Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Peygamber Efendimizin (asm) ümmîliği hakkında

Peygamber Efendimizin (asm) ümmîliği hakkında

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Allah Resulü’nün okuma-yazma bilip bilmediği meselesini değerlendirmeye çalışalım. Öncelikle bu meseleyi Kur’an’a arz etmek zorundayız. Bunu yaptığımız zaman zaten havada kalan taşların büyük bir kısmının yerine oturacağını göreceğiz. İlahî kelamın rahle-i tedrisatına bu meseleye çözüm bulma amacı ile oturduğumuz zaman önümüze bir ümmî  ifadesinin geçtiği ayetler, birde  hiçbir tevile kapı açma imkanı bırakmayan Ankebût Sûresinin 48.ayeti çıkmaktadır.

Kur’an’da ümmî kelimesi peşi sıra iki ayette (Araf, 157-158) Efendimiz’e nispet edilmekte, bir kez ümmiyyüne, (Bakara, 78) üç kez de el-ümmiyyîne (Al-i İmran, 20,75; Cuma, 2) şeklinde geçmektedir. Ümmî kelimesinin kökü; ümm yani annedir. Ümmî, ümm köküne nisbet ya’sı eklenerek elde edilmiş bir kelimedir. Hal böyle olunca ümmî; “bir anaya mensup olan veya anadan doğduğu gibi kalan” anlamına gelmektedir. Böyle bir anlamda bazen olumlu, bazen de olumsuz bir manada kullanılabilmektedir. Nasıl mı? Eğer saf, duru, pak ve bozulmamış bir fıtratı nitelendirmek için kullanılırsa olumlu; cahil, hiçbir şey öğrenmemiş, halen anadan doğduğu gibi çocuk akıllı anlamında kullanılırsa olumsuz bir mana taşımaktadır. Peki, Kur’an’da geçen ümmî ifadeleri hangi anlamda kullanılmıştır? İşte bu soru bizi yine önemli bir anlama probleminin önüne getirecektir. Nedir bu anlama problemi? Lafz-ı Müşterek, yani çok anlamlılıktır. Çok anlamlılık ile eş anlamlılık iki farklı şeydir. Eş anlamlılıkta kelimeler farklı, anlamlar aynı iken, çok anlamlılıkta tam tersi, kelimeler aynı anlamlar farklıdır. Bu önemli nokta ihmal edilince başta Kur’an olmak üzere, birçok metinin doğru bir şekilde anlaşılamamasına sebep olabilmektedir. Genelde her kelimeye bilinen bir anlamı esas alarak ve konuşanın kastını da ihmal edilerek, kes, kopyala, yapıştır yöntemi ile anlamlandırmaya çalışmak ciddi anlama problemlerine yol açmaktadır. İşte böyle bir anlama probleminden ne yazık ki ümmî kelimesi de nasibini almıştır. Kur’an’da farklı şekillerle geçtiği altı ayrı yeri incelediğimizde, aynı kelime ile farklı anlamlar kastedildiğini görürüz. Mesela; Araf 157 ve 158. ayetlerde Efendimiz (s.a.v.) nispeten kullanılan ümmî kelimesi bağlamı dikkate alınarak okunduğunda bir tek anlama değil, yukarıda değindiğimiz iki anlama birlikte geldiği fark edilir. Bu iki anlamdan biri, Ehl-i kitaba mensup olmamak, diğeri ise meşhur anlamı ile okur-yazar olmamaktır. Bakara 78’de geçen ümmiyyüne ifadesi ise, bilinen anlamın çok ötesinde bir mana taşımaktadır. Bu ayeti bir sonraki ayet olan 79. ayet ile birlikte okuduğumuzda “elleri ile kitap yazan” bir kesimin vahyin lisanı ile ümmî diye nitelendirilip, kınandığını görürüz. Yine Kur’an’da üç kez kullanılan ümmiyyîne ifadesine baktığımızda Al-i İmran 20’de, daha önce kitaba muhatap olmayanların kastedildiğini görürüz. Aynı sürenin 75. ayetinde ise, Ehl-i Kitab’ın kendilerinden olmayan tüm Müslümanları genel bir ifade ile ümmî, yani cahil diye nitelendirdiklerine şahit oluruz. Son olarak da Cuma Sûresinin 2. ayetine baktığımızda bu ayette de bilinen anlamın dışında bir mana ile kullanıldığını görürüz. Muhammed Esed’in isabetle çevirdiği gibi buradaki ümmiyyîne ifadesi, Al-i İmran 20’de geçtiği gibi “daha önce kitaba muhatap olmayan toplum” anlamındadır.

