Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Peygamberimiz (a.s.)ın Tebliğ ve İcraatının Kaynağının Vahiy Oluşu, Kur’an’ın Mushaf Hâline Getirilişi

Peygamberimiz (a.s.)ın Tebliğ ve İcraatının Kaynağının Vahiy Oluşu, Kur’an’ın Mushaf Hâline Getirilişi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Önceki bölüm için tıklayınız

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)ın Tebligat ve İcraatının Kaynağının İlahî Vahiy Oluşu

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)in tebligat ve icraatının kaynağı ilahî vahiy idi

Bu gerçek, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:

“İşte, Biz (ey Resûlüm!), sana da böylece Emrimizden bir Ruh (Kur’ân) variyettik.

Halbuki, (vahiyden önce) sen, ‘Kitab nedir? İman nedir?’ bilmezdin.

Fakat, Biz, onu (Kur’ân’ı) bir nur yaptık.

Bununla, kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet veririz.

Şüphe yok ki, sen muhakkak doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun!”[349]

İbrahim ve İsmail (a.s.)ların Peygamberimiz (a.s.) Hakkındaki Dilekleri ve Dileklerinin Kabul Olunuşu

İbrahim (a.s.)la oğlu İsmail (a.s.)ın, Kabe’nin duvarlarını örüp yükseltirlerken, Yüce Allah’a:

“Ey Rabbimiz! Bizden sâdır olan şu hizmeti kabul buyur!

Şüphe yok ki, herşeyi işiten, herşeyi bilen Sensin Sen!

Ey Rabbimiz! Bizi, Sana teslimiyette sabit kıl!

Soyumuzdan da, yalnız Sana boyun eğen Müslüman bir cemaat yetiştir!

Ey Rabbimiz! Onların içinden de, kendilerine Senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları iyice temizleyecek bir peygamber de gönder…” diyerek dua ettikleri[350] ve Hz. Muhammed (a.s.)ın peygamber olarak gönderilmesiyle bu dualarının kabul buyurulduğu da:

“İçinizde, kendinizden bir peygamber gönderdik ki, size âyetlerimizi okuyor, sizi tertemiz yapıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor;”[351]

‘(Ey Resûlüm!) Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi. Daha önce bilmediklerini de sana öğretti. Allah’ın senin üzerindeki lütuf ve inayeti çok büyüktür”[352] mealli âyetlerle açıklanmıştır.

Bu âyetlerde anılan Kitabın Kur’ân-ı Kerîm olduğu ve Peygamberimiz (a.s.)ın da onu ümmetine bıraktığı, tarihî bir vâkıa ve gerçektir.[353]

Kur’an-ı Kerîm, Kur’an-ı Kerîm’in İnişi, Ezberlenişi ve Yazılışı

Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden olan “Kur’ân” sözü, aslında masdar olup kıraat etmek, okumak demektir.[354]

Kur’ân-ı Kerîm, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah tarafından,[355] insanları karanlıklardan aydınlığa, Allah’ın doğru yoluna çıkarmak için[356] son peygamber[357] Hz. Muhammed (a.s.)ın kalbine, Cebrail (a.s.)ın aracılığıyla,[358] hiç unutmamak, hafızasından silinmemek üzere[359] vahyedilmek.[360] okunmak suretiyle[361] azar azar indirilen;[362] hiç kimsenin bir benzerini daha vücuda getiremeyeceği;[363] Allah katında çok şerefli, kadri yüce; tertemiz sahifelerde kıymetli, sevgili, takva sahibi katiplerin elleriyle yazılı;[364] nesilden nesile tevatürle nakil olunagelen; doğruluğunda hiç şek ve şüphe bulunmayan Allah Kelamıdır.[365]

Kur’ân-ı Kerîm Peygamberimiz (a.s.)a, Ramazan ayında,[366] Kadir gecesinde inmeye başlamış,[367] yirmi üç yılda tamamlanmıştır.[368]

İbn Abbas’ın bildirdiğine göre; Peygamberimiz (a.s.), kendisine Cebrail (a.s.) tarafından indirilen âyetleri ezberlemek, unutmamak için acele eder, dudaklarını Cebrail’in okuyuşuna uydurarak kımıldatır dururdu.[369]

Bunun üzerine, Yüce Allah, indirdiği âyetlerde şöyle buyurdu:

“(Ey Resûlüm!) Onu (Kur’ân’ı Cebrail sana okuyup bitirmeden) ezberlemek için, dilini onunla (Kurbânla) depretme!

Onu, (göğsünde) toplamak (ezberletmek), okutmak Bize düşer.

O halde, Biz, onu sana (Cebrail’in dili ile) okuduğumuzda, sen onun okunuşuna sadece uy! (susup kulak ver, dinle!)

Sonra onu okuman, Bize aittir (okumanı Biz tekeffül ederiz).”[370]

“Bundan böyle, Biz sana Kur’ân’ı okutacağız da, sen onu unutmayacaksın.”[371]

İşte bundan sonra, ne zaman Cebrail (a.s.) gelir, vahiy getirirse, Peygamberimiz (a.s.) susar, onu dinler; Cebrail (a.s.) dönüp gidince, onun okumuş olduğu âyetleri, o nasıl okumuş idiyse öylece, ezberinden okurdu.[372]

Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olarak indirildiği de, Kur’ân-ı Kerîm’de açıklanmıştır.[373]

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk hafızı, Peygamberimiz (a.s.)dı.[374]

Cebrail (a.s.) her yıl Ramazan ayında, her gece gelir, Ramazan’ın sonuna kadar Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamberimiz (a.s.)la mukabele eder; yani o okur, Peygamberimiz (a.s.) din­ler, Peygamberimiz (a.s.) okur, Cebrail (a.s.) dinlerdi.

Peygamberimiz (a.s.)ın vefat ettiği yılda ise, bu mukabele iki kere yapı İm işti. [375]

Yüce Allah Müslümanlara namazda Kur’ân’dan kolaylarına geleni okumalarını emir buyurduğu[376] ve Peygamberimiz (a.s.) da, Kur’ân’sız (kıraatsız) namaz olamayacağını haber verdiği için;[377] erkek kadın her Müslümanın, en az, namazlarında okuyacakları kadar sûre veya âyetler ezberlemeleri gerekiyor, bununla yetinmeyip Kur’ân-ı Kerîm’in tümünü ezberlemeye koyulanlar da oluyordu.

Peygamberimiz (a.s.), kendisine Kur’ân-ı Kerîm âyetleri nazil oldukça, vahiy katiplerinden birini çağırır, ona “Yaz!” buyurup yazdırır, onun hangi sûreye ve sûrenin neresine konulacağını da bildirir,[378] bu da kendisine Cebrail (a.s.) tarafından bildirilmiş bulunurdu.

Nitekim, Peygamberimiz (a.s.):

“Bana Cebrail ((a.s.)) geldi. Şu ‘İnnallâhe ye’muru bi’l-adli ve’l-ihsâni ve îtâi zi’l-kurbâ ve yenhâ ani’l-fahşâi ve’l-münkeri ve’l-bağyi yaizuküm lealleküm tezekkerûn’ âyetini [Nahl: 90], şu sûrenin [Nahl sûresinin] şurasına [89. âyetin altına] koymamı bana emretti” buyurmuştur.[379]

Zeyd b. Sabit der ki:

“Vahyi Resûlullah (a.s.)ın huzurunda yazardım. Bitirdiğim zaman, bana:

‘Yazdığını, oku!’ buyururdu.

Eğer onda yazılmayan birşey kalmışsa ekletir, fazla birşey olursa çıkarttırırdı.”[380]

Nisa sûresinin 95. âyeti nazil olunca da:

“Bana Zeyd’i çağırınız. Levhayı, diviti ve kürek kemiğini, veya kürek kemiğini ve diviti getirsin!” buyurmuş,[381] Zeyd gelince de, ona:

“Ey Zeyd!”[382] buyurarak[383] yazdıracağı âyeti yazdırmış,[384] bu âyete ait olup o anda nazil olan “zarar görenler dışında” istisnasını da ona ekletmiştir.

