Oryantalist Anlayış

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr. Mehmet Maksutoğlu

ORYANTALİST ANLAYIŞ – 1

Birçokları zanneder ki oryantalistler, kendi alanlarında otoritedirler, konularını iyi bilirler, olaylara objektif olarak bakarlar, konuları objektif olarak incelerler.
Çin, Japonya, Moğolistan, Avustralya … ile ilgili araştırmalarını, yayınlarını bir yana bırakalım da, bizi yakından ilgilendiren İslâm ile ilgili durumlarına bakalım:

Konu İslâm olunca; oryantalistin, İslâm hakkında otorite kabul edilen kişinin;
*Kur’ân-ı Kerîmi, aslından, orijinalinden  birkaç defa okumuş, âyetlerin tefsirini öğrenmiş, âyetlerin iniş sebeblerini öğrenmiş, nâsih ve mensûhu bilen,
*Hadîs-i Şerîflerin başlıcalarını bilen, hiç olmazsa Buhârî, Muslim, İbn Mâce, Neseî, İbn Dâvûd’un kitaplarını okumuş
olması, Şîî hadîs geleneğine de âşinâ olması,
*İslâm’ın târihini (ilk vahiyden başlayarak safhalarını) ve Müslümanların, ilk zamanlardan itibaren yaptıklarını biliyor olması farzolunmaktadır.
Öyle ya! Otorite kabul edilen kişide bu nitelikler olmalıdır.

*

Ankara’da iken, hocamız Profesör (rahmetli) Hüseyin Yurdaydın, bir ara, Islamic Jurisprudence (Fıkıh) adlı kitabı, biz asistanlara, ilgililere okuyup tercüme ediyordu.

Oryantalistlerin belli bir kültür yüküyle olaylara baktığı zehâbına kapılmıştım, insana öyle geliyordu. Encyclopaedia of Islam’dan haberdar olmuştuk, o ansiklopediyi edinmek için ciddî arzu duyar olmuştuk.

Bu arada, belli konularda, oryantalistlerin ne yazdıklarına bakıyorduk. Oryantalist, profesörlerimizin gözünde, ciddî araştırmalar yapan, makamı pek yüksek otorite idi.

Liseyi bitirdiğim, Fakülteye gireceğim 1956 yılında, Brockelman’ın yazdığı, Profesör (rahmetli) Neş’et Çağatay’ın Türkçeye çevirdiği İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi çıkmıştı. (Rahmetli) Refi Cevad Ulunay tenkîd etmiş, Neş’et Çağatay cevap vermişti. Hemen belirtmeliyim ki, öğretim üyelerimizdeki bu oryantalist saygısı, birkaç neslin mîrâsıdır, yeni bir şey değildir, Osmanlı’nın son yüzyılından kalan mîrâsdır. Cumhûriyet aydınları, normal olarak, onu devâm ettirmişlerdir.

Öğrencisi olmakla şeref duyduğum ve iftihâr ettiğim (rahmetli) Profesör M. Tayyib Okiç, üçüncü ve dördüncü sınıflarda Hadîs öğretti; oryantalistler hakkında Türkiye’de ilk şuur kıvılcımı çakan bu zâttır. Pek çok  kişinin ayağının kaymasını önlemiştir. Allah ganî ganî rahmet eylesin. Yarım düzine dil bilen bu öğretim üyesi, Avrupa’yı da iyi biliyor ve anlatıyordu. (Tunus’ta iken, birlikte olduğumuz bir asistanına yazdığı Arapça mektubu görmüştüm: Arap gibi rahat bir uslûbu vardı; anadilinden başka bir dilde yazmak, öğrenimin son merhalesidir.) Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde ve Erzurumda da öğretim üyeliği yaptığı sırada, onun öğrencisi olmak bahtiyarlığına eren arkadaşlar, yazdığımda abartma olmadığını bilirler.

*

Doktoramı, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde, İslâm Tarihi kürsüsünde 1966 yılında tamamladıktan sonra, Allah nasîb etti, ne kadar hamd etsem azdır, 3 yıl, İngiltere’nin Cambridge Üniversitesinde, Faculty of Oriental Studies’de Türkçe öğrettim. Arapça ve Farsça öğreten Mısırlı Abdulhalîm ve İranlı Ferheng, öğretim üyelerinin çay – kahve içtikleri combination room’a pek uğramazlardı ama, ben devamlı giderdim; haftanın 5 günü dersim olduğu için her gün fakültede idim ve sabah kahve, öğleden sonra çay içilen salona hep giderdim. Birçok dâvetlere de katıldım, kısacası, bu otoriteleri oldukça yakından tanıma fırsatım oldu.

