Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Risale-i Nur’da Adalet – İbadet İlişkisi

Risale-i Nur’da Adalet – İbadet İlişkisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr. Muhammed er-RÛKÎ
Uluslararası İslam Fıkıh Akademisi, Suudi Arabistan

Not: Bu yazı, “Risale-i Nur’da Adalet – İbadet İlişkisi” adlı makalenin bir bölümüdür. 

(…)

Risâle-i Nur’da Adalet ve İbadet Kavramları Arasındaki İlişki Biçimleri

Said Nursî ne zaman ibadeti konu alan bir bahis açsa, mutlaka; ya tasrih yoluyla veya telmih ve tembih yoluyla bunun adaletle bağlantısını kurar. Demek ki ona göre bu iki kavram birbiriyle içli dışlıdır ve birbirinden ayrılmaları mümkün değildir; bu adalet ister mutlak ilahi adalet olsun, isterse ışığını ilahi adaletin tecellilerinin nurundan alan beşerî adalet olsun fark etmez. Bu yüzden dikkatli bir Risâle-i Nur okuyucusu bu ikisi yani ibadet ve adalet arasındaki ilişkiyi hemen keşfeder. Said Nursi’ye göre bu ilişkinin birçok yönü vardır. Başlıcaları şunlardır:

Birinci olarak: Kur’an’ın gayeleri olarak ibadet ve adalet

Said Nursî Risâle-i Nur’un birçok yerinde ibadet ve adaletin Kur’an’ın temel maksatlarından olduğunu, ibadetin de özünün sevgi ile birlikte kulluk olduğunu ifade eder. İbadet kavramının ubudiyet sözcüğüyle karşılanması, bir şeyin, o şeyde bulunan en güçlü unsurla tanımlanması kabilinden bir şeydir. İbadet ancak ubudiyetle söz konusu olabileceğinden, ubudiyet kelimesiyle ibadeti kast etmiştir. İbadet ve adaletin Kur’an’ın temel maksatlarından oluşu konusuna ilişkin olarak Said Nursi, uzun ve kısa surelerin bütününün bu Kur’anî maksatları gözettiğine ilişkin olan yazısında şöyle demektedir:

“Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûre ve mutavas sıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve imân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve imân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle…”

Burada kast ettiği şudur: İnanç, şeriat, ahlak bakımından, keza iman, niyet ve amel bakımlarından dinin bütününü kapsayan bu dört maksat; özet biçiminde veya kapsamlı olarak (uzun sureler veya en az yüzer ayetten oluşan sureler olarak bilinen) Kur’an surelerinde mutlaka hep birlikte bulunmaktadır. Elbette bu, uzun ve orta hacimli surelerin dışındaki nispeten daha küçük surelerde bu dört maksat -adalet ve ubudiyetle maksadıyla birlikte- yer almaz demek değildir. Aksine, bu surelerde dahi Kuran’ın gözettiği adalet ve ubudiyet ilkesi mutlaka mevcuttur. Ancak, bu gibi surelerde konu genellikle, surenin bütününe değil, bir kısmına yayılmış durumdadır.

Tekrar belirtmek gerekirse, ibadetin temeli ve ana çatısı olan ubudiyyetin adaletle çok yakın bir ilişkisi vardır. Öyle ki, bu iki kavram sürekli olarak Kuran’da yan yana zikredilmektedir.

Adalet, dört büyük küllî maksatlarından biridir Kur’an’ın işte Kuran’da gördüğümüz, adalet ve ubudiyet terimlerinin daimi birlikteliği ve beraberliği, aralarındaki ilişkinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir. İlişki de şöyle bir şeydir; bu kavramların ikisi de Kur’an’ın maksatlarından olma anlamında, müşterektirler -ki bu maksatlar asıldır ve diğer her şey bunlara bağlıdır- bu manada ibadetin ilahî adaletle ilişkisi ile beşeri adalet arasındaki ilişkisi arasında herhangi bir fark da yoktur. Zira bunlardan ilki ikincisinin temelidir. İbadet, ilahi adaletin şartlarındandır, nitekim beşeri adalet de ilahi adaletin gerektirdiği bir şeydir. Bu konu aşağıda aydınlatılacaktır.

