Ana Sayfa / Yazarlar / Orta Gelir Tuzağından Kayıtdışılığı Önleyerek Kurtulabiliriz

Orta Gelir Tuzağından Kayıtdışılığı Önleyerek Kurtulabiliriz

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Türkiye’nin ve gelişmekte olan ülkelerin en ciddi problemlerinden bir tanesi kişi başına yıllık gelirin 10 bin dolar civarında saplanıp kalması ile ifade edilen “Orta Gelir Tuzağıdır”. Ne yazık ki ekonomik veriler ülkemizin tam da bu tuzağın içine düştüğünü göstermektedir. Son yıllarda ekonomide patinaj yaparak bir türlü üretimi ve kişi başına düşen geliri arttıramadığımız acı bir gerçektir.

Gerekli yapısal tedbirler almak yerine günü kurtarmak adına gerçekleştirilen ekonomik politikalar ile bu sonucun doğacağını daha önceki yazılarımızda söylemiştik. Dikkate alınmadığı gibi serbest ekonomi politikası yerine gittikçe derinleşen devletçi ekonomik tedbirler ile daha da kötüye gidiyoruz. Herkesin devlet kapısına göz dikmesi ve girişimcilik ruhunun yara alması ekonomide tıkanma yaşamamızın en önemli nedenlerinden bir tanesidir.

Aslında önerdiğimiz yöntem; neredeyse bütün aklı başında ekonomistlerin “olmazsa olmaz” dedikleri kayıtdışılığın ortadan kaldırılmasıdır. Bu sayede sermaye üretme yeteneği artacak hem insanlar hem de gelişmekte olan ülkeler rahat bir nefes alarak zengin ülkeler arasındaki yerini alacaktır. Kısaca çözüm karmaşık değil oldukça basittir. Bunun önemini idrak etmek alınacak yolun yarısıdır. Nasıl ki hastalığın teşhisi tedavinin yarısıdır; öyle de orta gelir tuzağından kurtulmanın en önemli aşaması kayıtdışılığın önlenmesinde yatmaktadır.

Bu arada peşinen söylemek gerekir ki bu önerilen yöntem; günü kurtarmak adına yapılması gereken işlerden değildir. Başarılı bir şekilde uygulandığı takdirde en az iki-üç yıl sonrasında olumlu sonuç verecek yapısal değişikliklerin başında gelmektedir.

Devletimiz “imar barışı” adı altında çok önemli bir uygulamayı başlatarak kayıtdışılığın ne derece zararlı olduğunun farkında olduğunu göstermiş oldu. 10 milyondan fazla vatandaşımız devletle ihtilaflı olduğu için sahip olduğu varlıkların gerçek kıymetlerinden yararlanamıyordu. Şimdi bu kanun sayesinde yıllardır biriktirdiği küçük yatırımlarla edindiği mülklere gerçek değeri ile sahip olma yolu açılmış oldu. Devletimiz de ruhsatsız yapılardan dolayı kaybetmiş olduğu vergi gelirlerini bütçeye kazandırma imkanı bulmuştur.

İşte bu çalışmalar devam ederken görülen şudur ki; devlet ile vatandaş arasında tam da “kazan-kazan” olarak ifade edilebilecek bir süreç yaşanmaktadır. Kişilerin varlıkları değer kazandıkça bu edinilmiş mülkler; ülke ekonomisinede yansımakta ve kişi başına geliri arttırıcı etki göstermektedir.

Devletle iş yaparak rant elde etmek yerine, kendi alın teri ile edinmiş olduğu tasarrufları yatırıma dönüştürme hamlesi ülkemizin yapması gereken en önemli işlerin başında gelmektedir. Unutmamak gerekir ki; Batılı ülkeler gelişmesini devlet eli ile değil şahsi teşebbüs ve girişimcilik sayesinde başarmışlardır.

