Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Risale-i Nur Mesleğinde Meslek Düsturlarının Değişmezliği Esası

Risale-i Nur Mesleğinde Meslek Düsturlarının Değişmezliği Esası

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Risale-i Nur Mesleğinin Değişmezliği Esası

Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden meslek düsturlarının değişmezliği de bir esastır.

Risale-i Nur hizmetinde temel teşkil eden ve aşağıda kısmen tesbitleri yapılmış olan meslek düsturlarının değişmezliği de bir esastır.

Hakiki keyfiyete medar ve Risale-i Nur’un hizmet hayatında hiçbir zaman değişmeyecek olan bu esaslar, R. Nur mesleğinin ehemmiyetli düsturlarından bir kısmıdır ki haslar dairesinin vasıfları ve temelidir. Bu hizmet düsturlarının ekseriyetini ihtiva eden Hizmet Rehberi ismindeki eserin mukaddimesinde bu hizmet düsturlarının değişmezliği ve Risale-i Nur’u her mes’elede merci tutmak gerektiği anlatılırken şöyle deniliyor:

1- «Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin mes­lek ve meşre­bine dair Kur’andan ders aldığı çok muaz­zam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazele­nen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz de­ğişmez düstu­rumuz, maddî – manevî her türlü engeller karşı­sında muvaffakiyete, rıza-yı İlahîye isal edici en ehemmi­yetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.

Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meş­rebler üstünde makam-ı sıddı­kıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Äl-i Beyt’in mümessili olarak hiz­met-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlas, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kı­yamete kadar bu düsturlar müva­ce­hesinde ha­reket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i ka­naat getirsin­ler. Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için her­halde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği mes­lek ve meşrebi, yarım asra yakla­şan uzun bir hizmet devre­sinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyi­kat ve hü­cumlar karşı­sında maddî ve manevî engeller içerisinde ta­kın­dığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gös­terdiği azim ve sa­dakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesleğidir” ki Nur Talebeleri için ehemmiyetle bi­linmek, anlaşılmak ve yaşan­mak icab eder.

Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edil­mesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda def’alarca yazıl­dığı gibi mübarek Üstadımıza müra­caat edenler ve ziya­rete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumi­yetle daima görü­yorlardı ki:

Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapı­yordu?

Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifade­sidir ki, der­simizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldı­ğımız gibi, birbirimizle ma­nevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturla­rımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâ­dise­ler hen­gâmında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bü­tün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.

Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ­ruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikat­lardır. O kudsî haka­ikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gele­cek mes’eleler de her­halde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilat­larını gi­derirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve Mektubatı mütalaa et­melidirler.» (Hizmet Rehberi Mukaddemesinden)

Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said devresinde dahi yaz­dıkla­rının değişmez hakikatler olduğunu, şöyle beyan eder:

2- «Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâ­tım­daki umum hakaikte nihayet derecede musır­rım. Şayet za­man-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden ada­letnâme-i şeriatla davet olunsam neşrettiğim hakaiki ay­nen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının moda­sına göre bir libas giydirece­ğim.

Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatla­yan bazı yerlerini yamala­makla beraber, taze ola­rak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez hakikat haktır.» (İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi sh: 44)

Kur’an’dan mülhem Risale-i Nur’un meslek esas­larının de­ğiştirilmesini is­temeyen Bediüzzaman Hazretleri, Nur da­iresinin yakınında bulunan bazı şa­hıs­ların Risale-i Nur mes­leğine uyma­yan dinî faaliyet­lerini, Risale-i Nur’un meslek tarzına çevirmek için yazdığı mektublarında evvelâ mültefi­tane ve takdirkâ­rane karşılar, sonra Risale-i Nur’un hizmet şeklini de­ğiştirmemenin lüzumunu, akla kapı açıp icbar etmeyen bir üslûb ve ifade ile beyan eder.

Bir şahıs veya cüz’î bir hâdise münasebetiyle ya­zılan böyle bir mektub, aynı zamanda umum Nurcular için her zaman tazeli­ğini koruyan ve Nur’un meslek tarzının tesbi­tine ışık tutan bir ders olarak Risale-i Nur’da yerini alır.

