Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Ramazanlık / Ramazan Nükteleri ve Ramazan’da Çocuk Olmak

Ramazan Nükteleri ve Ramazan’da Çocuk Olmak

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Eski ramazanlar mı, yeni ramazanlar mı daha güzel?” muhabbeti çok yapılır ülkemizde. Eski ramazanların güzelliği bence çocukluğumuzla alakalıdır.

Çocukluk çağları genellikle hayatın oyun eğlence olarak algılandığı mutluluk çağlarıdır. Genel olarak her insan çocukluk yıllarını özlemle anar, o günlerin hafızalardaki izleri kolay silinmez. O sebeple ben âcizane, eski ramazanlar daha güzeldi yerine çocukluk yıllarımıza isabet eden ramazanlar güzeldi demek daha doğru olur diye düşünürüm. Çocuklukta anne-babadan zorla koparılan izinle tutulan ilk oruçlar hiç unutulmaz. Hatırlayın o günleri, mesela ilk orucunuzu… İlk oruç iftarında ancak büyüklerin yapabileceği, sabır isteyen zorlu bir ibadet başarıyla tamamlanmıştır. Gerçekten büyüklerin takdirini kazanan bir iş başarmak çocuk ruhumuzda ne tatminkâr bir duygudur, değil mi? Hele İftar saatinde büyükler gibi camilerin kandillerinin yanışını gözetlemek veya atılacak topu beklemek, sonra topun gürültüsüyle sevinç içerisinde suya koşmak ve o sudan daha önce hiç almadığımız yeni bir lezzeti yaşamak gerçekten unutulmaz duygulardır. Yine küçük yaşta tutulan oruçlar neticesi büyüklerden gelen iltifat ve tebrikler, horoz şekerinden iftarlıklar, unutulmaz neşe ve mutluluk anları olarak hafızalarımızda her zaman tazeliğini korurlar.

İbadetten çok eğlence için kılınan teravih namazları nasıl unutulur? Bitmek bilmeyen teravih rekâtları, yaramazlıkla, sağa sola takılmakla, hatta gülüşüp kıkırdamakla kolaylaşır. Genelde en arka sıralarda oluşan çocuk safları eğlencenin “gırla” gittiği saflardır. Çocuklardan birinin bir kıkırdaması dalga dalga tüm çocuklara yayılır. Sonra caminin içini dolduran fıkırdamalar ve büyüklerden azar işitmemek için safları terk edip dışarı kaçışmalar, gerçekten çok tatlı hatıralardır. Hayata çocukların gözleriyle bakabilmek ne güzeldir…

Evet, mübarek ramazan ayı müthiş bir aydır. En yoksul evlere bereketin yağdığı, yemeklerin çeşitlendiği ve lezzetlendiği, yüzlerin güldüğü bir aydır. Güzellikleri “ıskalamamıza” ve görmezden gelmemize sebebiyet veren kötü bir şey, “alışkanlıktır”. Kolay ele geçen ve sıkça yenen her şey en güzel en pahalı bir lezzet de olsa değerini yitirir. Ramazan ayı o sebeple değerlerin değerini yeniden keşfetme ve fark etme ayıdır, şükür ayıdır.

Ramazanda yaşlı bir teyzemizi ziyaretimde dertlenir derdi ki;
“Oğlum gençlikte en sıcak aylarda, en uzun günlerde, hatta harman zamanı o sıcak harman yerinde orucumu bir kere bile kırmadım, bozmadım. Ama yaşlılık öyle bir şey ki tutamıyorum, ilaç almam gerekiyor, bu beni çok üzüyor.” İşte böyle tadını alanlar için ramazanda oruç tutamamak ayrı bir üzüntü kaynağıdır. Ramazanın getirdiği feyzle birlikte, içimizi şenlendiren ayrı bir kültür cephesi de “Ramazan fıkralarıdır.”

