Ana Sayfa / Yazarlar / Önce Kâtiller Ölür

Önce Kâtiller Ölür

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bir a(l)danmışın adına…

Ne kadar şendim oysa, ne kadar mağrur.. Zafere gidiyorduk, memleketi biz kurtaracaktık, insanlığı biz..

Âleme yeniden bir nizam gelecekti ve onu biz getirecektik..

Ne güzel hayaller kurmuştuk…

Küçücük bir çocuktum yatılı okula gittiğimde. Gurbet zordu, yetim gibiydik, öksüz gibi. Soğuk, betonarme yatakhane koridorlarında, demir ranzalarda anne şefkati, kardeş sıcaklığı, memleket kokusu yoktu. Yalnızdık, sahipsizdik.

Bir gün bir abi geldi yanıma.. “Hafta sonu seni bir yere götüreyim mi?”

Olur, giderim.

Gidecek bir yer yoktu ki zaten bilmediğim, sevmediğim bu koskoca şehirde..

Olur, giderim, dedim.

Gittik.

Yaşları farklı, okulları farklı, memleketleri farklı pek çok insan vardı gittiğim yerde. Herkes sıcak kanlı, sevecendi.. Ben yabancıydım, sokulamıyordum kimseye ama, onlar bana sokuluyor, konuşuyor, konuşturuyorlardı.

İkramlar da güzeldi.

İlk günün hatırası, benim ismimi bile değiştirmişti bir abi. “Senin adın “Ubeyde” olsun. Sahabe’nin büyüklerinden, “aşere-i mübeşşere”den.

Peygamberimizin komutanlık verdiği kahraman bir sahabenin adını taşımak ne kadar gurur vericiydi?

Evet. güzeldi.. Ben bu ismi sevmiştim.

Ertesi hafta tekrar çağırdılar beni.

Yine gittim..

Dönüşte; “bundan sonra ‘tahtel hükmî – benim emrim altındasın, ben ne dersem o olacak” dedi beni götüren abi.

Zoruma gitti. Biri bana emrim altındasın diyebilir miydi, nasıl diyebilirdi?

Ama olsun. Kötü bir şey yapmıyor, yaptırmıyor ya nasıl olsa.

Gidiş gelişler, sohbetler.. kitaplar, vaazlar, kasetler.

Başka bir dünyam yoktu artık. Etrafım sarılmıştı.

Onlarla yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlar gibi davranıyor, onların sevdiğini, sev dediğini seviyor, sevgilerini, takdirlerini kazanmak için yarışıyordum.

Okul hayatım sona doğru yaklaşırken, üniversite telaşı başlamıştı. Benim hayallerim vardı, ailemin hayalleri vardı. Ama abilerin de hayalleri vardı benim için, bana empoze etmeye çalıştıkları hedefler, idealler vardı.

Onlar daha iyi bilirlerdi. Onlar eğitim işini herkesten iyi bilirlerdi. Müslüman neslin başarılı olması, bir yerlere gelmesi, yükselmesi için gerekenleri onlar çok iyi bilirlerdi.

Sınavlardan sonra üniversite tercihimi de onlar yapmıştı.

Kazanmıştım.

Onların dediği yeri kazanmış, onların dediği yerde kalmaya karar vermiştim, daha doğrusu onlar karar verişti. Ailem pek önemli değildi artık. Onlar ne bilsinlerdi ki; memleketin neye ihtiyacı var, Müslümanların yükselmesi için nerelerde okumaya ihtiyaç var, kimlerle beraber olmaya, kimleri rehber edinmeye ihtiyaç var, annem babam nereden bilebilirdi ki?

Sormadım da zaten.

Benim okumamda, başarılı olmamda bu kadar emeği olan bu insanların dediğini yapmamak olur muydu hem?

Üniversite hayatım da güzel gidiyordu. Artık ilk tanıştığım zamankinden çok daha büyük imkanlara sahipti bu insanlar. İlk tanıştığımda derme çatma evler varken, artık binalar ve içindeki eşyalar ne kadar güzel olmaya başlamıştı. Başarıyorlardı, başarıyorduk.

Bize tanıştırılan, bu “cemaat” sayesinde büyük makamlara gelmiş insanlar vardı. Zenginler vardı, akademisyenler, yazarlar, çizerler vardı. Herkes çocuklar gibi şendi.

