Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Risale-i Nur’da İslâm Medeniyeti ve Batı Medeniyeti

Risale-i Nur’da İslâm Medeniyeti ve Batı Medeniyeti

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Medeniyet; bir topluluğun sahip olduğu dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun zaman ve mekân boyutunda tezahür ve tecessüm etmesi olarak tarif edilir.[1] Bu tariften yola çıkarak diyebiliriz ki, bir medeniyetin var olabilmesi için üç unsurun bir arada olması gerekir. Bunlar;

  • Bir topluluk,
  • Dünya görüşü ve varlık tasavvuru,
  • Bu görüş ve tasavvurun zaman ve mekân boyutunda açığa çıkması olarak ifade edilebilir.

Bir toplumun dünya görüşü ve varlık tasavvurunu şekillendiren; o toplumun Allah, insan ve tabiat arasında kurduğu ilişkilerdir.

  • İnsan-Allah
  • İnsan-İnsan
  • İnsan-Tabiat

Bir varlık tasavvuru ve dünya görüşünün, insanlığa barış, huzur ve güven ortamını sunacak medeniyeti ortaya çıkarması, bu üç amil arasında kurulan ilişkilerin doğruluğu ve tutarlılığına bağlıdır.

İnsanlık tarihi boyunca; Mısır, Çin, Hint, Sümer, Maya, Babil gibi birçok medeniyet dünya üzerinde tesirini göstermiş ve bunlardan birçoğu etkisini kaybetmiştir. Bu gün dünya üzerinde etkisini hala kuvvetli bir şekilde gösteren iki medeniyet vardır: Bunlar İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyetidir.

Tarihin anlaşılabilmesi, medeniyetlerin kavranabilmesi ve içinde yaşadığımız zaman diliminde insanlığı etkileyen hadiseleri tutarlı bir şekilde yorumlayabilmek ancak bu medeniyetlerin esaslarının bilinmesi ile mümkün olabilir.

Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatının birçok yerinde İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin esasları üzerinde mukayese yapar. Bu mukayeselerde Batı medeniyetinin esasları üzerine ciddi eleştiriler getirir. Bu yazıda Üstadın ifadeleri ele alınarak bu iki medeniyetin esasları üzerinde durulacaktır.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir!

Üstad Bediüzzaman, Batı Medeniyetini eleştirirken bu medeniyetin her şeyini bütünüyle reddetme yoluna gitmez. Medeniyeti iki kısma ayırarak ele alır. Tabiat felsefesinin zulmetiyle insanları dalalete ve haramlara sevk eden kısmını eleştirir. Toplum hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takib eden kısmını eleştirmez.[2] Bu noktadaki bir izahı şöyledir; Ben hakiki, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tabir ettiğim[3] medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’câz-ı Kur’ân’ı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’ân’ı ispat etmek esası üzerine; matbu ve gayr-ı matbu Arapça ve Türkçe çok kitaplar yazdım.[4]

Hastalıklı ve dalaletli felsefenin esasları üzerine kurulan[5] ve semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket eden[6], Batı medeniyetini eleştirilirken külliyatın farklı yerlerinde şu isimlendirmeler kullanılır; Mimsiz medeniyet, medeniyet-i hazıra, muhakemesiz medeniyet, medeniyet-i sefihe, medeniyet-i Avrupa, deniyet-i hazıra, sehhar medeniyet, mimsiz gaddar medeniyet, medeniyet-i hazıra-i garbiye, garb medeniye-i zalimane-i hazırası, medeniyet-i habise, Avrupa medeniyet-i sefihanesi.

Üstad; medeniyetin, teknolojik gelişmeler ile insanlığa birçok faydayı sağlayan, toplum hayatına kolaylıklar getiren kısmını savunur. Medeniyetin güzellikleri diye bahsettiği bu kısmın sadece batıya ait olamayacağını, tüm insanlığın ortak malı olduğunu şöyle izah eder: Bunu da inkar etmem: medeniyette vardır mehasin-i kesîre (çok güzellikler).. lâkin onlar değildir ne Nasraniyet (Hristiyanlık) malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın sanatı.. Belki umum (bütün insanlığın) malıdır: Telahuk-u efkârdan (fikirlerin birleşmesinden), semavî şerayi’den (semavî kanunlardan), hem hâcat-ı fıtriden (fıtrî ihtiyaçlardan), hususan şer’i Ahmedî (İslam hukukundan), İslamî inkılabdan neşet eden (açığa çıkan)  bir maldır. Kimse temellük edemez (kimse sahiplenemez).[7] Mehasin-i medeniyet (medeniyetin güzellikleri) denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir.[8]