Ramazan Giderse…
Gayet yaşlı birisi ramazan ayında gizli bir yerde orucu yerken muzip bir komşusuna yakalanır. Komşu ihtiyara takılır.
-Utanmadan mübarek ramazan günü gizli gizli orucu götürüyorsun ha! İhtiyar da hazır cevaptır. Şöyle cevap verir:
-Üzerime gelme komşu, beni rahat bırak, çok ihtiyarım sayılı günlerim var.Bak ben gidersem daha gelmem vallaha! Ama mübarek ramazan giderse seneye yine gelir.

Ramazan, jet imamların da türediği ve revaç bulduğu bir aydır. Teravih namazlarını en kısa zamanda kıldıran imamlar şöhret olur. Öyle ki sanki kronometre çalışmaktadır ve imamla cemaat yüz metre koşusundadır. En önce hangi camii imamı ipi göğüsleyecek ve teravihi bitirecektir… Ama siz siz olun böyle hızlı imamların peşine takılmayın. Çünkü böyle kılınan namazlar namaz olmaktan çıkıp iftar yemeğini eritme sporuna dönüşür. Kilo verseniz de sevap alacağınızı sanmıyorum. Çünkü namaz İslam’da ağırlığı olan çok önemli bir ibadettir. Rabbin huzurunda saygıyla duruş, onunla konuşma, onu zikretme, ona dua etme ve yalvarmayı içine alan şümullü bir ibadettir.

Biz içindeyken yetişemiyoruz…
Sultan II.Mahmud Han asr-ı ricalinden bir zât, ramazanda bazı ahbab ve tanıdıklarını iftara davet etmiş. Meşhur şair İzzet Molla da davetliler arasındaymış. Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle namaza başlamışlar. İmamlık eden zât, namazı neredeyse iki secdeyi bir edecek kadar acele kıldırıyormuş. Çok kısa zamanda sonuncu rekatın “tahiyyatına” gelmişler. O aralık dışarıdan bir adam gelip namaz kıldıklarını görünce:
“Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünüp safa dahil olacağı sırada cemaat selam vermiş. İzzet Molla dönüp adama şöyle demiş:
“Be adam! Biz içinde iken yetişemiyoruz, sen dışarıdan gelip nasıl yetişeceksin?”
Ben bir kere bile diyemiyorum!
Yine böyle bir teravih namazında imam uçuyor, rükû ve secdedeki tespihleri yetiştirmek ne mümkün… Cemaatten yaşlı birisi Hocaya bu işin sırrını sorar.
-İmam oğlum! Ben secdede ve rükûda üç defa demem gereken tespihleri bir kere ancak diyebiliyorum. Allah için sen bunları nasıl yetiştiriyorsun, bu işin sırrını bana da öğret.
İmamın cevabı evlere şenliktir:
Ne diyorsun bey amca, sen haline şükret ben bir kere bile diyemiyorum!

İş inada bindi…
Osmanlı’nın hoş görüsü içinde yaşayan Bektaşilerin kaçamakları da çok komik fıkralar oluşmasına sebep olmuştur. Dinleyenleri her zaman güldürür.
Bir ramazandır. Teravih için cemaat cami önündedir. Kimi abdest almakta, kimileri de ezan saatine kadar hoş muhabbetle beklemektedirler. Aynı mahallede komşu olan Bektaşi, oğluyla oradan geçmek zorunda kalır ve cemaate selam verir. Cemaatten biri takılır “erenler sen teravihe gelmiyor musun?”
Bektaşi, oğluna der ki, “Oğlum şimdi burada böyle göründük namaz kılmadan geçsek olmaz. Sen beni bekle 10-15 dakikaya biter herhalde bu namaz, sonra işimize bakarız…”
Teravih başlar, 4 rekât sünnet, 4 rekât farz, 2 rekat son sünnet… Bektaşi sıkılır, sonra teravih başlar 2 rekat, üstüne iki rekat daha bir türlü bitmek bilmez. Bektaşi bir ara kan ter içinde camiden fırlar ve oğluna:
-Oğlum belli ki hoca beni gördü, rekâtları artırdı, iş inada bindi, sen beni bekleme git! der.

