Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / “Peki Ne İle Cennete Gireceksin?”

“Peki Ne İle Cennete Gireceksin?”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Öncülerden olmak fedakârlık ister

Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ahirete  irtihallerinden bir müddet sonraydı. Ashabın ileri gelenleri, Allah’ın kendilerine nasip ettiği hidayet nimetini bütün insanlığa ulaştırmak için tebliğ, talim ve cihad seferlerine çıkmışlar;  İslam Orduları büyük zaferler elde etmişlerdi. Medine’ye esirler ve ganimetler geliyordu.

Bir gün Medine’de deve çıngırakları ve tellalların bağrışmaları gibi birtakım sesler duyuldu. Belli ki şehre bir ticaret kervanı gelmişti. Hz. Âişe radıyallahu anha validemiz, bu gelen kervanın kime ait olduğunu sordu. Yanındakiler:

– Abdurrahman bin Avf’ın kervanıdır, dediler. Hz. Âişe annemiz mal mülk sahibi olanların ahirette hesabının uzun ve zorlu olacağını hatırlatmak için şöyle dedi:

– Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu duydum: “Abdurrahman bin Avf’ı cennete dizlerinin üzerinde emekleyerek girer vaziyette gördüm.”

Oradakiler, Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellemin bu hadis-i şerifini hemen Abdurrahman ibn-i Avf radıyallahu anh’a haber verdiler. Bunu duyan Hz. Abdurrahman radıyallahu anh, kervandaki develerin hepsini, üzerlerindeki buğday, arpa ve saire mallarıyla birlikte Allah yolunda dağıtılmak üzere bağışladı. (Enes ibn Malik radıyallahu anh rivayet ediyor. İbn-i Sa’d; Tabakât, c. 3 s. 93)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bu ikazına muhatap olan Abdurrahman ibn-i Avf radıyallahu anh İslam’a girmekte gecikmiş, hayırlı amellerde eksikliği olan bir zat değildi. Aksine o, Aşere-i mübeşşereden idi; yani sağlığında cennetle müjdelenmiş on seçkin sahabe efendimizden biriydi.

Öncülerden olmak kolay değildir. İnsanların çoğu bir teklife muhatap olduğu zaman önce sağına soluna bakar, herkesin ne yaptığına bakarak öyle karar verir. Ama Hz. Abdurrahman radıyallahu anh, kimin ne dediğini, diyeceğini düşünmeden, tereddüt etmeden iman etmiş, daha sonra da uğradığı bütün zorluklara rağmen imanında sebat etmiştir.

Mekkeli zengin tüccarlardan biri olduğu halde eziyetlere maruz kalmış, dini uğruna önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret etmiştir.

İslam için kendini feda etmiştir

Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam, onu Medine’de Saîd bin Rebîi radıyallahu anh ile kardeş yaptığı zaman Hz. Saîd ona bütün malının yarısını bağışlamak istediği halde istememiş, teşekkür ederek, “Kardeşim, Allah sana bereket versin, sen yalnız bana çarşının yolunu göster.” demişti.

Bundan sonra kısa zamanda çok zengin olan Hz. Abdurrahman radıyallahu anh, defalarca İslam ordusunu teçhiz etmek için büyük bağışlar yapmıştı. Yaptığı tek fedakârlık malından cömertlik de değildi; Peygamberimizin katıldığı bütün gazvelere katılan Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh, yirmi bir yerinden yaralanmış, on iki dişi kırılmış ve hafif topal kalmıştı.

Onun İslam için yaptığı sayısız hizmetlerden biri de, çoğu Hıristiyan olan Kelb kabilesine İslam’ı güzelce tebliğ edip, sevdirerek pek çoğunun Müslüman olmasına vesile olmasıdır.

Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh, İslam için böyle hizmet ve fedakârlıklar yaptığı halde neden Peygamber aleyhisselatu vesselamın böyle bir ikazına muhatap olmuştu? Üstelik artık İslam orduları zaferler kazanmaya başlamıştı. Ümmetin hali bugünkü gibi de değildi. Müslümanlar Allah yolunda gayret göstererek, aziz ve üstün bir hale gelmişlerdi.

Hem Hz. Abdurrahman radıyallahu anh, zenginliğine rağmen çok zahid bir kimseydi. Çok zaman nafile oruç tutardı. Hatta bir keresinde iftar vakti gelmişti de ilk İslam şehitlerini hatırlayınca ağlamaya başladı.

