöyle der.

“Allah’ım bu sana yakışmaz. Senin hilmin bunu gerektirmez. Sana ne oldu? Suların mı azaldı, yoksa esen yeller emrine itâat mı etmiyor, yoksa sermayen bitti mi, yoksa günahkârlara fazla mı kızdın? Sen Gaffar değil misin? Günahkârları yaratmadan önce rahmeti yaratmadın mı? Bizlere merhamet ve şefkatle muamele etmeyi Sen emretmedin mi? Yoksa imtina ettiğini mi bize gösteriyorsun? Yoksa kayboluruz korkusuyla biran önce bizi cezalandırmak mı istiyorsun?

Nedir bu? Der demez yağan rahmet damlaları ile İsrâiloğulları ıslanmaya başladı ve hemen yarım günde ortalık yeşerdi. Duadan sonra ‘Berh,’ Musa (as)’a; nasıl Rabbimle olan mücadelemi ve Rabbimin bana karşı olan insafını gördün mü? Deyince, Musa (as) onun bu sözlerine karşı onu cezalandırmak istedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: Onu bırak, zira O günde üç def’a bizi tebessüm ettirir diye vahyetti.”[197]

d) Ölüme yakın veya Son nefeste ‘Havf’ ve “Reca’nın” barışması veya telifi

اَلَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلاَقُوا رَبِّهِمْ وَاَنَّهُمْ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ۟ Bakara Suresi 46. Âyette: “Hak’tan korkanlar, o zâtlar dır ki Rablerine mülâki olacaklarını ve onun huzur-u manevîsine döneceklerini düşünüp teemmül ederler ” buyruluyor. Bu âyette görüldüğü gibi daha bundan başka, yaklaşık yaklaşık yirmi âyette Ölüm: “lika” (Allah ile ) buluşmak kavramıyla ifade edilmiştir.[198] Ayrıca müfessirler bu âyette geçen ‘Mülâki’ veya ‘lika’ kelimesi ilgili olarak: “Allah’a kavuşmaktan maksadın ölüm olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadiste ‘lika’ kelimesini bu anlamda kullandığı ”[199] belirtilmiş.

Resülü Ekrem (as) Allah’a kavuşmanın mahiyeti ile ilgili olan diğer bir hadis-i şerifte: “Allah’a mülâkatı (ölümü) seveni Allah da sever. Allah’a mülâkatı (ölümü) sevmeyeni Allah da sevmez.” buyurunca, ashab: “Hepimiz ölümü kerih görürüz” demeleri üzerine Resülü Ekrem (as) “O, o demek değil; mü’mine Cennet’teki yeri gösterildiği vakit ölümü sever Allah da onu sever.”[200]

Hz. Âişe’den (ra) gelen bir başka rivayette ise: Hz. Peygamber (as), “Allah’a kavuşmayı arzu eden kimse ile Allah da buluşmayı murat eder, bunu arzu etmeyen kimseyle buluşmayı ise kerih görür” buyurmuş, bunu duyan Hz. Âişe’nin hiç kimsenin ölmeyi hoş görmediğini söylemesi üzerine Resûlullah şöyle demiştir: “Senin zannettiğin gibi değildir. Bir mümine ölüm hali gelince ilâhî rıza ve lütufla müjdelenir. Artık onun için hiçbir şey âhiret yolculuğu kadar sevimli değildir”[201] diye buyurur.

Bu bölümün ana konusu olan ‘Havf’ ve “Reca’nın’ mümin üzerindeki vazifesi ve nöbet değiştirme zamanını belirleyen bu iki hadis-i şeriften:

Birincisine göre; Âdem (as), Davud (as), İbrahim (as) ve Musa (as) gibi Peygamberler, ölüm anında “Cennet’teki yeri gösterildiği vakit ölümü severek” havf’ları, reca ’ya dönüşmüş oldukları anlaşılıyor.

İkincisine göre ise: Hz. Süleyman'(as) ve Yusuf (As) gibi Peygamberler ise “ölüme yakın bir zamanda ilâhî rıza ve lütufla müjdelenerek” havf’ları, reca’ya dönüşmüş oldukları anlaşılıyor. Tarih ve siyer-i nebi kaynaklarına göre Hz. Süleyman'(as) ve Yusuf (as) gibi Peygamberler, ölümü severek istemeleri ve bu şekildeki dualarından sonra daha uzun müddet 30-40 yıl kadar yaşadıkları bilinmektedir.[202]

7-Ölümün hakikati sabit olmakla beraber, mahiyetinin mazharlara göre tebeddül etmesi:

a) Niyet ve nazara göre ölümün mahiyetinin değişmesi

İstatisklere göre her gün iki yüz elli bin kişiye isabet eden ölümün hakikatı, akıl, şuhud, tecrübe ile sabit olup bütün nev-i beşer bu konuda müttefik oldukları halde, fakat ölüme olan bakış açısı, ölümü yaşayan kişilerin hissettikleri ile ölümün kişiye yansıyan ciheti ve de ölümü icra eden memurların keyfiyeti ise nevilere, taifelere, muhataplara ve mazharların derece-i imanlarına göre çok farklılık arz ediyor.