*

Cambridge’de benim Türkçe öğrettiğim öğrencilerin çoğu, Arapça da öğreniyordu. Bu arada, İslâm’la ilgili, yine oryantalistlerin yazdığı background books denilebilecek kitapları okuyor, İslâmla âşinâlık peydâ ediyor, daha başlarken, konulmuş olan yörüngeye giriyorlardı.

Ne demek istiyorum, açayım:
İslâm hakkında, objektif olarak, ilmî yaklaşımla bilgi edinmek isteyen NE YAPMALIDIR?

-Fasîh Arapçayı çok iyi bilmeli, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfleri, Müslümanların Târihini yine Müslümanların yazdıklarından öğrenmelidir.
EN AZINDAN, bu Kur’ân’da ne var acaba? diye başlamalıdır, değil mi?
Ne gezer! Daha başlarken, kafasına rehberlerinin yazdıklarından, camel driver (deve çobanı) Mahomet diye yerleştirilen yolda devâm eder, gider.

Daha yetişme çağında Müslümanların yaşadıkları ülkelere gitme imkânı bulur; oralardaki insanların, maddî bakımdan Avrupa’dan ne kadar geri olduklarını görür, ‘İslâm budur’ algısı kafasında yerleşir.
İslâmla ilgili bir konuda araştırma yaparken, önce, Müslümanların o konuda ne yazdığına değil (onlar, gelişmemiş, dikkate almağa değmez kişiler (!) olduğu için) oryantalistlerin yazmış olduğu ciddî görünüşlü, dipnotlu kitaplara bakar, sonra fihristlerden âyet ve hadîsler bularak devâm eder.

Şu kanâatteyim ki: oryantalistlerin YÜZDE BİRİ BİLE Kur’ân-ı Kerîmi, Arapçasından, başından sonuna kadar okumamıştır! Zâten, okumuş olsa, kalbi de mühürlü değilse, Kur’ân’da kendini bulur, Müslüman olur. Nitekim, öyle yapıp Müslüman olanları vardır.
Mezhepler Târihi hocamız rahmetli Profesör Muhammed Tancî’den dinlemiştik ki:
Kur’ân-ı Kerîm’den başka hangi kitabı bir defadan fazla okusanız bıkkınlık gelir; ancak birkaç defa okuyabilirsiniz. Ama Kur’ân-ı Kerîmi ne kadar çok okursanız okuyun, yorulmazsınız, bıkmazsınız, zevkle okursunuz.

*

Oryantalistlerin yetişme şartları da çok iyidir :
Biz Tunus’ta iken, 1964 yazında, Burgiba Yaşayan Diller Enstitüsü’nde Arapça yaz kursu vardı. Haftada 5 gün, sabahları 4 saat olmak üzere, haftada 20 saat, 6 haftalık kurs müddetince 120 saat ders görülüyordu. Sâdece 1 yıl Arapça okumuş olarak bu kursa gelen oryantalist öğrenciler vardı. Böyle, daha öğrenciliklerinde, öğrenmekte olduğu dilin konuştuğu ülkelere, belki defalarca gidebiliyorlar. Öğretim üyesi olunca, üzerinde öyle pek fazla ders yükü olmaz, haftada 6 saat kadardır.

İngiltere’de, bizim Fransa’dan aldığımız anlaşılan sömestr yerine 3 term vardır: İlki güzün başlar, Christmas (Noel)da bir aydan fazla tatile girer. İkinci Term, bizdeki Hristiyanların Paskalya dediği tatille, bahara doğru sona erer. Üçüncüsü de yazın ilk aylarında sona bulur. Anlayacağınız, bizdeki Medrese usulü gibi, dînî duraklara göredir. Nitekim, bizdeki Medreseler’de tâtil, Ramazan ayında imiş. Onlar, geleneklerini sürdürüyor, yeniliği, içeride, muhtevâda yapıyor, biz ise, kendimizi inkâr edercesine, sıfırdan başlayıp onları körükörüne taklîd ediyoruz.

Evet, oryantalist, kaynak dilini öğrenme imkânına böyle sâhiptir, anadili zâten Latinceden türemiştir, diğer Avrupa dillerini öğrenmesi, bizim Kazakça, Özbekçe öğrenmemiz gibidir, kolaydır.
Oryantalist, 6 term’de 1 term, izinlidir; derse girmez. İsterse odasında, kitaplıkta çalışır, vakıfların birinden tahsisat bulmuşsa, yurt dışına giderek araştırmasına devam eder.

