Ana Sayfa / Yazarlar / Ortaklık Ağaçlar

Ortaklık Ağaçlar

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ortaklık Ağaçlar / Orhan Salcı

Çocukluğumun unutulmaz anlarından, anılarından, damağımda, dimağımda kalan tatların pek çoğunun sonbahara, hasat mevsimine ait olduğunu farkettim.

Hepimiz hayatta anılar biriktirdiğimiz gibi tatlar, kokular biriktiriyoruz.
Bir ramazan ayında yediğim ilk karpuzun tadı, ansızın gelip beni aylarca mutlu eden adeta Cennetten gelen, beni Cennete götüren tarifi mümkün olmayan o koku gibi, koku ve tattan çok öte haller, hayaller, hatıralar, duygular, düşünceler biriktiriyoruz.

Her yıl sonbahar mevsimi gelip ağaçlara asılmış, inci gibi dizilmiş meyvelerin toplama zamanı gelince evimizde değişik bir telaş, değişik bir gerginlik yaşanırdı..
Meyvelerin toplanma zamanı gelmiş ama sahipleri gelmemiştir.

-Sahibi biz değil miyiz?
-Biziz de evladım, ortaklar var, onlar da gelsin, öyle toplayalım.
-Ortaklar ne zaman gelir?
-Yakında gelirler..

Telefonla hatta elektrikle bile henüz tanışmamış köylerde haberleşmenin, randevulaşmanın mümkün olmadığı günler..
En acil, en hayati durumlar için köyden köye sadece haberciler gönderilebildigi günler..
Daha az önemli konular için denk gelen birisinden haber gönder, denk gelirse, unutmazsa söylesin, haberi alanın durumu müsaitse davete icabet etsin..
Zor ki zor..
Bu yüzden olsa gerek bizde misafirler ansızın gelir, misafirliğe habersiz de gidilirdi ve bu hiç yadırganmazdı.
Çocukluğumuzda bütün kardeşlerimle misafiri ne kadar sevdiğimizi anlatacak ifade tarzı bulabileceğimi sanmıyorum.

Bir zamanlar büyük ve geniş bir aile iken Balkan Harbi’nden İstiklal Harbi’ne cephelere gönderdigi oğulları geri gelmediği için sadece üç hane kalan Şaganoğlu Köyü’nün ıssızlığı ancak misafir yüzleriyle, söz ve sohbetleriyle ışıyıp ısındığı için olsa gerek yoldan geçeni zorla eve davet ettiğimiz olurdu.
Babanın işten eve gelemediği gecelerde dışardan gelen her sesten irkilen, çaktırmadan birbirinin gözlerinden, evin önünden geçen bir araba sesinden, ışığından cesaret alan çocuk yüreklerimizde misafir geldiği her gecenin bayram gecesi kadar mutlu geçtiğini anlatmak kelimelere sığdırılabilirse bile benim harcım değil..

Evin bir odasını zar zor aydınlatan gaz lambası ya da ocakta yanan odun ışığından başka ne içerde, ne de pencereden dışarı baktığında sokakta, ne karsı köylerde ve dağlarda insanın içini ferahlatan ışığın olmadığı gecelerde misafir yüreklerin ışığı, onların muhabbetlerinin sıcaklığı taze fidanlara can suyu, nisan yağmuru gibi gıda idi, şifa idi..

Hasat mevsimi yaz tatilinin bitip okulların yeniden başladığı günlere denk gelirdi bizim köyümüzde.
Her gün sabah akşam yarım saat yürüyerek ama severek gidip geldiğimiz okul günlerinde hafta sonları kendimi geç uyanmaya kurduğum için birinin erkenden başıma dikilip kalk demesi işkence gibi gelirdi.
Bilirdik ki uyanmak, bitmek bilmez işlerden birine koyulmaktı, kosulmaktı.
Çocuk olmak kaytarmaya, nazlanmaya bahane olmazdı. Küçük büyük, kadın erkek herkese bir iş bulunurdu..
Yorganın ağırlığından, yatağın sıcaklığından kurtulup ayağa kalktıktan sonra herşey, her iş güzeldi aslında ama çocuktuk işte, nazlanmak istiyorduk, nazımız çekilsin istiyorduk..

