Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Yazıları / “Küçük Osmanlı”yı Korumak! / Hulûsi Yazıcıoğlu

“Küçük Osmanlı”yı Korumak! / Hulûsi Yazıcıoğlu

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“Küçük Osmanlı”yı Korumak!

Türkiye’de 1950’lerde başlayan iç göç, geleneksel Osmanlı Taşrasını, kent yapısı ve mimarisiyle birlikte büyük ölçüde yok etmiş; elde, kıyıda bucakta kalıp bu dalgadan kurtulabilen Safranbolu, Beypazarı, Göynük, Kastamonu, Amasya, Kula gibi birkaç kent kalmıştır. Belki bu yıkımın bir ölçüde de olsa önlenmesi düşüncesiyle 1951 yılında, 5805 sayılı “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Teşkiline ve Vazifelerine Dair Kanun” çıkartılmıştır. Ancak, o dönemde Türk aydınlarının kafalarında henüz, hiç değilse bazı kentlerin bozulmadan saklanmaları gibi bir düşünce bulunmadığından; tersine, Batı’dan gelen modernleşme dalgası küçücük kasabaları ve köyleri dahi etkisi altına aldığından, bu yıkım durdurulamamıştır.

1970’lerin basında, çoğu ressam ve mimar bazı aydınlar, Avrupa’dan gelen bir modanın esintisiyle, konuyla daha çok güzel sanatlar açısından ilgilenmeye başladıklarında, yıkım süreci büyük ölçüde tamamlanmış ve elde, artık bozulma aşamasına giren birkaç küçük kent kalmıştır.

İşte bu yıllarda, daha çok mimar kökenli aydınların önayak oldukları, elde kalan son birkaç örneğin mümkün olduğu kadar bozulmadan gelecek kuşaklara aktarılması için bir girişim başlatılmış ve bu doğrultuda bir takım kavramlar geliştirilmiştir. Bu kavramlardan ikisi, mimarî özelliklerin bozulmadan saklanmasını anlatan “koruma” ve bunların saklanmaları için halkta uyandırılacak ilgiye ad olarak verilen “koruma bilinci” kavramlarıdır. Bu eğilim, yukarda sözü edilen 5805 sayılı yasa uyarınca teşekkül eden “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu”na da aynen yansımıştır. Esasen, kurul üyeleriyle, girişimi başlatanlar arasında organik bağlar vardır.

Girişim kuşkusuz ki iyi niyetli, ama çok eksiktir. Eski eser niteliğindeki mimarî yapılar niçin korunacak ve “koruma bilinci” denilen kavramın içeriği ne olacaktır? Koruma eyleminin amacı, bu mimarîyi gelecek kuşaklara aktarmak ise, o, kendisini ortaya çıkaran kültürün unsurlarından sadece bir tanesi ve bir bütün olarak onun bir ürünüdür. Şu halde, koruma eyleminden beklenen, bu mimarîyi ortaya çıkaran kültürün bütün unsurlarıyla araştırılması, incelenmesi, maddî verilerinin ortaya dökülmesi olmak gerekir. Bir mimarlık eseri ancak, onu doğuran kültürle bir arada düşünüldüğünde bir anlam kazanır.

Kültür bir bütündür ve bir takım kategorik bölümlere ayrılıp, bu bölümlerin her bin kendi içlerinde bağımsız birer birim olarak düşünülemezler. Sözgelişi, bir Erzurum Kümbeti nasıl Anadolu’yu yurt edinmeye gelenlerin içinden çıktıkları çadırın biçimini almışsa, Süleymaniye Camii de Osmanlı’nın siyasî haşmetini yansıtır. Her ikisinin ayırt edici özelliklerini, Yunus’un alçakgönüllü, ya da Bakî’nın üst perdeden konuşan şiirlerinde de bulmak mümkündür. Bir Avrupa ülkesinde, sözgelişi barok ya da gotik tarzda bir yapı hakkında bilgi verilirken, bu mimarî tarzların ortaya çıktıkları dönemlerin, siyasî yapıları hakkında olduğu kadar edebiyat, güzel sanatlar, felsefe, din vb alanlardaki özelliklerinden mutlaka söz edilir. Bu ülkelerin dillerinde yayınlanan herhangi bir ansiklopediden bu iki sözcüğün anlamlarına bakıldığında, dönemin, toplum hayatının hemen tüm alanlarındaki özellikleri hakkında bilgi verildiği görülür. Şu halde, “koruma” adı verilen kavramın içeriğinin, bir toplumun kültürünü bir bütün olarak algılayan bir “tarih bilinci” olması gerekir.

