Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Yazıları / Rol Modelleriyle Şehirlerin Ruhu: Kastamonu / Nurbin Gürsoy

Rol Modelleriyle Şehirlerin Ruhu: Kastamonu / Nurbin Gürsoy

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Rol Modelleriyle Şehirlerin Ruhu: Kastamonu

Kastamonu, tarihi süreçte sınırları içinde yaşamış olan rol modelleri, onların geriye bıraktığı eserleri, hem de topyekün oluşturduğu hava ile medeniyetimizin örnek şehirlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Nurbin Gürsoy’un kaleminden Kastamonu’yu anlatarak, Kastamonu’da doğmuş-yaşamış büyük isimleri tekrar gündeme taşıyarak, kültürel anlamda markalaşmış bir Kastamonu görme hayâlimize tüm okurlarımızı ortak ediyoruz. İyi ve kaliteli bir organizasyonla, hemen olmasa bile beş-on sene içerisinde, tüm dünyada Kazasker Mustafa İzzet Efendi ile anılan, Orhan Şaik Gökyay, Oğuz Atay ile anılan bir Kastamonu çok uzak değil, buna inanıyoruz.

Tarihi Hitit, Frig, Pers, Hellenistik ve Roma çağlarına uzanan, 1071 Malazgirt Savaşı’yla Anadolu’ya giren Türk boylarının hâkimiyet mücadelesine sahne olan, ardından sırasıyla önce Anadolu Selçuklu beldesi, sonra Osmanlı sancağı olan şehir Kastamonu

Evliyalar şehri, milli mücadelenin ana destek merkezi… Evliya Çelebi’ye göre âlimi, şairi ve hafızı bol olan diyar Kastamonu…

Bir yandan bu kadar derin geçmişi, maneviyatı ile tarih ve kültürü, bir yandan da mavisiyle, yeşiliyle tabii güzellikleri bir arada sunabilen Batı Karadeniz şehri…

Bağrından nice âlim, tasavvuf ehli, devlet adamı, sanatkar ve edebiyatçı çıkarmış olan bu kadim şehrin tarihi ve doğal güzelliklerine genel olarak göz atalım biraz…

Köklü bir tarihi miras üzerinde yükselen Kastamonu, bünyesinde pek çok eseri barındırıyor. 12’nci yüzyıldan kalma Kastamonu Kalesi şehrin zirvesinde gözcülük ederken, Anadolu’nun ilk saat kulelerinden biri olan kulesinden tüm şehri panaromik olarak seyretmek mümkün…

Osmanlı şehrine örnek teşkil etmeye devam ediyor Kastamonu

2’nci Beyazıd dönemine ait Nasrullah Kadı Camii, şadırvanı ve aynı isimdeki köprüsüyle şehir merkezine yaraşır bir konumda yer alıyor. Nasrullah Kadı Camii, Milli Mücadele’de Anadolu’yu dolaşan Mehmet Akif Ersoy’u da ağırlayıp, İstiklal Marşımız’ın TBMM’de kabulünden önce ilk defa burada okunmasına tanıklık etmiş bir eser. Selçuklu ve Osmanlı kültürünün derin izlerini taşıyan şehir pek çok cami ve külliyeye sahiptir. İsmail Bey KülliyesiYakup Ağa KülliyesiŞeyh Şaban-ı Veli Külliyesi öne çıkan külliyeleri iken,Atabeygazi Camii (Kırk Direkli Camii), Yılanlı Camii, sahabe-i kiram’dan Kays-ül Hemedani Asgar Hazretleri’nin medfun bulunduğu Hepkebirler Camii, Daday ilçesindeki içi tamamen ahşap olan, metal çivi ve herhangi bir metal aksam kullanılmamasıyla Türkiye’deki ender örneklerden biri olan Mahmutbey Camii ise bilinen önemli camileridir.

Osmanlı şehri, insanlık tarihinde benzeri çok az olan müstesna bir kültür ürünüdür.” diyor Turgut Cansever. Günümüzde Kastamonu her ne kadar bozulmaya yüz tutmuşsa da Osmanlı şehrine örnek teşkil eder konumunu muhafaza etmektedir. Kale ve vadi yamaçlarında yer alan ve sivil mimarimizin örneği olan evler Türk toplumunun yaşantısını nesiller boyu günümüze taşıyan tanıklardır. Sadece şehrin merkeziyle kalmayıp İnebolu ve Taşköprü ilçelerinde de bulabileceğimiz bu evler, kültürel kimliğin korunmuş öğeleri olarak göze çarpmaktadır.