Ezcümle bir zatın, tarikat tarzıyla yapmak istediği dinî hiz­metinden dolayı yazılan mektubda evvelâ takdir­kâr ve mültefi­tane karşılanır. Fakat mektubun so­nunda, Risale-i Nur’un hizmet şeklinde karar kılınması açıkla­nır. Mektub aynen şöyledir:

3- «Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri,

Cenab-ı Hak, Galip Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat, garpta, aynı şarkta Hulûsi Bey gibi imana hiz­met ediyor. Tarikat cihetiyle ehl-i imanı dalâletten çekmeye çalışı­yor. Bu zat, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket et­meye çalış­mış. Sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleş­tiği za­man, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur’un mes­leği, ha­ki­kat ve sünnet-i seniye ve feraize dik­kat ve büyük günah­lardan çekinmek esastır ta­rikate ikinci, üçüncü derecede ba­kar. Galip kardeşi­miz, Alevîler içinde Kadirî, Şâzelî, Rüfâî tarikat­lerinin bir hülâsasını sünnet-i seniye daire­sinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşereye ilişmemek şartıyla, mu­habbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtar­mak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmi­yetli üç dört faydası var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kap­tır­ma­mak ve müfrit Râfizîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.

İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mut­laka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl‑i Beytin adavetini ta­zammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sün­nete tarikat namına çekmek büyük bir fayda­dır. Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok za­rar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakâr­lık­ların­dan istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur daire­sine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdle­rinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’tır ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır elbette hakikî Alevîler ke­mâl-i iştiyakla o da­ireye girmeleri gerektir.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sü­lûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilât bulunduğun­dan, Nur dairesi hakikat mes­leğinde gidip, ta­rikatlerin faydasını temin eder diye o kar­deşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber ya­zınız. O da bize dua etsin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)

Aynı üslûbla yine Bediüzzaman Hazretleri tara­fından yaz­dırılmış diğer bir örnek mektub:

4- «Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!

Üstadımız diyor ki:

Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde be­nim arka­daşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidle­rinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli bulu­yo­rum.

“Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların si­yasetle alâ­kaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, müm­kün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karış­mak is­temi­yorlar.

Yalnız SebilürreşadDoğu gibi mücahid­ler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştık­ları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dos­tuz ve kardeşiz—fakat siyaset nok­tasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgir­lik naza­rıyla bakılmaz. Dostdüşman, derste far­ketmez. Halbuki si­yaset tarafgirliği, bu mânâyı ze­deler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işken­celere ve sıkıntılara ta­hammül edip Nur’u hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el at­madı­lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 35)

Risale-i Nur mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki ha­tıra:

5- «Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve son­ra­dan ec­zacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, O anda anla­ya­madım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizme­tinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyor­lardı. Ben ise yerde ve halının üze­rindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:

“Muhammed, kardeşim, sen hakem ol, ben diyo­rum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetle­rinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşün­cesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” tabirinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve ve medreselerin de­vamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifa­dede bu­lundu. Ve o hiddet hali ak­şama doğru hayli hafif­ledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bi­zim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebeb olmuş.» (Son Şahitler-3 sh: 235)

6- «Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdü­ğüm bir de­fasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri der­sin sonunda şöyle bir sohbette bu­lunmuş. Zübeyir Ağabey taze taze nakletmişti:

“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse “Said sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyon­lar in­sanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yap­masan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin.” dese, “Hayır Üstadım ben bu zulümlere işkencelere razıyım, fakat mesleğim­den en küçük bir taviz ver­mem.” diye ona söyleyeceğim.» (Son Şahitler-3 sh: 246)

Risale-i Nur mesleğinden taviz verip içtimaî ge­niş da­iredeki unvanlı kişi­lerle hizmet beraberliği ya­pılsa, binler ki­şilerin hatta diplomatların Risale-i Nura girip neşre­decekleri halde, Risale-i Nur’da bir esas olan keyfiyeti yani ihlas gibi meslek esaslarını değiştirme­meyi esas alan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