Oysa ki Türkiye’de eski mimarımız tamamiyle, tarihimizin kendisini ortaya çıkaran kesitinden soyutlanarak ele alınmış, elde kalan son kentler mimarlık tarihi laboratuarları olarak görülmüş, “koruma” adı verilen eylem 5805 sayılı yasayla, hemen hemen tümüyle mimarların sorumluluğuna bırakılmış ve “tarih bilinci” yerine “koruma bilinci’ adı takılan bir kavram ikame edilmiştir. 1983 yılında büyük gürültülerle ilga edilen bu yasa yerine yürürlüğe konulan 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu” ise olayı tümüyle bürokratik işlem düzeyine indirgemiştir. Yeni yasayla kurulan gerek Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nu, gerekse bölge kurullarını oluşturan kişilerin görev ve uzmanlık alanları incelendiğinde, yüksek kurulun sadece üst düzey bürokratlardan, bölge kurullarının ise bürokratlarla birlikte arkeolog, sanat tarihçisi, müzeci, mimar ve şehircilik uzmanından oluştukları görülmektedir.

Mimarî eserler hakkında son sözü söylemesi gereken kişiler elbette ki mimarlar olacaktır. Türkiye’de, bu alanda çalışan bu meslek mensuplarının, eski yapıların korunmaları yolunda gösterdikleri çabaları yok saymak büyük haksızlık olacaktır. Ancak, yasanın yanlış düzenlenmiş olması onları da ister istemez, uzmanlık alanları dışında bir takım çalışmalara itmekte ve bu durum ortaya büyük yanlışların çıkmasına yol açmaktadır. Sözgelişi, ortada uzman olarak görülen başkaları olmadığından bu meslek mensuplarından, ele alınan bir kentin tarihinden, iktisadî, kültürel, toplumsal yapışma kadar pek çok alanda görüş bildirmeleri beklenmekte, bunun sonucu olarak ortalığı, amatörce derlenmiş bir sürü yalan yanlış bilgi kaplamaktadır. İlginç olan, bir süre sonra ışın doğrusunun unutulması ve onun yerini -hatta, yazılı kaynağa kendi doğru bilgisinden daha çok inanmaya eğilimli halk arasında bile- yanlış bilginin almasıdır.

Eski mimarlık eserlerini barındıran yöreler Anadolu’nun, modernleşme eğiliminden nisbeten uzak kalmış yöreleridir ve bu yörelerde beşerî ilişkileri, dinî ve ahlakî yaptırımlarla güvence altına alınan yazısız ilkeler düzenler. Bu yöreler, geleneksel Osmanlı toplumunun meziyet ve zaaflarını içlerinde barındıran birer “prototip”, bir üniversite öğretim üyesinin deyimiyle birer “küçük Osmanlı” dırlar. Bu yüzdendir ki bu yörelerde suç nisbeti düşüktür. Geleneksel Osmanlı toplumundaki işbölümü gereği esnaf loncaları, vakıflar ve belki de Anadolu’ya ilk Türk yerleşmeleri esnasında teşekkül etmiş olup asılları kaybolan, ancak izlerini hala sürdüren bir takım toplumsal kurumlar yoluyla yerleşen geleneklere uygun olarak yolların, çeşmelerin, camilerin, türbelerin, vb. karşılık beklemeden hizmet veren gönüllü bakıcı ve koruyucuları vardır. Bu insanları, ondan bundan topladıkları, gerektiğinde kendi ceplerinden harcadıkları paralarla ata yadigarı bu eserlerin bakımlarını üstlenmeye iten güdü herhalde, “koruma bilinci” adı takılan ne idüğü belirsiz kavram değil, geçmişlerine sahip çıkma bilinci, bilimsel olarak ifade edilmek gerekirse “tarih bilinci”dir. Bu eserlerin yüzyıllardır korunmalarını sağlayan işte bu bilinçtir. O olmadıkça, onların korunmaları için ortada herhangi bir gerekçe kalmayacaktır. Nitekim bu bilinç ortadan kaldırılıp, yerine “koruma bilinci” ikame edilince, eski mimariyi yansıtan yapılar dışında, geçmişe ait hemen herşey, mezarlıklar, arşiv malzemeleri, eski kitaplar, sözlü halk kültürü, vb hızla yok olmaktadır. Eski yapıların korunması için ise güdü olarak devreye “turizm” sokulmakta ve “koruma bilinci” kavramının içi onunla doldurulmaktadır Eski eserleri koruma ışını yasayla üstlenen kurullarla, bu alanda onlara yardımcı, resmî görevleri bulunmayan, bununla birlikte Kültür Bakanlığı’ndan destekli oldukları için nüfuzlu bir takım kişiler sürekli olarak “turizm” seçeneğini gündeme getirmekte ve halka, bu yolla, yörelerinin iktisadî bakımdan hemen kalkını vereceği telkinini yapmaktadırlar. Genellikle Osmanlı taşrasının zengin yerleşim yerleri iken, iktisadî koşulların değişmesiyle fakirleşen ve bu yüzden halkı psikolojik bir yılgınlık içme düşerek atılım yapma cesaretini yitiren bu kentler, önlerine getirilen bu seçeneğe bir kurtarıcı gibi bakmakta; fareli köyün kavalcısı gibi kendilerini bu gizemli yolculuğa çıkaranların ardından bilinçsizce sürüklenmektedirler. Taşra halkının, büyük kentlerden gelenlere karşı gösterdiği geleneksel tavra uygun olarak, bunların ağızlarından dökülen yalan yanlış her söz, aksinin savunulması bile caiz olmayan birer hikmet gibi kabul edilmekte; onlar da bu zaaftan çok güzel yararlanmaktadırlar. Bu gidişe de özellikle, bu konulan değerlendirmekte çok yetersiz kalan iyi niyetli, ama saf belediye yönetimleri öncülük etmektedirler. Sonuç, bir süre sonra yozlaşmanın başlaması olmaktadır.

