Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Yazıları / Paphlagon’dan Candar’a: Kastamonu’nun Tarih Kitabı

Paphlagon’dan Candar’a: Kastamonu’nun Tarih Kitabı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Paphlagon’dan Candar’a: Kastamonu’nun Tarih Kitabı

        Ali EMRE

Ele aldığımız kitabın başına iki satırlık özgeçmişi bile konmamışsa da Kastamonu hakkında çok sayıda çalışmaya imza atan bir araştırmacı Murat Karasalihoğlu. Şehrin muhafız ve mutantan dağlarına da el uzatmış, darlık içinde enteresan bir varlık bilgisi üreten yemek kültürüne de; arkeolojik kalıntılarına da değinmiş, kendi diliyle söz alan önemli sîmalarına da. Adını yazının başlığına çektiğimiz 464 sayfalık büyük boy kitabında kuzeyin yıldızını kapsamlı bir tarih yolculuğuna çıkararak resmediyor.

14 bölümden oluşan, bazı sayfalarına fotoğraflar da serpiştirilen kitabı, Ağustos ayındaki ziyaretimde sıra dışı bir hüsn-i hat sergisi de açan Mahmut İslamoğlu hediye etti. İlgi ve merakla okudum. Ciddi bir emek eşliğinde, tarihin sıfır noktasından günümüze dek uzanan esaslı bir şehir portresi çıkarmış Karasalihoğlu.

Murat KARASALİHOĞLU

Başkaları bir yana öz evladının bile ilgisizliğinden, ihmalinden, vefasızlığından çok çekmiş bir şehir Kastamonu. Hem toprağının altı hem de göğsünün üstü mücevherlerle dolu olmasına rağmen, ilmî ve edebî çalışmaların taşrasına düşmüş genellikle. Entelektüel zümrenin yeterince nazar etmediği uzak ve ketum bir diyar olarak kalmış. Zamanında onlarca beldeyi besleyen, titreştiren, yöneten şehir, şimdi, nüfusu sürekli azalan, çekişmelerden başını kaldıramayan, kendisine ses verip değer katacak okumuşlarını da evinde tutamayan metruk bir eski zaman güzeli gibi.

İnatçı Keraban romanında Karadeniz kıyılarını santim santim anlatan Jules Verne, sıra bize gelince çok cimri davranmışsa da bir tarafıyla uzun ve hırçın bir denize, bir tarafıyla da bozkırın hemen ensesinde biten ve komşularıyla körebe oynayan vakur dağlara sahip bir belde Kastamonu. Farklı dönemlerde ayağa kalkıp ses veren coşkulu ve kahraman adamları, yiğit ve bilge kadınları saymakla bitmez şüphesiz. Mimarînin sayfalarını sıçratan eşsiz güzelleri, gastronomiye parmak ısırtan nimet ve lezzetleri de insanın içini irkiltir.

İlk bakışta tarihî akışı çok erken kesmiş gibi gelse de kitabın adı güzel.

Birinci bölümde toprağa, Kastamonu coğrafyasının oluşumuna ve söz konusu mahaldeki ilk ayak izlerine götürüyor bizi yazar. Dağların, vadilerin, ırmakların, önemli yükseltilerin ve bu arada Karadeniz’in serencamı gözler önüne serilirken Nuh Tufanı hakkındaki yorumlara da dikkat kesiliyoruz. İkinci bölümde, şehrin kadim sâkinlerini selamlayarak insan odaklı sürece geçiyoruz. Bilinen ilk kavimlerden Palalar, Tumanna Krallığı, Kınık köyündeki arkeolojik buluntular, sonraki devirlere ait tunçtan eşyalar; bölgeye kattıkları ekseninde genel bir değerlendirmeye tâbi tutuluyor.