Çünkü Nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder”[203] kaidesince ehl-i şekavet olan kâfir, münafık ve ehl-i tuğyan ve isyan olanların ölüme bakış açıları tevehhümleri ve zanları ile ehl-i iman ve ehl-i takva olanların, ölüme bakış açıları, hüsn-ü zanları ve itikatları birbirinden tamamen farklıdır.

Lem’alar’da uzunca izah edildiği gibi “Herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre”[204] gösterdiğinden, Canab-ı Hak da kulları ile olan muamelatını onların “itikad-ı kalbîsine” yani onların zanları üzerine bina etmiştir.

Çünkü “Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim”[205] demiş. Ayrıca “Herkes âyinesinin müşahedatına tâbi’”[206] olduğu belirtilmiş.

Bu kaide ve kurallar muvacehesine göre ve bu bahsin anlaşılmasına örnek teşkil edecek ve konumuz ile birebir örtüşen, On Beşinci Mektup’ta, kıyamet hâdisatı ile ilgili sorulan bir soruya Üstad hz şöyle cevap vermiştir:

Sual: Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?

Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur.

Zîşuur olan ervah-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiğrabkârane, belki bir cihette istibşarkârane teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor.”[207]

Evet, aynen bu misalde olduğu gibi, ölümün de hakikati sabit olmakla beraber kişilere yansıyan mahiyetleri farklı farklı olabiliyor. Aynı suyu içtikleri halde arının bedeninde o suyun bala dönüşmesi, yılanın bedeninde ise zehire dönüşmesi gibi, كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ âyet-i kerimesinde beyan edilen, “Her nefis ölümü tadacaktır” hakikati ve tecellisi bazısına bal tadında olacağı veya olduğu gibi, bazılarına ise zehir zemberek bir tad şeklinde olacağı ehl-i tefsir âlimlerince beyan edilmiş. Birçok Kur’an âyetleri, hadis-i şerifler ve R. Nur külliyatında bu farklılık genel olarak iki kısma ayrılarak izah edilmiş, bunlar:

  • Birincisi: Ehl-i şekavet olan kâfir, münafık ve ehl-i tuğyan ve isyan olanların ölüme bakış açıları ve onlar için ölüm.
  • İkincisi: Ehl-i iman, ehl-i saadet ve ehl-i takva olanların, ölüme bakış açıları ve onlar için ölüm.

b) Birincisi:Ehl-i dalâlet, ehl-i şekavet olan kâfir, münafık ve ehl-i tuğyan ve isyan olanların ölüme bakış açıları, zanları ve tevehhümlerine göre ölüm:

  • Ehl-i tuğyan ve isyan; kendi vehmi ile mevti dehşetlendirir.[208]
  • Mevt, ehl-i inkar ve ehl-i İlhad için; adem, i’dam, fena, hiçlik, fâilsiz bir inkırazdır.[209]
  • Mevt, ehl-i dalalet için; i’dam-ı ebedîdir. [210]
  • Ehl-i ilhad için ölüm; Gayet dehşetli müdhiş ve muvahhiş bir ademdir.[211]
  • Mevt, ehl-i inkâr ve ehl-i İlhad için; dehşetli darağacından sonra zeval ve firak ile ebedi yokluktur. [212]
  • Kabir, ehl-i nifak ve inkâr için; korkunç, karanlık, soğuk ve dardır. [213]
  • Kabir, kâfir, münafık ve zındıklar için; Cehennem çukurundan yılan ve akreplerle dolu bir çukurdur.[214]
  • “Kabir, ehl-i dalâlet ve tuğyan için; vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapıdır”[215]
  • Ehl-i ilhad için: “Ölüm bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid veya dipsiz bir kuyudur.”[216]
  • “Küfrün tazammun ettiği cehennem-i manevîyeye, bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” sırrınca, Cenab-ı Hak da kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalb eder”[217].
  • “İşte ey bedbaht ehl-i dalalet ve sefahet! Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl mabudunuz, sizi sizce i’dam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hâkimane geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Hâlbuki kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz.”[218]

c) İkincisi: Ehl-i iman ve ehl-i takva olanların ölüme bakış açıları itikad-ı kalbîleri ve hüsn-ü zanlarına göre ölüm:

“Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Evet, ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır.”[219]

“En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım.. nur-u Kur’an ile gördüm ki: Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir. Ölüm i’dam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir.”[220]

Hz Bediüzzaman, Kur’an’daki ölümün tehdidi ve dehşeti ile ilgili âyetlerin kâfirlere baktığını, büyük bir beşaret ve teselli ile ilgili âyetlerin ise müminlere baktığını söyler. [221]

Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.”[222]

ölüm; insan-ı mü’mini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana, huzur-u Rahman’a götüren bir müsahhar at ve buraktır.”[223] İman gözlüğüyle kabre bakıldığı zaman o çukurlar, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde telakki edilir. [224]

“Nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”[225] Hz Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi.

“Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki müvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı müvazenedir.”[226] “Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.”[227]

“Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”[228]

Mevt daire-i kudretten, daire-i ilme geçmektir.[229]

Mevt “Sâni’-i Hakîm’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalâta kavuşmaktır.”[230]

“Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.”[231]

“Mevt, i’dam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir.”[232]

d) Ehl-i iman ile kâfir ve münafıklara ait ölüm meleklerinin farklılığı.

Naziat Suresinin birinci ve ikinci âyetlerinde

وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا

“Andolsun Kâfirlerin ruhlarını şiddetle söküp çıkaranlara, Mü`minlerin ruhlarını yavaş yavaş, kolaylıkla çekip alanlara”[233] buyrulurken: rahmet ve azap melekleri olarak tarif edilen iki grup ölüm meleğinden haber verilmektedir.

Bunlar ‘Nâziat’ kelimesiyle anlatılan ölüm melekleri kâfirlerin ruhlarını şiddetle söküp çıkardıkları, ‘Nâşitat’ kelimesiyle anlatılan ölüm meleklerinin ise, Mü’minlerin ruhlarını yavaş yavaş, kolaylık ve suhulet ile hatta sevinçle, tereyağından kıl çeker gibi acı vermeden ve hissettirmeden aldıkları tefsir kitaplarında geçmektedir.

Hz Üstad, Yirmi Sekizinci Mektup’ta bu âyetlerin tefsirinde biraz daha ayrıntılı açıklamalar yapmıştır şöyle ki:

“Hazret-i, Azrail (as) kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva’-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şekavetin ervahını kabzeden yine başkadır. {(Haşiye-1

{(Haşiye-1): Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahid olmuşlar.}

(Hem de nasıl ki Naziat Suresinin) وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا “Andolsun Kâfirlerin ruhlarını şiddetle söküp çıkaranlara, Mü`minlerin ruhlarını yavaş yavaş, kolaylıkla çekip alanlara” âyeti işaret ediyor ki: “Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.” {(Haşiye-2): Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüş. Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıncını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.}” [234]

8-Ölümün hikmet, rahmet, nimet, cihetleri ile perdeleri:

a) Ölümdeki hikmet ve rahmetin,nazar-ı sathi ile görülmemesi.

Mevt, hayat gibi bir mu’cize-i kudret’ olması sebebiyle birden çok ciheti veya veçhesi vardır. Yukardaki bölümlerde ölümün hakikati ve mahiyeti üzerinde duruldu. Bu bölümde ise, nazar-ı sathi ile üllfetli ve gafletli bakışların dikkatinden kaçan, ölümün hikmet, rahmet, nimet cihetleri ve perdeleri üzerinde durulacak.

Çünkü Asa-yı Musa da “ölümdeki hikmet, rahmet, güzellik ve maslahat cihetlerini (ekseriyetle nazar-ı sathi ve ülfet ile bakıldığı için) herkes göremez” [235] deniliyor. Ancak nazar-ı Kur’an ve nazar-ı Nübüvvet ile bakılınca herkesin göremedikleri ince ve derin manalar görünür hale geliyor. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla R. Nur külliyatında yer alan bu hikmet, rahmet, nimet ve perdelerin bir kısmı şunlardır:

b) Ölümün hikmet cihetleri:

Dakik bir nazar ve âlî bir hikmet ile şu alemin gidişatına bakan adam görür ki; “Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka (bir gaye ve) maksad var.”[236]

Çünkü az bir dikkat ile görülüyor ki:Mevtin, (her bir safhası) kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu”[237] iledir.

Eğer: “Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istiab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.”[238]

Çünkü: “Hem umum zîhayatın, ibham ünvanı altında bir kanun-u taayyüne bağlı olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünki her taifenin, gerçi ferdlerin zahiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasında mahdud bir zamanda ecelleri muayyendir.”[239]

Hem: “Ecel ve mevt gibi umûr-u gaybiye çok hikmet ve maslahat cihetiyle gizli kaldığı misillü, dünyanın sekeratı ve mevti ve nev’-i beşerin ve cins-i hayvanın eceli ve vefatı olan kıyamet dahi (bir) çok maslahatlar için umûr-u gaybiye gizli kaldığından herkes her dakikada hem ecelini, hem bekasını düşündüğü için hem dünyaya, hem âhiretine çalışabildiği gibi, her asırda dahi hem kıyamet kopacağını, hem dünyanın devamını düşünebildiği için; hem dünyanın fâniliğinde hayat-ı bâkiyeye, hem hiç ölmeyecek gibi imaret-i dünyaya çalışabilir.”[240]

Evet: “Her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs, o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.”[241]

Hem: “Şu mevcudat-ı seyyale, vücudlarıyla ve hayatlarıyla Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle, ölümleriyle o Vâcib-ül Vücud’un ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.”[242]

Ehl-i iman için ölüm: “fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değildir. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatlar netice itibariyle saadetlerdir.

Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil”[243] olduğu gibi;

Ehl-i imanda, zahiri ölüm karanlığından ve berzahından sonra: “Sâni’-i Hakîm’in (bu) dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalâta kavuşmaktır.”[244]

c) Ölümün nimet cihetleri:

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.” [245]

Üçüncüsü: “Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.” [246]

d) Ölümün rahmet cihetleri.

Birincisi: “Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.”[247]

İkincisi: “Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.” [248]

Üçüncüsü: “Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyi’ ile kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde (rahmetler memleketinde) senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal vardır.”[249]

Dördüncüsü: Bir mümine “ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. “Ve o ruhlar vasıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar.” [250]

Çünkü: “kabir âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman’a açılan bir kapıdır.” [251]

e) Ölümün perdeleri:

Her vakit değişen kâinat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasında ve zerrat tarlasında ve bütün hâdisatı ve fâni mevcudatı kucağına alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlûkat, mütemadiyen sür’atle akıp gidiyorlar, zahirî sebebleriyle beraber vefat ediyorlar.”[252]

Dünya dâr-ül hikmet, âhiret dâr-ül kudret” [253] olması noktasında ve de Canab-ı Hak bu âlemde her şeyi, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde takdir etmesi sebebiyle, Kâinatta cereyan eden her işin, her fiilin, her hadisenin, bir zahiri sebebi, birde hakiki sebebi var.

Bu âlemde cari olan ‘sebep-sonuç’ kaide ve kanunun külliyeti içinde olan ölümün de bir zahirî sebebleri, birde hakiki sebebleri var. Zahiri olanları; hastalıklar, musibetler ve kazalar gibi sebeplerdir. Hakiki sebebi ise sırf emr-i ilahidir. Hz Üstad, bu meseleyi mülk ve melekût boyutunu da kapsayacak şekilde, bir kaderî okumayla izah eder ve şöyle bir vakıa nakleder:

Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.”

İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir. Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.”[254]

Çünkü: Mevt, hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından âdemin dairesine girmiş değildir” [255]yani maddî ve manevî bütün sebebler zahiridir, hakiki sebeb ise sadece emr-î İlahidir.

9- Ölümün vazifeleri.

a) En büyük bir nasihatçi olması.

Ölümün hakikati, mahiyeti ve hikmetleri olduğu gibi verdiği mesaj ve bütün insanlığa yapmış olduğu fiili ‘nasihat’ ile çok büyük bir vazife ifa etmektedir. Çünkü: “Peygamber (a.s.) Efendimiz ‘din nedir?’ diye soranlara “Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir” diyerek sözlerini üç defa tekrar etmişlerdir. [256] ‘Nasihat’ İslam âlimlerce “Dinin dörtte birine denk sayılmış” [257]

Bu Hadis-i şerif Mektubatta “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır”[258] şeklinde şerh edilmiş.

Hadiste belirtilen ve aslı Arapça olan ‘Nasihat’ın dinin dörtte birine denk sayılacak kadar çok manaları olduğu gibi bir ‘nasihat’ veya ‘nasihatçi’ olarak tarif edilen ölümün de, insanların hem maddî hem mânevî hayatlarına vazifeleri vardır. Diğer hayat sahiplerine de birden çok vazifeleri ve hizmetleri vardır. R.Nur külliyatında tesbit edebildiğimiz kadarıyla, bu vazifeler, şu ana başlıklar altında izah edilmiştir:

b) Esma ve sıfatlara ayinedarlık etmesi:

Ölümler Canab-ı Hakk’ın Vâcib-ül Vücud, sermediyet, vâhidiyet, ehadiyet ve kayyumiyet gibi isimlere ayine oldukları için en büyük bir tevhid delilidir. Şöyle ki:

Bu tevhid delillerinin hepsi çok mühim olmakla beraber, bunların içinde en mühimlerinden birisi de En’am Suresindeki [259] لاَ اُحِبُّ اْلآفِلِينَ âyeti kerimesiyle verilmek istenen derstir. Bu âyette İbrahim (as) ümmetine tevhid-i tebliğ ve talim ederken ben; “Batıp gidenleri sevmem ” yani “Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli”[260] demiş.