Bizlere burslar da veriyorlardı. Yiyecek parası bile vermediğimiz zamanlar oluyordu. Görevlerimiz de oluyordu elbette. Okulumuzda, çevremizde en başarılı öğrencileri tesbit edip arkadaşlıklar kurmak, onları evlere, sohbetlere getirmek, gazete için aboneler bulmak, küçük çocuklara ders vermek bahanesiyle onları kendimize ısındırmak, sevdirmek.. İnsanları avlamak diyordu bazıları. İnsanları avlamak için taktikler de öğreniyor, öyle yol alıyor, öyle ilerliyorduk.

Dünyaya bile sığmayacak kadar büyük sevdalarımız, hayallerimiz, kainatı kuşatacak kadar büyük bir davamız ve davamızın bir lideri vardı. Bu büyük davanın neferi olma şerefi bahşedilmişti bize. Bu şerefe sahip olmak, kaybetmemek için fedakarlık yapmak gerektiğini de öğreniyorduk.

Gerekiyorsa “her şeyden vazgeçmek” ama davadan vazgeçmemek gerekiyordu. İslam böyle yükselirdi. Bize en çok bu dava şuuru, davaya adanmışlığın önemi anlatılıyor, ısrarla vurgulanıyordu.

‘Her şey’den fedakarlıkta bulunmak fikri de ilk duyduğumda tuhafıma gitmişti. “Her şey..” çok iddialı bir sözdü. Sonra buna da ikna olmuştum, kendi kendimi ikna etmiştim.. İslam için, İslam davasının, bu kutlu davanın yükselmesi için gerektiğinde kahveye gitmek, namazları gizli kılmak, günaha girmek, kendinden fedakarlık edip davayı yüceltmek..

Fedakarlık ediyor hissi tatlı gelmişti. Bizi uyaran, eleştirenler bizi anlamıyorlardı, anlayamazlardı zaten.. Öyle söyleniyordu bize, biz de öylece inanıyorduk.

Okul hayatındayken bile görevlerimiz, rütbelerimiz oluyordu. Ev abisi, sokak abisi, mahalle abisi, okul abisi, bölüm abisi.. Her geçen gün yükselmek çok zevkliydi, birileri tarafından fark edilmek, onore edilmek çok hoştu.

Yanlış gördüğümüz şeyler olduğunda “elbette bunda bizim bilmediğimiz hikmetler vardır” demeyi de öğrenmiştik.

Bazen olmayan öğrenci için burs toplanıyordu ama aklımıza kötü bir şey gelmiyordu. Burada ihtiyaç yoksa başka yere gider diyorduk.

Kapı kapı dolaşıp, kurban hissesi topluyorduk, ama hepsinin kesilmediğini görüyor, bunu da hayra yoruyorduk, sonra kesilir, burada kesilmez, başka yerde kesilir, diyorduk.

Deli gibi gazete abone çalışmaları yapılıyor, biz de çalıştırılıyorduk. Tuhaftı aslında ama davamızın sesi gür olmalı, herkese, her yere ulaşmalı, kamuoyunda etkinliği olmalı, kamuoyu oluşturabilmeli ki hizmetimizin sesi her yerde ve herkesten gür çıksın diyerek, yorgunluk ve bıkkınlığımıza teselli türküleri besteliyorduk adeta.

Himmet toplantılarında ağlayarak muazzam paralar toplandığını, o ağlayan ağabeylerin toplantı dağıldıktan sonra “nasıldım ama?” edasıyla gülücükler dağıttığını görüyorduk ama hizmet için yapıyor, hizmet kazanıyor diye seviniyor, riyakarlığa vermiyorduk.

Tenkid etmemeyi de öğrenmiştik, ihlasa aykırıydı zira. Nasihat etmenin önü bu şekilde mi kapanıyor diyenlere de bir anlam vermiyorduk.

Toplanan paraların devlete bildirilmediğini de biliyorduk ama bunda da sakınca görmüyorduk.

Parası olmadığı için himmet toplantılarında para yerine senet verenlerden, durumları bozuk olsa bile o paraları icra yoluyla alındığını da duyuyorduk, biliyorduk ama hizmet için fedakarlık yapmak gerektiğine öyle inanmıştık ki, bunu bile hayra yoruyorduk.

Gerçi hizmetin zenginliğinden biz de faydalanıyorduk. Konuşursak zincir ya bozulursa, diye endişe etmiyor da değildik.

Hem ufak tefek kusurlar her yerde ve herkeste olabilirdi. Böyle güzel bir hizmetin sevapları, bu kadarcık küçük günahlarla lekedar olmazdı.