Adaletin, ubudiyetle birlikte Kur’an’ın maksatlarından biri kabul edilmesi, Said Nursî’nin, tahkik ve ciddi tefekkür ile ulaştığı bir neticedir ki o bu gibi büyük neticelere ulaşırken hep bu yolu izler. O, hem ibadetin hem de adaletin Kuran-ı Kerim’de, şeriatın büyük külli maksatlarından biri olarak zikredildiğine vurgu yapar.
Cenab-ı Hak adalet konusunda şöyle demektedir: “Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak kulluk etmeleri emrolunmuştu.”

Yine adaleti, cennetin ve insanların yaratılmasının maksadı olarak beyân eder: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Adaletle ilgili olarak da Cenab-ı Hakk şöyle demektedir: “Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız da olsa adaletli olunuz.”

Ve yine şöyle demektedir: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun, bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır.”

İkinci olarak: İbadetler peygamberlerden öğrenilir, onların gönderilmeleri ve himaye edilmeleri de ilahi adalet sayesindedir.

Bu da ibadet ve adalet arası ilişkilerin bir başka yönüdür. Zira sağlam ve doğru bir ibadet, ancak ve ancak Allahu Tealâ’nın peygamberleri kanalıyla alınabilir. Dolayısıyla, bu peygamberlerin, dinin tebliği için Allah tarafından gönderilmeleri ve himaye görmeleri de ilahi adaletin bir sonucudur. Şöyle demektedir, Said Nursi:

“…Ef’âl-i rubûbiyet cihetinde dahi görüyoruz ki, bu âlemin Mutasarrıfı ve Müdebbiri, Muhammed’in (a.s.m.) risaletini bu kâinata bir manevi güneş yapıp, Nur Risalelerinde ispat edildiği gibi, onun ile bütün karanlıkları izale ve nurani hakikatlerini gösterip ve bütün zîşuuru, belki kâinatı hayat-ı bakiye müjdesiyle sevindirdiği gibi…”
Şayet peygamberlerin gönderilmesi söz konusu olmasaydı bir şeyler eksik kalırdı. Keza, peygamberlerin korunması ve ismet vasıfları olmasaydı da yine o yüce gayeye erişilmesi mümkün olmazdı.

Said Nursî bu konuda da şöyle demektedir:
“Evet, bu kâinatta gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı içinde adalet ve hikmet ile ve rahmet ve inayet ve himayet ile her zaman iyileri himaye ve fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetin bir adeti olmasından, ef’al-i Rahmaniyet muktezasıyla bir Kur’an-ı Mûcizü’l-Beyanı, Muhammed (a.s.m.) eline vermesi ve bine yakın mucizelerin pek çok envaını ona vermesi ve bütün halatında ve en tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkarane himaye ve hatta güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi…”

Üçüncü olarak: İlahi adalet, ibadetlerin kendisiyle gerçekleştiği şeriat hükümlerinde açık seçik ortaya çıkmaktadır.

Kullar için şeriatın vaz ediliş nedeninin, onları hevanın ve şeytanın tuzaklarından uzaklaştırmak ve iradeleriyle Allah’a kul olmayı tercih etmelerini sağlamak olduğu daha önce söylenmişti. Aynı şekilde insanlar, zaruri olarak da Allah’ın kullarıdır. İşte şeriat, ortaya koyduğu hükümleri ve değerleriyle, muhataplarını eğitmeye ve onları Allah’a kul yapmakla özgürleştirmeye ve istikamet üzere olmalarım sağlamaya kefildir. Bu şu demektir: Şeriata bağlı kalmak, kendini onun hükümlerine boyun eğdirmek ibadetin bizatihi kendisidir. Zira Allah’ın adaleti şeriatın bütün hükümlerinde tecelli eder. Şeriat üzerine istikametli ol mak, ilahi adalet noktasında -ki bu adaletle karanlıklar aydınlanır, yer ve gök ayakta durur- müstakim olmak manasındadır.