Bu âyete Hz Üstadın, külliyatın muhtelif yerlerinde verdiği meal ve tefsirlere ve ölüm ile kaybolanların lisan-ı hal ve kal diliyle söyledikleri manaların özetlerine göre:

  1. Mahlûkat ve masnuat içinde, mevte mazhar olup uful edenler, firak ve zevale mahkûm olanlar, batıp gidenler hakiki mabud ve ilah olamazlar. Çünkü: “Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” [261]
  1. “Hayat, Hâlık’ın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.” [262]
  2. “Şu mevcudat-ı seyyale, vücudlarıyla ve hayatlarıyla Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle, ölümleriyle o Vâcib-ül Vücud’un ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.” [263]
  3. Nasıl (ki)zemin yüzündeki masnuat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna ve vahdaniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar ölümleriyle bir Hayy-ı Bâki’nin sermediyetine ve vâhidiyetine şehadet ediyorlar.”[264]

c) Cüz’i ve külli ölümlerin, ekolojik dengeyi sağlaması.

Bütün kâinattaki cüz’i ve külli ölümler, ekolojik dengeyi sağlamakla beraber; Cenab-ı Hakk’ın ‘Kuddüs’, ‘Rezzak’ ve ‘Mümit’ gibi isimlerini tecelli ettirmekle, kâinat kitabının yeniden yeniye yazılmasına zemin ihzar ederler. Şöyle ki:

“Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istiab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.”[265]

Hem de, ’Hayy’ ve ‘kayyum’ isimleri tecelli etmek istedikleri gibi ‘Mümit’ ismi de tecelli etmek iktiza eder. çünkü: “kâinat kitab-ı kebirini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek; yani yeniden yeniye manidar yazmak”[266] isterler.

d) Gaflet perdelerini parçalaması.

“Herkes her mertebede bu hakikatı tamamıyla hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.”[267]

e) İhlâs-ı etemme yol açması.

“Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ -ev kema kal- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır”[268]

f) İnsanların şahsi, dünyevi ve uhrevi hayatına hizmetleri:

“Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.

Üçününcüsü: Nevm nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.”[269]

Ehl-i iman için: “ölüm; insan-ı mü’mini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana, huzur-u Rahman’a götüren bir müsahhar at ve burak suretini alır. Onun içindir ki: Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler”[270]

Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.[271]

g)Ölümün vazifelerinden birisi de ehl-i imanı felaha kavuşturması.

Hz Bediüzzaman, Asa-yı Musa’da: “Nev’-i beşerin en büyük mes’elesinin Cehennem’den kurtulmak”[272] olduğunu söyler. Bakara suresi اَلْمُفْلِحُونَ âyetinde bu kurtuluşun ve felahın geniş manası olarak; haşir akidesinin ve ahirete imanın ancak ölüm ile ulaşılacak olan neticelerinden bazıları için şöyle der:

Bu âyette Nev’-i beşerin Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey müslümanlar! Müjde size. Ey müttaki! Sen Cehennem’den felah bulursun. Ey sâlih! Sen Cennet’e[273] felah bulursun. Ey ârif! Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık! Sen rü’yete mazhar olursun” diyerek ancak ölüm hendeğini salimen atladıktan sonra bu büyük neticelere ulaşılacağını söyler.

h) Diğer hayat sahibi olan mahlûkat ve masnuata olan hizmetleri

“Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.” [274]

“Âkil-ül lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem rûy-i zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.”[275]

“Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkil-ül lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.”[276]

İ) İnsanın şahsî ve ailevî hayatına olan katkısı:

“İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.”[277]

I) Ölüm bazen de konuşarak der ki!

“Bu zemin yüzü, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim”[278]

Kaynaklar:

  • Kur’an Kerim Meali.
  • İbrahim Canan Kütüb-i Sitte Tercüme ve şerhi, ( İstanbul: Akçağ Yayınları,2016)
  • Hadislerle İslamiyet. Diyanet yayınları.
  • Câmii’üs-Sağir.
  • Risale-i Nur Külliyatı.
  • İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber. Alîyyül-Kârî Şerhi
  • Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır: Hak Dini Kur’an Dili. (İstanbul: Eser Neşriyat.1979)
  • Rûhu’l-Beyân. İsmail Hakkı Bursevi.
  • İ. Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974)
  • Seyyid şerif Cürcani. Ta’rifat.
  • İslam Ansiklopedisi.
  • Asım Köksal. Peygamberler Tarihi.
  • İsmail mutlu. Sahabeler Ansiklopedisi
  • Ekrem Sefa Gül YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ: Doktora Tezi. Mahmut Meçin Danışman: Yrd. Doç. Dr. Molla Sadrâ’ya göre ölüm sonrası hayat.
  • Mehmet Görmez. Diyanet aylık dergi.
  • Yeni Ümit. Dini İlimler ve Kültür Dergisi.
  • Prof. Dr. Osman Çakmak “Ölüm Olayı” isimli makale. 21-02-2019

