Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Peygamber Efendimizin (asm) Gençliği

Peygamber Efendimizin (asm) Gençliği

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

HZ. PEYGAMBER’İN GENÇLiĞi

Yrd. Doç. Dr. Fatımatüz Zehra KAMACI
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

“Ergenlikle orta yaş arasındaki dönem” olarak tanımlanan gençlik; içinde dinamizm, heyecan, hayaller, idealizm gibi olumlu ya da tecrübesizlik, sorumsuzluk, toyluk gibi olumsuz çağrışımları barındıran, insan hayatının en önemli evrelerinden birisidir. Kişinin doğduğu ve yetiştiği ortam, aldığı eğitim, sahip olunan maddî ve manevî imkânlar, din, kültür, gelenek, yüzyıl ve coğrafya gibi unsurlara bağlı olarak yaşanan tecrübeler değişse bile, yukarıda saydığımız temel dinamikler, az ya da çok her insanın gençliğinde kendisine yer bulur. İslam’ı yalnızca Kur’an âyetlerini tebliğ ederek değil, çocukluğundan itibaren sergilediği örnek yaşantısıyla, yani hâliyle anlatmış ve hayattayken onbinlerce, vefatından sonra ise sayısız insanın gönlünü bu sayede fethetmiş olan Hz. Peygamber’in gençliği söz konusu olduğunda, tüm bu algıların ya da dinamiklerin ötesinde bir özellik ile karşı karşıya kalınmaktadır.

Hz. Peygamber gençlik yıllarında:

1) Cahiliye toplumunda yaygın olan içki, kumar gibi zararlı alışkanlıklar ile kuralsız, şiddet içeren, adaletten yoksun, gayr-i ahlâkî, bohem bir hayat tarzından uzak durmuştur.

2) Cahiliye döneminin en belirgin vasıflarından birisi olan putperestliği benimsememiş, putlarla ilgili olan bayram, tören, toplantı vb. organizasyonlara iştirak etmemiştir.

3) Gençlik çağına adım atar atmaz ailesinin geçimini üstlenmiş, hayatını kazanmak için ticaretle uğraşmış, sorumluluk almaktan kaçınmamış, ailesinin hazır servetini sorumsuzca harcayan bir genç olmamıştır.

4) Sorumluluk sahibi bir genç olarak toplumsal olaylara karşı çok duyarlı davranmıştır. Hilfü’l-fudûl ve Ficar savaşları buna bir örmektir.

Hz. Peygamber Cahiliye çağında, Cahiliye gelenekleri içerisinde dünyaya gelmiştir. Cahiliye demek bir yönüyle, şiddet, saldırganlık, adaletsizlik, güçlünün yanında olup mazlumu ezme, kabilecilik, kan davası, kibir, taassup, zorbalık demektir. Gençlik dönemi esasen insanın, tam da bu aşırılıklara meyilli olabileceği bir dönemdir. Ancak Resul-i Ekrem, Cahiliye dönemine bu
adı veren olumsuz hasletleri hiçbir zaman üzerinde taşımamıştır. Onun gençlik yıllarında şiâr edindiği ve yaşadığı güzel ahlâk, bi’setten itibaren Allah’ın vazettiği hükümlerle daha da gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Bu minvalde Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Habeşistan kralı Necâşî’ye hitâben yaptığı konuşmadaki sözleri dikkat çekicidir:

“Ey Hükümdar! Biz Cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik, güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi.”1

Buna karşılık, Cahiliye demek istisnasız kötülük demek değildir. Cahiliye’de de erdemli kabul edilen cömertlik, akrabaya yardım, Kâbe’yi ziyaret vb. sebeplerle Mekke’ye gelen yolculara yemek ve su vermek gibi hasletler mevcuttur.

Resulullah, Cahiliye’nin olumsuz bütün özeliklerinden kaçınırken, yukarıda zikrettiğimiz olumlu davranışları uygulamayı, gençlik yıllarından itibaren kendisine şiâr edinmiştir. Hanımı Hz. Hatice’nin şu sözleri, Hz. Peygamber’in gençlik döneminden itibaren sergilediği erdemli davranışların bir özeti niteliğindedir: “Yemin ederim ki Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmez. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, doğru konuşursun, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın, yoksulları kayırırsın, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin!”2

Hz. Peygamber’in “Ben Cahiliye dönemi insanlarının işledikleri bir şeye iki defa teşebbüs ettiysem de Yüce Allah yapmak
istediğim şey ile arama girip beni alıkoydu!” sözleriyle detaylarını anlattığı iki olaydan birisi, Cahiliye dönemi eğlence hayatına ilişkindir. Buna göre Resulullah, Kureyşli gençlerin eğlenmek için bir araya geldikleri bir meclise dâhil olmak istemiş ancak ansızın bastıran uyku hâline yenik düşüp, eğlence yerine gidemeden uyuyakalmıştır.3