Bu nedenle Amerikayı yeniden keşfetmek yerine; girişimciliğin önünü açacak ve şahsi teşebbüsü güçlü kılacak tedbirleri almak ekonomi politikalarının en önemli icraatı olmak zorundadır. Serbest piyasa ekonomisinden taviz vermeden devleti küçültüp vatandaşları iş ve aş sahibi yapmak lazımdır.

Yazının bundan sonraki bölümü söylediğimiz yapısal reformların neden ve nasıl gerçekleşeceğini izah etmektedir. Bölük pörçük olmaması için tarihsel bir perspektif içerisinde tek bir yazıda ifade edilmektedir. Bu nedenle makalenin uzunluğunu şimdiden hatırlatarak detaylarını arz etmeye çalışayım.  

Berlin Duvarının yıkılması ile birlikte kapitalizm ile komünizm arasında bir yüzyıldan fazla devam eden siyasi rekabetin sonu gelmiş en sonunda komünist bir devlet olan Çin dahi kapitalizmin acımasız tüketim çarklarına boyun eğmiştir.

Eski komünist ülkelerle birlikte diğer gelişmeye çalışan birçok devlet, Batılıların tavsiyelerine uyarak yapılması gerektiği iddia edilen her şeyi yapmış fakat olumlu sonuç alamamışlardır. Aynı derecede istekli olmamakla birlikte bu ülkeler; bütçelerini dengelemiş, sübvansiyonlarını kısmış, yabancı sermayeye kucak açmış ve gümrük duvarlarını yıkmak zorunda kalmışlardır.

Fakat bu çabalarının karşılığında büyük ölçüde düş kırıklığına uğramışlardır. Zira pek çok ülkede ekonomik sıkıntılar artmış, halkın gelirleri azalmış, endişe ve kızgınlık ortaya çıkmıştır.

Son 25 yıllık süreç adeta “açlık, kargaşa ve talan” yılları olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra dünyanın çoğu ülkesinin vatandaşları için önerilen yollar, tavsiye edilenin aksine istikrarsızlığa yol açmıştır. 

Batı ülkelerinde geçerli olan iktisadi zafer; diğer ülkelerde ekonomik ve siyasi yıkıma yol açmıştır. ABD’li ve Avrupalı liderler çare bulamadıkları bu gidişe eski sıkıcı derslerini tekrarlamaktan başka bir şey yapamamışlardır.

Dedikleri en önemli hususlar şunlar idi: “Paranızı istikrara kavuşturun, protestocuları göz ardı edin ve yabancı sermayenin geri dönmesini bekleyin”. Ekonomik sorunlara bunlardan başka ciddi çareler sunamamışlardır. Hâlbuki gelişmekte olan ülke ekonomilerini mercek altına aldığımızda; sırf yabancı sermaye gelmesi ve para politikaları ile bunun yeterli olmadığı rahatlıkla görülmektedir.

Ulusal paraların istikrara kavuşması, serbest ticaret, şeffaf ve faizsiz bankacılık uygulamaları, kamu kuruluşlarının özelleştirilmeleri, ekonomik gelişme açısından faydalı olmuştur. Bununla birlikte defalarca tecrübe edildikleri halde geri kalmışlıktan kurtulma ve ciddi manada refah sağlanama konusunda yeterli olmamıştır. Hele hele orta gelir tuzağına düşen ekonomiler adeta bataklığa saplanmış gibi bu noktada patinaj yapmaya devam etmektedir.

Latin Amerika Devletleri başta olmak üzere dünyanın yeterince gelişmemiş birçok ülkesinde, Batılıların çare olarak sunduğu reformların başarısız kaldığı tarihsel bir gerçektir. Fakat hala Batılı ülkeler; bu iddialara karşı çare olarak sundukları reçetelerin hatalı veya yetersiz olduğunu kabul etmemekte ve direnmeye devam etmektedirler.

