Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / Osmanlı İstanbulu’nda Bir Rus Ressamının Ayasofya İzlenimleri

Osmanlı İstanbulu’nda Bir Rus Ressamının Ayasofya İzlenimleri

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Osmanlı İstanbulu’nda Bir Rus Ressamının Ayasofya İzlenimleri*

(…) Her konu farklı bakış açısılarından ele alınabilir. Örneğin anatomist ve fizyolojist
bir bitkiyi farklı açıalrdan incelerler; biri için temel öneme sahip husus diğeri için tamamen
anlamsızdır. Konstantinopolis’in (deyim yerindeyse) fizyolojisi, bir ressamın gözünden izlenen ve evrene ilişkin şahsi bir anlayışla aydınlatılan anıtların hayatıdır, sokaklardır, dünyanın ışıltılı ve sanatsal yüzüdür; işte benim kitabımın temel ilkesi bu. Planı, amacı ve varlık nedeni bu. Bu kitapta Ayasofya’nın 537 yılında inşa edilmiş olması ikincil bir öneme sahip; asıl önemli olan, onun sanatsal etkisi, sanatçının zihninde ve ruhunda bıraktığı izdir. Mevlevi tarikatının yüzyıllar önce Konya’da Celaleddin tarafından kurulması nispeten önemsizdir; ama aslolan semanın ruhu ve bu dinsel dansın plastic güzelliğidir. (s. 18)

13 Aralık [1919]- Ayaklarımda terlikler, soluğumu tutarak sessizce ilerliyorum. Kırmızı
halının üzerinde verev düşen dev gibi ışınlar akıyor. Her yer ıssız. Her yerde boş uzamlar.
Camide cemaat yok. Ayakkabıları ellerinde iki adam geçiyor. Alçak sesle konuşuluyor; bütün başlar kubbeye doğru kalkmış. Elma yeşili giysisi içinde müezzin, güvercinleri kovalamak için hareketler yapıyor. Havayı bir hortum gürültüsüyle yaran kanatların çırpıntısı işitiliyor. Kocaman çemberler halinde kubbeden çok aşağıya kadar inen avizeleri tutan ve zar zor seçilebilen zincirlere altın rengi yansımalar takılmış. Namaz saati. Cemaat geliyor. Sesler boğuk boğuk yankılanıyor ve ele gelmez bir
şekilde akıp gidiyorlar. Mihrabın üzerinde vitrayların renkleri, yeşiller, sarılar, amberler, maviler, beyazlar, pembeler, kiraz kırmızıları, lacivertler aniden yanıyor. Yan nefte porfir
sütunların arasında, üst galerilerde ve uzak köşelerde karanlık giderek yoğunlaşıyor. Tapınak mistik bir atmosferle, melankolik bir dua ruhuyla doluyor.

Mor bir perde ile örtülmüş sağlam ana kapıya titreyerek yaklaştım. İçgüdüm beni yanıltmamıştı. O ana dek tanımadığım ilhamlarla, düşüncelerle dolu olarak dışarı çıkıyorum. Ne tuhaf bir rastlantı beni buraya kadar getirdi. Suriçi İstanbul’da dolanıyordum. Müezzinlerin ahenkli düetini işitiyorum: Genç ve ince bir ses, bu ihtiyarın ağzından dökülen
boğuk notaların üzerinde dolanıyor. Kararlı adımlarla bir nöbetçiye yaklaşıyorum: “Rus” diyorum (belki bu kez geçmeyi başarabilirim). Asker güvenli ve yumuşak bir sesle soruyor: “Var
pasaport? – Var var…” Hiç geriye dönmeden resim malzememi paltomun altına gizliyorum,
bir hocanın kibarca uzattığı terlikleri ayağıma geçiriyorum ve işte amacıma ulaştım. Hoca her gavuru göz hapsine alıyor ve uzaktan denetliyor. (39-40)

Alexis Gritchen- ko’nun günlüğünde er alan Ayasofya çizimlerinden bir örnek

1 Ocak 1920- Yeniden Ayasofya’dayım. Yeniden izlenimlerimin altında eziliyorum. Mimariyi müzikle kıyaslamak âdettendir. Eğer bu doğruysa, Ayasofya’nın mimarisi her şeyi aşıp geçmiş. İnsan orada ne harika oratoryolar duyabiliyor! Ancak burada Bizans sanatının dehası tüm gerçekliği içinde hissedilebiliyor ve tüm dünyayı etkilemesinin sebebi anlaşılabiliyor. Düşünceki bu birlik, bu tamlık, bu coşku, onu tecessüm ettirme konusunda gösterilen bu olağanüstü güç, malzemeleri bir araya getirerek ilahi bilgelikte mucizeler gerçekleştirme kabiliyeti, kısacası şu iki kelimenin çağrıştırdığı her şey: Aya Sofya!