“Benden daha hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehit olduğunda kefen olarak bir hırkaya sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtülünce başı açıkta kalıyordu! Benden hayırlı olan Hamza da şehit olduğunda böyle olmuştu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım!” diyerek ağlayan Hz. Abdurrahman üzüntüsünden yemek bile yiyememişti. (İbn-i Sa’d; Tabakat, c.1 s. 403)

Onlar İslam yolunda böyle fedakârlık yaptıkları halde amellerine güvenmiyorlar, daima akıbetleri için korkuyorlardı. Çünkü Allah-u Zülcelâl’in kulu üzerindeki hakkını hiçbir amelle tam olarak eda edemeyeceklerini bilecek kadar irfan sahibiydiler. Bizler ise öylesine gafiliz ki, dünya işlerine ve nefsimizin hoşlandığı şeylere dalmış olduğumuz halde, sanki o fedakârlıkları yapan ve cennetle müjdelenen biz imişiz gibi rehavet içindeyiz. Bu rehavetimiz yüzünden yeterince gayret göstermiyor, zillet ve meskenete düşüyoruz.

Kardeşlerimize yardım zorunluluğumuz var

Bugün İslam âlemi dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyor. Üstelik en genç ve dinamik nesile sahibiz. Ecdadımızın büyük fedakârlıklarla fethettiği diyarların yer altı ve yer üstü zenginlikleri, bu dinamik neslin ihtiyaçlarına da kâfidir. Üstelik Allah-u Zülcelâl’in bu ümmete rahmeti ve nusreti olan Allah dostları, Rabbani âlimler de bizim en büyük manevi dinamiğimiz olarak aramızda durmaktadırlar. Fakat bunlara rağmen İslam âlemi bugün perişan vaziyete düşmekten kurtulamamaktadır. Peki ama neden?

Bunun en büyük sebebi, Rabbimizin bize defalarca yaptığı ikaza kulak tıkamamızdır. Allah-u Zülcelâl sayısız ayet-i kerimede bizlere, Allah yolunda infak etmemizi emretmiş ve kesin bir şekilde: “Sevdiğiniz şeyleri (Allah için infak edip) harcamadıkça kesinlikle iyiliğe erişemezsiniz. Şüphe yok ki Allah, harcadığınız şeyleri bilir.” (Al-i İmran; 92) buyurmuştur.

Evet, çaremiz bellidir. “Namazı kılalım, orucu tutalım, zikredelim ama mallarımıza dokunmayalım” deme şansımız yoktur. Rabbimiz bizi ikaz ediyor: “(Ey Habibim!) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız,  kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesâda, zarara uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden evler, konaklar, size Allah’tan ve O’nun Rasülünden ve O’nun yolunda çaba göstermekten daha sevimli ve önemli ise o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe; 24)

İnsanoğlu bu ayette sayılan veya sayılmayan, malları, evlatları, iş hayatları, kurulu düzenleri, ticaretleri gibi şeylerin sevgisiyle imtihan edilirler. Bütün bunlara karşı hissettiği sevgi ve bağlanma hissi asla Allah ve Resulünün sevgisinden daha ağır basmamalıdır. Eğer iman ediyorsa insan mutlaka “Asıl hayat ahiret hayatıdır” demelidir.

Neden bu dünyaya bağlanıp kalıyoruz?

Zor durumdaki Müslüman kardeşlerimiz için hayır hasenat yapmaktan bizi alıkoyan duygu nedir? Çoğu zaman evlatlarımıza karşı duyduğumuz zaafımız…

Anadolu’dan büyük şehirlere gelmiş, çok çalışıp çabalayıp mal mülk biriktirmiş Müslümanlar, “Biz çektik, onlar çekmesin” diyerek mirasçıları için mal yığıyor. Halbuki Rabbimiz bizi birçok ayette uyarıyor:

“Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir (imtihandır); Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Teğâbun, 14-15)

Bizler mal toplayıp evlatlarımıza bırakarak onlara iyilik yaptığımızı mı zannediyoruz? Belki de onlara ebedi felakete sürükleyecek bir şımarıklık ve azgınlık vesilesi biriktiriyoruz. Çocuklarımızın rızkı ezelde takdir edilmiştir ve onlara muhakkak ulaşacaktır. Hem şöyle bir etrafınıza bir bakın, herkese babasından mı mal kalıyor? Halbuki Allah’ın verdiği imkanları zor durumda olan Müslüman kardeşlerimizin durumlarını biraz olsun düzeltmek için harcasak belki de bu, hem bizim için hem evlatlarımız için çok daha hayırlı olacaktır.