*

Böylesine imkânlara sâhip oryantalistten ne beklenir? Doğu’da (Orient) bulduğu iyi, faydalı unsurları, ülkesine aktarması, ülkesinin daha iyi olması için çalışması, değil mi? Ne gezer! O zavallı da, daha yetişme çağında, öncekilerin kurduğu, yerleştirdiği YÖRÜNGE’ye yerleştirilir, İslâm ve Müslümanlarla ilgili bilgi edinmek için, kendisine verilen background mahiyetindeki, yine oryantalistlerin yazdığı kitapları okur, kafa yapısı öyle şekillenir. Objektif zihniyete sâhip olabilse, kalbi de mühürlü değilse, İslâmı kaynaklarından okuyacak olursa, Müslüman olur, küfürde kalmaz. Nitekim, böyle Müslüman olanlar vardır. Hâmid Algar bunlardan biridir.

Batı Avrupa’da, K. Amerika’da, kapitalizmin mârifeti olarak, bir yanda servet yığılması, öbür yanda, çöp bidonlarını karıştıranlar, sokakta geceleyen evsizler var. İslâmın 5 temel unsurundan zekât ile ilgilenip bu korkunç ve tehlikeli duruma çözüm düşünmek, oryantalistin aklına bile gelmez; onun hedefi, Batı için potansiyel tehlike gördüğü İslâmı, türlü oyunlarla, ‘objektif görünerek’ eleştirmek, vatandaşlarını uyarmak, Müslümanları, dinlerinden soğutmaktır.

Batı Avrupa’da doğan 3 çocuktan 2 si, babası BELİRSİZ olarak dünyaya gelmekte. K. Amerika’da, yıllık –şimdilik- yılda  b i r m i l y o n olduğu belirtiliyor. Bu gidişle, 20 yıl sonra, bâzı ülkelerde “eskiden nikâh diye bir olay varmış” denilecek, çoğunluk, dünyaya ‘böyle’ gelenlerde olacak. Peki, İslâm’da, evliliğin teşvîk edildiğini, nikâh’ın çok kolay olduğunu öğrenip, bilerek, bu konuda ülkelerine yol göstermeleri gerekmez mi? Gerekir amma, bunun için, doğru dürüst ‘adam’ olmak gerekir; zavallı oryantalism öğrencisini kendi hâline bırakmazlar ki! Background bookslarla, daha ilk sınıfta iken, onu yörüngeye oturturlar; böylece yurtseverlik yaptıklarını sanırlar.

Allah nasîb etti, 3 yıl aralarında bulundum, oryantalistleri mekânlarında tanıdım, nasıl yetiştirildiklerini yakından gördüm. Söylediğim, yazdığım her kelimenin arkasındayım, herkesle, her zeminde tartışmağa hazırım.

İlim adına maskaralıklar yapan bu zavallıları ciddiye alan yerli zavallılar da mârifet yaptıklarını zanneder. Oryantalistlerin 2 maskaralığını belirtelim:

1. Osmanlı Devleti İslâm adına hareket ediyordu da, Pâdişahlar niçin hacca gitmedi? derler ciddî ciddî!
El Cevâb:
a. Hacca gidiş-dönüş, 20. Yüzyıla gelinceyedek en az 4 ay sürerdi.
Devlet ve Hükûmet Başkanı bu kadar müddet İstanbul’dan uzakta kalamazdı.
(Devlet cihâd üzre kurulmuştur; (1922-1288 =) 634 yılda sâdece 1740-1768 arasında 28 yıl cihâd olmamıştır.)
(1969 yılında Libya Meliki Sunûsî yurt dışında iken, -iletişim çağında– Kaddâfî darbe yapmıştı. Taht kavgaları yalnız Avrupa’da olmuyordu; Osmanlı’da da fesad ehli vardı.)

b. Hicâz Bölgesi ve Bilâdu’ş-Şâm (Sûriye, Ürdün, Lübnân, Filistin) başka bir devletin Memlûkların hâkimiyetindedir (1516-1517 ye kadar). Başka bir devletin arâzisinden, 3000-5000 kişilik maiyetiyle Osmanlı Sultânı geçip hacca gidecek! Bunu diyen oryantaliste ‘aklın yerinde mi?’ demek gerek.