Hakiki medeniyet nev-i insanın terakki ve tekemmülüne (insanlığın ilerleme ve olgunlaşmasına) ve mahiyet-i nevi’yesinin kuvveden fiile (insanlığa verilen kabiliyetlerin açığa) çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek insaniyeti istemektir.[9] Bizim muradımız medeniyetin mehasini (güzellikleri) ve beşere menfaati (faydası) bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar.[10]

1- İki Medeniyetin Dayanak Noktaları

Batı medeniyetinde dayanak noktası kuvvettir.

Şirke düşen ve seyyiatı (fenalıkları) hasenatına (güzelliklerine) galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiyenin[11] toplum hayatında hak ihlallerini netice veren bozuk bir esası, ‘kuvvetli olan üstündür’ anlayışıdır. Bu esasın Batı medeniyetinde yerleşmesinin en büyük sebebi hastalıklı ve dalaletli felsefesinde tevhîd inancının olmamasıdır.

Zira Batı medeniyetin mazisini teşkil eden eski Yunan felsefesinde şirk inancı yani çok ilahlılık anlayışı hâkimdi. Bazı krallar kendilerini ilahların temsilcisi olarak görür, hatta bir kısmı öldükten sonra (hâşâ!) ilah olacağını insanlara kabul ettirmeye çalışırdı. Kendisini ilahların temsilcisi olarak gören bir insan, bu bozuk inancın sonucu olarak, diğer insanlardan üstün olmayı ve onlar üzerinde hüküm sürmeyi bir hak olarak kabul ederdi. Elinde bulundurduğu kuvvet ile istediği gibi hükmetme yetkisine sahip olduğunu düşünürdü. ‘Üstünlerin hukuku’nun geçerli olduğu eski Yunan toplumunda tarihin kaydettiği her türlü vahşet, zulüm ve hak ihlalleri bu anlayışın sonucu olarak kendisini gösterirdi.

Üstadın ifadesiyle batı medeniyetinin kaynağını oluşturan felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir (beğenilen ve güzel görülen bir şeydir). Hatta “Elhükmü lil-galip” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der. Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşci’ etmiştir (cesaretlendirmiştir) ve cebbarları, uluhiyet (ilahlık) davasına sevketmiştir.[12]

Batı medeniyeti antik yunan döneminden Hristiyanlığa, Hristiyanlıktan modern sekülarizme geçiş sürecinde felsefenin zihnî altyapısını oluşturduğu kuvvetli olan üstündür anlayışını sürekli devam ettirdi.

Yunan mitolojisinin etkisiyle zaman içerisinde Hristiyanlık da teslis inancını kabul ederek şirke düştü.[13] Bu durum yine toplumda kuvvetin esas alındığı, üstünlerin hukukunun geçerli olduğu bir anlayışı netice verdi. Üstad Bediüzzaman, bu halin sebebini şöyle izah eder: Hristiyanlık “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait (vasıtalar) ve esbaba (sebeplere) bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “(Yahudiler) hahamlarını, (Hristiyanlar da) râhiplerini ve Meryemoğlu Mesîh’i başka rabler edindiler.” (Tevbe, 31) ayetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle[14] Hz. İsa’yı (as), (Hâşâ!) Allah’ın oğlu, yarı ilah olarak kabul eden Hristiyanlıkta, din adamları kendilerini Hz. İsa’nın temsilcisi olarak gördüler. Bu batıl fikir ile Hristiyan din adamları büyük bir gurur ve kibir sahibi oldular. Kendilerine bir kutsiyet atfederek insanlar üzerinde hükmetme haklarının olduğunu iddia ettiler. Bu batıl inanç ile yüzyıllarca ortaçağ Avrupası’nda zulüm ve haksızlıklar hâkim oldu.  İnsanların hayatları sömürülüp, zihinler üzerinde baskılar kuruldu. Ruhbanlığın düşünce özgürlüğü üzerinde kurduğu baskı sebebiyle, Hristiyan kilisesinin hâkim olduğu devirler karanlık çağ olarak adlandırıldı.