Zeyd b. Sabit der ki:

“Bir ve tek olan Yüce Allah’ın indirip de kemiğin üzerine eklemiş olduğum o istisnaya,[385] varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, [386] hâlâ bakıyor, onu görüyor gibiyimdir!”[387]

Kur’ân-ı Kerîm, böylece, başından sonuna kadar, Peygamberimiz (a.s.)ın huzurunda, hurma dallan, düz, yassı taşlar, kürek kemikleri ve yazı yazmaya elverişli daha başka şeyler üzerine yazılmış bulunuyordu.[388]

Kur’ân-ı Kerîm’in vahyi Peygamberimiz (a.s.)ın vefatına yakın bir zamana kadar devam ettiği için,[389] Kur’ân-ı Kerîm’in yazılı sahifeleri mushaf haline getirilmemişti.

Kur’ân-ı Kerîm sûrelerden, sûreler de âyetlerden teşekkül etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in iki kapağı arasında yüz on dört sûre olup,[390] Berâe (Tevbe) sûresinden başka, bütün sûrelerin başında Besmele vardır.

Yani, her sûre diğerinden Besmele ile ayrı İmi ştır.[391]

Sûre; lügatta, yüksek derece ve mertebeye, büyük bir şehri kuşatan sûra benzetilerek, Kur’ân-ı Kerîm’in de en az üç âyetten müteşekkil, hususi bir isim taşıyan müstakil bölümlerinden her birine de sûre denilmiştir.[392]

Sûre sözü, Kur’ân-ı Kerîm’in müteaddit âyet ve sûrelerinde geçer.[393]

Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresi Bakara, en kısa sûresi de Kevser sûresidir.[394]

Âyet; lügatta açık alâmet, nişane, bellik demektir.

Din teriminde ise; Kur’ân-ı Kerîm’in bir hükme delâlet eden ve birbirlerinden birer fasıla ile ayrılmış bulunan uzun veya kısa cümlelerinden her birine âyet denir.[395]

Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin sayısında, sûre başlarındaki Besmeleyi o sûrenin âyetlerinden sayıp saymamak, âyetlerdeki durak yerlerinde görüş birliğine varamamak gibi sebeplerle, altı binden sonrasında ihtilaf edilmiştir.

İbn Abbas’a göre, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin toplamı altı bin altı yüz altmışaltıdır.[396]

Şeyhülislam İbn Kemal de bunu benimsemiş ve:

Bilmek istersen eğer sen aded-i âyâtı:

Cümlesi altıbin altı yüz altmış altı” demiştir.[397]

Kur’ân-ı Kerîm’in En Büyük ve En Devamlı Mucize Oluşu
Peygamberimiz (a.s.):

“Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona, insanların iman etmek zorunda kaldığı mucizelerin bir benzeri verilmemiş olsun!

Bana verilen mucize ise, Allah’ın bana vahyettiğidir, Kur’ân’dır!

Bunun için, Kıyamet günü, Peygamberlerin en çok ümmetlisi ben olacağımı umarım!” buyurmuş­tur.[398]

Her peygamberin, zamanına göre, peygamberlik dâvasını ispatlayacak bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır; asanın yılana çevrilmesi gibi.

Musa (a.s.)ın zamanında sihir yaygındı. Bunun için, Musa (a.s.) sihirden daha üstün ve baskın olan bir mucize getirip, muhataplarını iman etmek zorunda bırakti.[399]

İsa (a.s.)ın zamanında tıp (doktorluk) yaygın ye üstündü. Bunun için, İsa (a.s.), doktorluktan daha üstün ve baskın olan bir mucize getirdi: Ölüyü diriltti.

Muhammed (a.s.)ın zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı.[400] Bunun için, Peygamberimiz Muhammed (a.s.), kavmine, bir fesahat ve belagat mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’i getirdi.

Peygamberimiz Muhammed (a.s.)dan önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları, o zaman hâzır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir.

Peygamberimiz Muhammed (a.s.)ın mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm ise, Kıyamet gününe kadar devam edecektir.[401]

Önceki peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri ya suretçe, ya da hakikatça, kendilerinden öncekilere de verilmiş bulunuyordu.

Kur’ân Kerîm mucizesinin benzeri ise, daha önce hiçbir peygambere verilmemiştir.[402]

Kur’ân Kerîm; yalnız fesahat ve belagat yönünden değil, her yönden de bir benzeri daha ortaya konulamayacak bir mucizedir.

Yüce Allah, bu gerçeği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklar:

“(Ey Resûlüm!) de ki: Andolsun, insanlar ve cinler, şu Kitabın benzerini vücuda getirmek üzere biraraya toplansa ve birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun benzerini getiremezler!

Şanıma andolsun ki, Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her mânâda nice türlüsünü açıklamışızdır.

İnsanların pek çoğu ise, kâfirlikte ayak dirediler.”[403]

Ebu Ubeyd’in bildirdiğine göre; bir çöl Arabi, bir zâtı “Fasda1 bimâ tü’meru ve a’riz ani’l-müşrikîn=Şimdi, sen, sana emrolunanı açığa vur! Müşriklerden yüz çevir!” (Hicr: 94) âyetini okurken işit­ince, hemen secdeye kapanır ve:

“Ben, onun fesahatindan dolayı secde ettim!” der.

Başka birisi de:

“Felemmestey’esû minhü halesû neciyyâ=Vaktâ ki, ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler” (Yûsuf: 80) âyetini bir adamdan işitince:

“Ben şehadet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez!” demiştir.

Bir cariyeden dinlediği kelamın fesahatına hayran olarak:

“Allah aşkına, sen ne kadar da fesahatlısın!” demekten kendini alamayan Asmaîye, cariye:

“Ve evhaynâ ilâ ümmi Mûsâ en erdnhife izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fi’l-yemmi ve lâtehâff ve lâ tahzenî. İnnâ râddûhü ileyke ve câilûhü mine’l-mürserîn=Mûsâ’nın anasına: ‘Onu, emzir. Sana onun hakkında bir tehlike gelince, kendisini denize bırak. Korkma. Kederlenme. Çünkü, Biz, onu yine sana geri döndüre­ceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız’ diye vahyettik’ (Kasas: 7) kavlinden sonra, şu ben­imki, bir fesahat mı sayılır?” demiştir.

Gerçekten de, bu bir tek âyette; iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde birleştirilmiştir.[404]

Peygamberimiz (a.s.)ın mucizesi sadece Kur’ân-ı Kerîm’den ibaret bulunmadığı ve daha birçok mucizeleri olduğu halde, hadis-i şeriflerinde yalnız Kur’ân-ı Kerîm’i anmakla yetinmeleri, onun mucizelerinin en büyüğü ve en yararlısı oluşundan; dine daveti, delil ve hücceti hâvi bulunuşundan; Kıyamet gününe kadar, hâzır ve gaip, herkesin ondan yararlanışındandır.[405]

Kur’ân-ı Kerîm’e Kur”ân isminin verilişi; İlahî Kitablar arasında, Kitabların, belki bütün ilimlerin semerelerini içinde toplamış olduğu içindir. Nitekim, Yüce Allah:

“Ve tafsile külli şey’in=Herşeyin tafsilidir;” (Yûsuf: 111),

“Tibyânen li külli şey’in=Herseyin apaçık bir beyanıdır” (Nahl: 39) buyurmuştur.[406]

Peygamberimiz (a.s.) da:

“Bana, Tevrat yerine es-Sebi1 verildi.

Zebur yerine, Miun verildi.

İncil yerine, Mesâni verildi.

Mufassallar da, fazla olarak verildi” buyurmuştur.[407]

Kur’ân Kerîm’in sûreleri, âyetlerinin çokluğuna göre dörde ayrılır:

1)Tuvel,

2)Miun,

3)Mesani,

4)Mufassal.

Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En’âm, A’râf ve Yûnus sûrelerine uzunluklarından dolayı “Seb’u’t-tuvel=Yedi uzunlar” denir.