Dördüncü olarak; İlahi adalet, ibadeti gerekli kılar. Bu da, ibadet ve adalet ilişkisinin diğer bir yönünü teşkil etmektedir. Zira Said Nursi’ye göre ilahi adalet, hikmet, inayet ve rahmet bu âlemin var olmasının temel unsurlarıdır. Şöyle demektedir:

“Eğer, farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhâneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin daire-i memleketinde dâimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâkî meskenler, mukîm ahali, mes’ud ibâdı bulunmazsa, zîyâ, hava, su toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adâlet, inayet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, şu bekâsız dünya ve mâfihâ, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur. Eğer, başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyâyı gördüğü halde, güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divânelikle, şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşâhede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı görünen adâleti inkâr etmek ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi, şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakimane ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsanât-ı rahîmânenin sahibini -hâşâ, sümme hâşâ- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki; nihayetsiz muhâl bir inkılâb-ı hakâiktir. Hattâ her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.”

Şu halde, ilahi adalet ve onun izleri akıl ve kalp ile idrak edilebilir, gölgeleri dünya gözüyle görülebilir ve hatta onun yansımalarına elle dokunulabilir. Şayet ilahi adaletin her tarafı kuşattığına dair kati delil ler ve kesin hüccetler varsa, bunu tereddüt ve gevşeklik göstermeden, tam bir teslimiyet ve boyun eğişle kabul ve ikrar etmek gerekir. Varlık âleminin var oluşunun gayesi olan ibadet zaten tam da budur. Demek oluyor ki, Said Nursî’ye göre ibadet, inkârı asla ve kat’a mümkün olmayan adalet-i ilahiyyenin bir gereğidir. Bu açıdan, ibadet ve ilahi adalet arasındaki ilişki lâzım ve melzûm ilişkisi gibidir. Bu alaka ve ilişki, ilişkiler içinde en güçlü ve sağlam olanıdır.

Beşinci olarak; ibadet, beşeri adaleti netice verir.

İbadetin, adalet-i ilahiyenin kaçınılmaz sonuçlarından olduğu, bu ikisi arasındaki ilişkinin en güçlü bir alakayı teşkil ettiği daha önce geçmişti. Burada belirtmek istediğimiz şeyse, ibadetin, kuldaki beşeri adaletin de kendisinden doğduğu temel kök olduğu hususudur. İbadette öze bağlı kalma ve ihlası koruma kaçınılmaz olarak kulda bir adalet duygusu geliştirir. Buna karşılık ihlasın zedelenmesi ibadete zarar verdiği gibi kulun adalet anlayışını da fesada uğratır ve onu bu yolda başarısız kılar.

Said Nursî bu hakikatleri anlatırken şöyle demektedir:
“Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen li-vechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur.”

Said Nursî bu gibi makamlarda sahabeye, onların hak ve hakkaniyetin öncüleri, âşıkları olduğu gerçeğine, adalet ve doğruluğa tutkun oluşlarına, onları sahabe olarak değerli kılan asıl şeyin ibadetlerindeki sağlamlık olduğuna sık sık göndermelerde bulunur.

Altıncı olarak, ilahi adaletin gereği olarak cezalandırma; ceza, ibadetin muharrik gücüdür.

Daha önce, adalet-i ilahiyenin göstergeleri olan şu hususlar zikredilmişti: Kıyamet günü ortaya konacak olan teraziler, kendisiyle cezanın uygulanacağı alet, sevap ve günah kapılarının açılması, yaratılmışlara amellerine göre hakkaniyetle ceza ve mükâfat verilmesi. Bütün bunlar kulu bu dünyada ibadete teşvik eder; onu ibadet ve itaat çizgisinde tutar; kullar arasında mutlak adaletin hâkim olacağı ölüm sonrası hayatta karşılaşacakları için hazırlık yapmaya sevk eder. Said Nursi, adalet ve ibadet arasındaki ilişkinin bu yönünü Risâle-i Nur’da çok güçlü bir şekilde işler; ilahi adaletin gereği olan ahiret cezasından, insanı gafletten uyandırıp ibadete teşvik edici olmasından, terğib ve terhib gereği olarak Kur’an’ın birçok ayetinde buna yer verilmesinden uzun uzadıya bahseder. Eşsiz üslûbuyla, ibadet ve adalet arasındaki ilişkiyi anlatırken şunları söyler:

“Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizam ve mizan içinde muhâfaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emânet-ı kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin Rubûbıyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, aslâ!”

Yedinci olarak; adalet, bu varlık âleminin güzelliği; ibadetse ruhun güzelliğidir.