Bu günün batı dünyasında kuvvet hala bir esas olarak kabul edilir. Batı medeniyeti bu kez bilim ve teknolojiyi bir güç olarak elinde tutup dünya üzerinde insanlığa her türlü rezillik ve vahşeti yaşattı. Son iki asırda yüz milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan dünya savaşlarını çıkararak insanlığa tarihin en karanlık dönemini yaşattı. Bu medeniyetinin hâkim olduğu son iki asır, insanlık tarihinde en çok ölümlerin ve vahşetlerin yaşandığı bir devir oldu. Yapılan araştırmalar sadece 20. Yüzyılda batı medeniyetinin sebep olduğu savaşlarda ölen insan sayısının 187 milyon olduğunu ortaya koyuyor.[15]

Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumi ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkar medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.[16]

Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Cemaat için ferd feda edilir, milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.[17]

Bugün birleşmiş milletlere üye olan beş daimi üyenin özel statüsü yani istediği kararı veto etme yetkisine sahip olması ‘kuvvetli olan üstündür’ anlayışının bir sonucu olarak devam ediyor… Dünya Beşten Büyüktür!…

Batı medeniyeti bu şekilde dalalete sevk eden felsefesiyle İnsan ile Allah arasındaki münasebeti şirk üzerine kurduğundan toplum hayatında en büyük zulümleri netice verdi. (Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür! (Lokman, 13))

İslam Medeniyetinde dayanak noktası Hak’tır

İslam medeniyetinde kuvvetli olanın üstün olduğu bir anlayış yoktur. Bu medeniyette kuvvet, haktadır. Haklı olan kuvvetlidir. Hüküm haklı olana göre verilir. Bu esas ile toplumda zulüm kesilir, adalet temin edilir. Bu esasın temelinde tevhîd inancı vardır.

Üstad’ın ifadesiyle “mahz-ı tevhîd (tam bir tevhîd) dini olan İslamiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar enaniyeti ve gururu bırakacak…”[18] Tevhid inancının gereği olarak bir Müslüman sebeplere hakiki tesir vermez. İnsanların elinde bulunan zenginlik ve kuvvetin Allah tarafından verildiğini bilir. Her şeyin hâkimi ve sahibinin Allah olduğuna itikad eder. Elinde olan kuvvetin kendisine ait olmadığını bildiğinden kibir ve gurur yolları kapanır. Kuvveti hakka hizmetkâr eder.

İslam dininde, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.[19Böylelikle İslamiyet, havastan (üst tabakadan) ziyade avamın (halkın) tahassüngâhı (sığınma ve korunma yeri) olmuştur.[20]

Bu esasın tezahürü ile İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyalar bütün insanlar için huzur, barış ve adaletin adresi olmuştur. Bu medeniyette devletin başındaki sultan ile bir gayrimüslimin beraber yargılandığı mahkemelerde adliyeler adalet dağıtmıştır. Âdil hâkimler, melek gibi melikler halkın hizmetine koşturmuştur. İslam medeniyetini temsil eden devletler kuvvet kazandığında, insanlığın vicdanı ve mazlumların sığınağı olmuştur. İslam tarihinde bu esasın neticesi olarak sayılamayacak kadar güzellikler mevcuttur…

2- İki Medeniyetin Hayatta Yerleştirdiği Düstur

Batı Medeniyetinin Hayatta Düsturu Mücadeledir

Batı medeniyeti, fıtratı yanlış yorumlayan felsefesi ile tabiatta bir mücadelenin var olduğunu ileri sürer. Güçlünün zayıfı elediğini kabul eder. Tabiatta doğal bir seleksiyon olduğunu iddia eder. Zulmü netice veren yanlış bir varlık tasavvuru oluşturur. Bu yanlış anlayışını insanların, milletlerin ve devletlerin hayatına da tatbik ederek hayatın bir çarpışma olduğunu ve güçlü olanın zayıfı elemesi gerektiğini ifade eder. Evet, düstur-u cidali (mücadele düsturunu) o kadar esaslı ve küllî (geniş) kabul etmişler ki, “hayat bir cidaldir (mücadeledir)” diye hükmetmişler.[21]