İşte böyle, teravih namazları, alışkın olamayana bitmek bilmeyecek gibi gelir. Hele bir de hızlı imam beklerken hatimle kılınan yere yanlışlıkla düştüyseniz işiniz cidden zordur. Namaz mı sizi siz mi namazı kılarsınız bilmem.

Bir kadir gecesiydi. Bütün camiler tıklım tıklım. Yer bulunmuyor. Bayanlar için camilerde yerler kısıtlı olduğundan onlara yer bulmak daha da zor. Neyse ben bizim hanım ve kızlarımı cami cami gezdirip yer ararken şöyle cemaati tenha bir küçük cami buldum, onları oraya yerleştirip sonra ben başka bir camiye gittim. Namazı bitirdim geldim, hala bizimkilerin namazı devam ediyor. Epeyce bekledim. Sonra onlar da çıktılar ama başlarından duman tütüyor, yorulmuş terlemişler. Hava da çok sıcaktı, anladım ki onlar namazı değil namaz onları kılmış…
Nasıl oldu geceniz, niçin namazınız böyle uzun sürdü dedim. Hanım dolmuş, patladı:
– Bizi tam yerine getirmişsin, yerimiz dar ve sıcaktı, üstelik hatimle namaz kılınan bir cami idi, çok mu aradın?
Neyse ki bizimkiler Bektaşi değildi, yoksa bir daha caminin önünden zor geçirirdim onları…
Bektaşîye sormuşlar: “Ramazanla nasılsın?”
Cevap vermiş: “Pek iyiyiz erenler; ne fakir mübareği incitiyorum ne de o fakire dokunuyor”

İki Kafadar
İki kafadar ramazanda kadı kıyafetine girip köy köy dolaşmaya ve birkaç basit soru sorup, cevap veremeyen köylüleri falakaya yatırarak para kazanmaya başlamışlar. Kadı efendinin bu durumdan haberi olunca bunları yakalatmış ve;
“Bu sabah namazının, bu öğle namazının, bu ikindi namazının, bu akşam namazının, bu yatsı namazının” diyerek kırk sopa attırıp salıvermiş.
İki kafadar köyden uzaklaşınca birisi: “Tabanlarım sızlıyor, şurada oturup biraz dinlenelim” deyince diğeri: “Yürü, yürü! Dinlenmenin sırası mı şimdi? Kadı efendi Teravih namazını unuttu. Eğer hatırlarsa vay halimize.”

Obur Adam
Keçecizâde İzzet Molla, bir iftarda obur bir adamın yanına düşmüştü. Adam kıtlıktan çıkmış gibi yemeklere saldırdıkça, İzzet Molla’yı sıkıntılar basıyor, midesi bulanıyordu. Obur adam bir ara elmâsiye tatlısına öyle bir kaşık salladı ki, koca bir parça sıçrayıp İzzet Molla’nın kucağına kondu ve titremeye başladı. İzzet Molla dayanamadı: “Mübarek tatlı, şu obur adamın hışmından bana değil, Allah’a sığın!”

Güzel bir müzayede örneği…
Sultan IV. Murad Han’ın damadı Melek Ahmed Paşa Kuzguncuk’ta otururdu. Bu ailenin her sene tekrarladıkları bir âdetleri vardı. Konaklarındaki fazla eşyayı ramazan ayında haraç-mezat satarlardı.
Bu mezadın iştirakçileri de pek sevinirler, aldıkları eşyaya karşı vereceklerini seve seve yerine getirmeye çalışırlardı. Belli günde münadî mezatçı bağırır:
“Bir altın kaplama sahan!.. Haydi bir kapaklı altın sahan… Yok mu talibi?
“Kaça? kaça?…” diye merakla sorarlar. Mezatçı:
“Bir yetim okutmaya, bir yetim okutmaya…!”
“Benden iki yetim.”
“Benden üç yetim okutmaya.”
Mezatçı: “Üç yetim okutmaya satıyorum, satıyorum, saattım!” der ve bir altın kaplama sahanı üç yetim okutmak karşılığında satarlardı. Münadî başka bir eşya için:
“Bir murassâ kılıç, beş yetim okutmaya, satıyorum…” diye yeni bir rekabeti açar ve en çok yetimi kim okutmaya söz verirse o eşya da ona verilirdi.

