Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Risale ve Bediüzzaman Üzerine / Risale-i Nur’da Sohbet: Mahiyeti, Önemi, Gerekleri vb (Derleme)

Risale-i Nur’da Sohbet: Mahiyeti, Önemi, Gerekleri vb (Derleme)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهَِ

SOHBET

İslâm âdâbında ve muaşeretinde müsbet sohbet makbuldür ve faydalıdır. Fakat nazarları dünyaya, âfâkiyata ve malâyaniyata dağıtan veya ahlâk ve âdâba aykırı düşen sohbetler ise, caiz değildir ve zararlıdır. Böyle sohbetlerden (23: 3) ve (28:55) gibi âyetlerin emriyle uzaklaşsın.

Evvelâ, bizler için ulvî ve müsbet sohbet nümunesi olan ve sohbet-i Nebeviyenin hususiyetlerini ve neticelerini gösteren birkaç kısa bahisleri görelim. Şöyle ki:

“Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur.” S: 489

“Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler.” M: 50

“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede olduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât edilmiştir.” S: 489

KELÂMDA İSRAF ETMEMEK

“Resul-i Ekrem (ASM) فاستقم كما امرت emrini tamamiyle imtisal ettiği için, bütün, ef’al ve akval ahvalinde istikamet kat’î bir surette görünüyor ….Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinap etmiştir” L: 60

Sohbet-i Nebevî telkinlerinin neticesi olarak sahabeler daima marziyat-ı Rabbaniyeyi merak edip o mes’eleleri sohbet ederlerdi. Bu hal, bizler için ittiba edeceğimiz en mühim örnek ve tekâmül sebebidir. Şöyle ki:

“Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta’ mergub olup revaç buluyor.

… Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
…Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.

İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu..” S: 481

İşte bu sebeble de “İçtihadda, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta, sahâbelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccihti. Bütün kalbler, ‘Rabbimizin bizden istediği nedir?’ diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hâli işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu mânâları tazammun ederek vuku buluyordu.” S: 491

Halbuki “Şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor.” S: 492

Demek müsbet telkin ve tekâmül şartlarını bulmak için -bilhassa Nur medreselerindeki hayatta- asr-ı saadetin mezkûr sohbetlerini ihya ve asr-ı hâzırın fuzuli sohbetlerine de kapıyı kapamak gerektir. Çünkü, cemiyette merak edilip alâka duyulan ve böylece umumîleşen mes’eleler hakkında yapılan müsbet veya menfi sohbetleri aşılayan ve idame ettiren en müessir telkinler sohbetlerdir.

Evet, “Diyar-ı İslâmda ise …umum Erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.” M: 434

Hz. Üstad sohbetlerden ziyade hizmete dikkat çeken beyanında diyor ki:

“Benim dar vaktim ve inzivadan gelen halet-i ruhiyem bıraksa, o fedakâr dostlara tam sohbet etmeğe hizmet-i Nuriye müsaade etmezdi.” Ş: 485

“Ziyarete gelen dost dört-beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise…” KL: 231

“Vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu’ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunucağım.” L: 266

Evet, Hz. Üstad asrın ekser insanlarından uzak durmak ve ihtilat etmemekle fuzuli konuşmalara yol açmıyor.

Müsbet sohbet ise, hakaik-ı diniyeyi tebliğ sayılır. Şöyle ki:

“Üstadın bir dersi, bir sohbeti, çok gençler için vesile-i necat olduğu gibi, Risale-i Nur’a fedakârâne hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu.” TH: 462

“Siz hem birbirinizi teselli, hem kuvve-i maneviyeyi takviye, hem tatlı sohbetle müzakere-i ilmiye, hem Nurların yazması ve mütalaalarıyla bu geçici zahmetin noktasını siler rahmet yapmağa, bu fâni saatleri bâki saatlere çevirmeğe muvaffak olursunuz inşâallah.” Ş: 520

Yani fuzuli sobetler, fani olup ebedi aleme gitmez ve bazan da mesuliyetlidir. Fakat meşru sobetler ise, bakî alemde bakî kalır diye olan Kur’anın hükmü nazara alınmalıdır.