Devamlı olarak Protestan reformunu yapmamakla, müteşebbislik ruhunun olmaması ile ve bu ülke insanlarının zekâ seviyesinin düşük olması nedeniyle başarısızlığı izah etmeye kalkışmışlardır. Halbuki böylesine küstahça bakış açısı dünyanın hiçbir yerinde kabul edilemez. Çünkü ifade edilen eksiklikler; somut ve tespit edilen gerçekler üzerine değil soyut ve küçümseyici bir bakış açısı ile açıklanmaktadır. Bu durum ise insanların aklı ile alay etmek ve sayısı milyarları bulan insanı küçük görmekten başka bir şey değildir.

Japonya, İsviçre ve ABD’nin California eyaletinde olduğu gibi farklı yerlerdeki başarıları açıklayan izahlar; Doğu Avrupa, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde fakirliği açıklayamamaktadır. Bunun sebebini “geri kalmışlık” veya “kültür” olarak izah etmek hakkaniyetli ve inandırıcı değildir.

Zira Batı ile dünyanın diğer ülkeleri arasındaki farklılığı sadece kültür ve zekâ seviyesi ile açıklamak ırkçı ve ötekileştirici bir yaklaşımdır. Hatta bazı Batılı ülkelerde yeniden ortaya çıkan radikal milliyetçi çıkışlar olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bu görüşleri eleştiren yazar ve sosyal bilimciler; son zamanlarda ortaya çıkan “Medeniyetler Çatışması” adı altındaki çatışmacı anlayışın; bu tezleri beslediğini iddia etmektedirler. Aslında aşırı milliyetçiliğin temelinde bu sakat ve ırkçı Batı anlayışının rolü büyüktür.

Gerçek durumun daha farklı olduğunu düşünen iktisatçılar; gelişmekte olan ülkelerde ve eski komünist ülkelerin şehirlerinde, müteşebbislerin adeta kum gibi çok olduğunu görmüşlerdir. Bunu örneklerken bir Ortadoğu çarşısından geçmeyi veya bir Latin Amerika kasabasında yürüyüş yapmayı önermektedirler. Mesela Moskova’da taksiye binerken bir şeyler satmaya çalışan binlerce insana rastlamanın mümkün olduğunu şahsi teşebbüs oranının çok yüksek olduğunu ifade etmektedirler.

Ayrıca bu ülke insanlarının çok yetenekli ve coşkulu olduğunu da söylemektedirler. Neredeyse sıfır denecek bir sermaye miktarıyla para kazanma işinde Batılı gelişmiş ülkelerin hiçbir yerinde rastlanamamaktadır. Modern teknolojiyi kavrama ve kullanmaya son derece ehil olan bu insanları, müteşebbis ruhu olmamakla suçlamak doğru bir yaklaşım değildir.

Peki, bu ülke insanları; acınacak dilenciler ve işlevsiz kültürlerinin aciz mahpusları değil ise Batıya koşan servet ve sermayenin bu ülkelere gitmemesinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabını; sermayenin etkisi ve kökeni üzerinde durarak cevap bulabiliriz.

Ekonomik gelişmenin anahtar kavramları arasında yer alan sermaye üretme yeteneği, orta gelir tuzağından kurtulmanın en önemli maddesidir. Üzerinde çok fazla durulmayan fakat gelişmişliğin en önemli dinamiği olan sermaye (capital) konusunda Marx’tan günümüze kadar tarihsel derinlikle izah eden çalışmalara pek rastlanmamaktadır. Fakat bu bakış açısı ile ekonomik gelişmeye odaklanıldığı takdirde çok önemli tespitlerde bulunmak mümkündür.

Batılı ülkelerin ekonomik ve sosyal hayat olarak gelişmelerinin en önemli dinamiği ve sebeplerinden bir tanesi budur. Zira sermaye üretme yeteneği, işgücünün verimliliğini arttıran ve ulusların servetini arttıran ciddi bir kuvvettir. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik sistemin can damarı ve kalkınmanın temeli arasında sayılmaktadır.