Ben Onun Cemaziyelevvellini Bilirim…
Recâizâde Ekrem’in büyük kardeşi Celal Bey, nüktedan, önüne geleni hicvetmekten hoşlanan bir zattı. Bir gün Bâb-ı Âlî’de, ileri gelen bazı devlet adamları bir araya gelmişler, sohbet ediyorlardı. Mevzu bir aralık servet ve ihtişamıyla meşhur olup fakat aynı zamanda ahlak ve seciyesi pek de mazbut olmayan zamane vezirlerinden birinin emsalsiz denecek derecedeki iftarlarına intikal etti: Sadaret müsteşarı Rauf Bey (Paşa) bu esnada Celal Bey’e dönerek:
“Siz, Paşa Hazretlerinin ramazanlarını bilmezsiniz değil mi?” diye sordu. Celal Bey:
“Değil yalnız ramazanını, ben onun cemaziyelevvelini de bilirim!” cevabını verdi.

Kör Kadri
Bir ramazan gecesi Meşrutiyet devrinin şöhretli simalarından Kör Kadri, Topal Faik ve Çolak Aziz, Şehzâdebaşı’nda bir çayhanede buluşarak o geceyi nasıl geçireceklerini görüşmeye başlarlar. Topal Faik der ki: “Arkadaşlar, haydi bu gece Dârulelhan’a gidelim, doya doya saz ü söz dinleyelim.
Çolak Aziz itiraz eder: “Yok canım, bu gecemiz biraz neşeli geçsin; Dârulbedâyi’ye gidelim de komedi seyredelim.”

Bunlar aralarında Dârulelhan, yok Dârulbedâyi diye münakaşa edip dururken Kör Kadri: “Yahu mademki bir alay sakat bir araya geldik, kalkın Dârulaceze’ye gidelim!” der.

Davetsiz Misafir
Bir zat ramazanda hiç evine gelmez, boyuna davetli davetsiz iftarlara gidermiş. Bir akşam evine birisi gelerek:
“Bu akşam sizin efendiyi filan yerde iftara davet ediyoruz, buyursunlar” deyince, evin hanımı: “Ramazan neredeyse bitecek, efendiyi gören yok. Siz görebilirseniz söyleyin, bir gece de kendi evinde iftara buyursun!” demiş.
Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin
Ramazan hilâli görülmeyince oruç tutmanın caiz olmayacağı meselesini bilen bir tiryaki, hilâli görmemek için evin pencerelerini kapayıp perdeleri sımsıkı örter; geceleri mahalle kahvesine giderken de başını önüne eğermiş. Nasılsa bir gün su birikintisi içinde hilâlin aksini görünce ürkerek şöyle demiş:
“Hey mübarek! Gözüme mi gireceksin? Anladık işte ramazan başlamış!..”

Tiryaki Hâlleri
Afyon tiryakisi bir adam, bir yaz ramazanında saat onbirden sonra kahve cezvesini mangala sürüp afyonunu da elinde yuvarlayarak akşamı beklermiş. Bir aralık karısı yanına gelip adamın haline acıdığından avutmak için şöyle demiş:
“Efendi! Müjde ezan yaklaştı, müezzin minareye çıkmış!”
Bîçare tiryaki, “Hay Allah senden razı olsun” diyerek cezveye sarıldığı gibi afyonu da dudaklarının arasına almış. Bu halde kulakları ezanda iken başı ucundan bir sinek vızıldayarak geçince, ezan okunuyor zannıyla afyonu yutarak fincanı da eline almış. Hanımı bir de dönüp bakar ki adam orucu bozmuş!
“Ne yaptın efendi! Daha ezana çok vakit var! Galiba kulağının dibinde sivrisinek vızıldadı!” deyince, tiryaki kahvesini çekiştirerek şöyle demiş:
“Allah Allah! Ne yapalım! Varsın günahını sivrisinek çeksin!”