Görüldüğü gibi Kur’an’da geçen ümmî ifadelerinin öyle çok da Allah Resulü’nün okuma-yazma bilip bilmemesi ile doğrudan bir alakası yoktur. Burada özellikle doğrudan ifadesinin yeniden altını çizelim ki herhangi bir eksik anlayışa mahkûm edilmesin. Yani doğrudan olmasa da, dolaylı bir şekilde Efendimiz’in okuma-yazma bilmediği yönünde delil olarak özellikle Araf 157. ayet getirilebilir. Ama âcizane bizim araştırmalarımız sonucu elde ettiğimiz bilgiler ışığında konuşacak olursak, ne bu ayetlere ne de ümmî kelimesine sığınmadan Efendimiz’in okuma-yazma bilip bilmediğine dair Kur’an’dan daha sağlam ve açık bir delil elimizde bulunmaktadır. Bu da Ankebut Sûresinin 48. ayetidir. Rabbimiz bu ayette şöyle buyurmaktadır: “Sen (bu risaletin mesajları sana gelmezden) önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Eğer öyle olsaydı (yani okuyup, yazsaydın) batıla uyanlar kuşkulara düşebilirlerdi.”

Her ne kadar bazıları bu ayetin mesajını farklı anlamaya çalışsalar da, ayet çok açık bir biçimde Efendimiz’in risalet öncesi okuma-yazma bilmediğini âleme duyurmaktadır. Bunu duyurduğu gibi, Allah Resulü’nün okuma-yazmadan mahrum olmasının hikmetini de açıklamaktadır. Adeta Kur’an tüm müsteşrik kalemlere şunu haykırmaktadır: “Siz 12 yaşında bir çocuk iken amcası Ebu Talib ile Şam’a doğru giden küçük Muhammed’in orada karşılaştığı rahip Bahira üzerinden Vahyin kaynağı konusunda şüpheler uyandırmaya çalışıp, Kur’an’ın Bahira tarafından Muhammed’e (s.a.v.) öğretildiğini iddia ettiniz. Eğer O (s.a.v.) risalet öncesi okuma-yazma bilseydi kim bilir siz daha ne iftiralar atarak safî zihinleri ifsat etmeye çalışacaktınız. Ama el-Hakîm olan Allah, size bu fırsatı vermedi.”

İşte Kur’an Allah Resulü’nün (s.a.v.) risalet öncesi okuma-yazma bilip bilmediği konusundaki tartışmalar konusunda böyle bir son söz söylemektedir. Peki, ya risalet sonrası? Risalet sonrası Efendimiz (s.a.v.) okuma-yazma öğrenmiş midir?

Allah Resulü’nün (s.a.v.) nübüvvetinin en büyük mucizelerinden biri de hiç şüphesiz O’nun risalet öncesi okuma-yazma bilmemesiydi. Efendimiz (s.a.v.) ilahî kelamın işaret ettiği gibi “ne bir yazı okumuştu, ne de eliyle bir şeyler yazmıştı.” Ama O (s.a.v.) daha Vahyin ilk mesajı ile okuma-yazmanın ne kadar önemli olduğunu anlamıştı. Çünkü ilk inen 5 ayette Kur’an; 2 kez ikra/oku, 2 kez alleme/öğretti, 1 kez kalem, 1 kez ya’lem/bilgi,ilim diyerek, toplam 6 kez ilme ve ilmin gereçlerine dikkat çekiyordu. Kur’an’ın bu dikkat çekişi 23 yıllık nüzul sürecinde hep devam edecekti. Vahyin ilk muhatabı olan Efendimiz’de, elbette bu mesajları en doğru bir biçimde anlayacak ve o gün için Belâzuri’nin verdiği bilgiye göre Mekke’de 17, Medine’de 11 kişinin okuma-yazma bildiği bölgede, bir seferberlik başlatacak ve 23 yılın sonunda hesabı tutulamayacak kadar bir okuma-yazma oranı ortaya çıkacaktı.

Efendimiz (s.a.v.) bu seferberlikte kadın-erkek ayırımı yapmadan herkesin okuma-yazma öğrenmesi için gayretler ortaya koyacaktı. Mesela; kendi hanımlarından Hz. Aişe ve Ümmü Seleme validelerimiz okumayı öğrenecek, yazıyı ise öğrenemeyeceklerdi. Yine Hz. Ömer’in kızı Hafsa validemiz okumayı Şifa el-Adeviyye’den öğrenecek, Efendimiz (s.a.v.) bu durumdan çok memnun olacak ve Hz. Şifa’ya; “Keşke Hafsa’ya okumayı öğrettiğin gibi, yazmayı da öğretseydin” diyecekti. Hz. Şifa da bu talep gereği Hz. Hafsa’ya yazıyı da öğretecekti.