Okul bittiğinde görev yerimiz neredeyse hazırdı. Resmi bir kurumda işe başlamak için yıllarca bekleyen tanıdıklarımız vardı ama bizim camiamızdan işsiz kalan olmuyor, hemen bir devlet kadrosuna atanabiliyordu. Bu durumun da Allahın bir lütfu, hizmetimizin mübarekliği, Allah, toplum ve devlet katında makbuliyeti olarak anlatılıyordu bize. Allah böyle mükafatlandırıyor, bu hizmetimizin önünü açıyor diye inanıyor, inandırılıyorduk.

Sonradan sınavlara, sorulara müdahale edildiğini de duymuştuk ama bu da normal gelmişti bize, bizden daha iyisini mi bulacaktı ki devlet..

Görev yerlerimizde yükselmemiz gerektiğine inanıyorduk. Bizler en iyi olmalıydık, en iyi yerlerde olmalıydık. Devletin bize ihtiyacı vardı, milletin, ümmetin bize ihtiyacı vardı.

Hak etmeyen insanlar, pek çok güzel makamı işgal ediyorlardı. Gitmeliydiler. Olmazsa gönderilmeliydiler. Allah rızası için, hizmetimiz için insanları görevlerinden etmek gerektiğinde onu da yapmak gerekirdi ki, hak eden insanlar oralara gelebilsin.

Onu da yapmıştık zaman zaman üzülerek, ezilerek, içimiz titreyerek.. Sonraları hep yapar olmuştuk.

Hizmetimiz öyle güzel noktalara gelmişti ki..

Artık ülkenin en büyük şirketleri, en büyük gazeteleri, televizyonları, en meşhur gazetecileri, akademisyenleri hep bizimdi. Elbette bizim olmalıydı.

Hocamızın işaretleri, dersleri, yol göstermeleri bizleri bu noktalara kadar getirmişti. Artık hizmetimizin sınırları ülke sınırlarını aşmış, dünyaya malolmuştu. Dünyada herkesin saygı duyduğu, sözüne itibar ettiği, adına enstitülerin kurulduğu, her konuda herkesin fikrine başvurduğu bir ulu insandı.

Zamanın sahibiydi O.

Beklenen zat Oydu.

Manevi âlemden işaret almadan bir iş yapmaz, yaptırmazdı. Her işinde, her sözünde bir değil, bin hikmet vardı. Onun yanında olmak, O nun askeri olmak şereflerin en büyüğü idi. Hele bir yüzünü görmek, elini öpmek, iltifatına mazhar olmak.. Dünyada kazanılabilecek en büyük şerefti.

Şükür ki o şerefe de ermeye az kalmıştı.

Ama ne olduysa bir şeyler ters gitmeye başlamıştı.

Birileri hocamıza yan gözle bakmaya, onlarca yıldır ilmek ilmek dokuduğu hizmetlerini yok etmeye yelteniyorlardı.

İçten içe kızmaya başlamıştık, ıslah olurlar, akıllarını başlarına alırlar diye bekliyorduk, ama onlar durmuyorlardı.

Kendilerini devletin sahibi, milletin sevdiği insanlar sanıyorlardı.

Bilmiyorlardı ki, bu ülkenin, İslam âleminin bütün köşebaşlarını biz tutmuş, köşe taşlarına biz oturmuştuk.

Devlet bizimdi, güç bizdeydi, manevi alemler bizim arkamızdaydı. Kimse bize karşı duramazdı artık.

Kimse bize ders vermeye, sınır çizmeye yeltenemezdi. Tam tersi, onlara bir ders vermek gerektiğine inanmaya başlamıştık, bize öyle söylüyorlardı.

Bir ders vermeye karar verilmişti sonunda..

Yargıda, emniyette, medyadaki, ekonomik sahada, lobicilikte elde ettiğimiz gücümüzü göstermenin zamanının geldiği söyleniyordu, biz de hak veriyor, sonuna kadar destek veriyor, ne talimat gelirse harfiyen uyguluyorduk.

Yazılı, görsel ve sosyal medyadan meydan savaşını başlatmıştık, açık, gizli her şekilde, her yerden, her şekilde saldırıyorduk.

Bu gerginlik, bu saldırı da bana tuhaf geldi önce.

Biz hep ‘muhabbet fedaileriyiz’ diye bu günlere gelmiştik, dövene elsiz, sövene dilsiz gerek nağmeleriyle girmiştik her yere, her gönüle.

Ne olmuştu? Muhabbet fedailiği, eğitim gönüllülüğü, kültür elçiliği, hoşgörü, diyalog aşamalarını başarıyla geçmiş, başka bir aşamaya mı gelmiştik?

Bir dostum, “bu güne kadar size muhabbbet fedailiği, hoşgörü kahramanları rolü biçildi, öyle talimat verildi, öyle yaşadınız.