Üstad Bediüzzaman, tabiatta esas olan mücadele değil, yardımlaşma olduğunu izah ederek Avrupa medeniyetini şöyle eleştirir: Ey ikinci bozuk Avrupa! (…) Hâlık-ı Kerîm’in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta (kâinattaki varlıklarda) kemal-i itaatle (tam bir itaatle) imtisal edilen (uyulan) düstur-u teavünle (yardımlaşma düsturu ile), nebatat (bitkiler) hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden (açığa çıkan) o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal (mücadele) zannedip, “Hayat bir cidaldir (mücadeledir)” diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba düstur-u teavünün (yardımlaşma düsturunun) cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, (gıda zerrelerinin) kemal-i şevk ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşması nasıl cidaldir (mücalededir)? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki (aksine) o imdat ve o koşmak, Kerim bir Rabb’in emriyle bir teavündür (yardımlaşmadır).”[22]

Üstad Bediüzzaman; fıtratın yanlış yorumlanmasının sonucunu şöyle ifade eder. Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede (insanların toplum hayatında) bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata (fıtrat kanunlarına) açtığı çığır muvafık (uyumlu) gelmezse, hayırlı işlerde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.[23]

Batı medeniyetini hayatta düsturu mücadele olarak gördüğünden bütün hareketleri şer ve tahrip hesabına geçti. Girdiği tüm coğrafyalardaki insanları ya katletti veya sömürge haline getirdi. Kendisinden olmayana hayat hakkı tanımadı. Ele geçirdiği veya müdahale ettiği coğrafyalara kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadı. İnsanlık tarihine kara leke olarak geçen sömürgecilik böyle bir anlayışın ürünüdür. Bu bozuk esasıyla hâkim olduğu her mekânda kendisine müşevveş bir mazi bıraktı. Halen de bırakmaya devam ediyor…

İslam Medeniyetinin Hayatta Düsturu Yardımlaşmadır

İslam medeniyeti kâinata tevhîd nuru ile baktığından, her şeyin Cenab-ı Hakk’ın idaresinde yardımlaşma düsturu ile birbirinin imdadına koştuğunu görür. Buna karşılık felsefenin mevzu ettiği mücadele, kâinattaki yardımlaşma kanununun yanında yok denecek kadar az bir yer kaplar. Bu mücadeleye de Cenab-ı Hak bir kısım hikmetleri için müsaade etmiştir. Üstad Bediüzzaman bu meseleyi şöyle izah eder: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki (toplum hayatındaki) düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden (güneş ve aydan) tut, ta nebatat (bitkiler) hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerrat-ı taamiye (gıda molekülleri) hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine (yardımına) koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını sû-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede?[24]

İslamiyet fıtratı doğru okuyarak hayatta düsturu yardımlaşma olarak gösterdiği gibi, Kur’ân’daki “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın!”[25] gibi ayetler, Resul-i Ekrem’in (asm) “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olanıdır.”[26] misali hadisleri toplum hayatında hep yardımlaşmayı yerleştirir. Yine İslam’da zekâtın emredilmesi, faizin yasaklanması, kurban vb. birçok ibadetler ile bu düstur sadece teorikte kalmayarak hayata geçirilmiştir.

Hayatta düsturu yardımlaşma olarak kabul eden Müslümanlar, komşusu aç iken tok yatamayacak bir hassasiyetle yaşadılar. Yardımlaşma esasının zaman ve mekân boyutunda bir tezahürü olarak toplumun her kesimine fayda sağlayacak vakıfları kurdular.

3- İki Medeniyetin İnsanlar Arasında Yerleştirdiği Bağ

İslam Medeniyeti Toplumda İnsanlar Arasına Din ve Vatan Bağını Yerleştirir

Üstad, İslam medeniyetinde insanlar arasına dinî, vatanî ve sınıfî bağlar olduğunu ifade eder. Diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da, iman ve tevhidin bir gereği olduğunu külliyatın farklı yerlerinde izah eder. Mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik yeri) nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslamları birbiriyle bağlayan ip de ancak uhuvvettir (kardeşliktir). Çünkü iman müminleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.[27]