Kur’ân-ı Kerîm’in yüzden fazla veya yüze yakın âyetli; Berâe (Tevbe), N ahi, Hûd, Yûsuf, Kehf, İsrâ, Enbiyâ, Tâhâ, Mü’minûn, Şuarâ ve Sâffât sûrelerine ise Miun (Yüz âyetliler) denir.

Miun sûrelerinden sonra gelen ve yüzden az âyetli sûrelere Mesani denir.[408]

Kur’ân Kerîm’in yüzden az âyetli Mesani sûrelerini sık sık takip eden ve aralan Besmele ile ayrılmış bulunan kısa sûrelerine Mufassal sûreler; ve bunların uzunlarına uzun Mufassallar, orta uzun­lukta olanlarına orta Mufassallar, daha az âyetli olanlarına kısa Mufassallar denir.[409]

Hakikat ehline göre; Kur’ân-ı Kerîm bütün hakikatları kendisinde toplayan ledün ilminin de icmali ve özetidir.[410]

Hz. Ömer’in “ilimle dolu dağarcık!” diyerek takdir ettiği,[411] Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Mes’ud:

“İlim isteyen, Kur’ân’ı incelesin! Çünkü, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmi, onun içindedir!” demiştir.[412]

Abdullah b. Mes’ud’un da “Kur’ân’ın ne güzel tercümanıdır!” diyerek takdir ettiği ve ilminin çok­luğundan dolayı Bahr (deniz) diye anılan[413] ve Hz. Ömer tarafından da müşkil meselelerde çağırılıp görüşü alınan[414] Abdullah b. Abbas da:

“Eğer bana ait deve dizbağları yitecek olsa, muhakkak, orada, Yüce Allah’ın Kitabında bulurum!” demiştir.[415]

Kur’an-ı Kerîm’in Mushaf Haline Getirilişi ve Nüshalarının Çoğaltılışı

Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)ın vefatından sonra vuku bulan Yemâme savaşında Kur’ân-ı Kerîm hafızlarından bir haylisinin şehit düşmesi, Kur’ân-ı Kerîm sahifelerinin biraraya toplan­masına sebep olmuştur.

Vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit der ki:

“Yemâme’de, birçok hafız sahabinin şehit düşmeleri üzerine, Ebu Bekir, bana adam gönderdi. Kendisinin yanında Ömer de bulunuyordu.

Ebu Bekir, bana dedi ki:

‘Ömer, bana geldi:

‘Yemâme vak’ası, Ashabdan birçoklarının ölümüne sebep oldu.

Başka yerlerdeki savaşlarda da böyle şehit düşmesiyle, Kur’ân’dan birçok kısmının zayi olup gitmesinden korkuyorum.

Kur’ân’ı toplamayı emretmeni uygun görüyorum’ dedi.

Ömer’e:

‘Resûlullah (a.s.)ın yapmadığı birşeyi ben nasıl yaparım?!’ dedim. Ömer

‘Vallahi, bu, büyük bir hayırdır!’ dedi.

Bana bu hususta o kadar ısrar etti ki, nihayet, ona Allah kalbimi açtı, yatıştırdı. Ömer’in görüşünü uygun gördüm.

‘Sen genç ve akıllı bir adamsın.

Sana bizim emniyet ve itimadımız vardır.

Sen Resûlullah (a.s.)a vahiy yazardın.

Binaenaleyh, Kur’ân’dan, gerek senin yanında, gerek başkaları yanında yazılı bulunanları araştır, topla, biraraya getir!’ dedi.

Vallahi, bana dağlardan bir dağı nakletme işini teklif etselerdi, Kur’ân’ı cem işinden daha ağır olmazdı.

‘Peygamber (a.s.)ın yapmadığı birşeyi nasıl yaparsınız?!’ dedim.[416]

Ebu Bekir

‘Vallahi, bu, büyük bir hayırdır!’ dedi.

Ebu Bekir’in ve Ömer’in kalbini yatıştıran Allah, ona benim de kalbimi açtı, yatıştırdı.[417] Bunun üzerine, Kur’ân’ı, yazılı bulunduğu yapraksız, kabuğu soyulmuş hurma dallarından, yassı, ince, beyaz taşlardan ve hafızların hıfzından araştırarak topladım.

Hatta, ezberlerde bulunan Tevbe (Berâe) sûresinin âhirindeki ‘Le kad câeküm rasûlün min enfusiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsun aleyküm bi’l-mü’minîne raûfun rahîm’ âyetidir; Ebu Huzeyfetü’l-Ensârî’de buldum. Bunu, ondan başkasında yazılı olarak bulamadım.

Kur’ân’ın bu suretle toplanan sahifeleri, vefatına kadar, Ebu Bekir’in yanında; sonra, hayatı boyun­ca Ömer’in yanında; ondan sonra da, Resûlullahın zevcelerinden Hafsa binti Ömer’in yanında kaldı.”[418]

Peygamberimiz (a.s.), ümmetine, Kur’ân-ı Kerîm’den, iki kapak arasındakinden başka birşey bırakmamış; Kur’ân-ı Kerîm’den olup da iki kapak arasına girmeyen birşey kalmamıştir.[419]

Hz. Ebu Bekir, Kur’ân-ı Kerîm sahifelerini biraraya derletip toplattığı zaman:

“Ona, bir isim veriniz!” dedi.

Bazıları “İncil” ismini verdiler, beğenmediler.

Bazıları “Sifr” ismini verdiler.

Yahudiler kitaplarına Sifr dedikleri için, onu da beğenmediler.

Abdullah b. Mes’ud:

“Habeşlilere ait bir kitap görmüştüm ki, onlar onu Mushaf diye anıyorlardı” deyince, Mushaf ismini verdiler.[420]

Hz. Ali:

“Allah, Ebu Bekir’e rahmet etsin!

Mushafı toplamak hususunda, insanların en büyük ecre nâil olanı, o idi.

Kur’ân-ı Kerîm’i iki kapak arasında toplayan ilk kişi, o idi” demiştir.[421]

Kur’ân Kerîm’in, Hz. Osman devrinde nüshalarının çoğaltılışı da, şöyle olmuştur:

Fütuhata katılan gaziler arasında kıraat ihtilafları çıkmış ve her biri kendi telaffuzunun doğruluğun­da ısrar etmiş, bu hususta birbirlerini bilgisizlikle suçlayacak kadar ileri gitmişlerdi.

Irak ordusu ile birlikte İrminiyye ve Azerbaycan fethinden sonra, Şam’a karşı yapılan savaşta bulun­duğu sırada, Huzeyfe b. Yeman, Hz. Osman’a geldi.

Huzeyfe b. Yeman’ı, ordu efradının Kur’ân-ı Kerîm okuyuşundaki ihtilafları, telaşa düşürmüştü. Hz. Osman’a:

“Ey mü’minler emîn! Kitabları üzerinde, Yahudiler ve Nasranflergibi ihtilafa düşmeden, bu ümmete yetiş!” dedi.

Bunun üzerine, Hz. Osman:

“Mushaflara geçirmemiz için, Suhuf’u bize gönder! Sonra, sana iade ederiz!” diye, Hz. Hafsa’ya haber gönderdi.

Zeyd b. Sabit’e,

Abdullah b. Zübeyr’e,

Saîd b.Âs’a,

Abdurrahman b. Haris b. Hişam’a emretti.

Bunlar da, o suhufu mushaflara geçirdiler.

Hz. Osman, onlardan, Kureyşî olan üç âzâya:

“Siz, Kur’ân’dan herhangi bir şeyde, Kur’ân’ın imlâsında Zeyd b. Sabitle ihtilaf ettiğiniz vakit, onu Kureyş’in dili ile yazınız. Çünkü, Kur’ân, ancak Kureyş’in dili ile inmiştir!” dedi.

Onlar da, öyle yaptılar.

Suhuf’u mushaflara geçirdikten sonra, Hz. Osman Suhuf’u Hz. Hafsa’ya iade etti.

Yazdıklarından, her tarafa birer mushaf gönderdi.

Bunlardan başkasını, sahife olsun, mushaf olsun, yakmalarını emretti.[422]

Hz. Osman, Hz. Hafsa’daki Suhuf’tan dört mushaf istinsah ettirmişti.