Paphlagonlardan söz eden bir sonraki bölümü de heyecanlanarak inceledim. Antik kaynaklar eşliğinde, batıdan sökün eden Kavimler Göçü’nün Anadolu’yu ve bu arada Kastamonu’yu nasıl etkilediğini öğreniyoruz bu sayfalarda. Roma Paphlagonyası’nın en önemli yerleşimi Pompeiopolis ve arkeolojisi de gözden kaçmaması gereken bilgi ve yorumlar içeriyor. Mitoloji ile iç içe geçen ilk dönem kronikleri, coğrafî eserler ve hatıra niteliğindeki kitaplar, işe yarar bir veriye ulaşmak için âdeta iğne ile kuyu kazan yazara çok az gülümsüyor ne yazık ki. Kaya mezarları ve heykellerin yanı sıra tünel ve küçük edevatın yavaş yavaş artmasıyla tarihin dilindeki düğüm ve kekemelik de yavaş yavaş çözülüyor. Homeros’un dizeleri de ara sıra omuz veriyor aktarılanlara.

“Antikçağ’dan Bizans Dönemi Sonuna Kadar Kastamonu Kıyıları” başlıklı bölümde; Homeros, Pseudo-Skylax, Theophrastus, Apollunus Rhodius, Gaius Valerius Catullus, P. Vergilius Maro, Strabon, Tabula Peutingeriana, Stephanus Byzantinus, Souda, Anna Komnena, El-İdrisî ve Ebü’l-Fidâ’nın Kastamonu bahislerine kulak veriyoruz. Bir sonraki bölümde, beldedeki yerleşim tipolojisinin değişimi anlatılıyor ve daha da önemlisi söz, Kastamonu’nun ev sahipliği yaptığı Komnenos Hanedanı’na geliyor. Bizanslılardan kalan en önemli hatıra niteliğindeki kaleye ve dört asır önce silinen şehir surlarına dair aktarımlar önemli. Komnenos ailesinin bilinen ilk üyesi Patrikios Manuel Erotikos Komnenos, XI. yüzyıl başlarında, şehri ailesinin mülkü hâline getiriyor. Manuel Erotikos, Bardas Skleros’un İmparator Basil II’ye karşı başlattığı isyanda Nicaea / İznik müdafaasında ve akabindeki bazı gelişmelerde inisiyatif alıyor; bunun karşılığında İmparator’un kendisine bağışladığı topraklarda “Kastra Komnenos – Komnenlerin Kalesi” diye anılan büyük kaleyi inşa ediyor. Yazar bu noktada “Kastamonu’nun isim yaşı da yaklaşık olarak ortaya çıkmaktadır.” tespitinde bulunuyor. Tabiî bu arada “Gas Tumnana” savı ve dahası halkın anlatmayı ve dinlemeyi çok sevdiği “Kastın neydi Moni” hikâyesi de güme gidiyor.

Karasalihoğlu, söz buraya geldiğinde, Cem Sultan döneminde (1480’ler) yazıya geçirilen, şehrin ve kalenin fethine geniş yer veren Saltuknâme’ye de isimler ve önemli detaylar ekseninde eğiliyor. Bu eserde Moni, kızın değil, Bizans’ın Kastamonu kumandanının adıdır. Bölge Kûhistan, şehir ise Cebeliye olarak anılır. Bizanslı kumandan, Atabey Gazi tarafından öldürülür. Oğlu Kasta’nın sonu meçhuldür, göz alıcı ve savaşçı kız Kide Banu ise Atabey’le yaptığı mücadeleyi kaybeder. Nihayetinde Sarı Saltuk, olayı tatlıya bağlar; yiğit ve yakışıklı Atabey ile cesur ve güzel Bizanslı kızı evlendirir. İşte “Kasta Bin Moni / Moni’nin oğlu Kasta” söyleminin kökeni de bu anlatıdır. Şehrin adı, XI. yüzyıldan sonra bölgeye gelen seyyahların eserlerinde, ondan fazla telaffuz farkıyla (Castamon, Kastamuniya, Kastamon, Kastambul, Kastamonya, Kastamoni vb.) geçer. Unutmadan söyleyelim; Komnenos ailesi, kısa bir süre sonra başkente taşınıp yönetimi ele geçirecek ve 1185’e kadar Bizans’a hükmedecektir. 1204’teki Latin istilası ile Fatih tarafından fethedilmiş, 1461 yılları arasında Trabzon’da kurulan imparatorluk da bu soydan devam etmiştir. Karasalihoğlu, şehre dair tüm şer’iyye sicillerini okuyan ve beldeyle ilgili birçok araştırmaya imza atan İhsan Ozanoğlu’ndan alıntılayarak şehrin surlarının XVII. yüzyılda kaybolup silindiğini de ilgili bölümün sonunda belirtiyor.