Üstad Bediüzzaman, İslamiyet’in toplumdaki insanlar arasında yerleştirdiği kardeşlik bağının kuvvetini şu harika ifadelerle izah eder. “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü (kalplerin birliğini) ister. Ve vahdet-i itikad (inanç birliği) dahi, vahdet-i içtimaiyeyi (sosyal, toplumsal birliği) gerektirir. Mesela sen askerlik yaparken bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir bağ kurarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunmakla arkadaşâne bir alâka tesis edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki bir Müslüman imanın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kardeşine karşı esma-i İlahiye adedince birlik alâkaları ve ittifak bağları ve kardeşlik münasebetleri kurar. Meselâ: Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kur’ânınız bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.”[28]

İslam dini, insanlığın farklı dil, renk ve milletlere ayrılarak yaratılmasının sebebini, tanışmak ve yardımlaşmak olarak gösterir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”[29] Âyet-i kerimenin işaret ettiği bu farklılıklar, tanışma ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her millet, her kabile ve her aşiret farklı ilahi tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün değildir. Adil-i Hâkim olan Allah-ü Teâlâ, faziletleri ve kemâlâtı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp özelliklerinden karşılıklı istifade etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sayesinde istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur.[30] Ebu Süleyman es-Sicistanî’nin dilinde bu hakikat şu ifadelerle kendini bulmuştur. “Hikmet Yunanlıların zihnine, Arapların diline, Farisilerin kalbine ve Çinlilerin eline indirilmiştir.[31]

Bu esasın en güzel tezahürlerinden birisi Avrupa’nın en büyük üstadı olan Endülüs İslam Devletidir. Endülüslü Arap ve Arap olmayan Müslümanlarla Avrupalılar arasında tarihte eşine az rastlanır bir etkileşim yaşanmıştır. Yaklaşık dört yüzyıl boyunca Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlar özgür fakat rekabetçi bir ortamda ortak bir kültürün inşasına katkıda bulunmuş ve birbirlerinden çeşitli şekillerde etkilenmişlerdir. Bu dönede Müslüman bilim ve araştırma kurumları Avrupa’nın en önde gelen kuruluşları olarak bir cazibe merkezi haline gelmiş ve Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden en aydın ve yetenekli bilim, düşünce ve sanat adamlarını Müslüman şehirlerine çekmiştir. Kurtuba, Gırnata ve Sevilla gibi şehirlerin temizliği, bahçe düzenlemeleri, gece lambaları, sokakları, altın-kiremit renkli surları, havuzları, hamamları Avrupa’da dillere destan olmuştur. Müslüman Endülüs, ortaçağın karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.[32]

İslamiyet’in esasları hayata geçirildiği nispette İslam medeniyetine ait coğrafyalar barış, huzur ve güvenin adresi haline geldi. Bu medeniyet din, dil ve millet fark etmeksizin çatısı altında bulundurduğu tüm insanlara saadet getirdi. Üstadın ifadesiyle “Hakikat-i İslamiyenin kuvveti nispetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip (medenîleşip) terakki ettiğini (yükseldiğini, ilerlediğini) tarih gösteriyor.[33]

Geçmişin tarihine ve dünyanın şimdiki haline yakından baktığımız zaman, eğer İslam’ın ortaya koyduğu muhkem ve muhteşem örnek ve örneklik olmamış olsaydı, kardeşliğin yalnızca bir Ütopya’dan olduğunu düşünebilirdik.[34]

Batı Medeniyetinin Kitleler Arasına Yerleştirdiği Bağ “Irkçılık ve Menfî Milliyet”tir.

Üstad Bediüzzaman, Batı medeniyetinin toplumda insanlar arasına yerleştirdiği bağın ırkçılık olduğunu ifade eder. Batı medeniyetinde başkasını yutmakla beslenen menfi milliyetçilik[35]  yunan döneminden Hristiyanlığa, Hristiyanlıktan şimdiki düzene geçiş sürecinde devam etmiş bir esas olarak varlığını sürdürmüştür.