Onlardan birini, Küfeye,

Birini, Basra’ya,

Birini, Şam’a gönderdi.

Birisini da, yanında alıkoydu.

Çoğaltılan mushafların sayısının yedi olduğu,

Mekke’ye,

Yemen’e,

Bahreyn’e de birer mushaf gönderildiği de rivayet edilir.[423]

Bir kısım Kûfelilerden başka, her insan bu işin faziletini anladı ve takdir etti.

Hz. Ali Kûfe’ye vardığı zaman, Kûfeli adamın biri Hz. Ali’nin yanına gelip mushaf istinsahı hususun­daki hizmetinden dolayı Hz. Osman’ı ayıplamaya ve suçlamaya yeltenince, Hz. Ali ona bağırarak:

“Sus! O, bu işi, bizim ileri gelenlerimizden bir cemaatla yaptı.

Osman’ın üzerine almış olduğu vazifeyi ben üzerime almış olsaydım, muhakkak, ben de bu husus­ta onun yolunu tutardım![424]

Allah, Osman’a rahmet etsin!

Eğer idareyi ben üzerime almış olsaydım, muhakkak, mushaflar hakkında, onun yaptığını yapardım!

Ey insanlar! Mushaflar ve fazla mushafların yakılması hususunda Osman’a sakın kin beslemeyiniz! Onun hakkında, hayırdan başka bir söz de söylemeyiniz!

Vallahi, o, mushaflar hakkında yaptığı şeyi, ancak bizim ileri gelenlerimizden bir cemaat toplayarak yapmıştır!” dedi.[425]

Gerçekten de, Hz. Osman, mushafları istinsah ettirmek istediği zaman, Kureyşîl erden ve Ensardan.-içlerinde Übeyy b. Ka’b ile Zeyd b. Sabit’in de bulunduğu-oniki kişilik bir danışma heyeti toplam işti .[426]

Mushafları istinsaha memur edilenlerden:

Saîd b. Âs, halkın, dili en fasîh ve düzgün olanı,

Zeyd b. Sabit de, halkın, Kur’ân-ı Kerîm’in okunuş tarzlarını en iyi bileni idi.[427]

Kur’an-ı Kerîm’in Yüce Allah’ın Koruması Altında Bulunuşu
Yüce Allah; Kur’ân-ı Kerîm’i korumayı üzerine aldığını, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklar:

“Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucuları da, şüphesiz ki, Biziz!”[428]

Ona, ne önünden, ne de ardından, hiçbir bâtıl yanaşamaz, gelemez!

O, bütün kâinatın hamd ettiği yegâne hüküm ve hikmet Sahibi Allah tarafından indirilmedir!”[429]

“Doğrusu, O Kitab, çok şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-ı Mahfuzdadır.”[430]

Yüce Allah; müşrik ve münkirlerin Kur1 ân-Kerîm hakkındaki görüşlerinin yersizliğini ve yanlışlığını da, şöyle açıklar:

“O (Kur’ân) bir şair sözü değildir.

Siz, ne az inanır adamlarsınız!

O (Kur’ân), âlemlerin Rabbinden indirilmedir.

Eğer (Peygamber, zannettiğiniz gibi) bazı şeyleri Bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, muhakkak, onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik!

Sonra da, hiç şüphesiz, kendisinin kalb damarını koparırdık!

O vakit, sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız!”[431]

Peygamberimiz (a.s.)ın Getirip Tebliğ Ettiği Din ve Şeriat
Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)ın Yüce Allahtan telakki edip insanlara ulaştırmakla görevlendirildiği din ve şeriat; ulu atası İbrahim (a.s.)ın dini,[432]

Dinden Nûh, İbrahim, Musa ve İsa Aleyhi sselamlara tavsiye buyurulan ve ayrıca kendisine de vahy-olunan şeriatbr.[433]

Din; lügatta ceza, İslâm, ibadet, tâat, inkıyad, tevhid, millet, şeriat, verâ ve takva, hesap., gibi türlü mânâlara gelir.[434]

Şeriat dilinde din; peygamberin Allah tarafından getirip tebliğ ettiği şeyleri kabule akıl sahiplerini davet eden İlahî Kanundur.[435]

Bu İlahî Kanuna, uyulduğu için, din denir.[436]

Allah’ın açık ve geniş yolu olduğu.[437] kullar bağlansınlar diye konulan hükümlerden ibaret bulun­duğu için de, şeriat denir.[438]

Şeriata şeriat denilmesi; sıdk ve sadakatla bağlananın susuzluğunu gidereceği, günah kirlerinden de temizleyip arıtacağı içindir.[439]

Dine millet denilmesi de, üzerinde toplanıldığı, yüründüğü içindir. Din, millet, aslında bir olup aralarındaki fark itibarîdir ve dinin Allah’a, milletin de peygambere nisbet edilmiş olmasından ibarettir.[440] Din; iman, İslâm ve bütün şeriatları kapsayan umumî bir isimdir.[441]

İnsanlara ilahî nimet olan şeriatlar, milletler, açık, aydınlık yollar ve sünnetler, son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)ın Yüce Allahtan telakki ve tebliğ ettiği İslâmiyetle en son ve mükemmel şek­lini bulmuş; bu vakıa ve gerçek de, Mâide sûresinin üçüncü âyetinde açıklanmıştır.[442]

Yani, İslâm dininin en son ve en mükemmel şeklini bütün insanlara ulaştırmak vazifesiyle gönder­ilen Hz. Muhammed (a.s.) hem kendisinden önceki peygamberlerin bu yoldaki tebliğlerine aykırı olarak sonradan insanlar tarafından yapılmış olan katmaları, değişiklikleri, dinle ilgisi bulunmayan şey­leri kaldırıp onları aslî şekillerine çevirmiş; hem de İslâm dininin kendisine bırakılan en önemli kısım­larının tebligatını yapmış; ve böylece, İslâm dinini, her bakımdan tamamlanmış olarak insanlık dünyası­na sunmuş; bu vakıa, Yüce Allah tarafından:

“…Bugün, sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size, din olarak İslâm’ı verip ondan razı oldum…” buyurularak açıklanmıştır.

Allah katında din, İslâm dininden ibarettir.[443]

İslâm dininden başka din arayanın dini kabul olunmayacaktır.[444]

İnsanların ilk tuttukları, bağlandıkları tek ve genel din, İslâm dini idi.

Gelmiş geçmiş bütün peygamberler, İslâm dininin esaslarını tebliğe çalışmış, bu dinde can vermiş, bu dinde can vermeyi özlemişlerdir.

Âdem (a.s.)dan sonra, Ebu’l-beşer olan,[445] İkinci Âdem Baba diye tanınan Nûh (a.s.), Müslümandı.[446]

Peygamberler atası İbrahim (a.s.) da, onun oğulları ve torunları da, Müslümandılar.[447]

Musa (a.s.)ın; kavmi olan İsrail oğullarını ve Mısır Firavununu davet ettiği din de, İslâm dini idi.

Bunu, hem Musa (a.s.), hem Firavunun iman ve ihtida eden sihirbazları ve hatta, hem de bizzat Firavun da,-denizde boğulacağını anlayınca, Musa ve Harun (a.s.)ların inandıkları Allah’a inandığını ve Müslüman olduğunu söyleyerek-ifade etimiştir.[448]

Musa (a.s.)dan sonra İsrail oğullarına peygamber olarak gönderilen İsa (a.s.) hakkında, Yüce Allah’ın havarilere:

“Bana ve peygamberime iman ediniz!” diye vahyettiği ve onların da:

“İman ettik! Müslüman olduğumuza şahit ol!” dedikleri;

İsa (a.s.) da, bu hususta İsrail oğullarından küfür ve inkâr taştığını hissedip:

“Allah’a doğru giden yolda bana yardım edecekler kimdir?” deyince, yine havarilerin:

“Biziz Allah’ın yardımcıları!

Biz, Allah’a inandık.

