Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Ramazanlık / Ramazan’da Kaybedenlerden Olmak / Orhan SALCI

Ramazan’da Kaybedenlerden Olmak / Orhan SALCI

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ramazan’da Kaybedenlerden Olmak

Ramazan girip çıktığı hâlde günahları affedilmeyenin burnu sürtülsün! Ana babasına veya ikisinden birine yetişip de Cennete girmeyenin burnu sürtülsün! Yanında anıldığım zaman bana salevat getirmeyenin burnu sürtülsün![Tirmizi]

A R A L I K

Orhan SALCI

Risale-i Nur Külliyatı’nda beni en çok etkileyen derslerden biri “Rüyada Bir Hitabe” başlıklı derstir. Birinci Cihan Harbinin akabinde, Osmanlı’nın mağlubiyetinin, ümmetin bu musibete düşürülmesinin hikmetlerinin, akademik, sosyolojik vb bir nazarla değil, iman ve hikmet nazarıyla ümmete ders verildiği enfes bir bahistir.

“Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi:
“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”
Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın (asırların) meb’uslarından her asrın meb’usları(her asrın temsilcisi bir alim) içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:
“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”
Soru ve cevap şeklinde devam eden musahabede sorulan sorulardan biri ve suale verilen cevap, çok manidardır, yürek titreten, nefsimizi dahi adeta “esas duruş”a çeken bir derstir.
“Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetvâ verdirdiniz ki şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.
“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.
الجزاءمنجنسالعمل

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neş’et eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”
***
Halen, köylerde, kasabalarda, apartman hayatının hakim olamadığı mahalle aralarında, Ramazan ayı ve bayramlar yaklaştıkça insanımızı tatlı bir telaş alır. Özellikle şefkat kahramanı analar, bacılar, bu telaşın halay başısıdırlar adeta. İmece usulü, temizlikler yapılır, baklavalar açılır.. Daha Ramazan gelmeden davet edilecekler, davetine icabet edilecekler listeleri oluşturulur, sadaka ve fitre verilecekler belirlenir, zekatlar hesaplanmaya başlanır…

Zira, Ramazan geliyor diye sevinmek, gidiyor diye üzülmek imandandır. Bizim insanımızın, âlim olmasa bile ârif olma erdeminin tezahürüdür bu ve benzeri telaşlar. Âdetlerimize ibadet şuurunun sindirilmiş olmasıdır.

İman manevi bir Cennet çekirdeği, küfür ve isyan manevi bir Cehennem tohumu taşır.
Bir mübarek Ramazan ayı daha geldi ve geçti-gidiyor. Oruç tutan ölmedi, erimedi, solmadı. Kulluk, ibadet, başlı başına bir bayram, bizzat kendisi bayram.

Bu bayrama iştirak etmeyen, edemeyen, nefsine acıyan, evladına acıyan, mahrum kaldığı lezzetlerin acısından, ızdırabından başka, iman ehlinin, İslam ehlinin, vicdan ehlinin küsmesinden başka acaba ne kazandı? Bir dahakine kim öle kim kala.

Ramazan er meydanıdır. Başta zikrettiğimiz hadis-i şerifi tekrar hatırlayarak bir muhasebe yapmamız gerekiyor: Bu mübarek ayda, Şeytanlar da bağlı iken, nefsimizle cenge girip, burnunu sürtebilmek mi; yoksa mağlup olup burnu sürtülenlerden olmak mı düştü payımıza.?
*****
Camiler üzerinden yok edilen bayram coşkuları ….

Çocukluk yıllarımın bayramlarında her köyde cami bulunmadığından(!) birkaç köy halkı ortak bir camide toplanıp Bayram Namazını beraber kılar, bayram neşesini beraber yaşarlardı. Gecenin karanlığında kalıp bayramlıklarımızı giyer babalarımızın, büyüklerimizin yanlarına yandaş olur, bazen yayan, bazen bir traktör ya da kamyon kasasında, beş on kilometrelik mesafedeki camiye bayram namazı kılıp bayramlaşmaya giderdik.