Üstad, iki medeniyeti karşılaştırdığı bir yerde bu esasın yerleşmesinin sebebini şöyle izah eder.  Küfür öyle bir bürudettir (soğukluktur) ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor. Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet (kardeşlik) varsa da muvakkattir (geçicidir).[36]

Endülüs’te Müslümanların hâkimiyeti altında yüzyıllarca Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler bir arada barış ve huzur içinde hayat sürdüler. Endülüs İslam Devleti çökertildiği zaman İspanya’da, Sicilya’da ya da Adriyatik Denizi’nin kıyılarında tek bir Müslüman kalmadı. Müslümanların İspanya’dan sürülmelerinden sonra yine aynı şekilde Yahudilerin İspanya’da ne tür insanlık dışı muamelelere, işkencelere ve katliamlara uğradığı malumdur. İspanya’daki Yahudiler ancak Osmanlı Devletine sığınarak korunabilmişlerdi. Buna karşılık Osmanlı İslam İmparatorluğu’nda bütün Hristiyanlar ve Yahudiler vicdan özgürlüğüne, kendi toplumlarını kendi inançları ve hukukları doğrultusunda yönetme konusunda tam bir özgürlüğe sahiptiler. Osmanlı Devleti Engizisyonun zulüm ve işkencesinden kaçabilen herkes için güvenli bir sığınak olmuştu.

1821 büyük isyanından sonra Yunanistan’da tek bir Müslüman kalmadı ve tek bir cami bırakılmadı. Bir zamanlar çoğunluk olan Balkan yarımadasındaki Müslümanlar, bütün bir Avrupa’nın da desteği ve onayıyla sistematik olarak azınlık konumuna düşürüldü. Müslümanların yönetimi altındaki Hristiyanların yakın zamanlarda Müslümanlara karşı başkaldırmaya, Müslümanları nasıl katletmeye kışkırtıldıkları ve Müslümanların bütün bunlara karşılık istenmeyen bir hadise olarak nitelendirilerek kınandı.[37]

Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir.[38] Batı Medeniyetini temsil eden devletlerin tarihindeki vahşetler ile beraber,  İslam Medeniyetini temsil eden Abbasî, Endülüs ve Osmanlı Devletleri zamanlarında farklı dil, din ve milletlere sahip toplulukların bir arada yaşayarak oluşturduğu tecrübeler göz önüne alındığında; dünya üzerinde barış ve huzurun ancak insaniyet-i kübrâ olan İslamiyet’in ortaya koyduğu esaslar ile sağlanabileceği anlaşılacaktır. Ve Üstad’ın ifadesiyle; İnşaallah istikbaldeki İslamiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.[39]

Üstad’ın bu noktada dikkat çektiği başka bir husus menfi milliyetçiliğin Müslüman milletler arasında uyandırmaya çalışılmasıdır. Kendi ifadesiyle Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; ta ki, parçalayıp onları yutsunlar.[40] Tarih boyunca ümmeti temsil eden devletler bir ırk üzerine kurulmamıştır. Bu sebeple devletler İslam devleti olarak isimlendirilmiş ve bütün ümmeti çatısı altında toplayarak birliği sağlayabilmiştir. Son yüzyılda ise Avrupa zalimleri ümmeti sömürebilmek için Müslümanların birliğine mani olarak ırkçılık fikrini Müslümanlar arasında türlü desiselerle uyandırmakla bu uğursuz emellerine büyük oranda ulaşmışlardır.

4- İki Medeniyetin İnsana Olan Hizmeti

(Batı Medeniyetinin) Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir.

(İslam Medeniyetinin) Hevâ yerine hüdâdır ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

İslamiyet bir medeniyet tesis ederken insanların fikir dünyasını imar etti. Bu medeniyet, Kur’ân’ın tezgâhında insanın cevherini işledi. İnsanlara iman hakikatlerini ders vererek hayatın anlam ve gayesini gösterdi. İnsanın tesadüf oyuncağı, başıboş, gayesiz bir varlık olmadığını, yeryüzünün en aziz bir misafiri, Âlemlerin Rabbi’ne muhatap, ebedî saadete aday, kulluğu içinde bir sultan olduğunu gösterdi. Bu sebeple diyebiliriz ki; İslam medeniyetinin en güzel meyveleri yetiştirdiği insanlar olmuştur. Bu medeniyetin yetiştirdiği Ebu Hanife’ler, Şafiî’ler, Bâyezid-i Bestâmî’ler, Şah-ı Geylânî’ler, Şah-ı Nakşibend’ler, İmam-ı Gazalî’ler, İmam-ı Rabbanî’ler gibi milyonlarca emsalsiz zatlar bulundukları asırları nurlandırmışlar, hakiki medeniyet yolunda insanlığa rehberlik etmişlerdir.