Sen de, ey İsa! Şahit ol ki: Biz, muhakkak, Müslümanlardanız!” diyerek Müslümanlıklarını açık­ladıkları görülür.[449]

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de açıklandığına göre; Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)ın zamanındaki Hıristiyan rahiplerinden de, Kur’ân-ı Kerîm’e inanan ve kendilerine Kur’ân-ı Kerîm okun­duğu zaman:

“Buna inandık! Şüphe yok ki, bu, Rabbimizden gelen bir haktır!

Gerçekten, biz, bundan önce de, İslâm’ı kabul etmiş kimselerdik!” diye ikrar ve şehadette bulunan­lar olmuştur.[450]

İslam Dininin Tevhid Dini Oluşu
İslâm dini, tevhid dinidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde açıklandığı üzere, İslâm dininde herşeyden önce, Allah’a ve Allah’ın birliğine iman etmek farzdır.[451]

İslâm dininin bu tevhid akidesi; Allah’ın birliğine, O’ndan başka ibadet edilecek mâbud bulun­madığına inanmak demektir ki, bu akide, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde “Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” kelime-i tevhidi ile en veciz bir şekilde ifade buyurulmuştur.

Tevhid; Yüce Allah’ın Zâtını, zihinlerde tasavvur ve tahayyül edilen herşeyin dışında ve üstünde tut­mak demektir.

Bu da, üç şeyle:

Yüce Allah’ın Rabliğini bilmekle,

Yüce Allah’ın Vâhidliğini, birliğini ikrar etmekle,

Yüce Allah’a, hiçbir şeyi eş, ortak tutmamakla olur.[452]

Zaten, bütün Âdem oğullarının Rabbü’l-âlemînin Rabliğini tanımaları, asıldır.

Tanımamaları veya O’na şerik koşmaları, arızîdir, sonradandır. Çünkü:

“Yüce Allah Âdem (a.s.)ın zürriyetini zerreler halinde çıkarıp onları akıl sahibi yapmış, kendilerine:

‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye hitap etmiş, onlar da:

‘Evet! Rabbimizsin!’ (A’râf: 172-173) demişler; bu ikrar, onlar için, ilk iman olmuştur.

İşte, bunun içindir ki, bütün Âdem oğulları, daima bu selîm fıtrat üzene dünyaya getirilmişlerdir.

Kim, bundan (bu ahidden) sonra küfür etmişse, muhakkak ki, o fıtrî imanını kendisi değiştirmiş;

Kim de iman ve tasdikte bulunmuşsa, o da ilk ikrarı üzerinde sebat ve devam etmiştir.”[453]

A’râf sûresinin 172-173. âyetlerinde açıklanmış olduğu üzere, Âdem oğullarının, daha dünyaya gelmeden ikrarlarının alınışı gerekçesi olarak da:

“Kıyamet günü, ‘Bizim, bundan haberimiz yoktu!’ yahut ‘Daha önce, ancak atalarımız Allah’a şirk koşmuştu. Biz de, onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi, o bâtılı kuranların işlediği günahlar yüzün­den bizi helak eder misin?!’ dememeniz içindi” buyuruImustur.[454]

Âdem Oğullarının, Tevhid Akidesinden Putperestliğe Ne Zaman ve Nasıl Saptıkları

Put ağaçtan veya altından veya gümüşten, insan şeklinde yapılmış olursa, ona Arapça sanem;

Taştan yapılmış olursa, ona da vesen denilir.[455]

Rivayete göre; Şis b. Âdem oğulları önceleri, gelir, Âdem (a.s.)ın Nevz veya Bevz dağın­daki mağarada bulunan cesedini ziyaret eder, ona tazimde bulunurlar, kendisi için Allah’tan rahmet dil­eri erdi.[456]

Kabil b.Âdem oğullarından bir adam:

“Ey Kabil oğulları! Şis oğulları, Âdem’in cesedinin çevresinde dönüp dolaşarak ona tazimde bulunuyorlar. Sizin ise, böyle birşeyiniz yok!” dedi ve onlar için bir put yonttu.

Tarihte ilk put yapan adam, bu oldu.[457]

Kur’ân-ı Kerîm’de:

1- Vedd,

2- Süva,

3- Yağus,

4- Yauk,

5- Nesr

adlan ile anılan putlar,[458] rivayete göre, Âdem (a.s.)ın oğulları[459] veya oğullarının oğulları idiler.[460]

Bunlar, iyi amelli kişilerdi.[461]

Halk, bunlara uyarlardı.[462]

Süha’m Şis (a.s.)ın oğlu olduğu; Yağus, Yauk ve Nesr’in de Süva’ın oğulları oldukları da rivayet edilir.[463]

Bunlar öldükleri zaman, adamları:

“Keşke onların suretlerini bize bir yapan olsaydı da, kendilerini hatırladıkça bizi ibadete teşvik etmiş olurdu!”[464] dediler. Onlara, yakınları çok ağladılar.

Kabil oğullarından bir adam:

“Ey kavmim![465] Ben can vermeye güç yetiremem, ama size onların suretlerine göre beş tane heykel yapsam, yontsam olmaz mı?” dedi.

Onlar da:

“Olur!” dediler.

Bunun üzerine, Kabil oğullarının heykel yapıcısı, onlar için,

Vedd, Süva, Yağus, Yauk ve Nesr’in suretlerine göre, beş tane heykel yonttu, dikti.

Adlarına heykel dikilenlerin kardeşleri, amcaları ve amca oğulları, gelip bu heykellerin çevrelerinde koşarak dolaşırlar ve onlara tazimde bulunurlardı. O asır, böylece geçti.

Yerd b. Mehlâil, b. Kaynan, b. Şis, b. Âdem zamanında da böyle yapıldı.[466]

Bazı kimseler İslâmiyetten döndü.[467]

İkinci asır gelince, bu heykellere ilk çağdakinden daha çok tazimde bulundular.

Üçüncü asır gelince; “Bizden öncekilerin bu heykellere tazimleri, ancak Allah katında şefaat etmelerini umdukları içindi!” diyerek, onlara tapmaya başladılar ve küfürlerini artırdılar.

Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara İdris (a.s.)ı peygamber olarak gönderdi.

İdris (a.s.) onları putlara tapmaktan men ve Yüce Allah’a ibadete davet etti.[468]

Fakat, onlar İdris (a.s.)ı yalanladılar.

Yüce Allah da, onu yüksek bir makama kaldırdı.

Putperestlik, Nûh (a.s.)ın zamanına kadar, artmakta devam etti.

Yüce Allah, İdris (a.s.)dan sonra, Nûh (a.s.)ı peygamber olarak gönderdi.

Nûh (a.s.) da, kavmini Yüce Allah’a ibadete uzun zaman davet etti.

Fakat, onlar Nûh (a.s.)a karşı koydular ve onu yalanladılar.[469]

Nûh (a.s.), onlarla başa çıkamayınca, kendisini ve yanındaki mü’minleri onlardan kurtar­ması için, Yüce Allah’a dua etti.[470]

Allah da, onları Tufan suyunda boğdu.[471]

Tufan sulan; Nevz veya Bevz dağından beş heykel putu sürükleyip yere indirdi.

Suların şiddetli akışları onları ülkeden ülkeye sürükledi. Nihayet, Cidde toprağına attı. Sonra, sular çekildi. Esen rüzgârlar, heykel putların üzerine toprak yığdı .[472]

Putperestliğin Arabistan’da ne zaman ve nasıl yayıldığına gelince;

Mekke İsmail (a.s.)ın oğullarına dar gelince başka ülkelerde bir yurt aramak üzere Mekke’den ayrılan herkes, Mekke Haremini tazim için, Harem taşlarından bir taşı muhakkak yanında taşır; ve her nereye gider, konarlarsa, onu yere koyarlar, Kabe’yi tavaf ettikleri gibi, onu da tavaf eder­lerdi.

Bu tutum, kendilerini, taşlardan, güzel gördükleri, hoşlandıkları herhangi bir taşa tapınmaya kadar götürdü.[473]

Bu Cahiliye devrinde, adam sefere çıkacağı zaman yanında dört taş taşır, üçü ile tenceresine ocak çatar, dördüncüsüne tapardı .[474]

Bu dinî şaşkınlık, şöyle de anlatılır:

Bir kimse sefere çıkıp bir yerde konakladığı zaman dört taş alır, onlara göz gezdirip en yakışıklısını put edinir, ona tapar, kalan üçü ile de yemek tenceresi için ocak çatardı.