Yozlaşma çeşitli alanlarda görülmekle birlikte, burada sadece onun, ani bir kültür değişiminin yol açtığı türünden söz edilecektir.

Barındırdıkları eski yapılar nedeniyle el atılan yörelerde, tarih bilincinin yerine ikame edilen ve tek başına ele alındığında içerikten yoksun bir kavram olan “koruma bilinci” nin içinin, turist çekmeğe yönelik bir amaçla doldurulması, yörede yerleşik her toplumsal kurumun, her beşerî ilişkinin, önlerin, geleneklerin, bireylerin iş ve günlük hayatlarının, korunmasına karar verilen yapıların turizmin gereklerine göre yeniden düzenlenmeleriyle sonuçlanmaktadır. Turizmden büyük gelirler elde edileceği beklentisi içine sokulması yöre halkını, bir yandan bu beklenti içinde atıl halde tutar ve bu tutum onda artık bir iktisadî alışkanlık haline gelirken; öte yandan onun, ekonominin öbür sektörlerinde yapabileceği atılımları da engellemektedir. Böyle bir ortamda yöre halkı, önceleri asla hoş görmeyeceği bazı olayları; sözgelişi bir mescidin yirmi metre ötesindeki, elli metre uzağına kadar alkol kokuları saçan bir “cafe” ya da “bar” ı, kendi kendine bir takım te’viller uydurarak içine sindirmeye başlamaktadır.

Öte yandan, bir ölçüde bu hareketin de etkisiyle iç göç bu yörelerde de etkili olmakta ve kentlerin eski sakinleri, geleneksel mimarî tarza göre yapılmış evlerini göç edenlere satarak, modern binaların bulunduğu semtlere taşınmaktadırlar. Göç eden nüfus büyük çoğunluğuyla, geleneksel mimarîyi ortaya çıkaran alt kültüre yabancı, bu yapılara anılarıyla bağlı olmayan, geleneklerinin bir kısmını geldiği yerde bırakan ve bir kısmını da birlikte getirenlerden oluşmakta; bu yüzden onların, oluşan ortama uyum sağlamaları çok daha kolay olmaktadır.

Geleneksel toplum yapısının böylesine birdenbire çatlaması, başlangıçtaki, mimarî kültür birikiminin gelecek kuşaklara aktarılması amacını yavaş yavaş ortadan kaldırmakta: bir süre sonra, yöreye salt bu amaç için gelenlerin yerini, eğlence peşinde koşanlarla kaçamak yapanlar almaya başlamaktadır. Buna koşut olarak, eskiden kendiliğinden bir çabayla, salt geçmişe sahip çıkmak için korunan değerler, artık sadece oluşan bu ortam doğrultusunda yeniden düzenlenmekte; sözgelişi, bir zamanların namazgahı ve üzerinde evliya türbesinin bulunduğu bir tepe, akşamları sarhoşların dolaştığı bir gezinti yeri haline getirilmektedir. Turist çekmek için törelerin, geleneklerin, toplumsal ilişkilerin, mekanların asılları bir yana bırakılarak tevatürler uydurulmakta ve bir süre sonra doğruların yerini bunlar almaktadır. Devletin, bilinen turizm politikası, bu uğurda her değerin feda edilmesine göz yummak biçiminde olduğundan, kamu kuruluşlarının bu alandaki tutumları da, gittikçe artış gösteren asayişi bozucu olaylar karşısında önlem almaktan ibaret kalmaktadır. Esasen, onların taşradaki görevlilerinin, toplumsal olayların seyri hakkında teşhisler koyma gibi bir işlevleri de, bunu yapacak birikimleri de yoktur. Bu yüzden yöre halkının, bu konuda devletten fazla bir beklentisi de olmayacaktır.