Hz. Peygamber, hayatının hiçbir evresinde putlara tapmamıştır. Ancak putperestliğin hâkim olduğu bir kültürün içinde doğmuş ve büyümüştür. Bu nedenle, zaman zaman ailesinin ya da yaşadığı sosyal çevrenin baskılarına maruz kalsa da Allah’ın özel lütfu ve merhameti sayesinde, bu güçlükleri aşmayı başarmıştır. Hz. Peygamber, gençliğine dair anılarını anlatırken bir defasında amcası Ebu Tâlib’in kendisinden, Buvâne denilen yerde bulunan bir put için her yıl düzenlenen törene, diğer aile üyeleriyle iştirak etmesini istediğini, kendisinin ise kesin bir dille reddettiğini ifade etmiştir. Bu durum karşısında öfkelenen diğer amcaları ve halaları, psikolojik baskı uygulayarak onu, tören yerine gitmek zorunda bırakmışlardır. Ancak bölgeye varıldığında Resulullah, bir süre göz önünden kaybolmuş, geldiğinde yüzünün sapsarı olduğunu, betinin benzinin solduğunu gören yakınları telaşla ne olduğunu sormuşlardır. Resulullah, “Ben bu putun yanına yaklaştığımda beyazlar içinde uzun boylu bir adam gelip “Ey Muhammed! Sakın puta el sürme, oradan uzaklaş!” diye ikaz etti!” demiş, bu olay üzerine yakınları ısrarlarını sürdürmemişlerdir.4

Hz. Peygamber, putlar adına kesilen hiçbir hayvanın etinden de yememiştir. Bir gün Beldah mevkiinden geçerken, Hanîflerden5 biri olan Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’e rastlamış ve burada kendilerine, bir put adına kesilmiş kurban eti ikram edilmişti. Hz. Peygamber bunu kabul etmediği gibi Zeyd b. Amr da reddetmiş ve şöyle demiştir: “Ben putlara kurban edilen şeyleri yemem!”6

Hz. Peygamber, çalışkan, erdemli, toplumsal olaylara karşı duyarlı, sorumluluk duygusu taşıyan ve sorumluluk almaktan çekinmeyen bir gençti. Eyyâmü’l-Arab yani Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerden ötürü çıkan savaşlar, içinde yaşadığı toplumun bir gerçeğiydi. Bu savaşlardan haram aylarda cereyan edenlere ise Ficar savaşı denirdi. Hz. Peygamber, 14, 15, 17 veya 20 yaşında olduğu sırada, Ficar savaşlarından birisine katılmak durumunda kalmıştı. Esasen amcası Ebu Tâlib reisi olduğu Haşimoğulları’nın haram aylarda gerçekleşen bu savaşa katılmasını istememiş, ancak siyasî koşullar onu mecbur bırakmıştı. Hz. Peygamber, bu zor durumda ailesinin yanında yer almış, sorumluluktan kaçmamış, bilfiil savaşmasa bile amcalarına ait eşyaları korumuş ve gelen okları kalkanla karşılayıp toplayarak
amcalarına vermiştir.7

Hz. Peygamber’in Cahiliye’ye has âdetler olan baskı, zulüm, şiddet, güçlüyü kayırma, güçsüzü ezme gibi hususları kesin olarak reddeden ve toplumsal olaylara duyarlı olduğunu gösteren en önemli husus, gençlik yıllarında Hilfü’l-fudûl cemiyetinde yer almış olmasıdır. Haram aylarda yapılan savaşlar ve hac mevsiminde Mekke’de, zayıf ve güçsüz kimselerin uğradığı haksızlıklar artık tahammül sınırlarını aşınca, Mekke’de Kureyş’in kollarından Benî Haşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed ileri gelenlerinin katıldığı bir grup,
Mekke’de kim haksızlığa uğrarsa, yaşına, cinsiyetine, kabilesine bakmaksızın hakkını alıncaya kadar onun yanında yer alacağına yemin ettiler. İşte bu yemine “Hilfü’l-fudûl” yani “erdemli insanların yemini!” adı verilmiştir. Hz. Peygamber, Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kişisi olan Abdullah b. Cüd‘ân’ın evindeki bu toplantıya, henüz 20 yaşında bir genç iken amcası Zübeyr ile iştirak etmiştir.