Oradan göç edeceği zaman onu orada bırakır, başka bir konak yerinde konaklayınca da böyle yapardı .[475]

Yakışıklı taş bulunmazsa, kumlardan yığılıp tepe haline gelen, üzerinde sağmal devenin sağıldığı kum tepesine de tapılırdı.[476]

İsmail (a.s.)ın oğulları; hac ve umre için telbiye yapmak gibi, İbrahim (a.s.)dan kalma ibadetlere de-Allah’a şerik koşmak gibi bazı şeyler karıştırmakla birlikte-bağlı kalmakta devam ettiler.[477]

Amr b. Luhay; Mekke’nin idaresini ele geçirdiği ve Cürhümîleri Mekke’den sürüp çıkardığı zaman, Kabe hizmetini de üzerine almıştı.[478]

Amr b. Luhay’ın her sözü, Araplarca, itirazsız uyulur bir din hükmü olarak benimsenir, yerine getir­ilirdi.

Kendisi, din namına birtakım bid’aüar ihdas etmiş, Kabe’nin etrafına putları o dikmiş, İbrahim (a.s.)ın dinini ilk defa o böylece bozup değiştirmişti.[479]

Hübel putunu, Belka Meab yöresinden Mekke’ye getirip diken ve ona tapmalarını halka emreden, Amr b. Luhay’di .[480]

İsaf ve Naile heykellerini putlaştıran,

Kureyşîleri Uzzâya taptıran da, o idi.[481]

Lât’ı[482] ve Menafi putlaştıran da o i di .[483]

Nûh Tufanından kalma beş heykel putunu da, Cidde’ye gidip toprak altından çıkararak Mekke’ye o getirmiş, hacca gelen Arapları bu putlara tapmaya o davet ve teşvik etmiş ve davetine icabet edil-erek[484] Vedd putu, Vâdi’l-Kura’da Dûmetü’l-Cendel’e, Yauk Yemen’de Hayvan karyesine, Yağus Yemen Ekemesine, Nesr Sebe bölgesinde Belha’ mevkiine, Süva’ da Nahle’de Ruhat’a götürülüp yerieştir-ilmişti.[485]

Araplar bu putlara tapmakla kalmamışlar,

Devs kabileleri, Zülkeffeyn putuna;

Haris oğulları, Züşşera putuna;

Müzeyneler, Nühm putuna;

Anezeler, Suayr putuna;

Kudaalar, Lahmlar, Cüzamlar, Âmileler, Gatafan kabileleri, Ukaysır putuna;

Havlanlar, Umyanus putuna;

Beni Bekrlerle Kinaneler, Sa’d putuna;[486]

Beni Kinane’lerden Malik ve Milkânlar, Sa’d putuna;

Tayyi’ler, Füls putuna;

Ezdlerin Tayyi’ ve Kudaalardan komşuları olan kabileler, Bacer putuna;

Beni Esedler, Ya’büb putuna;

Has’am, Becile, Ezdi S erat ve Hevazinlerie bunlara akraba olan kabileler, Zülhalasa putuna;

Kudaalardan Müleyh oğulları, cinlere[487] tapıyorlardı.

Araplardan, meleklere tapanlar,[488] onların Allah’ın kızları olduğunu sananlar olduğu gibi;[489]

Şi’râ yıldızına,[490]

Güneşe tapanlar da vardı.[491]

Yalnız Mekke’de, Kabe’nin çevresinde, tapılmak üzere dikilmiş, kurşunla berkitilmiş üçyüz altmış tane put bulunuyordu![492]

Bunlar Arap kabilelerine ait olup, zaman zaman gelinir, ziyaret edilip kendilerine kurbanlar kesilirdi.[493]

Mekke’de, umumî putlardan başka, her ailenin kendi evinde taptığı özel bir putu da vardı.

Bir kimse, yola çıkmak istediği ve hayvanına bineceği zaman, puta el yüz sürer; bu, onun yola çık­madan önce yapacağı ilk iş olurdu.

Yolculuktan döndüğü zaman da, yine puta el yüz sürer; bu da, onun daha ailesini görmeden yap­tığı ilk iş olurdu.[494]

Ashab-ı Kiramdan Mikdad b. Esved’in de yeminle teyid ederek dediği gibi; “Peygamberler arasın­da, Peygamber (a.s.), şartları en ağır bir Fetret[495] ve Cahiliye devrinde peygamber gönderilmişti ki, insanlar o zaman putlara tapmaktan daha üstün birdin bulunabileceğini sanmıyorlardı.”[496]

Kan davaları, hatta en önemsiz hadiseler bile, aileleri, kabileleri birbirlerine düşürür, yıllarca birbir­leriyle boğuştururdu.[497]

Kabileler arasındaki kan davaları, son Ficar kavgasında olduğu gibi, belli bir yerde karşılaşıp bir­birlerinin kanını akıtarak öç alınmak suretiyle halledilmeye çalışı lirdi .[498]

Açlık ve geçindirememek bahanesi ile çocuklar öldürülürdü.[499]

Adam, köpeğini besleyip büyütür, çocuğunu ise öldürürdü[500]

Kız çocuğu doğurmak yüzkarası sayılır, kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü!

Biri bir kız çocuğunun doğumu ile müjdelendiği zaman, öfkesini sineye çekerek, hiddetinden yüzü kapkara kesilir; kendisine verilen, kötü saydığı müjdeden dolayı herkesten saklanır

“Onu, ne yapayım? Hakarete katlanarak alıkoyayım mı? Yoksa, toprağa mı gömeyim?” diye şaşırır kalırdı .[501]

Kız çocukları, ellerinden tutulup su kuyularına bırakılır, onların boğulup gitmeleri karşısında acı­masız, duyarsız kalınırdı![502]

Para kazanmak için cariyelerini fuhşa zorlayanlar;[503]

Asaletli bir adamdan evlat sahibi olmak için(!), karılarını onunla yatıp kalkmaya teşvik eden şeref­siz erkekler

bile vardı .[504]

İçki düşkünlüğü aşırı derecelerde idi.[505]

Kumar düşkünlüğü ise aile faciası halini almıştı:

Adam servetini, hatta ailesini ortaya koyup kumar oynar, servetini ve ailesini kaybederdi.[506]

Yabancı ve koruyucusuz kimseler için can, mal ve hatta namus güvenliği kalmamıştı.

Yabancı satıcıların malları satın alınır, parasına ise dirsek çevirilirdi.[507]

Hac veya umre yapmak üzere kızını yanına alarak Mekke’ye gelen yabancıların kızları ellerinden zorla alınıp kaçırılır, feryad ve istimdadlarına kulak aşılmazdı.[508]

İşte, son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)ın ilahî vahyi telakki ettiği peygamberlik vazife­siyle mükellef kılındığı zaman, Arap dünyasının dinî ve içtimaî durumu bu kadar bozuktu.

Dış dünyanın durumu ise, bundan daha az bozuk değildi.

Hz. Muhammed (a.s.); insanların elleriyle yaptıkları kötülükler yüzünden karaların, deniz­lerin bozulduğu[509] böyle bir ortamda; yeryüzünde tevhid bayrağını açan ilk Müslüman,[510] Peygamberler Peygamberi,[511] Son Peygamber[512] sıfatı ile, Mekke ve çevresinden başlayarak[513] insanları Yüce Allah’ın İslâm dinine, önce hikmet ve güzel öğütlerle davet etmek;[514]

(Davetini kabul edenleri Cennet nimetleriyle) müjdelemek ve (davetinden yüz çevirenleri Cehennem azabıyla) korkutup uyarmak;[515]

Sonra da, fitne ve fesat ortadan kalkıncaya, din tamamıyla Allah’ın oluncaya,[516] İslâm dini bütün dinlere üstün gelinceye,[517] insanlara “Lâ ilahe illallah=Allah’tan başka ilâh yoktur!”[518] “Muhammedürresûlullah=Muhammedı Allah’ın Resûlüdür!”[519] dedirtinceye kadar savaşmak…[520] gibi, çok ağırve ağır olduğu kadar da şerefli bir vazifeyi tek başına yüklenmiş bulunuyordu.