Yine Allah Resulü’nün okuma-yazma seferberliğinde tarihe altın harflerle yazılması gereken bir çabasını Bedir gazvesinin ardından görüyoruz. İman ile inkârın bu ilk karşılaşmasında iman, küfrün belini kırıp, 70 müşriki öldürüp, bir o kadarını da esir alınca; esirlerin ne yapılacağı konusunda bir belirsizlik ortaya çıkmıştı. Çünkü daha bu konuda Allah (c.c.) her hangi bir hüküm beyan etmemişti. Hal böyle olunca Efendimiz’de esirlerin ne yapılacağı konusunu Sahabe ile istişare etmeye başlamıştı. Başta Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olmak üzere Ashabın büyükleri kendi görüşlerini, Efendimiz (s.a.v.) ile paylaşmışlardı. İşin nihayetinde Allah Resulü (s.a.v.) sahabenin görüşlerini de dikkate alarak bu konuda vereceği hükmü şöyle açıklamıştı: “Bir esirin kurtuluş fidyesi 4000 dirhemdir. Parası olan bu miktarı öder ve esaretten kurtulur. Parası olmayıp okuma-yazma bilenler ise, Medine’de 10 çocuğa okuma-yazma öğretme karşılığında serbest kalır.” Bu hüküm gereği esirler içerisinde okuma-yazma bilenler Medine’de Müslüman çocuklara okuma-yazma öğretmeye başladılar. 10 çocuğa okuma-yazma öğreten, fidyesi ödenmiş kabul edilerek serbest bırakılıyordu. Bu yolla kaç kişinin okuma-yazma öğrendiğine dair kaynaklarımızda net bir bilgi olmasa da, epey çocuğun Bedir sonrası okuma-yazma öğrendiğini tahmin edebiliyoruz.

Peki, okuma-yazma konusunda bu kadar titiz olan Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat kendisi okuma-yazma öğrenmiş midir? Ankebut süresinin 48. ayetinin açık beyanı ile Efendimiz (s.a.v.) vahyin menşeine/kaynağına dair herhangi bir şüpheye meydan vermemek için Allah’ın (c.c.) iradesinin bir tecellisi olarak risalet öncesi okuma-yazma bilmiyordu. Risalet sonrasında ise öğrenmek için herhangi bir çaba ortaya koyduğuna dair rivayetlere rastlamıyoruz. O halde bu konuda nasıl bir çözüm imkânı bulacağız? İlk yazımızda belirttiğimiz gibi Hz.Aişe validemizin bize öğrettiği usul ile bu olayı akıl ve kanaatlerimize arz ederek çözmeye çalışırsak, şunu rahatlıkla tahmin edebiliriz ki; 23 yıl ilimle, yazıyla, kitapla ve kâtiple uğraşan birisi özel bir çaba ortaya koymasa bile, az da olsa okuma-yazma öğrenebilir.

Rahmetli annemden bilirim; kendisi okuma-yazma bilmezdi; ne bir okula gitmiş, nede öğrenmek için özel bir gayreti olmuştu. Böyle olmasına rağmen kendi adını ve soyadını yazabildiği gibi, bazı rakamları da yazabiliyordu. Eğer rahmetli annem o şartlar içerisinde bu kadarını öğrenebilmiş idiyse; herhalde 23 yıl boyunca altı bin küsur Kur’an ayetini kâtiplerine yazdıran, yüzlerce mektup, anlaşma ve vesika kaleme aldıran, başta hanımları olmak üzere tüm sahabeyi okuma-yazma konusunda teşvik ettiren Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine yetecek oranda okuma-yazma öğrendiğini iddia etmek çokta havada kalacak bir iddia olmayacaktır.

O’nun (s.a.v.) nübüvvet sonrası okuma-yazma öğrendiğini dile getirmek vahyin kaynağına dair herhangi bir şüphenin ortaya çıkma ihtimaline imkân vermediği gibi, Efendimiz’in (s.a.v.) risalet sonrası okuma ve yazmayı öğrenmesi aslında 40-50 yaşından sonra bir insan için ayrıca bir meziyet olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Bu mesele hakkında daha çok şey söylenebilir, ama biz bu kadarı ile iktifa ediyoruz. Bu noktada işin aslını söyleyecek olursak, aslında amacımız sadece Efendimiz’in (s.a.v.) okuma-yazma bilip bilmediğini araştırmak değildi. Asıl amacımız bir konu bağlamında nereden ve ne amaçla geldiğine takılmadan köklerimize müracaat ederek ortaya çıkan sorunlara tepkisel veya savunmacı bir tavır ile değil, itidal ile çözümler bulmayı öğrenebilmekti. Eğer bu konuda doğru bir usul geliştirebilirsek, çözüm bekleyen nice meseleyi daha rahat bir şekilde anlayacağımız muhakkaktır. Zaten en büyük sorunumuz usul değil mi? Vusûle ulaşamamamız da usulsüzlükten kaynaklanmıyor mu?

Muhammed Emin YILDIRIM

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kemal mi Kamâl mi? / Vehbi KARA

Yazılarımda elimden geldiğince “Kamâl” ismini kullanırım. Çünkü her insan kendi ismiyle çağrılmak ister. Bu ise …

Kapat