Kastamonu, Milli Mücadele yıllarında İnebolu, Ilgaz, Çankırı, Kalecik-Ankara hattındaki İstiklal Yolu’nun önemli bir parçası olmuştur. Türk İstiklâl Savaşı sırasında en fazla şehit veren illerden biri olmasının yanı sıra, ordunun silah, cephane ihtiyacının nakledildiği güzergâhın güvenliğini de sağlamıştır. Şehir halkı kağnı kollarını çeken Şerife Bacılar,Hâlime Çavuşlar, Necibe Nineler ve 10 Aralık 1919 tarihinde Anadolu’nun ilk kadınlar mitingini yapan kadınlarından, ilerlemiş yaşına rağmen orduya mermi taşıyan Hamamcı Kadı Salih Reis’e kadar efsaneleşen isimlerle önemli başarılara imza atmıştır. Öyle ki şehrin İnebolu ilçesi ülkemizin ilk ve tek istiklal madalyalı ilçesi olma unvanına sahiptir.

Başta da dedik ya, Kastamonu evliyalar şehri diye… Bu unvan elbet boşa verilmemiş. Şehrin dört bir yanı maneviyat menbâı Allah dostlarıyla doludur. Şeyh Şaban-ı VeliSeyyid Sünneti, Müfessir Alaaddin EfendiAbdülfettah-ı VeliBenli SultanAşıklı Sultan,Abdal HasanKaranlık EvliyaAhmet Siyahî Efendi, Ahmet Hicabî Efendi, Mehmed Feyzi Pamukçu sayabildiklerimiz sadece…

Ilgaz Dağı Milli Parkı, Pınarbaşı ilçesindeki dünyanın en büyük ikinci kanyonu Valla KanyonuIlıca şelalesiHorma KanyonuIlgarini Mağarası, Cide sahillerindeki Gideros Koyu, güneşin denizden doğup denizden battığı ender sahillerden biri olan İnebolu ilçesi, yeşilin her tonunu barındıran uçsuz bucaksız ormanları da Kastamonu’nun sayabildiğimiz tabii güzellikleridir.

Geçmişten bugüne şehrin kimliği olan urgancılık, dokumacılık, sepetçilik, çarşaf bağlamacılığı ve bakırcılık gibi geleneksel el sanatları, kaybolmaya yüz tutmuş olsa da halen icra edilmektedir. Yöreye has olup bin yıldır genetiği değiştirilmeden yetiştirilen siyez buğdayı, şifalı üryani eriği, çekme helvası, her ne kadar başka şehirlerle özdeşleşmiş olsa da kendine özgü etli ekmek ve pastırması Kastamonu’nun lezzetleridir.

Yukarıda hülasa kabilinden aktarmaya çalıştığımız bilgiler ışığında, Kastamonu’nun tarihinden kültüründen, geleneğinden, maneviyatından beslenerek, hem bu şehre hem de tüm ülkeye hizmet etmiş olup bu yazıya vesile olan simge şahsiyetleri gücümüz yettiğince ele alalım şimdi de…

Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli

Tarih boyunca Kastamonu’da bulunan çok sayıdaki tekke ve zaviye halkı dini ve tasavvufi yönlerden beslemiştir. Şehirde Mevlevî, Kâdiri, Halvetî, Nakşî, Bayramî ve Celvetîlere ait dergahlar dini ve sosyal hayatta etkili olmuşlardır. Hiç şüphesiz bunların en önemlisi Halvetiyye tarikatının Cemâliye şubesinin önemli kollarından biri olan Şabaniyye’nin kurucusu Şeyh Şaban-ı Veli’nin medfun bulunduğu dergahtır. Bugün artık cami, türbe, Âsâ Suyu, şadırvan, kütüphane, dergah evleri ve müzeden oluşan bir külliye durumundaki mekan, yurt içi ve yurt dışından gelen pek çok ziyaretçiyi ağırlamaktadır.

Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli’nin ve güçlü postnişinlerin burada medfun bulunması, tasavvuf tarihi açısından Kastamonu’nun her dönemde önemli bir merkez olarak kalmasını sağlamıştır.

Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri, Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç nahiyesine bağlı Çakırçayı köyünde dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta anne babasını kaybedince hayırsever bir hanım tarafından evlat edinilerek yetiştirilmiştir. İlk tahsiline mahalle mektebinde Kur’an tâlimiyle başlamış, zaman zaman şehir merkezinde okumaya devam etmiş, sonra da İstanbul’da her ilimden ve bu ilimlerin erbabından dersler almıştır.