7- «Aziz, sıddık kardeşlerim,[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cere­yan­lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ et­miyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm­kün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyor­sun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak haki­katlerini neşrede­ceklerdi hem bu kadar sebepsiz sı­kıntı­lara hedef olmaya­caktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi­yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi­yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû­reler sahibi, her­şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima­niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cere­yanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye da­yanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)

8- «Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heye­canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut bir­kaç arkadaşına bedel ve çok dip­lomatları kendisine tarafdar ka­zanmak için zemin ha­zırken, sırf si­yasete karışmamak ve ihlâsına zarar ver­memek ve hü­kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşla­rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe do­kunmayınız” dediği ve bu iki ce­reyan bu çe­kinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi ev­hamından, yenisi “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdik­leri…» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 80)

Risale-i Nur’un mesleğini kutb-u a’zam dahi ta­sarru­fu altına alamayaca­ğını gösteren şu ifade:

9- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ­nevîyi tem­sil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarru­fundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur de­ğil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imam­lar­dan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gav­siyetle be­raber, “Ferdiyet” dahi bulundu­ğundan, âhir­zamanda, şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet maka­mının mazharıdır. Bu giz­lenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke‑i Mükerremede dahi —farz-ı muhal olarak— Risale‑i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın iti­razını iltifat ve selâm sure­tinde telâkki edip, teveccühünü de ka­zanmak için, me­dâr-ı itiraz noktaları o büyük üstad­larına karşı izah et­mek, ellerini öpmektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

Evet, dinde söz sahibi büyük imamların, kitab ve sün­nete istinaden tesbit ettikleri düsturlar, Risale-i Nur meşre­binin değiş­tirmeden muhafaza edilmesi hük­münü te­’yid etti­ğini beyan eden Üstad Bediüzzaman diyor ki:

10- «Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâ­me­le­rinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhak­kikle­rinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhake­matla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düs­turları, şimdiki Risale‑i Nur’un meş­rebini muha­fazaya em­rediyor, kuvvet veriyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 210)

Bediüzzaman Hazretleri, geçmiş asırlarda gelmiş mü­ceddid­lik makamın­daki zâtlar bu zamanda olsaydılar, ta­savvufî meslek tarzına bedel, Risale-i Nurun asıl va­zifesi olan iman hizmetini esas alacaklarını şöyle ifade eder:

11- «Eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i ima­ni­yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edecek­lerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı on­lardır. Onlarda ku­sur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet ve­rir. İmansız Cennete gidemez fakat tasavvufsuz Cennete gi­den pek çok­tur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat mey­vesiz yaşa­yabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.» (Mektubat sh: 23)

Hem Risale-i Nur, kesbî ilim yolundan gidenleri takib etme­yip Kur’ânın bu asrın insanlarına bakan ve beşerî tasar­rufu ka­bul etmeyen Kur’ânî bir meslek ol­duğuna dikkat çe­ken şu beyan­lar:

12- «Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesle­ğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, her­şeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir sa­atte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli za­manda hadsiz ehl-i inadın hü­cumlarına karşı mağlûp ol­mayıp galebe etmiş.» (Mesnevî Nuriye sh: 8)

13- «Resâili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmun­dan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gel­miş bir mal ve onlar­dan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe‑i arşîsinden iktibas edil­miştir.» (Şualar sh: 690)

14- «Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fü­nun­dan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiç­bir kitap mü­ellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızla­rından iniyor, nüzul edi­yor.» (Şualar sh: 711)

Bütün bu tarzdaki beyanlar, Risale-i Nurun mü­ceddi­diyetini ifade eder. Müceddid ise hataları tashih eder ve inayet-i hassa ile isti­kamet-i tam­meye mazhardır.