Ekonomik olarak gelişmemiş ülkeler, kalkınmak için ne denli büyük bir şevk içinde bulunmuş olsalar dahi üretemedikleri en önemli hususlardan birisi budur. Asya, Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki ülkelerde çeşitli araştırmalar yapılmış bu ülkelerin kalkınmak için gerekli varlıklara sahip oldukları görülmüştür. Hatta en fakir ülkelerde bile yoksul insanların birikim yaptıkları gözlenmiştir. Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar çok önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştır.

Öyle ki; fakir ülkelerdeki birikimin değeri 1945 yılından günümüze kadar almış oldukları dış yardımların toplamından yaklaşık 40 katı olduğu bizzat sahada yapılan çalışmalar sonucunda tespit edilmiştir. 

Örneğin Mısır’da fakirlerin biriktirdikleri servet, Süveyş Kanalı ve Assuan Barajı da dâhil olmak üzere bu ülkeye yapılan dış kaynaklı doğrudan yatırımların 55 misline sahiptir. Latin Amerika’nın en fakir ülkesi olan Haiti’de fakir insanların toplam varlıkları, Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı 1804 yılından beri yapılan dış kaynaklı yatırımların 150 katından daha fazladır.

İşte, sermaye üretme sorusunun cevabı burada yatmaktadır. Yoksul ülkeler; büyük kaynaklara kusurlu bir biçimde sahip oldukları için gerekli kalkınma hamlelerini yapamamaktadırlar. Çünkü evler ve işyerleri, tapulu olmayan araziler üzerinde inşa edilmiştir. Şirketlerin yükümlülükleri tam manası ile tanımlanmamıştır.

Bunlara ilave olarak; sanayi kuruluşları; finansör ve yatırımcıların gözetiminden uzak yerlere kurulmuştur. Bu mülkler, üzerindeki hakların yeterince belgelenmemiş olmasından dolayı kolaylıkla sermayeye dönüşememektedir. İnsanların birbirlerini tanıyıp güvendikleri yerlerin dışında mülk satışı yapılamamaktadır. Keza yatırım için garanti verilememekte ve hisse olarak değerlendirilememektedir.

Batılı ülkelerde örneğin Fransa’da gayrimenkul satışı sonrasında notere gitme mecburiyeti bulunmaktadır. Bu sayede satıcının gerçek olup olmadığı, binanın vergi borcu gibi birçok bilgiyi tutulan kayıtlardan öğrenme imkânı bulunmaktadır.

Diğer gelişmiş Batı ülkelerinde ise her parsel arazi, her bina, her bir makine ve teçhizat, mülkiyet belgesi ile tescil edilmiştir. Bu varlıklar ekonominin bütünü ile ilişkilendirilerek büyük bir katma değer elde edilmektedir.

Bu temsili süreç sayesinde varlıklar, maddi mevcudiyetinin yanı sıra gözle görülmeyen paralel bir yaşama sürecine dâhil olmaktadırlar. Borçları geri ödeme için en geçerli ipotek bu sayede oluşmaktadır.

Bundan başka yeni bir iş kurmak için en önemli finansman aracı olarak müteşebbisin evi veya işyeri üzerine konulan garantiler gösterilmektedir.

Tescil edilmiş varlıklar aynı zamanda mülk sahibinin kredi sicilinin öğrenilmesi için bir araç vazifesi de görmektedir. Alacak ve vergilerin tahsil edilmesi için mesul olunan bir adres, güvenilir bir kamu tesisinin kurulmasına yol açmakta hesapların denetlenebilmesine imkân sunmaktadır.

Bu sayede gelişmiş Batı ülkelerinin varlıklarına adeta hayat verilmekte ve sermaye meydana getirmek için önemli bir araç haline dönüştürmektedir. Fransız araştırmacıların verdiği bilgilere göre bir yılda 9800 noterin Faaliyet gösterdiği Fransa’da 600 milyar Euro’luk bir işlemin yarısı gayrimenkul araçlardan gelmektedir. 300 Bin Euro’luk bir konutun satışından devlet 17300 Euro vergi almakta noterlik kurumunun etkin olması sayesinde kayıtdışılığın neredeyse sona erdiği ifade edilmektedir.