Üstad Bediüzzaman, iki medeniyetin esaslarını karşılaştırırken Risale-i Nur’da izah edilen iman ile küfür arasındaki bütün müvazenelerin, İslam medeniyetinin bu noktadaki üstünlüğünü ispat ettiğini ifade eder[41]

Risale-i Nur’un farklı yerlerinde bu medeniyetin insana olan hizmeti noktasında bir hususa özellikle dikkat çekilir. İslamiyet’in insanı değersizleştiren nefsanî heveslerin arzularına bir kısım yasaklamalar ile set çektiği, insanı layık olduğu yüksek kemâlâta ulaştıran akıl, kalp, ruh gibi ulvî duygu ve hislerini tatmin ettiği anlatılır. Batı medeniyetinin ise bunun aksine olarak özgürlük adı altında insanın nefsanî heveslerinin önünü açarak her türlü rezaleti yaşattığı üzerinde durulur.

Bu sebeple bu iki medeniyetin özgürlük anlayışları birbirine tamamen zıt bir mahiyete sahiptir diyebiliriz. Zira batı toplumlarında hürriyet; başkasına zarar vermemek şartıyla insanın istediği şeyi yapabilmesi olarak tarif edilir. Hâlbuki insanda kalp, vicdan gibi iyiliğe, güzelliğe sevk eden duygular olduğu gibi kötülüğü, rezilliği arzu eden nefis, şehvet gibi duygulara da vardır. Bu yüzden insanın istediği her şeyi yapabilme yetkisine sahip olduğunu kabul etmek özgürlük değildir. Aksine bu, insanın nefsinin zindanına, şehvetinin esaretine düşüp şeytana köle olması demektir. Üstadın ifadesiyle; sefahet (haramlar) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır (baskısıdır), nefs-i emmareye esir olmaktır.[42]

Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet. Heves tahakküm eder.[43] O heva ise şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden (meleklik derecesinden) dereke-i kelbiyete (köpeklik derekesine) indirmektir, insanın mesh-i manevisine sebeb olmaktır.[44]

Üstad Bediüzzaman, İslamiyet’in gösterdiği hürriyeti ise mealen şöyle ifade eder. Nazenin hürriyet, şeriatın edepleri ile edeblenmeli ve süslenmelidir.(…) Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne kendine, ne başkasına zararı dokunmasın. Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.

Güneş gibi parlak, her ruhun maşukası (aşığı) ve cevher-i insaniyetin küfvü (dengi) o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine (süslenmiş) olan hürriyettir.[45]

Hakiki hürriyetin iman ile sağlanabileceğini şöyle ifade eder. Rabıta-i iman (iman bağı) ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül (alçalma) ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm (baskısı) ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi (imandan gelen kahramanlığı) bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet…[46]

Üstad Bediüzzaman, Avrupa’nın özellikle son asırlarda dalaletle yoğrulmuş felsefesinin ortaya koyduğu insan modelini ciddi bir şekilde eleştirir. Allah’ı ve ahireti bilmeyen bir insanın ihtiyaçlarına karşı fakirliğinden, düşmanlarına karşı acizliğinden, geçmiş zamanın yüklediği acılarından ve gelecek zamanın vereceği endişelerinden dolayı daha dünyada iken manevî bir cehennem azabını çekeceğini birçok yerde izah ve ispat eder. İnançsızlıktan gelen bu acıları hissettirmemek için de nefsanî heveslerini tatmin edecek fantaziyeler ve eğlencelerle insanları aldattığını ifade eder.

Ey ikinci bozuk Avrupa!

Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet (süs) ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud (mutlu) denilebilir mi?

Hâlbuki senin şeametinle (uğursuzluğunla), kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri (istekleri) inkıtaa (kesintiye) uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun?

Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi?

İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın, yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmaresi![47]

5- İki Medeniyetin Hedefi

(Batı Medeniyetinin) Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahümdür.

(İslam Medeniyetinin ) Hedefi de, fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecazübdür.