16 yüzyılın 2 büyük Hristiyan İmparatorluğundan biri olan Portekiz, Kızıldeniz’e girip Cidde’ye saldırmıştı! Mekke’yi alıp Osmanlı’nın elindeki Kudüs’le değişmek için; yıl: 1537. Şerîf Ebû Numey, zamanında yetişip püskürtmüştü.

Osmanlı Pâdişâhı da Mekke’ye, hacca gidecek, Avrupa’lı emperyalistler  hep birden saldırmayacaklardı!

c. Kaldı ki, Osmanlı Devlet Başkanları, Çelebi Mehemmed zamanından beri, her yıl (Birinci Dünyâ Harbi içinde de) Haremeyni’ş-Şerîfeyn’e surre gönderirlerdi: Mekke ve Medîne’deki Müslümanlara hediyeler. Surre heyetinin, kafilesinin başındaki Surre Emîni, oraya varınca, oturup daha icad edilmemiş olan Amerikan filimlerini seyretmezdi, Pâdişâh’a bedel olarak HACCEDERDİ. Hem Padişâh adına haccederdi, hem de kendisi Hacı olurdu. Nitekim, günümüzde de, kendisi gidemeyen Müslüman, BEDEL göndermektedir.

2. Osmanlı, İslâm lideriydi de, Endelüs’ü niçin kurtarmadı? derler utanmadan maskaralar.

a. Osmanlı, karadan bütün Avrupa’yı çiğneyerek Avrupa’nın öteki ucundaki İspanya’ya gidemezdi.

b. Akdenizde üstünlük, Osmanlı’ya, 28 Eylül 1538 Preveze deniz savaşında Hızır Hayreddîn Paşa’nın Andrea Dorya’nın başında olduğu Birleşik Avrupa Haçlı Donanmasını yenmesiyle  geçti. (Üstünlük; tam hâkimiyet değil. Akdeniz’in, bir tek gücün yalnız başına hâkim olamayacağı kadar geniş olduğunu kendileri bilir, yazarlar.) Endelüs’de son İslâm merkezi Gırnata ise 1492 yılında (54 yıl önce) kâfirlerin eline düşmüştü. Buna, târihi, tersinden okumak derler; okuyanları ahmak yerine koymaktır.

Oryantalistler, daha doğmamış bir çocuğun, orta yaşlı denizcileri yenip Endelüs’ü kurtarması gerektiğini(!) utanmadan ciddî ciddî ortaya atarlar. Şaka gibi, değil mi?

c. Kaldı ki Kemâl Reis, İkinci Bâyezîd devrinde Müslümanları ve Yahûdîleri Endelüsten alıp Osmanlı toprağına getirmiştir.
Hızır Hayreddin Paşa, 70 000 Endelüslü Müslümanı Cezâyir’e taşımıştır. Gücümüz ancak buna yetmiştir.

Evet, inanılır gibi değil ama, bu âlim, üstâd, otorite kabul edilen oryantalistler, bu maskaralıkları yapmışlardır.

ORYANTALİST ANLAYIŞ – 2

İngiltere’de, oryantalistler arasında bulunduğum yıllardan bâzı hatırladıklarımı nakledeyim:

Faculty of Oriental Studies’deki Arapça öğretim elemanları, bana karşı, Arapçayla ilgimden dolayı, görünüşte iyi idiler ama, Arap ülkelerinden gelmiş olan doktora öğrencileriyle ahbaplığımdan dolayı, gerçek durum farklıydı.

O yıllarda, bilgisayar henüz büyük yer kaplıyordu. Fakültedeki Middle East Centre’da bilgisayar olduğu söyleniyordu, bir Arapçacı İngiliz de o işin başındaydı.
Nezâket icâbı olarak bile, bana orasını göstermemişlerdi. Merkezin sekreterine ne yaptıklarını sordum, “Word frequency ölçüyoruz” demişti. Arap ülkelerinde çıkan gazetelerde, dergilerde kullanılan kelimeler hangi sıklıkla geçiyor, onu ölçüyorlardı! Hastanın nabzı ellerindeydi. Türkiye’den Cumhuriyet, Milliyet ve Yeni Gazete (adı galiba böyleydi, başlığı gri, gotik harfli idi) ye abone olmuşlardı, üç ayda bir, gazeteleri iki karton kapak arasına koyup üzerine tebeşirle tarih atarak saklarlardı.