Kitap, altıncı bölümden itibaren, Müslüman Türklerin hâkimiyetindeki asırlara yoğunlaşıyor. Bu dönemin ilk güzîdesi Melikü’l-Ümerâ Hüsameddin Çoban Bey’in portresiyle karşılaşıyoruz evvela. Bizans’a yönelik seferlerin yanında, deniz yoluyla düzenlenen Kırım Seferi ve Suğdak’ın fethi de ayrıntılarıyla işleniyor. Bu bölümdeki “Kastamonu’dan Mısır’a köle köprüsü” alt başlığı da beni heyecanlandırmakta gecikmiyor elbette. Baybars romanımda ben de bu konuya atıfta bulunmuş, bulanık görüşleri hatta yaygın kanaatleri aşarak, ilk kez Sivas’ta satıldığı kabul edilen bu Kıpçak kahramanı, Kırım üzerinden gemiyle önce Amasra’ya, sonra da -İbn Bîbî’ye göre 1211 / 1212’de bölgeye kesin olarak hâkim olan- Çobanoğulları’nın yönetimindeki Kastamonu’ya getirmiştim. Bilgi kırıntıları ve sezgi ile ulaştığım tercihin, başka bir eserde işlenmesinden memnuniyet duyduğumu belirtmeliyim. Kastamonu’nun deniz kıyısındaki ilçelerinden birinde, Kayı boyundan geldiği bilinen Emîr Çoban’ın bu seferini canlandıran -minyatür de olsa- bir tarihî platform kurulmasının da benim gibi birçok insanı sevindireceği kanaatindeyim.

Tarihin cilveleri bitmez elbette. Bir isyan, Kastamonu’nun hatta ülkenin tarihini değiştiriverir. Çobanoğulları’ndan Muzaffereddin Yavlak Arslan, Rükneddin Kılıç Arslan’la birlikte Moğollara başkaldırır. İlhanlı hükümdarı Geyhatu, ayaklanmayı haber alır almaz, yanlarına II. Mesud’u da katarak Moğol birliklerini Kastamonu’ya sevk eder. 1292 Haziran’ında Ilgaz dağlarını kana boyayan çarpışmalar sırasında II. Mesud ve birçok emîr esir alınır. Geyhatu, bölgeye yeni bir ordu gönderir. Bu karma birliklerin başına da yine aynı toprakların çocuğu olan Şemseddin Yaman Candar’ı getirir. İlk aylarda büyük bir direniş gösteren Kastamonu Türkmenleri, kendilerinden sayıca çok üstün birlikler karşısında tutunamaz. Kılıçarslan öldürülür. İsyanın önderi Muzaffereddin Yavlak Arslan da yakalanarak ailesiyle II. Mesud’a götürülür ve onun huzurunda katledilir. Geyhatu, başarısı üzerine, aslında Çobanoğulları’na bağlı bir boyun temsilcisi olarak Kastamonu civarında yaşayan Yaman Candar’a Eflani bölgesini verir. 1309’da Şemseddin Yaman Candar’ın yerine geçen oğlu Süleyman Bey, Çobanoğlu Mahmud Bey’in sarayını basar ve Kastamonu’yu ele geçirir. Hüzün verici tarafları da az değilse de Kastamonu’da yeni bir altın çağ başlar. Yazar, 7. bölümde, işte bu uzun ömürlü beyliğin serencamını özetliyor.

Yazının tamamına erişmek için tıklayınız.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Kurtşeyh Dede ve Devrekâni

SEYYİD KURTŞEYH DEDE VE DEVREKÂNİ Ülkemizin her köşesi tarih, kültür ve medeniyet barındırmakta. Tarihte önemli …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Cuma Gününü Değerlendirmek için On Sünnet

Cuma Günü Yapılması Gereken 10 Sünnet 1- GUSÜL ABDESTİ ALMAK Semüre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre …

Kapat