15- «Kur’andan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîmin bir nev’i müstakim tefsiri ve hakaik-ı îmaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’an’a ve hakaik-ı îmana aittir. Mâdem öyledir bilâ-perva derim ki:

[1] وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

sırrıyla, Kur’anda elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur’an o tefsirine hususî bakıyor. Çünki: Âyât-ı mühimmeden Sûre-i Hûd’ daki HAŞİYEفَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ [2] âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَmakam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek اِسْتَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur’andan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.

Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsiyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikametde imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 163)

Şu halde müceddidin mesleğinde yapılacak değiş­tirme, haki­kat-i ve isti­kameti tağyir ve tahrib mânâsını taşır.

Hatta (gelecek zât) diye haber verilen o büyük şahsiyet “Risale-i Nuru kendine hazır bir proğ­ram yapacak” (Bak: Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 p.1 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9 p. 2) şeklindeki beyandan anla­şı­lıyor ki, O zât dahi Risale-i Nurun esasatını ve düstur­larını değiştirmeden tatbik edecek.Hazret-i Üstad, senelerce takib ettiği mesleğinden ay­rılma­mayı, vasiyet makamında tavsiye eden beyanatı­nın son kıs­mında, hassasiyetle şu hususu na­zara verir:

16- «Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sa­yede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mek­teb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca ta­lebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede on­lar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşey­den feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar­dır.» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 80)

Bunlar gibi daha da nümuneler gösterilebilir. Fakat bu par­çalar, maksadı açık gösterdiğinden yeterli görüldü.

Risale-i Nurdaki sarih beyanların gösterdiği ve esas teşkil eden düsturla­rın, beşerî anlayışlarla ilga veya tebdil edilmeme­sinin bir hikmeti, risalelerin çoğu vehbî ilim ve il­ham ile yazdırıl­mış olmasıdır. (Bk: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2294/2. p.) yani: Risale-i Nur’un ekserisi, ma­nevî i’caz-ı Kur’an’dan gel­diği ve do­layısıyla ilm-i beşerînin tasarruf edemiye­ceği ortaya çı­kıyor. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nu’run müel­lifi ol­duğu halde, değil ma­nasına tasarruf etmek, manayı taşıyan tarz-ı ifadesine de do­kunamadığını beyan eder.

Ezcümle diyor ki:

17- «Yazdığım vakit, irade ve ihtiyarımla olmadı­ğını hissetti­ğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedi­ğim için bir parça fehmi işkâl edecek bir vaziyet aldı.» (Şualar sh: 99)

Onbirinci Mektub hakkında da şöyle diyor:

18- «Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir sûrette idi­ler. Onlar ne hâl ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım ge­liyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun deği­liz!» (Mektubat sh: 488)

19- «Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işâ­rât-ı Kur’âniye namına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konu­şur. Eğer yanlış birşey gördünüz mu­hakkak biliniz ki, haberim ol­madan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.» (Sözler sh:651)

20- «İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fik­rim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 161) Buna benzer hayli ifadeler var. Evet kesbî ilim, il­hamla gelen vehbî ilme müdahale edemez. Risale-i Nur ise, ekseriyetle vehbî ve ilhamîdir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

21- «Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilât­ları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğun­dan, he­men umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların husu­sunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı te­lâkki­sine dair­dir. Onlar hakikat ve hak oldukla­rına dair de­ğildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kal­mı­yor.» (Barla Lâhikası sh: 138)

22- Evet «Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, ni­yetle ve kastî bir ihtiyarla değil ekseriyet-i mutlakayla sü­nuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 210)

23- «Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, ya­zı­lan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, def’î ve âni bir surette kalbe geli­yordu, güzel oluyordu. Eğer ih­tiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp ce­vap ver­sem, sönük düşer, noksan olur.» (Mektubat sh:279) Bunlar gibi beyanlar, Risale-i Nur’un vehbîliğini gös­teriyor ki ortaya koy­duğu hakaik ve düsturlara, be­şerî dü­şünce ve maslahat anlayışlariyle müdahale­leri kaldırmaz. Çünkü Kur’ândan irtibatı kesilir ve büyük felâkete kapı açı­lır. Hem yine Hazret-i Üstad kesbî ilmi, vehbî ilme tasarruf ettirilemiyeceğini ihtar makamında ve dâhi-i a’­zam olmasına rağmen kendi şahsını misal göstererek diyor ki:

24- «Ben Kur’ân-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârı­yım, o mu­kaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dük­kânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkar­mıyacağım ve çıkarmak istemi­yo­rum.» (Barla Lâhikası sh: 269)

İşte Hazret-i Bediüzzaman böyle derse, onun tale­be­si­nin, -ifade değişik­liği yapmaya nisbeten en aşırı bir ta­sarruf sayılacak olan- düsturlardan değiştir­meye kalkış­manın ne kadar garib ola­cağı aşikârdır. Risale-i Nurda nazara verilen “teslimiyet”, “sadakat” ve “Risale-i Nura ka­naat etme”nin bir hakikatı da bu­dur.

Bu meselenin bir ince ciheti şudur ki: İlham-ı ilâhî, kâ­inatı yaratan Hâlik’ın yarattıklarını her cihetle ihata eden ilminden geldiği cihetiyle mu’cize-i mane­viye sırrını taşır. Yani Allah’tan başka hiçbir kimsenin kelâmı, hakaik-ı kâinata ve esrar-ı ilâhi­yeye ve ihtiyacat ve ahval-i beşe­riyeye ve te­rakkiyatına tam mu­tabık külli manaları ta­zammun edemez ve etmesi de muhaldır. Bu sır içindir ki, Kur’an namına ma­nen vazifeli olan mü­ceddidlerin eserleri, ekseriyetle ilm-i le­dünden ve il­hamdan hissedardır. İlm-i beşerî edebî sahada parlak ve zâhiren şa’şaalı cümleler ortaya koyabilir. Fakat bu ke­lime ve cümleleri, Kur’an’da “kelimat-ı Rabbî” (18:109) tabiriyle bildirilen ve mezkûr mana inceliğine de bakan küllî il­hamların ve hâlî ve hilkat kelimelerinin ya­nında sö­nük kalır. Risale-i Nurların se­nelerce ve de­falarca ve hayat bo­yunca okunmasının bir hikmeti de bu sır olsa ge­rek.

Düsturların değişmezliği cihetindeki diğer ehem­miyetli bir husus da şudur ki: ibadet hakikatı, ilâhî emir ve yasak ve tavsiye­lere göre hareket etmekle ta­hakkuk eder. Bu emir ve tavsiyeleri de hakiki ehliyetli zatların Kur’an’dan alıp yazdık­ları mutemed eserlerinden öğre­niriz. Binaenaleyh Kur’an’dan mülhem Risalelerdeki düsturlara beşerî tasar­rufun girmesi halinde, o düs­tur­ların Kur’an’dan gelme vasfı zedelenir ve hizmetin iba­det olma hakikatı da zail olur. Bu hususa Risale-i Nur’un muhtelif yerle­rinde dikkat çekilir. Mes’eleyi uzat­ma­mak için icmalen bâzı hikmetleri hatır­latmakla iktifa edildi. Çünkü aynı mes’ele hakkında buna benzer daha pek çok hikmetler vardır.

Konuyla ilgili ayrıca bakınız

___________________

[1] En’âm Sûresi, 6:59.

HAŞİYE Hattâ Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ferman etmiş ki: شَيَّبَتْنِ سُو رَةُ هُودٍ yâni sûre-i Hûd’daki فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünki ehemmiyeti azimdir. İstikamet-i tâmmeyi emrediyor.

[2] Hûd Sûresi, 11:105

[3] Hûd Sûresi, 11:105.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Önceki yazıyı okuyun:
Türk edebiyatında metin darbeleri (SADELEŞTİRME) / Kadir FİLİZ

Türk edebiyatında metin darbeleri (SADELEŞTİRME) / Kadir FİLİZ Sadeleştirme kisvesi altında yapılan değişiklikler, dilimizi bizden …

Kapat