Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Risâle-i Nur’da Namazdaki Teşehhüd/Tahiyyâtın Îzâhı (Derleme)

Risâle-i Nur’da Namazdaki Teşehhüd/Tahiyyâtın Îzâhı (Derleme)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

RİSÂLE-İ NURDA TAHİYYÂTIN SIRLARI

Dokuzuncu Söz

İşte akşam namazı için böyle bir vakitte fıtraten bir Cemâl-i Bâkîye âyîne-i müştâk olan rûh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdîl eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâl’in arş-ı azametine yüzünü çevirip, bu fânîlerin üstünde “Allâhü Ekber” deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkî’nin huzurunda kıyâm edip, “Elhamdülillâh” demekle kusursuz kemâ­line, misilsiz cemâline, nihâyetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعينُ demekle muînsiz rubûbiyetine, şerîksiz ulûhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubûdiyet ve istiâne etmek;

hem nihâyetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve aczsiz izzetine karşı rükûa gidip,

sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlûkātın tahiyyât-ı mübârekelerini ve salavât-ı tayyi­belerini kendi hesabına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâl’e hediye edip ve Resûl-ü Ekrem’ine selâm etmekle bîatını tecdîd ve evâmirine itâatini izhâr edip ve îmânını tecdîd ile tenvîr etmek için şu kasr-ı kâinâtın intizâm-ı hakîmânesini müşâhede edip, Sâni’-i Zülcelâl’in vahdâniyetine şehâdet etmek;

hem saltanat-ı rubûbiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitâb-ı kâinâtın tercümân-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risâletine şehâdet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latîf, nazîf bir vazîfe;

ne kadar azîz, lezîz bir hizmet; ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet; ne kadar ciddî bir hakîkat;

ve bu fânî misafirhânede bâkıyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

***

Üçüncü Söz

Çünki: Âbid, namazında der:

اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلَهَ اِلاَّ اللّهُ Yâni: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir; abes iş yapmaz.

Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye îtikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur.

Dua ile çalar. Hem her şey’i kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder.

***

Yirmi Dördüncü Söz

Eğer desen: “Şu küllî, hadsiz ni‘metlere karşı nasıl şu mahdûd, cüz’î şükrümle mukābele edebilirim?”

Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir i‘tikād ile.

Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbûl adamlardan gelmiş. Orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?

Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri, kendi nâmıma sana takdîm ediyorum. Çünki sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsa idi, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”

İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçârenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek i‘tikād liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, âciz bir abd namazında اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der.

Yani “Bütün mahlûkātın hayatlarıyla sana takdîm ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdîm ediyorum. Eğer elimden gelse idi, onlar kadar tahiyyeler sana takdîm edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.”

İşte şu niyet ve i‘tikād, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. 

***

ALTINCI ŞUÂ’

Yalnız “İki Nükte”dir.

بِسْـمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيمِ

Namazdaki teşehhüdde bulunan اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ ilâ âhirihî kelimâtının iki noktasına gelen iki suâle iki cevabdır. Teşehhüdün sâir hakîkatlerinin beyânını, başka vakte ta‘lîk ederek bu Altıncı Şuâ‘da, bu hakîkatin yüzer nüktesinden yalnız iki nüktesimuhtasar bir sûrette beyân edilecek.

Birinci Suâl: Teşehhüdün mübârek kelimâtı, Mi‘râc Gece­si’nde Cenâb-ı Hakk ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?

El­cevab: Her mü’minin namazı, onun bir nevi‘ mi‘râcı hükmündedir. Ve o huzura lâyık kelimeler ise, Mi‘râc-ı Ekber-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm’da söylenen sözlerdir.

Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahattur ile, o mübârek kelimelerin ma‘nâları, cüz’iyetten külliyete çıkar. Ve o kudsî ve ihâtalı ma‘nâlar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti, nûru, teâlî edip genişlenir.

Meselâ, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o gecede Cenâb-ı Hakk’a karşı selâm yerine,

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demiş, yani “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbîhât-ı hayatiyeler; ve sâni‘lerine takdîm ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim, sana mahsûstur. Ben dahi, bütün onları, tasavvurumla ve îmânımla sana takdîm ediyorum.”