Kazandıklarımızı ne için harcıyoruz?

Allah-u Zülcelal dünya nimetlerini ziynet, yani süs diye vasfediyor: “Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim.” (Kehf; 7)

Malum, süs, incik boncuk gibi, ciddi bir işe yaramayan, sadece görünüşte güzelliği olan değersiz bir şey demektir. Akıllı olanların dönüp bakmayacağı incik boncuklara ancak aklı kıt olanlar değer verir. İşte dünya serveti de, isterse fabrikalar, holdingler, gökdelenler olsun, ebedi ahiret hayatının sorgu sualinin ve çetin azabının zorluğu düşünüldüğü zaman bir süs eşyası kadar değersizdir. Çünkü bunların hepsi biz öldüğümüz zaman arkamızda kalacaktır. Mahşer günü bizim yanımızda gidecek olan ise onları nasıl kazandığımız ve nerelere harcadığımızın hesabıdır.

Arkamızda bıraktığımız mallar, çocuklarımız için de faydasızdır. Eğer onlara dünya hayatının süsünden ve aldanışından başka bir şey olmayan mallar yerine kâfirlere karşı izzet ve şeref vesilesi olacak hayır ve hizmetler bırakırsak çok daha doğru davranmış oluruz. İnsan manen zelil ve boyun eğmiş olduktan sonra malın ona ne faydası vardır ki?

Dünya sevgisi bir hastalıktır. Bugün Müslümanlar bu hastalığın pençesinde düşmüş bu sebeple manevi açıdan zayıf bir hale düşerek zillete düçar olmuşlardır.

Peygamber Efendimiz bizim bu durumumuza şu hadis-i şerifiyle işaret etmektedir: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” Bir sahabî, “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sorar. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak” cevabında bulunurlar. Bir başka sahabî, “Vehn nedir ya Rasulallah?” diye sorunca da, “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyururlar (Ebu Davud, Melahim 5)

İşte bugün Müslümanların hali tam da budur. Ne yazık ki Müslümanlar Allah’ın emrettiği infakı yerine getirmeyip yasakladığı faiz ve çeşitli haksız kazanç yollarına tevessül ettikleri için kendi aralarında gelir dağılımı adaleti bozulmuştur. Buna bir de iç savaş ve göçlerin yıkıcı etkisi eklenince felaket çok daha büyümüştür.

Muhacir kardeşlerimiz, kurtuluş vesilemizdir

Ne acıdır ki bazı evlerde ailenin her bir ferdinin altında bir araba, her birinin odasında bir televizyon, ellerinde son model telefonlar, son moda kıyafetler, sofralarında çeşit çeşit yemekler varken bazı kulübe gibi evlerde ise bir çanak pilava üç dört tane yetim çocuk, birkaç ihtiyar kaşık sallamaktadır. Bu Müslüman bir topluma yakışan bir manzara değildir!

Allah-u Zülcelal memleketimize bereketli ovalar ve çok çeşitli gelir kaynakları vermiştir. Dünyanın belki en müreffeh ülkelerinden biriyiz. Birçok ülkede ancak birkaç çeşit mahsul yetişirken bizde neredeyse her çeşit ürün yetişmektedir. Eğer aramızdaki garip ve mahrumları görüp gözetirsek, Rabbimiz bu nimetlere daha da bereket verecektir. Tam tersine; kâfir ve fasıkların ahlakı olan bencilliğe meyledersek, aramızda husumet meydana gelir ve Rabbimiz de üzerimizden bereketi kaldırır.

Aslında biraz düşünecek olursak ülkemize sığınan Suriyeli, Iraklı, Afgan, Türkistanlı, Bangladeşli, Afrikalı göçmenler bize belki de Rabbimizin bir ihsanı, bir bağışlanma ve kurtuluş vesilesidir. Belki de Rabbimiz onlara yapacağımız infak ve iyilikler sayesinde kaçınamadığımız günahlarımızı affedecek, müstehak olduğumuz dünyevi ve uhrevi felaketlerimizi kaldıracaktır.