Gelen teyzelerin konuşmalarından, seslerindeki telaştan, hatta ses tonlarından bile bu gelişlerinin misafir gelişi değil bir nevi iş ziyareti olduğu, işlerin çok, vaktin az olduğu anlaşılıyordu ve bu benim hiç hoşuma gitmiyordu.
Apartopar yataktan kaldırılıp yuları elime verilen eşeğimizin ve o misafir teyzelerin önünde, babannenin söylediği bizim tarlalara doğru yola koyuluyorduk.

Tarla tarla geziyor, tarlalardaki elma, armut, ahlatları topluyor, her ağacın dibinde o ağacın meyvesini pay ediyorlardı.
“Bu armudu dörde bölecez. O dört bölüğün ikisini üçere, ikisini ikişere bölecez.
O üçten birisi falanın, ikiden birisi filanın hakkı..”
Bir ağaçtan çıkan toplam iki çuval ahlat beşe-ona bölünüyor, adeta kilo kilo paylaşılıyordu.
Hiç birinin okuryazarlığı olmayan o kadınların pratik hesapları beni şaşırtıyordu.
Zaman zaman bir ağacın meyvesinin kaça bölünmesi gerektiği konusunda anlaşamadıkları, can sıkıcı tartışmalara giriştikleri de oluyordu tabi..
Her tarlanın ve hatta her ağacın bölüşme usul ve oranları farklıydı nedense..
Bazan güle oynaya kardeşçe, bazan kavga gürültüyle, bazı seneler bir günde bazı seneler birkaç günde zar zor bitirildigine şahid oldugum bizim tarlalardaki meyvelerin komşularla, komşu köylerden gelen kadınlarla toplama ve paylaşma ameliyesinin nedenini, kökenini sonra öğreniyordum..

Bilmem kaç nesil önce atalar topraklarına meyve ağaçları dikmişler. Belki bir kuşun bıraktığı çekirdekten serpilen “hüdây-ı nâbit” filizi söküp atmamış, büyüyüp ağaç olmasına fırsat vermişler.
Onlar bu diyardan göçtükten sonra ‘ölüm hak, miras helal’ tarlalar oğullar, kızlar arasında bölünmüş, bölüşülmüş ama meyveler ortaklık malı olmaya devam etmiş.
Atalarından bir hatıra bütün nesle sinsin, gidenlere çok dillerden, çok nesillerden dualar gelsin diye belki..
Ağacın dalları ne kadar çoğalsa da kökü ve gövdesi birdir der gibi; sizler ne kadar çoğalsanız, ev ev, köy köy dağılsanız bile kökünüz, gövdeniz bu ağaçla bir, aynı atanın evlatlarısınız, kökünüzü ve birbirinizi unutmayın demek için belki, meyveler bölünmemişti.
Aynı köydeki insanlar başkalarının tarlalarında kendilerinin, kendi topraklarında başkalarının hissesi olduğunu biliyorlar, komşuluk ve akrabalıktan öte ortaklık ahlak ve hukukunu öğreniyor, bu hukuku gözetmek zorunda hissediyorlardı kendilerini.
O benden, ben ondanım..
Bende onun, onda benim hakkım var, diyebilmenin somut belgeleriydi adeta bu ortaklık ağaçlar..
Her sonbahar sadece aynı köydeki komşular, yakın uzak akrabalar değil, civar köylerden kadınlar çocuklarını, torunlarını alır, atalarının, köklerinin izinde yürür, kocaman bir ağacın dalları, meyveleri olduklarını hatırlarlar, akrabalık, dostluk bağlarını pekiştirirler, akrabalarından, ata topraklarından sadece birkaç kilogram meyve almakla kalmaz, birbirlerinden güç alır, güç verir, gönül alır, gönül verirler, ve bu alışverişi nesiller boyu sürdürürlerdi.