Evet nasıl ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibâdât-ı fıtriyelerini niyet edip takdîm ediyor. Öyle de, tahiyyâtın hulâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medâr-ı bereket ve tebrîk ve “Bârekallâh!” dediren ve mübârek denilen ve hayatın ve zîhayatın hulâsası olan mahlûkların, hususan tohumların, çekirdeklerin, tanelerin, yumurtaların fıtrî mübârekiyetlerini ve bereketlerini ve ubûdiyetlerini temsîl ederek, o geniş ma‘nâ ile Hâlik’ına arz ediyor. 

Ve mübârekâtın hulâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de, zîhayatın hulâsası olan bütün zîruhların ibâdât-ı mahsûsalarını tasavvur edip dergâh-ı İlâhîye o ihâtalı ma‘nâsıyla arz ediyor.

Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de zîruhların hulâsaları olan kâmil insanların ve melâike-i mukarrebînin, salavâtın hulâsası olan tayyibât ile nûrânî ve yüksek ibâdetlerini irâde ederek, ma‘bûduna tahsîs ve takdîm ediyor.

Hem nasıl ki o gecede, Cenâb-ı Hakk tarafındanاَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَآ اَيُّهَا النَّبِيُّ denilmesi, istikbâlde yüzer milyon insanların tarafından herbiri her gün hiç olmazsa on def‘a اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَآ اَيُّهَا النَّبِيُّ demelerini, âmirâne iş‘âr eder.

Ve o selâm-ı İlâhî, o kelimeye geniş bir nûr ve yüksek bir ma‘nâ verir.

Öyle de, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın o selâma mukābil

اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰي عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحينَ

demesi, istikbâlde muazzam ümmeti ve ümmetinin sâlihleri, selâm-ı İlâhîyi temsîl eden İslâmiyet’e mazhar olmalarını ve İslâmiyet’in umûmî bir şiârı olan mü’minler ortasındaki 

اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ , وَ عَلَيْكَ السَّلَامُ umum ümmeti tarafından denilmesini, râciyâne, dâiyâne Hâlik’ından istediğini ifade ve ihtâr eder.

Ve o sohbete hissedar olan Cebrâîl Aleyhisselâm tarafından emr-i İlâhî ile o gece,

اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ 

denilmesi, bütün ümmet, kıyâmete kadar böyle şehâdet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirâne haber verir. Ve bu mü­kâ­leme-i kudsiyeyi tahattur ile, kelimelerin ma‘nâları parlar, ve genişlenir.

15. Şua, Elhüccetüzzehra, İkinci Makam

Şimdi ilm-i İlâhînin delillerini beyân etmeden evvel, o kudsî sıfatın kâinâtın envâındaki tecellîleriyle, Zât-ı Akdes’i pek zâhir bir tarzda göstermesine delâlet ve şehâdet eden Mi‘râc-ı Muhammedî (asm) gecesinde huzur ve hitâb-ı İlâhîye mazhar olduğu zaman, birden 

اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ 

diyerek, bütün zîhayatlar ve envâ‘-ı mahlûkāt nâmına meb‘ûs ve elçi olduğundan, bütün bunların sıfat-ı ilmin cilvele­riyle Rablerini bildirdikleri tarzda, selâm yerinde umum zî-şuûrun bedeline, Hâlikına umum zîhayatın hediyelerini takdîm eder.

Yani: اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ 

bu dört kelime ile umum zîhayatın dört tâifesinin ezelî ve ebedî ilmin cilveleriyle Allâmü’l-Guyûb’a karşı tahiyyelerini, tebrîklerini, ubûdiyetlerini, güzel marifetlerini gösterdiğinden, bu kudsî mükâ­leme-i mirâciyeyi geniş manâsıyla okumak, teşehhüdde umum İslâm’ın farz bir vazîfesi olmuş.

O kudsî mükâlemenin îzâhâtını Risâle-i Nûr’a havâle edip, gayet kısa dört işaretle bir ma‘nâsını beyân edeceğiz.

Birincisi: اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ ’dır. Kısacık meâli şudur: Nasıl bir usta, pek hârika bir makineyi derin ilmi ve mu‘cizekâr zekâsıyla yapsa, o acîb makineyi gören herkes, o ustayı takdîrkârâne tebrîk edip alkışlar ve tahsînkârâne medihlerle ve ihsânlarla ona maddî ve ma‘nevî hediyeler ve tahiyyeler verir. O makine dahi o ustanın istediği tarzda tam tamına gayet mükemmel olarak arzularını ve hârika ince san‘atını ve mahâret-i ilmiyesini göstermesiyle, kendi ustasını lisân-ı hâl ile alkışlar, tebrîk eder. Ma‘nevî tahiyyeler ve hediyeler verir.