Bi’setten sonra Hilfü’l-fudûl’dan “Bu ittifakta yer almış olmanın mutluluğunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim!” şeklinde sitayişle bahsetmiştir.8

Küçük yaşlardan itibaren amcasının bütçesine katkıda bulunmak üzere önce çobanlık sonra ticaret yapan Resul-i Ekrem, 12 yaşında ilk ticarî seyahatini amcasıyla, Suriye yönüne gerçekleştirdi.
Sonrasında Arap yarımadasının dört bir yanına; Yemen’e, Doğu Arabistan’a ticaret amacıyla seyahatler yaptı. Böylece genç yaşta hem ailesinin geçim sorumluluğunu üstlenmiş oldu hem de tecrübe kazandı. Ticarî seyahatleri sayesinde, Arap yarımadasının genel yapısını, dillerini, lehçelerini, farklı gelenek ve görenekleri öğrenme imkânına kavuştu.

“El-Emîn” sıfatını da özellikle ticarî faaliyetleri sırasındaki ilkeli, adaletli, sabırlı, almaya değil vermeye odaklı erdemli yapısı ile elde etmiştir. Öyle ki 35 yaşına geldiğinde, Kâbe tamiri sonrası Hacerülesved’i kimin yerine koyacağı ile ilgili Mekke halkının anlaşmazlığa düştüğü bir durumda, onun hakem olacağını öğrenen herkesin dudaklarından şu sözler dökülüyordu, “Yaşasın, işte bu gelen Emîn’dir, onun vereceği hükme razıyız, çünkü o adaletle hükmeder, o güvenilir Muhammed’dir!”9
Doğumu, çocukluğu ve gençliği son peygamber olma payesine erişeceğinin alametleri ile dolu olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), vahye kadar geçen kırk yıllık süre boyunca müstesna bir hayat yaşamıştır. Gençlik döneminde, Cahiliye dönemine has kötülüklerden uzak kalmayı başaran Resul-i Ekrem, böylece Mekke toplumunda güven temeline dayalı çok belirgin bir algı oluşturmuştur. Esasen çoğu anne-baba, evladına isim koyarken anlamına dikkat eder ve “ismiyle yaşasın!” temennisinde bulunur. Resul-i Ekrem’in adı da aynı sâikten ötürü “Muhammed” konulmuştur. Âmine’nin dünyaya getirdiği güzeller güzeli o minik bebeğin büyüyünce “yerde ve gökte herkes tarafından hayırla yâd edilmesi” arzu edilmiştir. Hz. Peygamber, çocukluğu ve gençliğindeki yaşantısıyla bu beklentiyi fazlasıyla karşılamış, daha da öteye taşıyarak “el-emîn” sıfatını haketmiştir. İsimler, ailelerin tercihidir; ama unvanlar, lakaplar, çoğu zaman kişinin öne çıkan hasletlerine ve alın teriyle hak ettiği başarılara dayanır. İşte Resul-i Ekrem, ailesinin ona verdiği bu kutlu ismi, sonuna eklenebilecek en güzel sıfatla taçlandırmış, gençlik yıllarından itibaren toplumda artık “Muhammedü’l-emîn” olarak anılmaya başlanmıştır.10 Güven, çok zor kazanılan bir duygudur, kaybedilmesi ise an meselesidir.

Devamlılık, samimiyet, dikkat, rikkat, sabır, hemhâl olma duygusu, adalet, vicdan, merhamet, hakkaniyet, vefâ vb. pek çok ahlâkî erdemi içinde barındıran böyle bir sıfatı, herkesin “Gençtir, hata yapabilir!” dediği yıllarda kazanmak ve hiç kaybetmemek büyük bir başarıdır. Yaşadığı toplumda herkesin istisnasız parmakla gösterdiği, canını ve malını gözü kapalı emanet ettiği bir genç olabilmek çoğu zaman zordur. Ama imkânsız değildir.

Hz. Peygamber, doğduğu günden itibaren 40 yıl boyunca, farkında olmaksızın Allah tarafından Cebrail’le karşılaşacağı, “Oku!” emriyle ilk vahyi alacağı güne hazırlanmış olan müstesna bir insandır. Nitekim Mekke günlerindeki tebliğ faaliyetlerinde Hz. Peygamber, hep tertemiz mazisine atıfta bulunmuş; gençliğinden, 40 yıllık geçmişindeki tertemiz, şaibesiz, lekesiz yıllarından güç almıştır. Safa tepesi üzerinde, Mekke halkına hitaben yaptığı ilk açık davette “Şu dağın arkasında bir ordu var desem inanır mısınız?” diyerek güvenilirliğine vurgu yapması, bu anlamda önem taşımaktadır.11 Tebliğ faaliyetleri sırasında, sık sık toplum nezdindeki itibarına atıfta bulunmuş, insanlardan geçmişte olduğu gibi yine kendisine inanmalarını, güvenmelerini istemiş ve tertemiz mazisinden güç alarak, bundan sonra da kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacağının teminatını vermiştir.