Bir hafta sonu üniversite kitaplığına gittiğimde, o, bilgisayarla iş gören elemanla karşılaştık. “Bir cumartesi sabahı sizi buraya ne getirir?” dedi, oturduk konuşmağa başladık. Bir saat kadar konuştuk. Ne yaptığımı anlattım, Lisânu’l Arab adlı sözlüğün çok geniş olduğunu, araştırmacının çok zamanını aldığını söyledim. Bilgisayar yardımıyla bu sözlüğü, Hans Wehr’in Arapça-Almanca olarak hazırladığı, J. Milton’un İngilizceye aktardığı tertipte, çok hacim tutmayan, kullanışlı bir biçimde hazırlanmasının iyi olacağını, bu konudaki çalışmaya katılmaya hazır olduğumu belirttim. Önce, tasvip eder havada dinledi, hatta, “beş yüzer yıllık periyodlar hâlinde düzenlenebilir” dedi. Sonunda, “ilgilenmiyorum” dedi, kestirip attı. Anlaşılan, meğer, derdi, ne yaptığımı öğrenmekmiş. Fasîh Arapçanın, eninde sonunda İslâma hizmet edeceğini biliyordu tabiî.

Arap ve diğer milletlerden Müslüman öğrencilerle birlikteliğim bu kişiyi rahatsız ediyordu. Bir defasında, kendini tutamadı, “barbar Türkler” demekten kendini alamadı. Dedim ki: “Barbar olsaydık, 400 yıldan fazla kaldığımız Yugoslavya’da bir tek Sırp kalmazdı.” “Onlar dağlara kaçtı” dedi. “Hayır, Ay’a kaçmışlardı, Apollo ile geri geldiler” dedim. O sırada Yugoslavya dağılmamıştı ve Amerikalılar Ay’a Apollo adını verdikleri füzeyi göndermişlerdi.

Yine aynı kişi, bir ara, Türkiyeye gittiğimizde ‘uzak diyarlarda, görevde değiller’ havasında,  ‘albayları filân orduevlerinde, şehirlerde görüyoruz’ demişti. Cevap olarak: ‘Eh, bizim sömürgelerimiz yok ki!’ dedim. İltifat ettiğimi zannederek güldü, yüzüme bakınca, gülmesi kesildi.
Sa‘îdullah adlı Pakistan’lı bir doktora öğrencisi vardı. Ciddî, çalışkan birisi idi. Nereden aklıma geldiyse  –herhalde konusu târih olmalıydı-, E. Carr’ın What is History adlı, Penguin serisinden çıkmış olan, ince kitabını Sa‘îdullah’a okuması için verdim.

Bir müddet geçti, kitab geri gelmedi. Gördüğümde sordum, Şarkıyat Fakültesi’nin zemin katında, pigeon hole denilen, açık posta kutuları vardı, posta kutuma koyduğunu söyledi. Tekrar baktım, olmadığını bildirdim.

O mel‘ûnun kutusu, benimkinin altında idi, kendi postasına bakarken, benim kutumdaki kitabı görüp almış. Sa‘îdullah gidip ona sorunca kitabı vermiş, “Maksud sana mı vermişti?” diye sormuş!

O kitabı okumuş olması, Sa‘îdullah’a çok pahalıya mâl oldu, doktorada başarılı olamadan ülkesine döndü! O kişiye mel‘ûn denmez de ne denir? İngilizler centilmendir değil mi? Başkasının kutusundan kitabı al, sonra o kitabın kime verildiğini öğren, o kişinin artık istenildiği gibi ‘yetiştirilmesinin’ zor olduğunu gör, başarısız olması işini düzenle, o genç de ülkesine gidip söz sâhibi olamasın!

Buna benzer diğer bir olayı hatırlıyorum:
Ezher mezunu Dr Ahmed Assâl, Arberry gibi, ünlü bir oryantalistin gözetiminde doktorasını hazırlamış olduğu halde, işsizdi, makbûl adam değildi. Adını vermeyeceğim, bilgili, doktorası olmayan, ama ‘o kafada’ bir Arabın (İngiliz bir bayanla evliydi) işi vardı, bizim bulunduğumuz fakültede değildi ama, işi vardı.
(Yıllar sonra, M:Ü. İlâhiyat Fakültesinde İslâm Tarihi alanındaki bir öğretim elemanı,  o zâtın kitabını {bâzıları tavsiye etmiş} çevirmeyi düşündüğünde, biraz konuştum, vazgeçti.)