Aynen öyle de, kâinâtta bütün zîhayat tâifelerinin her biri ve her bir ferdi her tarafı mucizeli bir hârika makinedir ki, ustasının her şeyin her şeyi ile münâsebetini gören ve her şeyin hayatına lâzım bütün şeyleri görüp tam yerinde ona yetiştiren ihâtalı ilminin derin ve ince cilveleriyle kendini tanıttıran Sâni-i Zülcelâl’ini hayatlarının lisân-ı hâlleriyle, ins ve cin ve melek olan zîşuûrların kāl dilleri gibi tahiyyelerle alkışlarla ve tebrîklerle اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ derler.

Ve hayatlarının fiyatını doğrudan doğruya bütün mah­lûkātı bütün ahvâliyle bilen Hâliklarına ubûdiyetkârâne takdîm ediyorlar ki; mi‘râc gecesinde bütün zîhayat nâmına Mu­hammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Vâcibü’l-Vücûd’un huzurunda selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ deyip, bütün zîhayat tâifelerinin tahiyye ve hediyelerini ve ma‘nevî selâmlarını takdîm etmiş.

Evet, âdî bir muntazam makine, intizâm ve mîzânlı hey’etiyle, şeksiz mâhir ve dikkatli bir ustayı gösterdiği gibi; kâinâtı dolduran hadsiz zîhayat makineler de, her birisi binbir mu‘ci­zât-ı ilmiyeyi gösteriyorlar.

Elbette yıldız böceğinin ışığına nisbeten güneşin ziyâsı derecesinde ilmin cilveleriyle o zîhayatlar, ustalarının ve sermedî san‘atkârlarının vücûb-u vücûduna ve ma‘bûdiyetine pek parlak şehâdet ederler.

İkinci Kudsî Kelime-i Mi‘râciye: 

اَلْمُبَارَكَاتُ’dür. Madem hadîsçe “Namaz mü’minin mi‘râcıdır” ve mi‘râc-ı ekberin cilvesine mazhardır.

Ve madem dünya seyyahı, her âlemde ilim sıfatıyla Allâmü’l-Guyûb Hâlikını bulmuş. Biz dahi o seyyahla beraber mübâreklerin ve görenlere “Bârekallâh!” dedirtenlerin ve اَلْمُبَارَكَاتُ’nün geniş âlemine girip bütün zîruhun ma‘sûm ve mübârek yavruları ve bütün zîhayatın mukadderâtlarının ve programlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak, o mübârekât âlemini temâşâ ve mütâlaa ile ve kudsî sıfat-ı ilmin mu‘cizâtlı, ince cilveleriyle Hâlikımızı ilmelyakîn ile bilmeye o seyyah gibi çalışacağız.

Evet, gözümüzle görüyoruz ki; bütün o ma‘sûm yavrucuklar ve o mübârek mahzencikler ve san­dıklar, bir Alîm-i Hakîm’in ilmiyle, hem umumu, hem her bir ferdi birden bir uyanmak ve gaye-i hilkatlerine yürümek için bir ha­reket alırlar. Hakîkat nazarıyla bakanlara “Bin bârekallâh ve yüz bin mâşâllâh!” dedirtirler.