Roma’daki San Pietro Bazilikası’nı gördüm. Orası bir katedral veya bir tapınak değil bir saray, hatta bir değil bir çok saray; henüz tamamlanmamış, sınırsız açılımları olan, şatafatlı, boyutları ve inşalarına harcanan süreyle şaşırtıcı bir çok saray… Bir yücelik düşüncesi içinde tasarlanmış ve çeşitli devirlerin
nesilleri tarafından farklı farklı gerçekleştirilmiş eserler… Ayasofya’da ise, gerçek büyük sanat görülüyor. Sadece kendisini tasarlayanın iradesini, mimarların, zanaatkârların ve
görülmez bir şekilde esere katkıda bulunup ona coşkusunu, yoğunluğunu, doluluğunu veren
halkın iradesini hayata geçiriyor. Altı yılda inşa edilen tapınak daha o dönemde efsanelerle kuşatılmış ve Mısır’dan İspanya’ya, Kafkasya ve Kırım kıyılarından Akdeniz’in Afrika kıyılarına kadar, o uçsuz bucaksız imparatorluğun tüm dikkatini üzerinde toplamış; öyle bir tapınak ki, orada firavunlardan, antik Hellas’ın Kykloplarından [tepegöz] Grek-Roma çağına kadar binlerce yıllık malzemeler kullanılmış.
İustinianos’un emri üzerine, adı duyulmadık antik kentler bile renkli mermerler, granitler,
sütunlar, altın, gümüş, fildişi, tunç göndermiş. O devirden bir Bizanslının söylediğine göre,
sadece sunakta yaklaşık 20 bin kg gümüş kullanılmış (…) Ana kubbe, pandantifler, küreler, nef kubbeleri, üst ve alt galeriler mozaiklerle kaplanmış (insan tasvirlerinin üzeri turuncu boyayla kapatılmış). Bütün alt taraf, üzeri mermer levhalarla kaplanmış koyu gri-mavi renkte, bu da tapınağı tarz ve renk armonisi bakımından birbirini tamamlayan ike kısma bölen yatay bir çizgi yaratıyor. (s. 49-50) Bugün de, tıpkı ilk ziyaretimdeki gibi, gökte güneş parlıyor. İçeride turuncu kubbe ve ana nef ilahi pırıltılarına gömülmüş gibi duruyorlar. Yaldızlı ışık huzmeleri titreşiyor. Güvercin yavaş yavaş kanat çırpıyor. Sırtında yeşil kaftanıyla aynı hoca kilimleri süpürüyor, bu arada zaman zaman değerli taban mozaikleri ortaya çıkıyor; gri bir alanda ahenkli daireler içine kakılmış mor kareler…

Eskiden gecenin karanlık gökkubbesinin altında genç ruhumu altüst eden tuhaf duygularla dolu bir halde dışarı çıktım. At Meydanı’nda sultanların türbesinin yanında, taşların üzerinde dinleniyorum. Işıl ışıl bir güneş boş meydanı ışığa boğuyor. Çok kısa bir süre öncesine kadar, iki yanına yaşlı çınarla dikili bir yol, Doğulu
dükkanlar ve onların kendilerine özgü yaşamıyla bir camiden diğerine uzanıyordu. (s. 52)

3 Nisan- Öğleden biraz sonra Ayasofya’daydım.Tüm izlenimlerimi aktarmayı herhalde hiç başaramayacağım. Namaz yeni başlamıştı. İmamların ağlamaklı duaları zurna sesini andırıyordu. Uzun siyah saflar halinde binlerce mümin yere çökmüştü (bu muazzam bazilikanın kudretini nasıl da tamamlıyorlar). Kadim Ayasofya herhalde şimdikine verev olarak inşa edilmişti. Daha güneyde kalan mihrap, Mekke yönüne çevrilmiş. Namaz kılanların paralel safları arasında duvara çaprazlama dayanmış düz sandıklar (ayakkabılar onlara konuyor) göze çarpıyor.