Adalet, bu âlemin var oluşu, dünya ve ahiret hayatının mamur olması için temel bir unsurdur. Yine o, Yüce Allah’ın, ulvi olsun süfli olsun, varlığın tümünün muhtevasına istikamet ve ölçü tayin eden, ona cemal ve celal tecellilerini yansıtan, onu nuruna ve sırrına gark eden el-ADL isminin tecellilerindendir. O, ilahi adaletin güzelliğinden ve onun varlık âleminin gidişatındaki etkisinden söz ederken şunları söylemektedir:

“Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ec ram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.”

Şu durumda, adalet bu âlemin güzelliği olduğuna göre, ibadette ruhun güzelliğidir. Ruh, onunla parlar ve temizlenir, güzelliğinin ve aydınlığının kaynağını oradan alır. Âlemin ve ruhun güzelliği ile hayatın anlamı belirgin hale gelir, hakikati inkişaf eder ve bu suretle şekil ve öz arasında bir denge kurulmuş, zarf ve mazruf ya da kalp ve kalıp birbiriyle uyumlu hale gelmiş olur.

Sekizinci olarak, bu dünya ibadet yurdu, ahiretse adalet yurdudur.
Bu da adalet ve ilişki arasındaki ilişkinin bir başka yönünü, zaman ve mekân yönünü teşkil etmektedir.

Şöyle ki, ibadetin yeri ve zamanı bu dünya hayatı için geçerlidir, karasıyla deniziyle yeryüzünü ve gökyüzünü içine almaktadır. Mutlak ilahi adalet ise, kulların ubudiyetlerine, kâfirlerin küfrüne, münkirlerin inkârına karşılık vermek üzere, herkesin huzur-u ilahide divan duracakları gün olan kıyamet gününde tecelli edecektir. Bu, Bediüzzaman Said Nursî’nin birçok yerde ifade ettiği, müteaddit defalar vurguladığı bir husustur. Sözgelimi:
“Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi, hesapsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti.”

Dokuzuncu olarak; adalet ve onun gerektirdiği hususlar bizatihi ibadetin de özünü teşkil eder.

Burada adalet ile kast ettiğimiz şey, sözlerinde, eylemlerinde, zahirinde, batınında hâsılı her şeyinde insanoğlunun ortaya koyduğu adalettir. Bu adalet, ilahi adaletin tecellilerinden alınmıştır.

İnsanoğlunun ibadetle ulaşmaya çalıştığı en yüce gaye budur. Yine bu, ilahi adaletin zübdesi ve özüdür. Kulların ibadet namına yaptıkları her şey, neticede kendilerini adalete veya adaletle ilişkisi olan şeylere götürür. Allah’ın, kullarını yapmakla mükellef tuttuğu ve bu sayede kendisine kulluğun sergilenmesini istediği şey adaletin ikame edilmesidir. Cenab-ı Hakk, dinin ve insanoğlundaki ibadetin üzerine ikame olunduğu şey olan bu büyük külli hakikati şu şekilde dile getirir;

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, azgınlık ve fenalığı da yasaklar.”

Demek ki, kul, adalete uygun olan veya adaletin gerektirdiği her şeyi yapmaya mecbur ve memurdur; buna karşılık, adalete zıt ve aykırı düşen her şeyin yapılması da -tahrimen olsun tenzihen olsun- yasaklanmıştır. İbadette de işte bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Onuncu olarak, adalet ve ibadet istikameti netice verir.

Daha önce de geçtiği gibi, insan ibadetini sağlam tutarsa, bu, kendisini adaletli olmaya sevk eder; bu kişiden de aynı şekilde, adaleti emreden, sırat-ı müstakim üzere yürüyen, bu noktadaki sebatı sayesinde istikameti yakalayan bir insan ortaya çıkar. Bu istikametin nurları yüzüne yansır, sırları kendisine açılır, sağladığı kuvvet ve kudretin emareleri kesintisiz devam eder gider.

(…)

Kaynak: Katre  Dergisi, Yıl: 2018 Sayı: 6

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Vâli Eğinli Said Paşa’nın Hâtırâtında Kastamonu Camileri – 2

8 SAFER SENE 1296 VE 19 KANUN-I SÂNi SENE 1294 CUMA Bugün cuma namazını Ağa …

Kapat