Dipnotlar

  1. Zümer Sûresi: 39/ 42. Âyet
  2. Mektubat. 347
  3. Pr. Dr. Osman Çakmak “Ölüm Olayı” 21-02-2019 http://tokatmanset.com/yazarlar/pr-dr-osman-cakmak/olum-olayi-uzerine-fizik-incelemeler-ve-ikinci-beden-gercegi/64/
  4. Sözler. 77
  5. Sözler. 614
  6. Kastamonu Lahikası. 210 – 211
  7. Mahmut Meçin Danışman: Yrd. Doç. Dr. Molla Sadrâ’ya göre ölüm sonrası hayat. SH 5-31= Fanni Asl, a.g.m., s. 116. Yeni Ümit. Dini İlimler ve Kültür Dergisi, sayı 73, 2006;
  8. Emirdağ Lahikası-1. 203
  9. Sözler. 335
  10. İşarat-ül İ’caz. 58
  11. d.i.a 5.cilt:99
  12. Sözler. 406
  13. Sözler. 627
  14. Âl-i İmrân Sûresi, 3.185.
  15. Zümer Sûresi, 39.30.
  16. Lem’alar. 163
  17. Lem’alar.86
  18. Lem’alar. 231
  19. Sözler. 530
  20. Lem’alar. 163
  21. Sözler. 217
  22. Lem’alar. 51
  23. Lemalar. 163
  24. Sözler. 531
  25. Lem’alar.51
  26. Mektubat. 51
  27. Lem’alar. 247
  28. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş.(Bedir Yay. İstanbul. 1981) 21.
  29. Şualar. 245
  30. Şualar. 345
  31. Asa-yı Musa. 13
  32. Sözler. 170
  33. Şualar. 101
  34. Sözler. 326
  35. Nur’un İlk Kapısı. 144
  36. Mesnevi-i Nuriye. 224
  37. Sözler. 170
  38. İşarat-ül İ’caz. 13
  39. Mesnevi-i Nuriye. 194
  40. Şualar. 195
  41. Lem’alar. 79
  42. Lem’alar. 305
  43. Sözler. 86
  44. Lem’alar. 262
  45. Lem’alar.
  46. Kastamonu Lahikası. 193
  47. Emirdağ Lahikası-1. 44
  48. Sözler. 139
  49. Şualar. 98
  50. İşarat-ül İ’caz. 9
  51. Mesnevi-i Nuriye. 246
  52. Şualar. 756
  53. İşarat-ül İ’caz. 12
  54. Şualar. 755
  55. Sözler. 326
  56. Şualar. 754
  57. İ. Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4. (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 882.
  58. Sözler. 27
  59. Ali imran 3/185
  60. Sözler. 27
  61. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. (Bedir Yay. İstanbul. 1981) .18
  62. Mektubat. 7
  63. Barla Lahikası. 258
  64. Mülk Sûresi, 67,2
  65. Mektubat. 7
  66. İşarat-ül İ’caz. 179
  67. Mektubat. 90
  68. Mektubat. 180
  69. Mektubat. 328- Sözler. 261- Sözler. 400
  70. Bakara Suresinin 28. Âyeti
  71. Şualar.32- Sözler. 201
  72. Mektubat. 391
  73. Sözler. 719
  74. Mesnevi-i Nuriye. 36
  75. Mektubat. 391
  76. Sözler. 543
  77. Sözler. 627
  78. Sözler: 719
  79. İbrahim Canan Kütüb-i Sitte Tercüme ve şerhi, cilt 7 ( İstanbul: Akçağ Yayınları,2016) 264
  80. Sözler. 618
  81. Sözler. 562
  82. Sözler. 333
  83. Mesnevi Nuriye: 428 söz basım
  84. Sözler. 204
  85. Mektubat. 284
  86. Mesnevi-i Nuriye. 36
  87. İşarat-ül İ’caz. 179
  88. Mektubat. 284
  89. Asa-yı Musa. 178
  90. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. (Bedir Yay. İstanbul. 1981) 80.
  91. İşarat-ül İ’caz. 179
  92. Sözler. 517
  93. Sözler. 676
  94. Yazır: Hak Dini Kur’an Dili. Cilt.1. Sh.288
  95. Prof Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. Sh.341
  96. İ. Arabi. Hatmu’l Kur’an. Terc. Abdül Bâki Mîftah. Sh. 392-393 – Sözler. 517
  97. Tirmizi Kıyamet Ahmet bin Hanbel El Akide. (Sorulurla İslamiyet)
  98. d.i.a. 5. Cilt. Sh.525
  99. Mektubat. 385.
  100. Mahmut Meçin danışman: Yrd. Doç. Dr. Molla Sadrâ’ya göre ölüm sonrası hayat. SH.56. Karadaş, Cağfer, Muhyiddin İbn Arabî nin İtikadı Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnu l-arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], S. 21, s. 91.
  101. Mektubat: 252
  102. Şualar: 24
  103. Mesnevi Nuriye: 36-İşarat-ül İ’caz. 179