Birdenbire bütün cemaat tek kişi gibi ayağa kalkıyor (mavilikleri göz alan yelekler gri mermerlerle mükemmel bir ahenk içinde). Müezzinlerin sanki heybetli bir selin önüne katıp sürüklediği yırtıcı çağrıları giderek aşağı iniyor ve düzenli ses büklümleri halinde dağılıp kayboluyor. Bütün kilise gürlüyor, inlemeleri galerilerde yankılanıyor. Birden bir stakato [Kesik ve vurgulu ritim], derin bir sessizlik oluşuyor. Ne hareket, ne ses ne de gürültü. Hepsi yerlerine çivilenmiş gibi vecd içinde duruyor. Havadaki titreşimler duyuluyor… Büyük kubbenin penceresinden aşağı akan devasa güneş huzmeleri merkezi sütunların üzerine, çok yükseğe asılmış altın kalkanların tuhaf ve muazzam çemberlerinin üstünden aşağı akıyor. İç içe geçmiş Arap harflerinin altın rengi ile fonun acı yeşili tüm bazilikada bir uyumsuzluk yaratıyor.

Hafızın derinden gelen sesinin tutkulu notaları tizlere tırmanarak yeniden bazilikayı ezgileriyle dolduruyor. Güneş ışınları mistik bir biçimde kayboluyor. Işık azalıyor. Göz kamaştırıcı yapının tamamı külrengine bürünüyor; şamdanlar kararıyor, köşeler gösterişli mavi gölgelerle doluyor. İmamın burundan gelen sesi hep aynı notada kalıyor, yavaş yavaş, “gen gan, gan” diye mırıldanıyor. Boğuk bir gürültü duyuluyor: Binlerce kişilik saflar diz üstü düşüyor. Ve bunu, minberden imamlara cevap veren müezzinlerin tutkulu çağrıları eşliğinde defalarca yineliyorlar.

Alexis Gritchen- ko’nun günlüğünde er alan Ayasofya çizimlerinden bir örnek.

Tapınağın, insanlar varken de yokken de, sessizlikte veya dua sesleri içinde, canlı bir varlık gibi kendine ait bir yaşamı var. Bugün Ayasofya gözüme her zamankinden daha yüce, daha muhteşem göründü! Vladimir Kievski’nin elçilerinin ayin sırasında niye “ Nerede olduğumuzu bilemiyoruz, gökte miyiz yerde miyiz!” diye haykırdıkları anlaşılıyor.

Namaz bitti. Cemaat safları bozuluyor ve kalabalık camiden dışarı akıyor. Türk kadınlar üst katta kendilerine ayrılan bölümden aşağı iniyorlar. Şurada burada ilginç sahneler oluşturan insan toplulukları var. İhtiyar bir vaiz tapınağın hemen hemen tam ortasına bir sehpa getirdi. Üzerine Türk usulü yerleşti, deve tüyünden cüppesinin önünü açtı, büyük ellerini avuçları yukarı gelecek şekilde dizlerinin üzerine koydu, yaklaşanları inceliyor. Yanı başında uzun boylu, ağır başlı, yuvarlak ve donuk yüzlü bir kız çocuğu ve küçük bir erkek çocuğu ile esmer, asık ve zeki yüzlü, başında tam silindir şeklinde fesiyle bir erkek çocuğu daha duruyor. Elleri dizlerinde, yan yana oturmuşlar, adamın kızıl bakıra çalan iyi yürekli yüzüne soru dolu bakışlar fırlatıyorlar.

Halka genişliyor. Beyaz feraceleri ve yüzlerine indirdikleri siyah peçeleriyle Türk kadınları, ihtiyarlar, delikanlılar. Arkaya ellerini kırmızı kuşaklarına sokmuş güçlü kuvvetli efendiler diziliyor (bizim Zaporog Kazakları gibi cepkenleri açık duruyor). Çok aşağı indirdiği beyaz sarığının altından, vaizin gözlerinden ilham kıvılcımları saçılıyor. Kısık bir sesle tane tane, anlayabildiğim kadarıyla Muhammed Peygamber’den [aleyhisselatü vesselam] söz etmeğe başlıyor.

Anlatıcının tüm hünerini, ifade dolu jestlerini, hareketlerini, göz mimiklerini tam anlamıyla aktarmama imkan yok. Ben de oradaki müminler gibi gözlerimi ihtiyarın silüetinden, İncil’den çıkmış gibi duran bu Doğulu sahneden ayıramadan onu dinliyordum. Kâh ellerini kaldırıyor ve ansızın şaşkın gözlerini fal taşı gibi açıyor; kâh gözlerini yumuyor, iyice kırıştırıyor ve başını aşağı indiriyor, ak sakalını güçlü göğsüne yaslayıp susuyor. Birdenbire yeniden doğruluyor, hareketleniyor, ilham gelmiş gibi bir jestle gökyüzünü gösteriyor, gözleriyle kalabalığın içinde birini arıyor, ayağa kalkıyor, parmağıyla yeri işaret ediyor. Bu sahnede dağlar, kuşlar, çöl, Allah ile söyleşi, Peygamber var; tüm Doğu’nun ve güzel Duccio’nun İncil tablolarının çekiciliği var. (…) Vaiz konuşurken kapının kenarındaki bir minderin üzerine çömelmiş kör bir molla, bir dilenci tekdüze bir sesle ilahi okur gibi konuşuyor. Sonu gelmez ve hüzünlü sızlanması ipeksi bir iplik misali uzayıp gidiyor…

