Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Kelimeler & Kavramlar / Önemli Bir Kur’an Kavramı, Ulü’l-elbâb

Önemli Bir Kur’an Kavramı, Ulü’l-elbâb

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Önemli Bir Kur’an Kavramı, Ulü’l-elbâb

Akıl kelimesi Kuranıkerim’de isim olarak geçmez, fiil olarak yer alır. Demek ki, önemli olan aklın bizatihi kendisi değil, onun fonksiyonlarıdır. Bunun bir sebebi de aklın varlık kartelasında araz mı cevher mi olduğunun tam anlaşılmış olmaması olabilir. Ama farklı özellikteki akıl anlamında kelimeler vardır ve onlara başka bir yazıda değineceğiz.
Lübb (çoğulu: elbâb). Her şeyin seçkin ve saf olanı ve özüdür. Aklıselim kelimesinin bir yönüyle karşıladığı saf ve süzülmüş akla da bunun için lübb denmiştir. Buna göre her lübb akıldır ama her akıl lübb değildir.
Akıl nelerden süzülmüş olursa lübb olur? Rağib şaibelerden diyor, yani onun saf akıl olmasına engel olan katkı maddeleri ne ise onlardan. Aklın hakikati bulma özelliğini zedeleyen durumlar şaibelerdir.
Dikkat çeken husus, bu kelimenin Kuranıkerim’de lübb diye tekil olarak hiç zikredilmemiş olmasıdır. Bunun şöyle bir işareti olabilir: Tek başına bir kişinin aklı böyle bir akıl olamaz, çünkü tek akıl zati/sübjektif duygulardan yeterince arınamaz. Ancak birden çok saf akıl bir araya gelirse ulü’l-elbâb oluşur. Bu sebeple Kuranıkerim’de tefekkür ve derin anlayışı gerektiren meselelerin zikredildiği yerlerde ‘bunu ancak ulü’l-elbab’ anlayabilir’ denerek böyle çoğul kullanılır. Mesela Kuranıkerim’in muhkemi ve müteşabihi gibi konular böyledir.

Ulü’l-elbâb Kuranıkerim’de on altı ayette ve dediğimiz gibi hep çoğul olarak geçer. Bu ayetlerin anlattıklarını özet olarak gördüğümüzde ulü’l-elbâb’ın özelliklerini de görmüş oluruz:

Takva, ulu’l-elbâb’ın vazgeçilmezidir (2/198) ‘Hikmet çok büyük bir hayırdır, ama bunu ancak ulü’l-elbâb anlayabilir’ (2/269). ‘Kuranıkerim’in muhkemi ve müteşabihi karşısında ancak ulü’l-elbâb mümince bir tavır takınabilir’ (3/7). ‘Kuranıkerim Allah’ın bir duyurusudur. Onu ve Allah’tan başka ilah olmadığını düşünecek olanlar ulü’l-elbâb’dır’ (14/52). ‘Resulüllah’a indirilenin hak olduğunu bilenle gözü göremeyen bir midir? Bundan ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders çıkarabilir’ (13/19, 38/29). Özellikle şu anlamdaki ayeti kerime ulü’l-elbâb’ın en temel özelliklerini zikreder. ‘Rabbinin rahmetini umarak, ahiretin tehlikelerinden korunmak için gecenin derinliklerinde secdede ve kıyamda daim olanların hali başkadır. De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bundan ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders alabilir’ (39/9). ‘Bütünüyle gökler ve yer, gecenin gündüzün oluşması, yağmurun yağması, suyun yer altında depolanması, otların bitmesi gibi yüzlerce tabiat ayetlerinden ders alabilenler, bunlar hakkında derin tefekküre dalanlar ancak ulü’l-elbâb olanlardır’. (3/190, 39/21, 50/7,8). ‘Ve onlar her hallerinde Allah’ı hatırda tutarlar/zikrederler. ‘Tevrat’ı da ancak ulü’l-elbâb olanlar anlayabilmişlerdir’ (39/54). Tarihten de yine ancak ulü’l-elbâb olanlar ders çıkarabilir (12/111). ‘Hz. Eyyub’un durumu da ulü’l-elbâb için bir derstir’ (38/43).
Bu on altı yerde ulu’l-elbâb’ın ortak özelliği takva, tezekkür, tedebbür, tefekkür, itibar ve geceleri değerlendirecek kadar Allah’a candan bağlılıktır, takvadır. Demek bunların hepsi ancak böyle süzme bir akıllılar topluluğu ile oluşabilir.
Takva ile ulü’l-elbâb’ın alakası şudur. Takva kısaca Allah’ın emir ve yasaklarına uymak suretiyle kulun kendini korumasıdır. Yani ulü’l-elbab’ın imani, ahlaki ve dini tecrübe boyutu vardır. Bu durum amel olmaksızın aklın safiyetini koruyamayacağını gösterir. Çünkü bildiği ile amel etmemenin sebepleri ya tembelliktir, bu da nefsin arzularını ve rahatını uygulamaya tercih etme demektir. Ya bildiklerinin doğruluğunda şüphesinin bulunmasıdır. Bu da kalpte hastalığın bulunduğunu gösterir. Ya da egosuna, kibrine ve nefsinin arzularına yenilmektir. İşte bunlar aklı saf, halis ve ön yargısız olmaktan, doğruya doğru diyebilmekten alıkoyan şaibelerdir.
Tezekkür, tedebbür, tefekkür ve itibar, yani kıyaslayıp ders çıkarma gibi özelliklerin daha çok kevnî ayetlerin anlaşılmasında zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Demek ki, tabiatı tanımayan, ondaki ayetleri bilip okuyamayan birisi salt cenneti ve cehennemi düşünmekle ulü’l-elbâb’tan olamaz. Bu ilerlemeyi sağlayamamış İslam toplumunda da ulü’l-elbâb zor yetişir. Hukukta bile durum aynıdır. Derin, dakik ve detaylı bir tefekkürü sağlayamamış olan birisi kısasın hayat olduğunu, öldürmek için değil yaşatmak için konduğunu anlayamaz, yüzeysel ve anlık bir bakışla onun bir cinayet olduğunu söyler. Böyle olunca da katliamlar devam eder. Onun için kısas ayetinde ‘bunu ancak ulü’l-elbâb düşünüp ders çıkarabilir’ buyrulur. (Yeni Şafak)