Yine 30 yaşlarında Rıdvan adında bir Mısırlı vardı, galiba İskenderiye’deki üniversitedendi ama, Kahirelilerin yaptığı gibi, cim harlerini g diye söylerdi. Doktorada başarılı olamamıştı, fakat ‘kafa’ uygun olduğu için ona iş bulmuşlardı, Mısır’a doktor olarak dönecekti!

Benim onunla da aram iyi idi, University Centre’da satranç oynardık. O da bir ara (Mısır’daki okul kitaplarından öyle öğrendiği için) Osmanlı isti‘mârından (sömürgeciliğinden) söz etmişti.
Oradaki Araplara hep söylediğim şeyi ona da söylemiştim:

“İngilizler, Fransızlar, hâkim oldukları Arap ülkelerinde dillerini sizlere empoze ettiler (farazû aleykum lugatehum), biz isti‘mâr ettiysek (sömürgecilik yaptıysak) haydi Türkçe konuşalım!

Sonra da şaka yollu eklerdim: “sömürgeciliğin etkilisi kültür sömürgeciliğidir; siz bizi yüzyıllarca sömürdünüz, isimlerimiz bile Arapça” der, “Merhaben bihâzal isti‘mâr” (Hoş gelmiş bu sömürü) diye bitirirdim.

Libya’lı, kalabalık bir Berberî kabilesine mensûb, Amr bin Halife en Nâmî, doktora öğrencisi idi. Hâricîlerin, Ehl-i Sünnete en yakın olan konu ibâzîlerden idi, düzgün Müslümandı, gidip haccederek kısa saçlarıyla gelmişti.
Danışmanı (superviserı) İngilizden, “bu kâfir beni kavmiyetçi yapmağa çalışıyor” diye bahsederdi. Libya’ya döndükten sonra, Muammer Kaddafî, geniş bir kabîleden olduğu için, onda potansiyel tehlike görmüş olacak ki, şehîd edildiği haberini aldık. Allah rahmet eylesin. Güzel dîvânî yazı yazardı. Arapça Okuma Kitabımdaki, Bedir harbi ile ilgili dîvânî yazılı âyetler, rahmetlinin hâtırasıdır.

Arap öğrencilere, “Arap Edebiyâtının/şiirinin İran Edebiyatına Etkisi”, “Mahallî lehçeler” gibi konularda doktora tezi hazırlatırlardı.

Günümüzde, tv ekranlarında bâzı genç akademisyenlerin, oryantalistlerle ilgili ciddî ciddî fikirler(!) beyân edişlerine rastladığımda, gülemiyorum bile, başka kanala geçiyorum.
Cambridge’de, Petty Cury mevkiinde, Heffers Bookshop vardı, bu kitapçı dükkânının üst katında İslâmla, Arap dünyasıyla ilgili kitaplar satışta idi.

Üst kata çıkılan merdivenin kenarında, “Seferberlik” dediğimiz Birinci Dünyâ Harbinde, Şerif Hüseyini Osmanlı’ya karşı ayaklandıran meşhur câsus Lawrence (Lowrens)in büstü vardı. O, Oxford mezunu idi, ‘siz Cambridge’de okuyorsunuz ama, onun gibi olun!’ der gibi, ‘çocuktan al haberi dedirtircesine, bilim adına oynanmakta olan oyunu ifşâ edercesine, büstü oraya koymuştu dükkân sâhibi.
Lowrens’in Seven Pillars of the Wisdom kitabına orada göz atmıştım. Hazırladığı İngiliz subaylarına, dîn konularına hiç girmemeleri talimatını veriyordu. Hicaz demiryolununun haritası da vardı, bu demiryolunun, dağılmakta olan devleti (o, tabiî, diğer ciddî ciddî soytarılık yapan soydaşları gibi, imparatorluk çirkef kelimesini kullanıyordu),  bir arada tutmak işlevinden söz ediyordu.

Fakültede, Japonca öğretim üyesinin bir konferansını hatırlıyorum: Japonya’nın teknikte ilerlemiş, ekonomisinin iyi olmasına rağmen, ‘şöyle yaslanacağı bir kültürünü olmadığını’ anlatıyordu, kültürün ne kadar değerli, mühim bir unsur idiğini belirtiyordu.

Çin’den bahsediliyordu, başka bir eleman tarafından. Akşam üzerleri, radyodan, hep aynı veya benzer cümleler tekrarlanırmış, yorgun insanlara böyle işlenirmiş. Mao idâresi, “Avrupa’daki büyük müttefik Arnavutluk”tan ve Enver Hoca’dan sık sık söz edermiş.