Beni de Götürün Davete!
Ramazanlarda davetli davetsiz, tanıdık tanımadık yerlere iftara gitmenin âdetten olduğu, ancak bunun iyi niyetli bir şekilde yapılırken zaman zaman işin münasebetsizliğe vardırıldığı zamanlarda, hulûskârın biri refakatinde hane sahibinin tanımadığı bir adam bulunduğu halde bir zâta iftara giderken, yolda biri bunlara rastgelir ve yanındaki arkadaşını tanıması sebebiyle yanlarına sokularak nereye gittiklerini sorar:
“Filan zâta gidiyoruz” derler.
Bu adam iftara gidilen zâtı hiç tanımadığı halde “Ben de giderim” diyerek bunlara katılır.
Derken öteden biri daha çıkagelip yine içlerinden bazılarıyla tanışıklığından faydalanarak “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. Söylerler.
“Beni de götürünüz” der.

Hulûskârlar derler ki: “Öyle ama zaten yanımızda bir tufeylî (asalak), bir de tufeylinin tufeylisi var. O zâta seni ne sıfatla takdim edelim.” Adam: “Sizin takdiminize hacet yok. O beni pek iyi tanır.” diyerek peşlerine takılır.
Hane sahibi hasis bir adamdır. Böyle üç dört kişinin, bilhassa bilmediği adamların geldiğini görünce pek ziyade canı sıkılır. Hulûskâra ilk refiki için sorar: “Bu efendi kimdir?”
“Efendim, ahbabdan filan efendi. Zât-ı âlinize gıyaben hulûsu vardır.” Hane sahibi ikinciyi göstererek:
“Ya bu adam kimdir?”
“Efendim, o da bu zâtın bildiği imiş!”
Hiddetle üçüncüsünü sorar: “Ya bu teres kimdir?”
En son peşlerine takılan bu adam arkadaşına der ki:
“Gördünüz mü? Beni nasıl tanıdı…”

Veresiye Defteri
Ramazan günlerinde çoğunlukla zenginler tebdil-i kıyafetle hiç tanımadıkları mıntıkalara giderler, tenha zamanları kollayarak bakkal, manav dükkanlarına girer ve sorarlarmış:
“Zimem defteriniz (veresiye defteri) var mı?”
Esnaf bu defteri çıkarınca gelen şöyle dermiş:
“Lütfen baştan sondan veya ortadan şu kadar sahifenin yekununu yapınız.”
Esnaf söyleneni yapar, gelen de kesesini çıkarır ve hesabı ödermiş. Ardından da:
“Silin borçlarını… Allah kabul etsin!” der ve çeker gidermiş.

Borcu ödenen, borcu ödeyenin kim olduğunu, borcu sildiren de kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. Çünkü hepsi sadece ve yalnız Allah rızası içinmiş…

Ağzımdaki Eriktir Erik
Adamın biri ramazan günü erik yiyormuş. Bunu gören başka bir adam:
“Yahu, Müslüman olan böyle oruç yer mi?” demiş.
Adam: “Hayır oruçluyum” cevabını verince diğeri, avurdunun şişliğini işaret ederek: “Ağzındaki nedir?” diye sormuş.
Adam: “Eriktir” demiş, “İftara kadar yumuşasın diye ağzımda tutuyorum.”

Yazar: İdris Kerimoğlu

gencbirikim.net

 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Ramazan’dan Sonra

Ramazan’dan Sonra Fatma Bayram Bazı anları sonsuza kadar durdurmak istesek de zaman -iyi ki- bizi …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Bilimsellik’in Zararları / Ayhan KÜFLÜOĞLU

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî B/ilim’e Geçme Talebi * Sebepler, Sebep değildir. * Anlamanın …

Kapat