Bundaki güçlüğü ve ağırlığı sadece düşünmek bile, insanı ürpertmeye ve titretmeye yeter![521] 

Devamı var

Dipnotlar

[349] Şûra: 42/52.

M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayınları: 1/200.

[350] Bakara: 2/127-129.

[351] Bakara: 2/151.

[352] Nisa: 4/113.

[353] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayınları: 1/200-201.

[354] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 402.

[355] Vakıa: 56/80.

[356] İbrahim: 14/1

[357] Ahzâb: 33/40.

[358] Bakara: 2/37.

[359] A’lâ: 96/6.

[360] Şûra: 42/7.

[361] Kıyâme: 75/18.

[362] İnsan: 76/23.

[363] İsrâ: 17/88.

[364] Abese: 80/13-16.

[365] Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 116.

[366] Bakara: 2/185.

[367] Kadr. 96/1.

[368] Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 232.

[369] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 343, Buhârî, Sahih, c. 1, s. 4, Müslim, Sahih, c. 1, s. 330.

[370] Kıyâme: 75/16-19.

[371] A’lâ: 87/6.

[372] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 1, s. 198-199, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1 , s. 343, Buhârî, Sahih, c. 1, s. 4, Nesâî, Sünen, c. 2, s. 149-150.

[373] Yûsuf: 12/2, Tâhâ: 20/113, Şûra: 42/7.

[374] A’lâ: 87/26, Kıyâme: 75/17.

[375] İbn Sa’d,Tabakât,c.2, s. 248, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 231, 276, 326, 363, Buhârî, Sahih, c. 2, s. 228, c. 4, s. 183, Müslim , Sahih, c. 4, s. 1 803,1905.

[376] Müzzemmil, 73/20.

[377] Müslim, Sahih, c. 1 , s. 297, Beyhakî, Sünenü’l-kübrâ, c. 2, s. 193.

[378] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 57, Ebu Dâvud, Sünen, c. 1, s. 209, İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 30, Hâkim , Müstedrek, c. 2, s. 330, Beyhakî, Sünenü’l-kübrâ, c. 2, s. 48.

[379] Ahmed b. Hanbel, Müsned,c. 4, s. 218, Ebu’l-Fidâ, Tefsîr, c. 2, s. 583, Heysemî, Mecmau’i-ievâid, c. 7, s. 4849, Suyûtî, Dürru’l-mensûr, c. 4, s. 128.

[380] Sehavî, Irakî Elfiye, Şerhu Fethu’l-mugîs, c. 2, s. 165.

[381] Buhârî, Sahih, c. 6, s. 99-100.

[382] Buhârî, Sahih, c. 6, s. 1 00.

[383] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 191.

[384] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 191, Buhârî, Sahih, c. 6, s. 100.

[385] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 4, s. 211 , Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 191, Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 11.

[386] Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 11.

[387] İbn Sa’d, Tabakât, c. 4, s. 211, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 191, Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 11.

[388] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 185, Buhârî, Sahih, c. 5, s. 210, c. 8, s. 119.

[389] Buhârî, Sahih, c. 6, s. 98.

[390] Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 249.

[391] Suyûtî, el-İtkân, c. 1, s. 65.

[392] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 247-248, Zemahşerî, Keşsâf, c. 1, s. 239-240, Suyûtî, el-İtkân, c. 1 , s. 52.

[393] Bakara: 53, Tevbe: 64, 86 124, 127, Yûnus: 38, Hud: 1 3, Nur: 1, Müizemmil: 20.

[394] Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 252.

[395] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 33.

[396] Suyûtî, el-İtkân, c. 1, s. 67.

[397] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayınları: 1/201-205.

[398] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 451, Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 97, Müslim , Sahîh, c. 1, s. 134, Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 543.

[399] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kãrî, c. 20, s. 13, İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, c. 9, s. 5.

[400] Kurtubî, Tefsîr, c. 1, s. 77-78, Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-kârî, c. 20, s. 13, İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, c. 9, s. 5.

[401] Bedrüddin, Aynî, Umdetü’l-kârî, c. 20, s.13, İbn Hacer, Fethu’l-bârî, c. 9, s. 6.

[402] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, c. 9, s. 5, Kastalani, İrşadü’s-sârf, c. 7, s. 529.

[403] İsrâ, 88-89.

[404] Kadı Iyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 215-216.

[405] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 20, s. 13.

[406] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 402.

[407] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 107, Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, c. 5, s. 475, Taberânî’den naklen Alâuddin Ali, Kenzu’l-ummâl, c. 1, s. 572, Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 244, 258.

[408] Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 244, 245, Suyûtî, el-İtkân, c, 1, s. 202.

[409] Suyûtî, el-İtkân, c. 1, s. 199-201.

[410] Seyyid, Şerif, Ta’rifât, s. 116.

[411] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 344.

[412] Taberâni’den naklen Heysemî, Mecmau’z-zevâid.c. 7, s. 165, İbn Esîr, Nihâye.c. 1 ,s. 229, Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 454, İbn Hacer, Metâlibu’l-âliye, c. 3, s. 133.

[413] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 366, Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 535.

[414] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 365.

[415] Suyûtî, el-İtkân, c. 2, s. 1028.

M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayınları: 1/205-209.

[416] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 13, Buhârî, Sahih, c. 6, s. 98, İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 20-21.

[417] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 189, Buhârî, Sahih, c. 5, s. 210, c. 6, s. 98, İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 20-21

[418] Buhârî, Sahih, c. 5, s. 98-99, İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 20-21 , İbn Nedim, Fihrist, s. 43.

[419] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 220, Buhârî, Sahih, c. 6, s. 106.

[420] Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 281 -282, Suyutî, el-İtkân, c. 1, s. 1 64.

[421] İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 5, Bedrüddin Zerkeşî, el-Bürhân, c. 1, s. 239.

[422] Buhârî, Sahih, c. 6, s. 97-98, İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 1 9-20.

[423] İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 34, Bedrüddin Zerkesf, el-Bürhân, c. 1, s. 240.

[424] İbn Esîr, Kâmil, c.3, s. 112.

[425] İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 22.

[426] İbn Ebi Davud, Kitâbu’l-mesâhif, s. 25-26.

[427] İbn Ebi Davud. Kitâbu’l-mesâhif. s. 22-23.

M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/209-213.

[428] Hicr: 9.

[429] Fussilet: 42.

[430] Buruc:21-22.

[431] el-Hâkka: 41-47.

M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/213-314.

[432] Hacc 78, Bakara: 128-129.

[433] Şûra: 13.

[434] Fîruzabâdî, Kâmûsu’l-Muhît, c. 3, s. 45.

[435] Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 72.

[436] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 1 75, Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 72-73.

[437] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 258.

[438] Fîruzabâdî, Kâmûsu’l-Muhît, c. 3, s. 45.

[439] Râgıb, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 258.

[440] Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 73.

[441] İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber,s.17.

[442] Şehristânî, el-Milel ve’n-nihâl, s. 1, s. 39.

[443] Âl-i İmrân: 19.

[444] Âl-i İmrân: 85.

[445] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 5.

[446] Yûnus 72.

[447] Yûnus 130-133, Yûsuf 38-101.

[448] A’râf 104, 126, Yûnus: 90, 91, 84.

[449] Mâide: 111, Âl-i İmrân: 51-52.

[450] Kasas: 52-53.

M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/214-216.

[451] Bakara: 285, İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber, s. 2, 3, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 28, Buhârî, Sahih, c. 6, s. 20, Müslim, Sahih, c. 1 , s. 37, Ebu Dâvud, Sünen, c. 4, s. 224, Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 7, Nesâî, Sünen, c. 8, s. 98, İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 24-25.

[452] Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 48.