Bundan sonra sokağa çıkın derler sokağa çıkarsınız, elinize silah alın, adam vuryn derler, onu da yaparsınız.. Çünkü siz sorgulamadan itaat etmeyi öğrenmişsiniz” demişti de ne kadar kızmıştım. Sokağa çıkmak da ne demek, silaha sarılmak da ne demek?

Biz sadece, bize haksızlık eden, haddini aşan birine karşı hakkı söylüyor, haklının yanında saf tutuyor, hak için mücadele ediyorduk.

Mücadele etmeden de olmazdı ki zaten.

Gerçi 28 Şubat darbecilerine karşı susmayı tercih etmiştik.

İsraile karşı, ABD, AB politikalarına karşı da susuyorduk, susmamız gerekiyordu. Zıtlaşırsak, afişe olursak, sahip olduğumuz herşeyi elimizden alabilirlerdi.

Sosyal medya hesapları açıyor, sabahlara kadar yazıyor, yazılanları paylaşıyorduk.

Tanınmamız sa neredeyse imkansızdı. Biz gizlenmeyi çok iyi öğrenmiştik. Resmi kurumlar haricinde kendi adlarımızı kullanmaz, adımıza telefon numarası bile almazdık biz. Her kurumda vardık ama kimse bizi bilmezdi, bildirmezdik kendimizi, bunu bizden iyi kimse bilemezdi. Biz kendi içimizde bile birbirimizden gizlenirdik, bilinmezdik..

Sonunda bir aralık günü hareket emrini almış, haddini bilmezlere haddini bildirme eylemine geçmiştik.

Ama nasılsa olmadı.. Bir şeyler hesapladığımız gibi gitmedi.

Olsun dedik. Bundan da dersler çıkartarak, zamanı gelince, gerekeni tekrar yaparız..

Bilendik.

Gerilimimizi düşürmeden, geri adım atmadan, ama ifşa da olmadan sessizce saldırı pozisyonumuzdan vazgeçmedik.

Daha da bilendik.

Artık vaat edilen güne hazırlanıyorduk adeta. Zafere hazırlanıyorduk.

Kırk yıldır ilmek ilmek dokunan, sıfırdan başlayıp dünyaya yayılan, devlet gibi kurumları olan, bir emriyle ölüme gidecek sadık neferleri olan, devlet gibi ekonomisi, medyası olan, devletler arası siyasi ve kültürel bağları, itibarı olan hizmetimiz ve hizmetimizin lideri hocamız bu devlete sahip ve hâkim olmalıydı artık.

Hizmetimizin büyüklüğü, idealleri yanında Türkiye küçük bir ayrıntıydı aslında ama bu devlet, dünya hakimiyetimizin ilk basamağı olacak, ardından sırasıyla ve zamanı geldikçe bütün devletleri hakimiyetimiz altına almamıza kapı aralayacaktı.

Bu olacak ve bizler tarihe geçecektik. Kıyamet günü Peygamberimiz ve ashabı bizim alınlarımızdan öpecekti..

Güzel günler gelmeliydi artık, çok yakındı, gelecekti.

Bir emir bekliyorduk. O kadar hazır, o kadar inanmış ve adanmıştık.

Bir temmuz akşamüstü o kutlu emir geldi.

Ne şeref ki bize de görev düşmüştü. Bizler de bir heyecan, bir telaş, bir mutluluk.

Bütün planlar hazır. Bütün irtibatlar kurulmuş. Her şey tereyağından kıl çeker gibi çabuk ve kolay olacak.

Ve herkes atlarına binmiş, kutlu kanatlarını kuşanmış, hedefe yürüyorduk, yürümek üzereydik..

Beklenmedik ufak aksilikler olmaya başladı.

İnsanlar yollara çıkıyordu. Korkup kaçarlar diyorlardı yukardan bizlere.

Korkmuyor, kaçmıyorlardı.

Ve gitgide artıyordu sayıları.

“VURUN!” diyordu birileri, vurun..

Nasıl yani? Diye geçiyordu içimden. Bu insanlar sivil.

İçlerinde akrabam var belki, ya tanıdık birisini vurursam?

Vurun kardeşim, yoksa biz sizi vururuz.. Bu insanları korkutup dağıtmamız gerek, yoksa başaramayız, her şey boşa gider, vurun diyorum size vurun…

Çanakkale Savaşı’nda İngiliz ordusuyla savaşmaya gelen ama düşman cephesinde ezan sesi duyan Hintli müslüman asker gibi şaşkındım; gelen insanlar tekbir getirerek geliyorlardı, dillerinde Allah vardı.. bağırıyorlar, DURUN diyorlardı.