Bu yazının amacı, Türkiye’deki turizm hareketine karşı çıkmak değil, turizm politikamızın münhasıran bu yörelerle ilgili yanlışlarına; elde kalan son birkaç “küçük Osmanlı” yı da eğlence turizmine kurban etmenin doğurduğu ve ilerde doğuracağı sonuçlarla, alınması gereken önlemlere değinmektir.

1 – Öncelikle konu, “kültür varlığını koruma” değil, “kültür varlığını kendi ortamı içinde koruma” olarak ele alınmalıdır. 2863 Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu yürürlükten kaldırılmalı, bu yasaya göre teşekkül eden kurullar lağvedilmeli ve belirtilen doğrultuda yeni bir yasa hazırlanmalıdır. Yeni yasada “kültür varlığı” kavramının kapsamı genişletilerek, yazılı- yazısız kültür ürünleriyle etnografik malzeme bu kapsam içine alınmalı; kültür ürünlerinin tadad edilmeleri yerine, kapsayıcı tanım yapılmalıdır. Yasaya göre oluşturulacak kurullarda öncelikte tarihçiler, sosyologlar, antropologlar, mimarlar; sonra arkeolog, müzeci, kütüphaneci, sanat tarihçisi gibi meslek mensupları yer almalı; üyelerin, bilimsel yeterlilikleri yanında tarih bilincine sahip olanlardan seçilmelerine itina gösterilmelidir. Kurullara mümkün olduğu kadar az sayıda bürokrat alınmalı; buralarda Türk Tarih Kurumu gibi kurumların doğal temsilcileri bulunmalıdır.

2- Kültürün bir bütün ve mimarî eserlerin o bütünün bir parçası olduğu kabul edilerek, bu yörelerin herhangi birinde, hem kendi yöresinde, hem de benzer yörelerde o kültürü, yazılı ve yazısız unsurlarıyla tümüyle araştıracak, yorumlar yapacak; böylece, mimarî eserlerle onları ortaya çıkaran kültür arasındaki bağı kuracak bir bilim kuruluşu bir antropoloji araştırma enstitüsü ya da fakültesi kurulmalıdır. Bu araştırmalar için en uygun ortam, Kastamonu-Çankırı-Safranbolu üçgeni içinde kalan alandır. Dolayısıyla bu kuruluş için en elverişli yer, eski mimarînin büyük ölçüde korunduğu Kastamonu ve Safranbolu’dur.

3- Kültür Bakanlığı, bu işlerde resmî sıfat taşımayan kişi ve gruplar arasında tarafsız kalmalı ve içlerinden bazılarını gayri resmî olarak desteklemekten vazgeçmelidir. Türkiye’de bu işleri bilenler herhalde sadece, Kültür Bakanlığının çevresini saran kişilerden ibaret değildir. Büyük kentlerde, teorik olarak Osmanlı toplum düzeni ve kültürü ile ilgilenen kişi ve kuruluşlar, özellikle üniversiteler, bu yörelere mutlaka el atmalıdırlar.

4- Bu yörelerde bir yandan kültür turizmi geliştirilirken, öte yandan yöre halkı ekonominin öbür sektörlerine de yöneltilmeli ve bu sektörlerde yatırımlar devletçe özellikle teşvik edilmelidir.


 

Hulûsi Yazıcıoğlu(Altınoluk Dergisi)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Çatalzeytin’de Bayram

Çatalzeytin’de Bayram İlçemizin 41 adet köyü var. 1965 yılına kadar bu köylerin belki ancak on …

Önceki yazıyı okuyun:
Reisülküttab İsmail Efendi

Reisülküttap İsmail Efendi (1678-1740) Gerek vazifesindeki dirayeti, gerekse şahsi kemâlâtı ile mümtaz bir âlim ve …

Kapat