Evet, meselâ nutfeler, yumurtalar, tohumlar, çekirdekler, her biri birden ilimden gelen bir ince nizâm içinde; ve o nizâm, mahâretten gelen tam bir mîzân içinde; o mîzân, yeni bir tanzîm içinde; o tanzîm, taze bir ölçü ve tevzîn içinde; o dahi bir temyîz ve terbiye ve müteşâbih emsâlinden kasdî fârika alâmetleri içinde; o da san‘atlı bir tezyîn ve süslemek içinde; bu dahi hakîmâne, lâyık, mükemmel cihâzât ve tasvîr içinde; bu ise, kerîmâne rızık isteyenlerin zevklerini memnun etmek için o mahlûkların ve meyvelerin etleri ve yenilen kısımları ihtilâf içinde; bu ise, âlimâne, mu‘cizâne ayrı ayrı nakışlar ve ziynetler içinde; bu da ayrı ayrı güzel kokular ve lezzetli tatlar içindeki kemâl-i intizâm içinde birbirinden ayrı ve mütemâyiz iken, kesret ve sür‘at ve vüs‘at-i mutlaka içinde; sehivsiz, hatasız, bütün onların sûretlerinin inkişâfları ve her mevsimde o hârika hâlin devamı içinde; bütün o mübâreklerin her biri beraber bu mezkûr on beş dil ile ustalarının hârika mahâretini ve mu‘cizâtlı ilmini gö­ze gösterip, Allâmü’l-Guyûb ve Vâcibü’l-Vücûd Sâni‘lerini güneş gibi bildiriyorlar.

İşte bu pek geniş ve pek parlak şe­hâdetleri ve Sânilerini tebrîkleri içindir ki,

Mirâc Gecesi’nde bütün mahlûkāt hesabına konuşan Zât-ı Muhammediye Aley­hissalâtü Vesselâm, اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesini selâm yerinde demiş.

Üçüncü Kelime: اَلصَّلَوَاتُ ’dür ki, hem umûmî Mi‘râc-ı Ekber-i Muham­me­dî’de,(asm) hem her mü’minin hususî mi‘râcı olan namaz teşehhüdünde, her gün hiç olmazsa on def‘a yüz milyonlar ehl-i îmân o kudsî kelimeyi Peygamberin tebeiyetiyle dergâh-ı İlâhîye takdîm edip kâinâtta i‘lân ederler.

Mi‘râca dâir olan Otuzbirinci Söz, Mi‘râcın bütün hakîkatlerini -bir muhâtab ittihâz ettiği muannid mülhidlere ve münkirlere karşı dahi- gayet kat‘î ve kuvvetli bir sûrette isbat ettiğine binâen, tafsîlâtını ve huccetlerini ona havâle ederek, gayet muhtasar bir işaretle bu Üçüncü Kelime-i Mi‘râciyenin geniş ma‘nâsını gösteren zîruh ve zîşuûr tâifelerinin acîb âlemine bakıp, ilm-i ezelînin cilveleriyle Hâlikımızın vahdet ve mevcûdiyeti içinde kemâl-i rahmâniyetini ve rahîmiyetini ve azamet-i kudret ve şumûl-ü irâdesini bildirmeye çalışacağız:

Evet, bu âlemde görüyoruz ki, bu zîruhlar şuûren ve aklen olmasa da, hissen ve fıtraten hissediyorlar ki, her birinin hadsiz bir acz ve zaaf içinde hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hâcâtı ve matlûbları var.

İktidarları ve sermayeleri binden birine kâfî gelmediğinden, bütün kuvvetleriyle bağırırlar ve ağlarlar. Ma‘nen ve fıtraten yalvarırlar.

Kendilerine mahsûs sesleriyle, lisân­larıyla, duâlar ve niyâzlarla ve bir nevi‘namazlar ve salavâtlarla bir Alîm-i Kadîr’in dergâhına ilticâ ederlerken birden görüyo­ruz.

O bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp, yalvarmasını ve fıtrî duâsını işiten bir Alîm-i Mutlak, bir Kadîr-i Hakîm imdâdına yetişir, bütün istediklerini yapar. Ağlamalarını gülmeye, bağırmalarını teşek­kürlere çevirir.

Bu hakîmâne ve alîmâne ve rahîmâne yardım, pek parlak bir tarzda ilim ve rahmetin cilveleriyle bir Mücîb-i Mugîs’i ve bir Rahîm-i Kerîm’i bildirip, o zîruh âleminin bütün salavâtlarını ve ubûdiyetlerini ona takdîm ve tahsîs ma‘nâsıyla,

Mi‘­­râc-ı Ekber’de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm; ve mi‘râc-ı asgar olan namazlarda onun ümmeti, 

اَلصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ der.

Dördüncü Kelime-i Kudsiye: 

اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ ’ dir. Risâle-i Nûr’un çok hakîkatleri namaz tesbîhâtında ihtâr edilmesi hikmetiyle; hem Fâtiha’nın, hem teşehhüdün kelimelerinin hakîkat­lerini kısa işaretlerle beyân etmeye, âdetâ ihtiyârsız sevk edildim.