1970 yılında, Sovyetlerin iç durumu, o Fakültede bir konferansta anlatıldı, Sovyetlerde çıkan Mîzân adlı bir periyodikten söz edildi. Benden de konuşma istenildi. İsteyen, kardeşi de Türkçe ve Arapça öğrenmekte olan, zeki, cevval bir öğretim üyesi idi, çok geçmeden vefat etti. Beni ne de olsa tanıdığı için, Salome dans ederken yüzünde peçeler varmış, onu söyleyip, hiç olmazsa bazı peçeleri çıkarıp konuşmamı istedi.

Konuşmadım tabiî. Türkiye’de olup bitenleri, sâdece ilmî merakla takip etmiyorlardı ki! Bir de, kendilerine göre, ‘muhâfazakâr’, ‘aykırı’ bir değerlendirme dinlemek istemişlerdi.

ORYANTALİST ANLAYIŞ – 3

ATIN  DİŞLERİ

Ortaçağ karanlığı içinde yaşamakta olan Avrupa’daki zihin, anlayış durumunu anlatan bu olay, çok ilgi çekicidir.

Okuma-yazma işiyle, papazlar, rahipler uğraşırdı. Zengin İslâm dünyasına karşı, “Haçlı Seferleri” diye yola çıkan Avrupalı yağmacılar, Müslümanlardaki medreseleri görüp, ülkelerine döndüklerinde medreseleri örnek alarak kolejleri kurmadan önce, öğretim, manastırlarda yapılırdı.
Manastırdaki öğretimde, dogmatizm hâkimdi: İncîl yanında, Aristo’nun kitapları okunurdu.

Manastıra yeni giren bir rahip, kıdemli üstadların harâretle atın kaç dişi olduğunu tartışmakta olduklarını görür: “Aristo’nun falan kitabında, şu kadar olduğu yazılıdır”, “hayır, Aristo’nun filân kitabında bu kadar olduğunu yazar” yollu bilim tartışmalarını görünce, kafası, zihni, henüz formatlanmamış olduğundan, “kitaplardaki yazılanları tartışacağımıza, ahıra gidip atın dişlerini saysak?” diyecek olmuş. Vay, sen misin öyle diyen: “Aristo saymış; sen kim oluyorsun da tekrar atın dişlerini sayacaksın!” diyerek bu küstah(!) acemiyi manastırdan kovmuşlar!

Bu, gerçekten olmuştur ve atın dişleri diye ünlüdür.

Zamanla Avrupa’da zihniyet değişikliği, gelişme oldu, değişik görüşlerin saygı ile karşılanır olduğu seviyeye gelindi.

“Görüşünü benimsemiyorum; ama, görüşünü serbestçe ifâde edebilmen için her fedâkârlığı yapmağa hazırım” anlayışı geldi. Bu, insanlık adına öğünç duyulacak bir durum idi.

Tanzîmat’la resmen boyunduruğu, hükmü altına girdiğimiz kültür emperyalizmi zemîninde okur yazar olan, bol keseden “aydın” denilen diplomalılarımız, Avrupa’da bu iyi seviyenin devam ederek günümüze kadar geldiğini zannederler.

Keşke öyle olsaydı: Batı normlarının hâkim olduğu dünyâmız, bugünkü acınacak durumda olmazdı!

“Avrupa için karanlık” Ortaçağ’da (395-1453) Uygarlık nerede idi?
İslâm dünyâsında idi.

Medeniyet, Palermo (İtalya) ve Endelüs (İspanya) yoluyla Avrupa’ya geçerek gelişmesine devam etti. Avrupalı’lar, Müslümanlardan rakamları, bu arada sıfırı aldılar. O zamana kadar kullandıkları Roma rakamlarıyla, 1071 (MLXXI) rakamını 1453 (MCDLIII) le çarpmağa çalışın bakalım, yapabilecek misiniz; veya 2019 (MMIXX) dan 1789 (MDCCLXXXIX) u çıkarmayı deneyin!

Demek ki, İslâm’da, İslâm coğrafyasında alınacak bir şeyler var.

Peki, bu alınacak şeyleri Avrupa’ya, Batı’ya kim taşıyacak?

İslâm’la ilgilenen, bu konuda doktora yapan, profesör olarak dersler, konferanslar veren, kitaplar yazan oryantalistler, değil mi?