Bütün bu gürültüler ve bu sesler, bu kostümler ve bu duvarlar, rengârenk mozaiklerin ve mermerlerin hareleri –Doğu’nun, hâlâ capcanlı duran Bizans’ın imgeleri… İslam’ın ruhu gibi sade ve duyguların gerildiği, insan tasvirlerine hiçbir göndermesi olmayan, gizemi ve mistikliği bulunmayan bugünkü ibadet, Bizans liturjilerine hiç benzemiyor, yine de tapınak yaradılışın kendisi gibi gizemli, görkemli, yaşayan bir bazilika olmayı sürdürüyor.

Vaaz bitti. Çok yukarıda, kubbenin hemen altında aniden patlayan gökgürültüsü gibi üç ses. Yankıları gümbürdeyerek uzaklaşıyor. Köşeler giderek koyulaşıyor. (s. 76-68)

18 Temmuz- Berrak, güneşli öğleden sonra Suriçi İstanbul’da dolandım. Yatsı namazında Ayasofya’daydım. Ana nefteki bir ayağın yanında, küçük bir kemerin altına bağdaş kurmuş, hiç çaktırmadan resim yapıyorum. Işık duvarlarda hareleniyor. Her şeyde bir kaygısızlık, bir mutluluk var. Kubbede yaldızlı bir örtü; imam tiz bir notayı zurna misali uzattıkça uzatıyor. Ses dalgaları uzamda eriyor. Kısa süren namaz bitti. Cemaat telaşsız, gruplar halinde dağılıyor. Açık renk cüppeler ve siyah, mavi veya beyaz şalvarlar giymişler. Mihrabın üzerine beni coşturan ton karışımları düşüyor. Renklerin derinliğini ve büyüsünü ifade etmek zor. Yapının gücünü, kütlelerin ve alanların bileşimindeki çapı ve mantığı aktarabilmek imkansız-problemler basit cisimler aracılığıyla çözümlenmiş: Bir kübün üstünde bir küre, bir düz çizginin üstünde bir yarım daire. (123-124)

21 Eylül- Öğleden sonra Ayasofya’yı ziyaret ettim (…) Namaz bitti. Cemaat küçük gruplar halinde mabetin içinde gürültü yapmadan dolaşıyor. Huşu ve hayret sinmiş seslerin mırıltısından başka bir şey işitilmiyor. Her zaman esrarengiz bir güzelliğe sahip olan bir grup Türk kadını dikkatimi çekiyor. Birinci apsitte mistik bir el hareketiyle bir sütunun altlığına dokunup daha sonra ellerini alınlarına götürüyorlar. Biraz ileride bakır kaplamada bir delik var –eski olayların izi. Parmaklarını nemli ve derin deliğe sokup sonra alınlarına sürüyor, inançla dua okuyorlar.

Saksağanlar gibi siyahlar içindeki kadınlar topluluğunu uzaktan izliyorum. Mihrabın sağındaki apiste yöneliyorlar. Çok büyük bir ayağın yanında duruyorlar. İçlerinden biri eliyle bir şeyi işaret ediyor. Diğerleri başlarını kaldırıyorlar. Üç metre yukarıda (bitişik porfir sütunun başlığından daha alçak bir noktada) yarım ayağın mermer kaplamasının üzerinde kabartma gibi öne çıkan bir el izi net olarak görülüyor. Bir diğer kadın sütun altlığının yıpranmış kenarını dindarca bir tavırla okşuyor. Arkadaşlarına bir şey anlatıyor. Bu, Ayasofya’ya sütunun altlığına nalıyla vuran Arap atının sırtında giren [Fatih] Sultan Mehmed’in yarım ayağın üzerine koyduğu elinin efsanevi izi. Efsanenin bu apaçık emaresi her müminde İslam’ın ve onun tek peygamberi Muhammed’in [aleyhisselatü vesselam] eski yüceliğini yeniden canlandırıyor. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah…” (161-162)

NOT
* Alexis Gritchenko, İstanbul’da İki Yıl (1919-1921): Bir Ressamın Günlüğü, trc. Ali Berktay, YKY, İstanbul, 2020, 263 s.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Lüzumsuz Hiddetlenmeye – Asabiyete Karşı

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ Uhrevi kardeşim, Sâniyen: Bilmukabele Ramazannızı tebrik eder, pek büyük …

Kapat