Mesela düşünelim, beklenen İstanbul depremi, denizin açıklarında ve birkaç kademe halinde kırılma ile olsa fazla can ve mal kaybı olmadan atlatılabilir. Aksine İstanbul’un kalabalık kıyılarında, yapılaşmanın nizamsız olduğu semtlerde olursa Allah muhafaza etsin çok büyük bir felaket olabilir. Fay kırılması doğal bir hadise olabilir ama o fayın nasıl kırılacağı Allah’ın takdirindedir. Öyleyse kendimizi Allah’a affettirmek için elimizden gelen her iyiliği yapmaya gayret etmemiz gerekmez mi?

Bundan da önemlisi ahiret felaketlerinden muhafaza olmamızdır. Kim bilir, belki de şu kış günlerinde birkaç yetime giydirdiğimiz botlar bizim sırat köprüsünden geçişimizde imdadımıza yetişecektir. Belki yardımlarımız sayesinde namusuyla okuyan ve tertemiz bir şekilde evlenip yuvasını kuran bir yetim kızımızın duası, Rabbimizin bize rahmetle bakıp kusurlarımızı setretmesine vesile olacaktır.

Ahiret âlemi, bizim asıl yerleşip kalacağımız gerçek yurdumuzdur. Öyleyse oraya hazırlıklarımızı yollamamıza vesile olan muhtaçları, kendimize bir nimet bilmeliyiz.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, sadece ashabı kiramın önde gelenlerine değil, İslam nimet ve şerefine nail olan herkese, bu nimetin şükrünü eda etmek için Allah yolunda fedakârlıklar yapmak gerektiğini öğretiyordu. Peki bizler, ecdadımızdan bize miras kalan, aramak bulmak için uğraşmadan elimize geçen iman nimetinin şükrünü eda etmek için ne yapıyoruz?

“Peki ne ile cennete gireceksin?”

Zahm ibni Ma’bed radıyallahu anh, Bekir bin Vâil oğulları kabilesine mensup bir kişiydi. Hicretin 7. yılında İslamiyet iyice yayılınca kabilesinden üç arkadaş ile Medine’ye geldi ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin huzuruna çıktı. Peygamber aleyhisselatu vesselam onun, “Zorluk, darlık” manasına gelen ismini “Beşir” olarak değiştirdi. Sıra Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme biat etmeye gelmişti.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem hangi konularda söz verip biat edeceğini şöyle bildirdi:

– Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim O’nun kulu ve elçisi olduğuma şehadet eder, Ramazan orucunu tutar, Hac yaparsın. Zekat verir, Allah yolunda cihad edersin. Beşir radıyallahu anh aklından geçenleri samimi bir şekilde dile döktü:

– Ya Rasulallah! Zekât ve cihadı yerine getiremem. Benim yalnızca on tane devem var. Onlardan elde ettiğim gelirle ailemin ve çocuklarımın geçimini sağlıyorum. Cihada gelince; duyduğuma göre savaştan kaçanlar, Allah’ın gazabına uğruyorlarmış. Ben savaştan kaçıp Allah’ın gazabına çarpılmak istemem, dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem tatlı bir üslupla:

– Zekat yok, cihad yok!… Peki ne ile Cennete gireceksin? Buyurup şöyle bir elini Beşir’in omuzuna koyunca gönlündeki bütün tereddütler gitti ve tam bir teslimiyetle:
– Ya Rasulallah! Söylediklerinizin hepsine biat ediyorum, dedi. (Müsned, V, 224. Üsdü’l-Gâbe, I, 230)

Allah-u Zülcelal en azından farz olan zekat nisbetini vermeyi üzerimize kesin bir vazife olarak yazmıştır. Bu nisbet ise Hz. Ali kerremallahu vechenin ifadesiyle: “Cimrinin zekat nispetidir.”

Allah yolunda gayretli olanlar ise Allah’ın nasip ettiği servetten ihtiyaç duyulan hizmet yerlerine harcayarak kusurlarını affettirmenin ve Allah’ın razı olduğu kulları arasına kabul edilmesinin çaresini aramalıdır.

 

Gülistan Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Prof. Dr. Akkevi: Risale-i Nurlar, sağlam iman kalesine girme noktasında Kur’an’ın tercümanı, tefsiridir

Prof. Dr. Abdulkerim Akkevi: Nursi, ilim ve marifet adamıdır. O, aklı erdikten itibaren sürekli olarak …

Kapat