İyi de, oryantalistler, atın dişleri psikolojisi içinde yetiştiriliyorlarsa ne olacak?
Oryantalizm öğrencisi, daha okuduğu fakültenin ilk sınıfından, ilk derslerinden başlayarak kıdemli üstadların çizdiği, yerleştirdiği yörüngeye konuluyor, o kulvarda devam ediyorsa? (Aristo’nun kitapları yerine: kıdemli oryantalistlerin kitapları(!)

“İslâm’ı” öğrenmek için, fasih Arapça’yı çok iyi öğrendikten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’i, Hadîs-i Şerîfleri, Müslümanların yazdıkları İslâm Târihi ve Kültürü ile ilgili kitapları okuyup, inceleyip, bir bilgiye, anlayışa ulaşması beklenir, normal olanı budur.

Ama, uygulamada hiç de böyle olmaz. Avrupa’nın en köklü, en muteber bir Doğubilim Fakültesinde 3 yıl bulunmuş, oryantalist olacak öğrencilerin NASIL yetiştirildiklerini yakından görmüş biri olarak kesinlikle söylüyorum ki:
Atın Dişleri psikolojisi devam etmektedir.

Kanaatim odur ki;

oryantalistlerin % 1’i bile, Kur’ân-ı Kerîmi, fasih Arapçayı iyi öğrenmiş olarak, aslından 1 defa bile başından sonuna kadar okumamıştır!

Eskilerin yazdığı background bookları temel alarak, sözde araştırma yaparlar.
(Aristo yerine: kıdemli oryantalist üstadlar!)

Bizim nevzuhûr bâzı ilâhiyat öğretim üyeleri de, onları ciddîye alıp, onların dediklerini Türkçe olarak tekrarlarlar.
Batı dünyasının ve onu tesirindeki, dünyanın diğer ülkelerinin geldiği bu kötü durumda, Oryantalistlerin  sorumlulukları büyüktür.

Bazı problemlere işâret edelim:

New York’ta, Macy adındaki çok büyük süpermaketin önünde, çöp bidonlarını karıştırıp birşeyler bulmağa çalışan beyaz Amerikalı görmüştüm.
(Zenciler, zâten 5.ci sınıf vatandaş. Bakmayın siz bâzı filmlerde onlara da iyi rol veriliyor olmasına; bir binayı toptan boşaltmak, beyaz Amerikalıları binadan kaçırarak dâireleri çok ucuza almak için, bir dâireye zenci âile yerleştirivermek, başvurulan metodlardan biridir.)

Evet, bir yanda yığılmış servet, hemen önünde, hiçbir şeyi olmayan insan!

Karl Marks’a, Lenin’e, Mao’ya çıkış zemîni hazırlayan bir uygarlık anlayışı!

Oryantalist, daha başlangıçta kafasına İslâm’a karşı önyargı doldurulmasa, “İslâm nedir?” diye doğru dürüst, objektif araştırma yapsa, görecektir ki, İslâm’da hak kavramı vardır, zenginin servetinde yoksulun da hakkı vardır. İslâm, zekât, sadaka kavramlarıyla toplumda servetin belli ellerde toplanmasını önler.

İnsanlık, Resûlullah S.A.V. ve ilk 30 yıldaki medeniyeti, Selçuklu Sultânı Alâeddîn Keykubat çağındaki refâhı, Orhan Gazi günündeki rahatlığı, bolluğu, rüyâsında bile görmemiştir.
Batılı’ların, İslâm’daki vakıf kurumunu almış oldukları gibi, oryantalist, “zekât” kavramından hareketle, yol gösterse de, bir şekilde bu kurumu adapte ederek kullansa, Batı dünyâsı, daha iyi durumda olmaz mıydı?

Ama, hayır! Kafası şartlanmış oryantalist, “İslâm’ı nasıl kötü göstereyim”, “yurttaşlarımı ve Batı uygarlığını Müslümanlardan nasıl koruyayım” anlayışı, saplantısı içinde, kıdemli üstadlarının koyduğu yörüngede devam eder, (Aristo yerine kıdemli oryantalist), Müslümanları da, elinden geldiğince, şüphe tohumları ekerek, zihinlerini çelerek, İslâmdan uzaklaştırmağa, “uygarlaştırmağa” çalışır.

Kaynak: Gaste24

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Duaların Kabul Edildiği 10 Vakit

Dua konusu için bu sayfada Beşinci Nokta'ya da bakınız Duaların Kabul Edildiği Zamanlar 1- Gecenin son …

Kapat