  104. d.i.a: cilt.8 Sh. 28
  105. Sözler.517
  106. Mektubat. 57
  107. İmam Celaleddin Es-Suyuti, Kabir Âlemi. Terc Bahaeddin Sağlam: Kahraman Yayınları. Pdf kitap: Sh.17 https://kitap.mollacami.com/kabir-âlemi/konu-4832.htm.
  108. Sünuhat-Tuluat-İşarat. 101-102
  109. Eski Said Dönem Eserleri. (Yeni Asya Neşriyat. 2009) 583
  110. Sözler. 177
  111. Mesnevi-i Nuriye. 198
  112. Sözler.194
  113. Mektubat. 352
  114. Mektubat.156
  115. Mektubat. 6
  116. Sözler. 566
  117. İbn Kayyım El-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh (İstanbul: İz Yayıncılık, 2018), 151-152
  118. İbn Hazm el-Endulusî. Trc. Prof. Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. (Tekin Kitabevi, 2017) 229
  119. İbn Kayyım El-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh (İstanbul: İz Yayıncılık, 2018), 273
  120. Vakıa suresi. 56 /88-89
  121. İbn Kayyim el-Cezviyye. Kitâbu’r Ruh. Terc. Dr. Şaban Haklı.(İz Yayıncılık. 2018) 141.
  122. İbn Kayyım El-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh (İstanbul: İz Yayıncılık, 2018), 151-262
  123. Şualar ( 328 )
  124. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. (Bedir Yay. İstanbul. 1981) 63
  125. İmam. İmam Celaleddin Es-Suyuti, Kabir Âlemi. Terc Bahaeddin Sağlam: Kahraman Yayınları. Pdf kitap: Sh.17 https://kitap.mollacami.com/kabir-âlemi/konu-4832.htm – İbn Kayyim el-Cezviyye. Kitâbu’r Ruh. Terc. Dr. Şaban Haklı.(İz Yayıncılık. 2018) 144
  126. Prof. Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. (Tekin Kitabevi, 2017) 236
  127. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. (Bedir Yay. İstanbul. 1981) 69-70-71
  128. Mektubat. 228
  129. Mektubat. 228
  130. Mektubat (307)
  131. Sözler (134)
  132. Sözler (329)
  133. Mektubat. 7
  134. Prof. Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. (Tekin Kitabevi, 2017) 341
  135. Prof. Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. (Tekin Kitabevi, 2017)
  136. Mahmut Meçin Danışman: Yrd. Doç. SADRÂ YA GÖRE ÖLÜM SONRASI HAYAT, (Yüksek Lisans Tezi Malatya, 2013) SH.51
  137. Prof. Dr. Sülayman Toprak. Kabir Hayatı. (Tekin Kitabevi, 2017) 338
  138. Şualar. 263
  139. İ.Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 312
  140. Seyyid Şerif Cürcani. Ta’rifat sh.62
  141. Yazır: Hak Dini Kur’an Dili. Cilt.7. Sh.4726
  142. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. 150
  143. Mektubat. 395
  144. Lemalar.76
  145. Mektubat. 284
  146. 26.Lem’a. 244-255
  147. 26.Lem’a. 244-
  148. Şua. 330.
  149. Emirdağ Lahikası-1. 185
  150. Şua. 522
  151. Şua . 14
  152. Lem’alar. 249
  153. Kastamonu. Lah.
  154. Ekrem Sefa Gül. YAKÎNİ İMANİNİN İMKAN VE MAHİYETİ: Doktoro Tezi. Sh 14.
  155. ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,,
  156. Mektubat. 452 – 453
  157. Sözler. 278
  158. Lem’alar. 75
  159. Lem’alar. 75
  160. Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 98 )
  161. İmam-ı Âzam. Fıkh-ı Ekber. Alîyyül-Kârî Şerhi. Sh. 176
  162. İsmail mutlu. Sahabeler Ansiklopedisi cilt 1. Sh 56
  163. İ. Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 846
  164. Şualar. 195
  165. Mektubat. 153
  166. İ.Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 312
  167. İmam-ı Şe’rani. Ölüm, Kıyamet ve Diriliş. Terc. Naim Erdoğan. Sh.52. Bedir yay. 1981
  168. İmam-ı Şe’rani. Ölüm, Kıyamet ve Diriliş. Terc. Naim Erdoğan. Sh.157
  169. Lem’alar. 19
  170. Bakara Sûresi, 2:23.- İşarat-ül İ’caz. 140