“Hem mütefekkirane, o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

Yani: Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelalinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” BL: 260

Hem “herkesin arzu ettiği ve istediği ve ferahla kabul ettiği, şahsına karşı hürmet ve muhabbet ve sohbet, -fakat Risale-i Nur’a taalluk eden noktalar haricinde- bana ağır geliyor, beni sıkıyor, müteessir ediyor.” KL: 135

“Dünyada “El-hubbu fillah” hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: Cennet’te عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir surette, dünya maceralarını ve kadîm olan hatıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’an’ın nassıyla sabittir.” S: 649

“Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi’ etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki; arkadaşlarımın beraetlerinden sonra bir suç gösterip, hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu’ ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlahî ve kısmetimiz, bizi başka çilehaneye sevkettiler.” L: 266

İşte Risale-i Nur’dan sohbet mevzuunda tesbit edilen az bir kısım dersler, sohbet hakkında gereken bilgi için yeterli görülmüştür.

***

SOHBET -II

“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş: يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ demiştir.

1 – Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2 – Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.1

3 – Biri taleb et, başkalar lâyık değiller.

4 – Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5 – Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6 – Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى ٭ هُوَ الْمَطْلُوبُ ٭ هُوَ الْمَحْبُوبُ ٭ هُوَ الْمَقْصُودُ ٭ هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mabud; yalnız odur.” (S: 217)

“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (M: 71)

“O orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…” (M: 402)

“Gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun.” (TH: 126)

“Büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Ş: 202)

“İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzım diye kanaatımız var.” (Ş: 203)

“En büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara malayani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddî alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş: 340)

“Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir. (KL: 38)

“Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın. (BADILLI MN: 246)

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyâni bilip, vaktimizi zâyi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır. (EL: 43)

“İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana… İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, “nurun alâ nur” sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.” (S: 481)

“Yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu. İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.” (S: 491)

“Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. (M: 434)

“Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakıyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakıyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.

Ben bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.” (KL: 124)

“Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler.” (MN: 128)

اَلْكَلاَمُ كَالْمَالِ لاَ يَجُوزُ فِيهِ اْلاِسْرَافُ(H.Ş.: 143)

“Vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.” (S: 271)

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatım gelmiş ki: Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali, Tahirî’yi (R.H.) sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” der idim. Şimdi anladım ki; onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar, malayani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enaniyetten gelen hodfüruşluk ve tenkid ve telaş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itminan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur’un manevî kuvvetini gösterdiler. Cenab-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin, âmîn!” (Ş: 318)

“lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez manasındaki اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.” (KL:123)

“Risale-i Nur’un esas mesleği hakikî ihlas olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek; bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, riyakârlık, tasannu’ alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünki der: “Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat’iyyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar faide veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise: O, dünyayı şiddetle terkettiği için, dünyaya dair şeyleri malayani, vakti zayi’ etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nur’un hizmetine, intişarına ait olsa; bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evlâdlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok.” (EL: 214)

“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (GR:125)

1 Yalnız bu satır Mevlâna Câmî’nin kelâmıdır.

***

SOHBETLER NASIL OLMALI?

İslâm âdâbında ve muaşeretinde müsbet sohbet makbuldür ve faydalıdır. Fakat nazarları dünyaya, âfâkiyata ve mâlâyâniyata dağıtan veya ahlâk ve âdâba aykırı düşen menfî sohbetler ise, caiz değildir ve zaralıdır. Böyle sohbetlerden (23:3) (28:55) gibi âyetlerin emriyle uzaklaşmalıdır.

Evvelâ,  bizler için en ulvî ve müsbet sohbet nümunesi olan ve sohbet-i Nebeviyenin hususiyetlerini ve neticelerini gösteren birkaç kısa bahislerini görelim. Şöyle ki:

“Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envârına mazhar olur.” (S: 489)

“Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler.” (M: 50)

“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu.” (S: 489)

KELÂMDA İSRAF ETMEMEK

“Resul-i Ekrem (A.S.M) فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ emrini tamamiyle imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ahvalinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor. …hatta tekellümünde ve ekl ve şürbünde iktisadı rehber ve israfdan kat’iyyen istinab etmiştir.” (L: 60)

Sohbet-i Nebevî telkinlerin neticesi olarak sahabeler daima marziyat-ı Rabbaniyeyi merak edip o mes’eleleri sohbet ederlerdi. Bu hal, bizler için ittiba edeceğimiz en mühim örnek ve tekâmül sebebidir. Şöyle ki:

“Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer metâ megup oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de alemmeşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda, birer metâ mergup olup revaç buluyor … Meselâ şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçlar gibi … ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, hâlik-ı semanat ve arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmında istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve kur’an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi … Her kimin güzelce bir istidadı bulunması, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir der-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ajval ve vukuat ve muhâverettan taallüm ediyordu.” (S: 481)

Bu sebeble “İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.” (S: 491)

Halbuki “şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor.” (S: 492)

Demek müsbet telkin ve tekâmül şartlarını bulmak için -bilhassa nur medreselerindeki hayatta- asr-ı saadetin mezkûr sohbetlerine ihya ve asr-ı hâzırın sohbetlerine de kapıyı kapamak gerekir. Çünkü, cemiyette merak edilip alâka duyulan ve böylece umumîleşen mes’eleler hakkında yapılan sohbetler, o mes’eleleri idame ettiren en müessir telkinlerdir.

“Diyar-ı İslâmda ise … umum Erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar.” (M: 434)

Hz. Üstad sohbetlerden ziyade hizmete dikkat çeken beyanında diyor ki:

“Benim dar vaktim ve inzivadan gelen halet-i ruhiyem bıraksa, o fedakâr dostlara tam sohbet etmeğe hizmet-i Nuriye müsaade etmezdi.” (Ş: 485)

“Ziyarete gelen dost dört-beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise…” (KL: 231)

“Vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu’ve hodfüruşluk ile geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunucağım.” (L: 266)

 “Eski Said … sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terketti.” (M: 62)

MÜSBET SOHBET

“Üstadın bir dersi, bir sohbeti, çok gençler için vesile-i necat olduğu gibi, Risale-i Nur’a fedakârâne hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu.” (TH: 462)

“Siz hem birbirinizi teselli, hem kuvve-i maneviyeyi takviye, hem tatlı sohbetle müzakere-i ilmiye, hem Nurların yazması ve mütalâalarıyla bu geçici zahmetin noktasını siler rahmet yapmağa, bu fâni saatleri bâki saatlere çevirmeğe muvaffak olursunuz inşâallah.” (Ş: 520)

“Hem mütefekkirane, o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

Yani: Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelalinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” (BL: 260)

“Allah için sohbet etmek ve hakiki bir teselli alıp vermek” lâzım. (Ş: 310)

“Bizim mesleğimizde sohbet-i sûriye ehemmiyeti azdır.” (KL: 214)

Hem “herkesin arzu ettiği ve istediği ve ferahla kabul ettiği, şahsına karşı hürmet ve muhabbet ve sohbet, -fakat Risale-i Nur’a taalluk eden noktalar haricinde- bana ağır geliyor, beni sıkıyor, müteessir ediyor.” (KL: 135)

Üstad Hazretleri diyor ki: “Yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” (KL:124)

Demek, hakikat-ı imaniyeye hizmet edenler, mesail-i dünyeviye ile meşgul edilmemelidir.

Sohbetlerde münakaşa edilmemeli:

“Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar…” (L: 106)

“Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır.” (Ş: 321)

NETİCE

Asr-ı Saadetteki cemiyette bütün sohbetler ve umumî olarak merak edilip rağbet gören mes’eleler, kelâm-ı İlâhiyeden, murad ve marziyat-ı İlâhiyeyi anlamak ve âhireti kazanmak idi. Zamanımızda ise:

1- Hayat-ı dünyeviyenin te’mini..

2- Siyaset merakları..

3- Felsefenin revacı. Yani: Dînî hükümlere tâbi olmak yerine, kendi arzusuna ve aklına göre dini te’vil edip kendi isteklerine uymaktır. Böyle bir hâle düşmemenin ehemmiyetli bir çaresi, Asr-ı Saadet cemiyetinin mezkûr hususiyetlerine bir derece sahip olan ve asrımızın mezkûr üç hastalığımıza karşı kapısını kapayan bir cemaat içinde olmaktır.

Cemiyetin ve geniş dairede çalışan Nur talebelerinin, manevi istinad noktası ve bir itimad merkezi olarak bulunması gereken bu haslar dairesi cemaati bulunmazsa veya geniş daireye meyl ederek keyfiyyet hususiyetlerini zayıflatır veya kaybederse, artık dünyanın vazifesi bitiyor demektir.

Rüştü TAFRAL (rha)

risaleinuronline

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Secdenin Nevileri

Kur’an’ın ifade kudreti, kelamdan anlayan herkesin tadacağı bir keyfiyet değildir. Necip Fazıl, Mehmet Akif, Shakespeare …

Kapat