Çocuk aklımla meyvelerimizi bölüp götürdüler diye kızar, kıskanır mıydım bilemiyorum ama o insanlarla aramızda oluşan bağların zaman içersinde beni ne kadar zenginleştirdiğini yaşayarak öğrenmiştim.
Değişik vesilelerle gittiğim her köyde meyvemize ortak olan insanların beni ortak bir atanın, ortak bir genin parçası, mirası olarak, tuz-ekmek dostluğunun hatırası olarak kendilerinden bir parça kabul ederek evlatları, kardeşleri gibi karşılamaları, ağırlamaları, misafir edip ugurlamaları;
yaşadıkları yerlerdeki akraba ve sevgi halkalarına dahil etmeleri beni o kadar mutlu, o kadar zengin, güçlü, gururlu, umutlu, gönlü ve ufku geniş bir insan yapmıştı ki, her yıl aldıkları meyveler bana verdikleri yanında devede kulak değil tüy bile olamazdı.
Ambarlar dolusu meyveler versek kazanılamayacak mutluluklar, dostluklar, akrabalar, insanlar kazanmıştım; her birimiz kazanıyorduk.

Gün geçti, zaman geçti..
Büyüklerimiz, herkesin başkasının tarlasındaki meyveye ortak olması işini saçma ve sıkıcı bulmaya başladılar.
Yaşanan bazı olumsuzluklar, kavgalar, gidiş gelişlerdeki sıkıntılar, uyanık ortaklardan bazılarının zaman zaman diğer ortakların haklarına tevessül etmeleri gibi olumsuzluklar bahane ederek bir karara vardılar; herkesin tarlasındaki meyve onundur, kimse kimseden hak talep etmesin dediler..

Zamanla bu teklif kabul gördü, yerleşti. Kimse kimsenin tarlasındaki meyveden hak istemedi.
Köyün, sülalenin yaşlı kadınları meyve toplama vesilesiyle belki ancak yılda bir kez görüştükleri akran ve ahbaplarıyla görüşemez, halleşemez hatta kavga edemez oldular..
Yaşlı nenelerle birlikte meyve hasadında tanışan, kaynaşan, oynaşan, yakın ya da uzak akraba çocuklar büyüdüler, uzak şehirlere, gurbet ellere kanat açma furyasına kapılarak uçup gittiler.
Yüreklerinin bir yerlerinde o günleri, o anları, anıları, dostları saklasalar da, hayırla, hüzünle ansalar da birer birer gurbet ellerde kaybolup gittiler.
Onların çocukları ise yazık ki meyve diplerinde oynaşacakları akran, ahbap ve akrabalardan mahrum, ve habersiz gönülleri fakir, hatıraları fakir, hayalleri fakir olarak büyüdüler, büyüyorlar.

Sonraki yıllarda, dallarına uzanan eller çekildiği, gölgesinde oynaşan çocukların sesleri kesildigi için, afiyetle yetip ‘dalı budağı şen olsun’ dualarından mahrum; sevgisiz, ilaçsız, susuz, gıdasız kaldıkları için belki, ortaklık ağaçların çoğu kurudu..
Ortaklık malı diye kimse tarafından bakımı yapılmasa bile kimse tarafından balta vurulup yıkılamayan yüzlerce, binlerce ağaç ‘nasıl olsa artık benim, kimse hesap soramaz’ diye düşünen yeni sahiplerince, o ağaçlara sinmiş binlerce hatırayla birlikte teker teker yok edildiler.

Şimdi anlıyorum ki ortaklık ağaçlar ortak bir benliği, aidiyeti, geniş geniş aile ve akrabalık bağlarını diri tutan unsurlardan biriydi.
Ortak ağaçlarla birlikte ortak değerleri yıkarak bireyselciliğin kapılarını araladık; bizi manen besleyen kökleri kuruttuk, gök kubbede kapladığımız gönül hacmimizi belirleyen ortak köklerimizi ve dallarımızı kırarak küçüldük.
Geleceğe aktarabilecegimiz, aktarmamız gereken ortak değerler, ortak kültür, ortak hatıra ve hayaller, her kuruyan ağaçla birlikte, onların kökleri ve dallarıyla birlikte koptu, birer birer kurudu gitti..
Yazık ettik sanki.
Geçmişi ve geleceği yaktık, duman ettik kül ettik..

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Nurettin Topçu’dan Damlalar: İnsaniyetin Üçleri

DAMLALAR Âlem, üç şeyin mecmuundan ibarettir: Varlık, düşünce ve hareket. Bunların hepsini kendinde toplayan insan, …

Kapat