  171. Şua. 14
  172. Mektubat.353
  173. Sözler. 204
  174. Sözler. 31
  175. Yusuf Sûresi, 12.101
  176. Mektubat. 283
  177. Neml, 27/19
  178. Asım Köksal. Peygamberler Tarihi. 2. Cilt. Sh.139
  179. Meryem suresi.19/ 23.
  180. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. Sh.20 Bedir Yay. Baskı. 1981
  181. Hadislerle İslamiyet. 6. Cilt Sh.30-32 Diyanet yayınları
  182. Asım Köksal. Peygamberler Tarihi. 2. Cilt. Sh.199
  183. İ. Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 536 – İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. Sh.19 Bedir Yay. Baskı. 1981
  184. Sözler. 31
  185. Asım Köksal. Peygamberler Tarihi. 2. Cilt. Sh.199
  186. Yusuf Sûresi, 12.101
  187. Neml, 27/19
  188. İmam-ı Şa’rânî. Terc. Halil Günaydın. Ölüm-Kıyamet-Diriliş. Sh. 19. Bedir Yay Baskı. 1981
  189. Meryem suresi.19/ 23.
  190. Lem’alar. 275
  191. İ.Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 312
  192. Mektubat. 352
  193. d.i.a Cilt 34. Sh.34
  194. Câmii’üs-Sağir.3. Cilt. Sh.964
  195. Yusuf Sûresi, 12: 86.
  196. Mektubat. 281
  197. İ.Gazzâlî. ‘İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn. Trc. Ahmet Serdaroğlu. Cilt. 4 (Bedir Yayınevi. İstanbul. 1974) 611
  198. D.i.a. cilt 34. Sh.34
  199. Rûhu’l-Beyân. İsmail Hakkı Bursevi.1. cilt Sph.137
  200. İ.Gazzali. ‘ İhyâu Ulum’d-in. 4.CİLT Sh.830-31
  201. Rûhu’l-Beyân. İsmail Hakkı Burs. evi.1. cilt Sph.137
  202. Kur’an Yolu. Meal ve Tefsir. 3. Cilt. Sh.259. Diyanet Yayınları.
  203. Mesnevi-i Nuriye. 51
  204. Lem’alar. 190
  205. Sözler. 35
  206. Münazarat. 47
  207. Mektubat. 59
  208. Sözler.717
  209. Sözler. 676
  210. Şualar. 696.
  211. Mektubat. 284
  212. Şualar. 696
  213. Şualar. 276
  214. Şualar. 276
  215. Sözler 38
  216. Asa-yı Musa. 13
  217. Mesnevi-i Nuriye. 226 – Sözler: 35
  218. Sözler. 634
  219. Lem’alar. 210
  220. Lem’alar. 232
  221. Mesnevi-i Nuriye: 226
  222. İşarat-ül İ’caz. 180
  223. Sözler. 31
  224. Şualar: 754
  225. Şualar: 755
  226. Mesnevi-i Nuriye. 125
  227. Mesnevi-i Nuriye. 129
  228. Mektubat. 226
  229. Mektubat. 240
  230. Mektubat. 287
  231. İşarat-ül İ’caz. 179
  232. Sözler. 204
  233. Naziat Suresi: 79/1-2
  234. Mektubat. 352
  235. Asa-yı Musa. 80
  236. Sözler. 86
  237. İşarat-ül İ’caz. 183
  238. İşarat-ül İ’caz. 180
  239. Mektubat. 243
  240. Şualar. 580
  241. Şualar. 581
  242. Sözler (306)
  243. Şualar. 755
  244. Mektubat. 287
  245. Mektubat. 8
  246. İşarat-ül İ’caz. 180
  247. Mektubat. 8
  248. Mektubat. 8
  249. Lem’alar. 87
  250. Lemalar. 161
  251. Sözler. 635
  252. Şualar. 602
  253. Sözler. 113
  254. Sözler. 294
  255. İşarat-ül İ’caz ( 179 )
  256. İ.Canan Hds. Külly. 10. Cilt Sh. 150
  257. Prof. Mehmet Görmez. Diyanet aylık dergi • Şubat 2014 • sayı 278 sh.9
  258. Mektubat. 282
  259. En’am. Suresi. 6/76
  260. Sözler. 214
  261. Lem’alar. 15
  262. Mesnevi-i Nuriye. 19
  263. Sözler. 306
  264. Sözler. 676
  265. İşarat-ül İ’caz. 180
  266. Mektubat. 288
  267. Lem’alar. 120
  268. Lem’alar. 163
  269. Mektubat. 8
  270. Sözler.31
  271. İşarat-ül İ’caz. 180
  272. Asa-yı Musa. 50
  273. Sözler. 394
  274. Mektubat. 8
  275. Mektubat. 476
  276. Mektubat. 348
  277. Mektubat. 8
  278. Sözler. 33
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Taklacı Kuş Olmak Kimi Vurur Önce?

Ey kanıayaklı, ey delikanlı! Bundan seneler önce bir mecmua diliyle kıyma kendine, demiştim. Yıllar sonra, …

Kapat