DURUN…

Nereye böyle? Biz kardeş değil miyiz, bu vatan bizim değil mi? Darbe yapmak da neyin nesi, durun.

Karşımuzdaki insanlardan farklı sesler ve sözler geliyordu telsizden, avaz avaz hayrçkırıyorlardı, vurun..

Karşımızdan kadınlar, kızlar, gencecik insanlar sesleniyor, yalvarıyor, bağırıyor, ağlıyor, durun, diyorlardı.

Hocamız ne diyordu acaba?

O yanlış bir emir vermezdi, manevi alemden işaret almadan bir şey söylemez, bir talimat vermezdi, O ne diyordu acaba?

Vurarak mı ilerleyin demişti, yoksa din kardeşlerinizin kanına girmeyin, kana girmekten, cana kasdetmektense geri dönün, biz zarar görelim ama millet zarar görmesin mi demişti?

Öyle demeliydi. Öyle olmalıydı. Hocamız bize adam öldürmeyi emretmezdi, emretmemeliydi.

Hocamızın emri nedir, o ne diyor diye soruyordum..

“İlerleyin, bu işin geri dönüşü yok diyor, ölen masumlar şehid olur, sizin de günahlarınız affolur, yaptığınız hizmetler, günahlarınıza kefaret olur diyor hocamız.”

Gelen talimat ve bilgi içimi rahatlatmaya yetmiyor. Ya peki hocamıza itaat etmemek vebali ne olacak? Asrın sahibine itaat etmemenin vebalinin hesabını nasıl veririm? Hangi günah daha büyük, hangi vebal daha ağır?

Ya Rabbi nasıl imtihandır bu?

VURUN DİYORUM SİZE VURUN..

Yoksa ilk mermiyi siz yiyeceksiniz..

Nişan al..

Ateş!

Ölüm anında, tüm hayatı gözünün önünden geçermiş insanların. Tüm hayatım gözümün önünden geçiyordu, ölüyordum. Ve ben aslında abilerle tanıştığım gün can çekişmeye başlamıştım. Önce hürriyetimi, sonra ailemi, sonra adalet hissimi, sonra, Allaha isyan ederek ibadet ettiğimi düşünerek istikametimi, Allaha isyan olan şeyde kula itaat edilmeyeceği hakikatini kaybederek ubudiyetimi, kul hakkına girerek vatana, millete, dine, devlete hizmet edilemeyeceği fikrini öldürerek milliyetimi, hakperestliğimi, adalet fikrimi öldürmüştüm farkında olarak ya da olmayarak. Son bir şey kalmıştı belki içimde, merhamet.. onu da şimdi öldürmek üzereydim.

Son bir ses duydu kulaklarım; ateeşşş!

Can veren birinin hareket eden, seyriyen en son organı parmaklarıdır belki.

Parmaklarımın seyrimesi, devletin milleti korumak için verdiği silahın tetiğine dokunmak oluyor. Bommm.

Gözümün önünde göğsünden kanlar akan genç değil ölen, ölen benim..

Sarsılan, titreyen benim bedenim, dizlerinin bağı çözülüp sendeleyen, bir.. iki.. üç.. on ikinci adımda yere yığılan ben..

Ben ölmüşüm, anladım.

İlk kurşunu, “benim emrim altındasın” diyen kişiden yemişim ben..

“Hizmet için her şey feda edilir” diyen ikinci kurşunu sıkmış..

Hizmet, himmet diyerek her günaha, her fitneye, kul hakkına girmeye fetva verenler yaylım ateşine tutmuşlar beni.

“Hocamız, asrın sahibi, manevi alemden haber almadan bir şey yapmaz, yaptırmaz” diyen son kurşunu sıkmış.. Ben o gün bu gündür can çekişirmişim de ölümüm bu güne nasipmiş..

Geceyi yırtan, semada dalga dalga yayılan salalar benim ölüm ilanımmış, salâlar benim içinmiş, anladım..

Çıplak ellerle meydanlara dökülüp Allah rızası için durun dediği için kurşun yiyen yiğitler şehid olmuş, vurun diyen ve vuran bizler ölmüşüz, ben ölmüşüm.

“Ölen hayvan imiş, şehitler ölmez..”

İnsan, içindeki insanı öldürmeden kâtil olmazmış..

Ben ölmüşüm. 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kelerin Şehadeti ve Peygamberimizin Tebliğdeki Hassasiyeti

-Delâil’in nur’ da, Bediüzzaman (r.a) ait Salavat-ı şerife’ de adı geçen, KELER’in şahadeti- VE PEYGAMBERİMİZ'(ﷺ)İN, …

Kapat