Satışların gerçek değerleri üzerinden yapılması da ülkelerin gelişmesine büyük katkılar sağlamaktadır. İşte ülkemizde yürürlüğe girecek olan imar barışına bir de bu açıdan bakılması gereklidir.

Yapılan araştırmalarda ülkemizde mevcut yapıların % 50’sinin ruhsatsız olması ve kaçak sayılması içine düştüğümüz kötü durumun ne derece derin olduğunu ispatlamaktadır.

Ülkemiz başta olmak üzere gelişmekte olan diğer uluslar ve eski komünist ülkeler; bu temsili süreci tam olarak yaşayamadıkları için sermaye yetersizliği sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. AB Süreci ile birlikte eski komünist ülkelerde bu sorun aşılmaya başlamış ise de diğer gelişmemiş ülkelerde sermaye yetersizliği hala en önemli sorun olarak durmaktadır.

Bu durum adeta hisse senedi ihraç edemeyen şirketlerin problemine benzemektedir. Temsil edilmeyen varlıklar birer ölü sermaye şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Dünyadaki insanların altıda beşi; mülklerini temsil edecek ve sermaye meydana getirecek süreçten yoksun bulunduğu için kalkınma hamlelerinde başarılı olamamaktadır.

Çünkü insanların evleri vardır fakat tapusu yoktur, mahsul üretir fakat hiçbir kayda geçmez. Şirketlerinin büyük bir çoğunluğunun hukuki statüsü yoktur. Toplu iğneden başlayıp nükleer reaktöre kadar her türlü teknolojik gelişmeye uyum sağlayan bu insanların; ekonomik gelişme konusunda sermaye meydana getirememelerinin en önemli nedeni işte bu temsil belgelerinin eksik olmasıdır. Bu durum “ruhsatsız işlemler yapılması” ile açıklanmaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerin çözmesi gereken problemlerden bir tanesi; mevcut olduğu bilinen fakat gözle görülemeyen bazı işlemleri kavramak ve onlara erişim sağlamaktır. Zira gerçek ve faydalı olan her şey her zaman elle tutulur, gözle görülür değildir. Örneğin zaman gerçektir ancak saat ve takvim ile temsil edildiğinde etkin bir şekilde kullanılabilir ve yönetilebilir. İşte bunun gibi tarih boyunca insanoğlu elleri ile dokunamayacağı şeyleri aklı ile kavrayabilmek için yazı ve müzik notalarını keşfetmiştir. 

İşte imar barışı ile birlikte kamu arazilerinin kiraya verilmek veya satılmak sureti ile değerlendirilmesine bu açıdan bakmakta yarar vardır. Gelecek yüzyılın belki de en önemli göstergesi; varlıkların, tapu ve benzeri araçlar ile temsil edilmesidir.

Batılı ülkelerin zamanında yapmış olduğu mülkiyet reformları, kayıtdışılığı önleyerek sermayenin faydalı hale gelmesine neden olmuştur. İşte gelişmekte olan ülkeler öncelikle bu konuda reformlar yapmak zorundadır. Ülkemizde “İmar barışı” ile yapılmakta olan kayıtdışılığın ortadan kaldırılması çalışmaları da bu amaca hizmet edecektir.

Temsil belgelerinin yani tapu ve benzeri kayıtların olmaması onları birer ölü sermaye haline getirmiştir. Halbuki ilk bakışta “döküntü” olarak görünen birçok maddeden; sermaye ortaya çıkarmak mümkündür. Güçlü kurumların meydana getirilmesi bu varlıkların kayıt altına alınma süreci sonunda ortaya çıkabilmektedir.