Hz. Peygamber’in müstesna gençliği, tertemiz mazisi aynı zamanda, onun davetini engellemeye çalışan müşriklerin, şerli faaliyetlerinin önünde en büyük engel olmuştur. Öyle ki müşrikler, 3-5 gün öncesine kadar sahip olduğu ahlâkî erdemleren ötürü övdükleri, ellerinde büyümüş “Güvenilir Muhammed” için onu yerecek, toplum önünde küçük düşürecek, söylediklerinin inandırıcılığını ortadan kaldıracak bir nitelik bulamamışlardır. Bir araya gelip toplantılar düzenlemişler, düşünmüşler ancak soylu, iffetli, adaletli, erdemli, çalışkan, haksızın haksızlığını yüzüne vurmaktan korkmayan, madden ve mânen toplumda hep mazlumun yanında olan, sözünde duran, örnek alınabilecek bir aile hayatına sahip, vefâlı ve güvenilir Muhammed’e (s.a.v.) yakıştırılabilecek kötü bir sıfat bulamamışlardır. Özetle Hz. Peygamber, ilk gençlik yıllarından itibaren, geçimini sağlamak için durmadan çalışan; içki, kumar, gece hayatı gibi her asırda yanlışt elakki edilen alışkanlıklardan uzak duran, düşünen, içine doğduğu yapının kültürel normlarını ya da dinî unsurlarını sorgulayan, körü körüne taklit etmekten kaçınan, aklının ve vicdanının reddettiği uygulamalardan uzak duran idealist, iradeli, güçlü ve erdemli bir insan olmuş ve tüm zamanlara “insanlık” dersi vermiştir.

DİPNOTLAR
1. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye (nşr. Muhammed Alî el-Kutb-Muhammed ed-Dâlî Balta), I-IV, Beyrut 2005, I, 175-176;
2. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I-VI,
Beyrut 2004, I, 201; Mustafa Fayda, “Câhiliye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), VII (İstanbul 1993), s.17-19.
3. Taberî, Târîhu’l-ümemve’l-mülûk, Beyrut 2008, I, 520; İbn Seyyidünnâs, Uyûnü’l-eser fî fünûni’l-megâzîve’ş-şemâilve’s-siyer (nşr. Muhammed el-Îd el-Hatrâvî-Muhyiddîn Mestû), I-II, Beyrut 1992, I, 109-110; Casim Avcı, Muhammedü’l-Emîn: Hz. Peygamber’in Peygamberlik Öncesi Hayatı, İstanbul 2008, s. 99-100.
4. İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-IX, Beyrut 1968, I, 158; İbn Seyyidünnâs, I, 110; Makrîzî, İmtâ‘u’l-esmâbimâli’r-Resûlmine’l-ebnâ’ive’l-ahvâl ve’l-hafedeve’l-Metâ‘ (nşr. Muhammed Abdühamîd en-Nemîsî), I-XV, Beyrut 1999, II, 379; Avcı, s. 100.
5. İslâm öncesi dönemde Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği dine tabi olanlara Hanîf denirdi. Detaylı bilgi için bk. Şaban Kuzgun, “Hanîf”, DİA,XVI (İstanbul 1997),s. 33-39.
6. Buhârî, “Zebâih”, 16; Süheylî, er-Ravdü’l-ünüf(nşr. Mecdî b. Mansûr b. Seyyîd), I-IV, Beyrut ty, II, 232; İbn Kesîr, es-Sîretü’n-nebeviyye (nşr. Mustafa Abvülvâhid), I-IV, Beyrut 1990, I, 159-160; Avcı, s. 101.
7. İbn Hişâm, I, 99-100; İbnSa‘d, I, 128; Şâmî, Sübülü’l-hüdâve’r-reşâd fî sîreti hayri’l-‘ibâd (nşr. Âdil Ahmed-Ali Muhammed), I-XIV, Beyrut 1993, II, 152; Avcı, s. 103.
8. İbn Hişâm, I, 74-79; Ezrakî, Ahbâru Mekke (nşr. Reşîd es-Sâlih), I-II, Mekke 2002, II, 257; Avcı, s. 103-107.
9. İbn Hişâm, I, 105; İbn Sa‘d, I, 146; Makrîzî, I, 19.
10. Hâkim, el-Müstedrekale’s-Sahîhayn (nşr. Mustafa Abdülkâdir Atâ’), I-IV, Beyrut 1990; Makrîzî, I, 339.
11. İbn Sa‘d, I, 199-200; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf (nşr. MahmûdFerdûs el-Azem), I-XXV, Dımaşk 1997-2004, I, 137.

Kaynak: Din ve Hayat Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Asâ-yı Musa, İkinci Mesele

İkinci Meselenin Hülâsası Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi’nin güzelce izah ettiği gibi ölüm, o kadar kat’î …

Kapat