Camimizin bulunduğu mekanda kahvehaneler, bakkallar da bulunduğundan, bayram namazından önce çaylar ve yanında ikramlıklar hazır edilirdi. Namazdan çıkan tüm cemaat, çoluk çocuğuyla beraber bayramlaşma alanında toplanırlar, safın en başına civarın en yaşlısı durur, askerî bir disiplin içerisinde büyükten küçüğe doğru bayramlaşma yapılır, el öpülür, öptürülürdü. Uzayıp giden kuyruk, bir yerden “U” dönüşü yaparak başladığı yere doğru bir kavis çizer… en küçüğe bile öpmedik el bırakmama fırsatı verilerek safın sonuna varması beklenir… candan “amin” sadalarının yükseldiği duadan sonra, gür sesiyle Kamil amcamız “ milletimiz çoook yaşaaaa” diye üç kere bağırır, büyük bir alkış tufanıyla cami civarındaki bayramlaşma sona ererdi.

Birden, bayramlaşma alanı boşalır, köy kahvehaneleri tıklım tıklım dolar, herkes kaptığı masada sanki uzun yıllardır görmediği dostunu görmüş gibi tatlı sohbetlere dalardı. Masalar değişir, simalar değişir ama muhabbetin candanlığı hiç değişmezdi. (Hele farklı köylerden namaza gelen çocukların tanışıp kaynaşması, oyunlarının hatta kavgalarının tadı ömür boyu unutulmayacak bir lezzetti.) Bir müddet sonra bu fasıl da sona erer, herkes evlerine, köylerine döner, muhabbetler, sevinçler tazelenir ama bitmezdi. Komşu ziyaretleri, köy ziyaretleri…

Şimdi, yollar asfalt, sokak lambaları gecenin karanlığını yırtıyor, elde fener, çıra taşımaya gerek yok. Her kapıda bir, belki birden fazla araba var çok şükür. Lakin bayramlar sönük. Bayramlarda insanlar yok. Çünkü her köyde, her mahallede cami var. Camiler bayramları böldü, sevincimizi böldü, sohbetleri, muhabbetleri böldü, pay etti. Düşen pay kimseye yetmiyor, kimseyi mutlu etmiyor. Halbuki “cami” demek; toplayan, bir araya getiren yer demek, Müslümanların toluca Allaha ibadet ettikleri yer demekti. Doğrusu, Müslümanlar camilere ihanet ederek, camileri bahane ederek bölündüler,

Osmanlı’da şehirlerde “salatin camileri” kültürü vardı. Her camide Cuma ve bayram namazı kılınmasına müsaade edilmezdi. Köylerde bunlara divan camileri denirdi. Artık yok oldular, yok edildiler. Aynı muhtarlıkta bulunan üç-beş caminin her birinde üçer-beşer cemaatle Cuma ve bayram namazı kılınması ne gariptir, ne tuhaftır, ne acıdır. İslamın Cumaya/bayrama, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe, dirlik ve düzene, dirilik ve iriliğe verdiği önemin tam aksine bir durumun diyanetin, müftülüklerin gözünün önünde yaşanıyor ve ses çıkartılmıyor oluşu çok acı ve ibretlik bir tablodur. Camiler tasnif edilirken bir kısmına -eskide olduğu gibi- sadece “mescit” statüsü verilse, Cuma ve bayramlar aslına uygun olarak merkezi yerlerde kılınsa sanıyorum İslamın ruhuna uygun bir hayır işlenmiş olacaktır.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
Peygamber Efendimizin (a.s.m) Ramazan Bayramı

Ramazan Bayramı ve Peygamber Efendimiz (a.s.m) Bayramlar, sevinç ve neşe günleridir. Ulvi duyguların coştuğu, sevgi …

Kapat