İşte Mi‘râc-ı Muhammedî’de(asm) denilen اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i kud­siyesi, ehl-i marifet ve îmânın ve küllî şuûr sâhibi olan ins ve cin ve melek ve rûhânîlerin, kâinâtı güzel tayyibeleriyle ve ha­seneleriyle ve ubûdiyetleriyle güzelleştiren; ve güzellerin âlemine bakan; ve sermedî Cemîl-i Mutlak’ın hadsiz cemâlini ve gü­zelliklerini ve kâinâtı süslendiren isimlerin dâimî güzelliklerini tam bilen; ve aşk ve şevkle küllî ubûdiyetlerle mukābele eden; ve parlak îmânın ve geniş marifetlerin ve medh ü senâların revâih-i tayyibeleriyle ve hoş kokularıyla Hâliklarına karşı yapılan o hadsiz tayyibâtları, manâsıyla Mirâc’da söylenmiş sırrıyla, teşehhüdde bütün ümmet, her gün usanmadan o kudsî kelime-i tay­yibeyi tekrar ederler.

***

Emirdağ Lahikası – 2: 114

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Evvelâ: Medreset-üz Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasib gördük.

O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi’rac Gecesinde, Fahr-i Kâinat ve netice-i hilkat-ı âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlahîde nev’-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde

 اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ 

demesi;

ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu;

ve bundan evvel “Hüve Nüktesi”nin haşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu’cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:

Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkîyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususî dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetüzzehra’nın İkinci Makamı’nda İlm-i İlahî mebhasinde

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ ilâ âhire’nin küllî manaları ruhuma gelip,

öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular.

Herbir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ 

kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların herbiri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler.

Çünki herbir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe’ olabilir bir vaziyettedir. O halde herbir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar herbir avuç toprakta bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız…

Veyahut bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ der.

Yani: Ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a hasdır.

Sonra herkesin hususî dünyasındaki gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi, küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile, hususan zîhayatların menşe’lerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

Çünki suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekâllah dediren ve hadsiz bârekâllah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri, o su unsurunun herbir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise, suyun zerratı adedince muhaldir.

Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince 

اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-ı âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm 

اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّهِ demiş.

Yani: Bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekâllah dediren bütün haletler ve san’atlar Zât-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz 

اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّهِ ‘leri Cenab-ı Hakk’a, huzuru ile hediye ediyor.

Sonra, herkesin hususî dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk’a, اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ diye takdim etmiştir.

Yani: “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şey’e mahsustur.”

Demek zerrât-ı havâiye adedince salâvatları ifade eden -Mi’rac-ı Ahmedî’de Aleyhissalâtü Vesselâm- اَلصّلَوَاتُ لِلّهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden “nâr” ile “nur” unsuru yani, hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ diyor.

Yani: “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler, 

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı azam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç aded yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel-ebed sultanı Kadîr-i Zülcelâl’e mahsustur.” diye, nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak, Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ demiş.

İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zât-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-ı kâinat ve sebeb-i hilkat-ı âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi -namlarına- meb’us olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ demiş.

Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrati’l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra, -Risale-i Nur’da izah edildiği gibi- Cenab-ı Hak 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle,

bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emr ü ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş.

Birden Peygamber 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ 

demekle, o kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip; bütün mahlukatın meb’usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.

Ümmeti ise her namazda 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emr ü fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

***

Dördüncü Şua, Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

İkinci Mes’ele: Hayatın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalâagâhtır.

Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir.

Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minâne, şuurdarâne, şâkirâne, minnetdarâne Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir.

Hem hadsiz zîhayatların Hâlıklarına vâsıfâne tahiyyatlarını ve şâkirâne tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir.

Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.

İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyâne hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.

***

Yirmi Üçüncü Lem’a

BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve târikü’s-salâtlardan işitiyoruz. Diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.

Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultân-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye olan mevcudatı âli makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kastamonu Tarihinin Kaynaklar Üzerine Bir Değerlendirme

Yazan: M. Serhat YILMAZ  Aşağıda "Giriş" bölümünü verdiğimiz makaleyi indirip okumak için alttaki başlığı tıklayınız  …

Kapat