[453] İmarru Âzam.Fıkh-ı Ekber. s. 14-15.

[454] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/216-218.

[455] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnam, s. 53.

[456] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 50.

[457] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 51, Yakut, Mu’cemu’l-buldan, c. 5, s. 367.

[458] Nûh: 23.

[459] Ebu’l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s. 426, Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, c. 1, s. 97.

[460] Taberî, Tefsîr, c. 29, s. 99.

[461] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 51, Taberî, Tefsîr, c. 29, s. 99, Ebu’l-Ferec İbn Cevzî, Tabsıra, c. 1, s.35.

[462] Taberî, Tefsîr, c. 29, s. 99.

[463] Zürkânî, Mevâhibu’l-ledünniye Şerhi, c. 2, s. 348.

[464] Taberî, Tefsîr, c. 29, s. 99.

[465] Taberî, Tefsîr, s. 29, s. 99, Ebu’l-Ferec İbn Cevzî, Tabsıra, c. 1, s. 35.

[466] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 51-52, Yakut, Mu’cemu’l-buldan, c. 5, s. 367.

[467] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 1, s. 39, Taberî, Târih, c. 1, s. 85, İbn E sfr, Kâmil, c. 1, s. 29.

[468] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 52, E bu’l-Ferec, Tabsıra, c. 1, s. 35, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 367.

[469] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 52-53, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 367.

[470] Şuarâ: 118.

[471] Nüh: 25.

[472] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 53, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 367.

[473] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 79-80, Ebu’l-Münzir Hişam , Kitâbu’l-esnâm, s. 6, Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 1 , s. 116.

[474] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 4, s. 217, Dârimî, Sünen, c. 1, s. 13-14.

[475] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 33, İbn Sa’d, Tabakât, c. 4, s. 21 7, İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, c. 1, s. 57.

[476] Dârimî, Sünen, c. 1, s. 14.

[477] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 80, Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 6-7, Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 116.

[478] Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 367.

[479] Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 100.

[480] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 79, Yâkubî, Târîh, c. 1 , s. 254, Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 16, s. 91, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c. 1 , s. 17.

[481] Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 119-120, 126.

[482] Süheyli, Ravd, c. 1, s. 357, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 4, Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 16, s. 91.

[483] Ezrakî, Ahbâru Mekke, c.1, s. 125, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 204.

[484] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 54, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 367-368.

[485] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 55, 57, 58, Yakut, Mu’cemu’l-büldân, c. 5, s. 67, 68.

[486] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 37-43.

[487] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 34-63.

[488] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.1, s. 318, Kalkaşandî, Nihâyetü’l-ereb, s. 452.

[489] Nahl: 57, İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 31 8, Şehristânf, el-Milel ve’n-nihâl, c. 2, s. 238.

[490] Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 76-77, Zemahşerî, Keşşaf, c. 4, s. 34.

[491] Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 110, Yâkubî, Târîh, c. 1, s. 255.

[492] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 832, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 136, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 377, Buhârî, Sahîh, c. 5, s. 92, Müslim, Sahîh, c. 3, s. 1408, Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 333.

[493] Kastalani, Mevâhibu’l-ledünniye, c. 1, s. 204, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c. 3, s. 30.

[494] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.1, s. 85, Ebu’l-Münzir Hişam, Kitâbu’l-esnâm, s. 32-33.

[495] Fetret Devri, Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberlerden iki peygamber arasında, İsa Aleyhisselam’la Hz. Muhammed (a.s.) arasında olduğu gibi, peygamberliğin kesintiye uğradığı, peygambersiz zaman, durgunluk zamanı demektir. (İbn Esîr, Nihâye, c. 3, s. 408). İsa (a.s.) I a Peygamberimiz (a.s.) arasındaki fetret müddeti ise, altı yüz yıldır (Buhârî, Sahîh, c. 4, s. 270).

[496] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, c. 1, s. 175-176, Taberânî’den naklen, Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 6, s. 17.

[497] İbn Abdi Rabbih, Ikdu’l-ferîd, c. 3, s. 62-11 8, İbn Esîr, Kâmil, c. 1, s. 502-687.

[498] İbn İshak, İbn Hişam , Sîre, c. 1, s. 195-198, İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 126-128, Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 100-103, İbn Abdi Rabbih, Ikdu’l-ferfd, c. 3, s. 11-113, Süheyli, Ravdu’l-ünüf, c. 2, s. 233-236, İbn Esîr, Kâmil, c. 1, s. 588-595, İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, c. 1, s. 46-57, Ebu’l-Fidâ, el-Bidâve ve’n-nihâye, c. 1, s. 255-260, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c. 1, s. 51-53.

[499] En’âm: 151.

[500] Dârimî, Sünen, c. 1, s. 14.

[501] Nahl: 58-59.

[502] Dârimî, Sünen, c. 1, s. 13.

[503] Taberî, Tefsîr, c. 18, s. 133, Hâzin, Tefsîr, c. 3, s. 330, E bu’l-Fidâ, Tefsîr, c. 2, s. 288, Suyûtî, Dürru’l-mensûr, c. 5, s. 46.

[504] Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 132, Ebu Dâvud, Sünen, c. 2, s. 282, Dârekutnî, Sünen, c. 3, s. 216-217, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c.1, s. 69.

[505] Mus’abu’z-Zübeyrf, Nesebi Kureyş, s. 292, İbn Habib, Kitâbu’l-muhabber, s. 237, 240, Kurtubî, Tefsîr, c. 3, s. 56, İbn Abdilberr, İstiâb, c. 4, s. 1295.

[506] Taberî, Tefsîr, c. 2, s. 358, Zemahşerî, Keşşaf, c.1, s. 359, Fahru’r-Râzî, Tefsîr, c. 6, s. 48, Hâzin, Tefsîr, c. 1, s. 149,Suyûtî, Dürru’l-mensur, c. 1, s. 253.

[507] Mes’ûdî, Murûcu’z-zeheb, c. 2, s. 276, Süheyif, Ravdu’l-ünüf, c. 2, s. 72, Ebu’l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefa, c.1 , s. 136, Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-nihâye, c. 2, s. 291, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c. 1, s. 215.

[508] Süheyli, Ravdu’l-ünüf, c. 2, s. 73-74, Ebu’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-nihâye, c. 2, s. 292.

[509] Rum: 41.

[510] En’âm: 14,163, Zümer: 11-12.

[511] Âl-i İmrân, 81, Taberî, Tefsîr, c. 3, s. 332, Kadı Iyaz, eş-Şifâ, c. s. Fahru’r-Râzî, Tefsîr, c. 8, s. 115.

[512] Ahzâb: 40.

[513] Şûra: 7.

[514] Nahl: 125.

[515] Sebe: 28.

[516] Enfâl: 39.

[517] Feth: 28.

[518] İmam-ı Azam , Müsned, s. 3, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 384, Buhârî, Sahîh, c. 1, s. 11, Müslim, Sahîh, c. 1, s.52, Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 3, 4. Nesâî, Sünen, c. 6, s. 4, 5, Dârimî, Sünen, c. 2, s. 137.

[519] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 384, Buhârî, Sahîh, c. 1, s. 11-12, Müslim, Sahîh, c.1, s. 53, Tirmizî, Sahîh, c. 5, s.5, Nesâî, Sünen, c. 6, s. 7.

[520] Enfâl: 39, İmam-ı Azam, Müsned, s. 3, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 384, Buhârî, Sahîh, c.1, s. 4, Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 5. Nesâî. Sünen. c. 6. s. 7.

[521] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/218-225.

Kaynak: M. Asım Köksal, İslam Tarihi

Önceki bölüm:

Peygamber Efendimize (asm) Vahyin Geliş Tarzları, İslâm’da İlk Abdest ve Namaz

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Risâle-i Nur’da Ramazan Bayramı Bahisleri

RİSALE-İ NUR’DA RAMAZAN BAYRAMI BAHİSLERİ 28. Lema 10. Nükte Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Aile: Yangın Var!

Dün akşam Müsiad bünyesindeki UTESAV'da İstanbul emekli başvaizi Mustafa Akgül hocamızın "Mutlu Aile " konulu …

Kapat