Sahiplenme duygusu yani malikiyet, ozalit plana bakılarak inşa edilmiş veya sözlüğe bakılarak tasvir edilebilmiş bir şey değildir. Kökeni muğlaktır ve anlaşılması güç bir yönü vardır. Bununla birlikte gelişmenin anahtar kavramlarından bir tanesidir. Batının gelişip güçlenmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi olarak değerlendirilmektedir. Diğer bir tanesi ise hürriyet ve serbestlik konusu olup her iki ilkenin önemi; 2015 yılında İstanbul Üniversitesinde yapmış olduğum “Malikiyet ve Serbestiyet Devri” başlıklı doktora çalışması ortaya konulmuştur. Bu çalışma oybirliği ile kabul görmüştür.

İşte gerekli kanun çıkarılarak yürütülmeye çalışılan “İmar Barışı“ sermaye üretme açısından çok önemlidir. Orta gelir tuzağından kurtularak gelişmiş ülkeler seviyesine yükselmenin en önemli yollarından bir tanesidir.

Bu konuda kanunun uygulama safhasında bazı olumsuz durumlar devletin karşısına çıkabilecektir. Fakat hakkaniyete dikkat edildiği takdirde başarılı sonuç alınabilecektir. Çünkü devlet ve vatandaş arasında “kazan-kazan” ilişkisini rahatlıkla görebiliriz. Zira Devlet; kayıt dışılığın doğurduğu kayıp vergi gelirlerine sahip olmaktadır.  Vatandaşlar ise sahip olduğu varlıkların gerçek değerlerine kavuşması sayesinde gelirlerini arttırmaktadır.

İmar barışı sonunda başarılı sonuçlar elde edilmesi, gelişmekte olan ülkeler içinde iyi bir örnek teşkil edecektir. Medeniyetler çatışması adı altında ötekileştirici ve çatışmacı Batı anlayışı bu ve benzeri gayretler sonucunda terk edilmeye mahkum olacaktır.

Bu açıdan bakıldığı ve uygulandığı takdirde bütün dünyada çatışma yerine barışçıl çabaların kuvvet kazanacağı değerlendirilmektedir, vesselam…

Yazar : Vehbi KARA

Dr. Vehbi KARA, 1965 Yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta eğitimini yine İstanbul’da tamamladıktan sonra 1982 yılında Deniz Harp Okuluna girerek askeri öğrenci olarak eğitimine devam etti. 1986 Yılında Kontrol Sistemleri bölümünden Elektrik-Elektronik Mühendisi olarak mezun olduktan sonra Teğmen rütbesi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı savaş gemilerinde ve karargâh birimlerinde deniz subayı olarak görev yaptı. Savaş gemilerinde güdümlü mermi ve top atışlarında birincilik kazanmıştır. 1997’de Yüzbaşı rütbesinde iken askerlik mesleğinden ayrıldı ve ticaret gemilerinde çalışmaya başladı. Gemi Kaptanı olarak çeşitli ülkelere ait 30’dan fazla ticari gemide görev yapmış çalıştığı firmalardan ödüller almıştır. 2011 Yılında Araştırmacı kadrosu ile İstanbul Üniversitesinde göreve başladı ve halen de bu üniversitenin Su Ürünleri Fakültesinde ve Mühendislik Fakültesinde denizcilikle ilgili meslek dersleri öğretmenliği görevini yürütmektedir. 1997 Yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümünde “Petrole Dayalı Stratejiler ve Uluslararası İlişkilerde Petrolün Rolü” isimli çalışması ile yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. 2015 Yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkileri Bölümünde “Çalışma İlişkileri Açısından Kapitalizm Sonrası Dönem: Malikiyet ve Serbestiyet Devri” başlıklı çalışması ile doktora eğitimini tamamlamıştır. Uzakyol Kaptanı yeterliliğinde gemi kaptanlığı, Denizci Eğitimci Belgesi ve Elektrik-Elektronik Mühendisliği sertifikaları mevcuttur. Denizcilik, askerlik, tarih ve iktisat konularında çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde makaleler yazan Vehbi KARA’nın “Bahriyede 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” isimli iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Oruç ve çağımız insanı – 1

İnsanı, ‘sosyal bir varlık’ olarak düzenleyen üç temel ibadet vardır. Bunlar Oruç, Hac ve Zekât’tır. …

Kapat