Başka Bir Yazıdan ilgili Bölüm:

…Hakim Tirmizi üzerine yazılmış bir makalede Kalbin dört boyutundan bahsedilir: Sadr, kalb, fuad ve lübb. Bu boyutlar bir sisteme göre düzenlenmişlerdir, en dışta sadr bulunur, onu kalb takip eder, daha sonra fuad ve en içte ise lübb yer alır (ÇİFT, 2002: 240). Tirmizî’ye göre, bilgi, ya dışarıdan girme yoluyla, ya da bizzat kalbden kaynaklanmak suretiyle, iki yolla sadra ulaşır. Yazar buradaki kalb’i Kalb’in alt boyutu olan kalb şeklinde değerlendirir. Yine yazara göre Tirmizî, bilgiyi, sadr üzerinde belli etkileri olan bir  nur (ışık) olarak da tasavvur etmektedir. Bir kimse, araştırma ve kullanma amacıyla bilgiyi arzuladığında, bilgi nuru onun sadrında, kişinin arzusu oranında artar. Bu nur kişiyi aydınlatır, bilinmeyen şeylerin tanınmasına ve bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarsamaya yardım eder. Bu nur, bilgi artık kullanılmadığında azalır. Kalb, bâtınî bilgisiyle takviye edilmezse kalbde doğan bilgi kişiyi azgınlığa ve nefsin afetlerine çeker. Kesbî olan bilginin aksine, kulun kalbinden neşet eden bilgi, Allah’ın bir ihsanıdır. Bu bilgi, sahibini Allah’a yakınlaştırır. Tirmizî’ye göre, hikmet latifeleri ve ihsan şahidleri olmaları açısından bu tür bilgiler, sadra doğru ilerleyebilir, fakat burada sağlam bir şekilde yerleşemezler. Çünkü sadr, gereksiz düşüncelerin, arzuların ve diğer olumsuz dürtülerin giriş yeridir.Tirmizî, kalbin derûnî boyutlarını mütalaa ederken, açık bir şekilde belli bilgileri belli mevkilere tahsis eder. Ona göre, Allah’dan gelen ledünnî bilgi, kalbde (yani, sadr’dan sonra olan ikinci alanda), marifet ve rüyet fuadda, Allah’ın ihsan ve lütufları ise en içteki lübb’de muhafaza edilir (ÇİFT, 2002: 241). Kur’an’da “ulül elbab” kavramı geçmekte. Bu kavramın hikmetle de ilgili olduğunu görmekteyiz. Çünkü Kur’an’da “Dilediğine hikmeti verir. Kime de hikmeti verirse muhakkak ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri/ulul elbab tezekkür eder” (2 Bakara 269) denilmiştir. Hikmet/ ulul elbab/ zikir kavramlarının birlikte ifadesi kalbin amellerinin Allah’a yönelişini zarurî kılmıştır. Kur’an ulul elbab kavramını kitap/vahiy ile ilintilendirmiştir: “Bu insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar ve Allah’ın tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar/ veliyezzekkere ulul elbab” (14 İbrahim 52). Nitekim başka bir ayette “Kitabı ululelbab için hidayet ve zikir yaptık” (40 Mü’min 54) diyerek hidayet/ zikir/ hikmet/ ululelbab kavramlarını birbirine bağlar. Ululelbab’ın murdardan ayrılmakla da ilintisi kurulmuştur: “De ki murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çok olması hoşuna gitse de. Ey ululelbab Allah’tan sakının/ fettekullahe. Umulur ki, felaha erersiniz” (5 Maide 190). Görülüyor ki, akletmek ile iman etmek kalbin birbirini besleyen iki eylemidir. Akletme kalbi iman etmeye götürüyorken iman etmek akletmeye sevk etmektedir” (KUTLUER, 2007: 46). Kutluer’e göre Kur’an’da Ulul Elbab (akıl sahipleri) denildiğinde “Kalb sahipleri”ni anlamak gerekir. Kalb sahipleri de aslında zikredenlerdir. “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (13 R’ad 28). Kalblerin itminan bulması bu ayette zikredilmiştir. Ancak Ulul Elbab’ın zakirler olmasından bahsedilmiştir: “(Kitap) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir/ Huden ve zikrâ li ulîl elbâb(elbâbi)” (40 Mü’min 54).
Yazının tamamı için tıklayınız

Konuyla İlgili Kısa Bir Video:

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
27 Mayıs Sonrası Erzuurum’da “Tuhfetür Reddiye” Davası

Rahmi Erdem Anlatıyor: Erzurum “Tuhfetür Reddiye” davası 27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar, gittikçe inkişaf eden …

Kapat