İslam Medeniyeti, insanların hedefine fazileti ve Allah’ın rızasını kazanmayı hedef olarak yerleştirir. Üstad Bediüzzaman diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da Müslüman bir toplumda veya insanda yerleşmesinin sebebinin iman olduğunu ifade eder.  Bu konu hakkında bir ifadesi şöyledir: Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydana gelir. Zahiri asayiş altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.[48]

Tarihte ve bugün bu esas Müslümanların İslamiyet’i yaşadığı nispette kendisini göstermiştir. Bugün ülkemizin Suriye’den gelen miyonlarca muhacire açtığı kucak bu esasın en güzel tezahürlerinden birisidir. Devletimizin ve insanımızın maddi olarak hiçbir fayda sağlamadığı halde sırf Allah rızası için memleketini, muhabbetini, yiyeceğini ve yüreğini Suriyeli kardeşlerimiz paylaşması fazilet esasının bir tezahürüdür. Maalesef Batılı devletlerin birkaç yüz mülteciyi almamak için yasaklar getirmesi, sınır kapılarını kapatması Avrupa Medeniyetinin menfaat esasının bir tezahürüdür.

Sonuç olarak:

Girişteki tarifte ifade edildiği üzere bir medeniyeti tesis ettiren en önemli etken bir topluluğun sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. İnsanlığa huzur ve barış getirecek bir medeniyeti tesis ettirecek tutarlı bir varlık tasavvuru ise ancak tevhid ile, iman esasları ile şekillenebilir. Bugün yeniden insanın cevherine layık bir medeniyeti tesis edebilmek için yapılacak en birinci ve öncelikli vazife imanın esaslarını toplumda tahkîkî bir surette yerleştirmektir.  Bu sebepledir ki; Üstad Bediüzaman: Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerine işliyorum ki İslam cemiyetinin ana direği budur.[49] diyerek bütün çalışmalarını iman üzerine yoğunlaştırmıştır.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-i İslamiyenin güneşi ile, sulh-u umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i ilahiyeden bekleyebilirsiniz.[50]

Dipnotlar

[1] İbrahim Kalın, İslam ve Batı

[2] Lem’âlar, 118

[3] İslam harfleri ile yazılan “medeniyet” kelimesinin başındaki mim harfi terkedildiğinde artık bu kelime “deniyet” olarak okunur. Deniyet ise alçak ve aşağılık manasına gelir. Mimsiz medeniyet ile kastedilen alçak medeniyet tabiridir.

[4] Tarihçe-i Hayat, 253

[5] Lem’âlar, 119

[6] Emirdağ lahikası-2, 99

[7] Sözler, 340

[8] Muhakemat, 44

[9] Tarihçe-i Hayat, 77

[10] Tarihçe-i Hayat, 93

[11] Kastamonu Lakikası, 16

[12] Sözler, 220

[13] Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Hristiyanlığın Mimarı Pavlus, Ankara Okulu Yayınları, 2004

[14] Mektubat-1, 153

[15] Milton Leitenberg, “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm”

[16] Tarihçe-i Hayat, 93

[17] Kastamonu Lahikası, 150

[18] Mektubat-1, 153

[19] Mektubat-1, 42

[20] Mektubat-1, 153

[21] Sözler, 220

[22] Lemalar, 119

[23] Lemalar, 178

[24] Sözler, 220

[25] Mâide, 2

[26] Suyutî, el-Camiu’s-Sağîr, II, 8

[27] Mesnevi-i Nuriye, 89

[28] Mektubat-1, 109

[29] Hücurat Suresi, 13

[30] Muhlis Körpe, 5. Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu, Ankara, 27 Mayıs 2012

[31] İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 38

[32] İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 90

[33] Mektubat-2, 440

[34] Pıckthall, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s. 61

[35] Zülfikar, 117

[36] Mesnevi-i Nuriye, 89

[37] Pıckthall, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s. 100

[38] Mektubat-2, 440

[39] Tarihçe-i Hayat, 93

[40] Mektubat-1, 149

[41] Zülfikar, 117

[42] Mektubat-2, 389

[43] Sözler, 340

[44] Tarihçe-i Hayat, 131

[45] Mektubat-2, 391

[46] Mektubat-2, 391

[47] Lemalar, 119

[48] Şualar-1, 221

[49] Tarihçe-i Hayat, 629

[50] Mektubat-2, 448

Kaynak: İrfan Mektebi Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Zarûriyyat-ı Diniyye ve Ailenin Önemi

AİLE VE ÖNEMİ Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ A- MAKĂSIDÜ’Ş-ŞERÎA / ZARÛRİYYÂT-I DÎNİYYE Dinimizin korumayı …

Kapat