Aldığı dersler Şeyh Şaban-ı Veli’yi, esas gayesinin Allah’ın sırlarına ve varlığına ulaşmak olduğu düşüncesine getirince, uzun uzun tefekkürlerle geçireceği bir mevsime geçiş yapmıştır. Adeta bir mürşid-kâmil aramaya sevk olunan Şaban-ı Veli, bu sırada Bolu’da Hayreddin Tokadî isminde âlim ve kâmil bir zat olduğunu duymuştu. Bu düşünceler içindeyken bir gece rüyasında “Memleketinize, sılaya varınız!” hitabına muhatap olması üzerine memleketi Kastamonu’ya dönmeye karar vermiştir. İstanbul’dan yaya olarak arkadaşlarıyla yola çıkan Şaban-ı Veli yol üzerinde bulunan Hayreddin Tokadî’yi ziyaret etmeyi düşünmüş ve bir akşamüstü Hazret’in huzuruna varmıştır. Varış ki o varış… Dervişlik elbisesini giyen Şaban-ı Veli, Tokadî’nin yanında tam on iki yıl kalarak tarikata hizmet etmiştir. Bu süre zarfında tasavvuf mertebelerini aşmış, şeyhinin himmetine mazhar olmuştur. Bir müddet sonra da memleketi Kastamonu’ya hilafetle gönderilmiştir. Memleketinde Hisarardı Mahallesi’ndeki Seyyid Sünnetî Mescidi’ne (Şimdiki kendi adıyla anılan cami) giderek irşad ve tebliğ hizmetinde bulunmuştur. Mescitteki halvethanelerde başladığı erbainle birlikte tamamladığı kemâlatıyla da manevi ışığı halka yayılmaya başlamıştır.

Şa’bân-ı Velî, dünyâya hiç meyletmemiştir. Takvâ ve verâ ehli idi. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ şüpheli korkusu ile mübahların bile fazlasını terk ederdi. Zamanlarının bir dakika boşa geçmemesi için uğraşır, vaktini ibâdet ve insanlara faydalı olmakla geçirirdi. Dîn-i İslâm’ı yaymak, Ehl-i Sünnet îtikâdını herkese anlatmakla vaktini değerlendirirdi. Halveti tarikatının Seyyid Sünneti’den sonra bu beldede mürşidi kalmamıştı. Ama İlahi Kudret eliyle memleketine döndürülen Şeyh Şaban-ı Veli, tam da bu boşluğu doldurmak için getirilmişti. Şaban-ı Veli Hazretleri münzevi bir hayat geçirerek yedi sene mescitte hizmet etmiş, evliyalık tâcını başına geçirmiştir.

Bir gün İstanbul’da Süleymaniye Camii vaizi olan aslen Kastamonulu Muharrem Efendi kendisini ziyarete gelmişti. Gitmeğe hazırlanırken ona, “Gitme, biz ahirete göç yapıyoruz. Benim namazımı kıl, öyle gidersin.” buyurdu. Görünür bir rahatsızlığı olmadığından bu sözlerini onun yaşlılığına verdiler. Fakat gerçekten kısa bir süre sonra bir Cuma sabahı tarih 18 Zilhicce’yi gösterirken gün doğumunda dünyasını değiştirmiştir.

Bugün manevi feyizlere talip olup türbesini ziyaret eden herkesi “Gelişiniz güle güle, gidişiniz güle güle, her işiniz güle güle olsun” diyerek karşılayan Şeyh Şaban-ı Veli’nin, âsâsını vurduğu yerden çıkan ve zemzeme çok benzediği için “ebizemzem” diye anılan Âsâ Suyu da gönülleri serinletmektedir.

Edebiyatımızdaki ilk edebî tenkit örneklerini veren bir eleştirmen: Latîfî Çelebi

Şairlerin hayatları hakkında bilgiler verilerek kişilikleri, şiirleri ve eserleri üzerinde değerlendirmeler yapılan eserler edebiyatımızda “tezkire” olarak isimlendirilir. Edebî eleştiri içerdiğini söyleyebileceğimiz tezkirelerin yazarları, eserlerinde kendi anlatım üsluplarının sanatlı ve ahenkli olmasına özen göstermişlerdir.

Edebiyatımızdaki tezkirecilik geleneğine önemli katkılar sunan ve 1546’da Kanuni Sultan Süleyman’a sunulan Tezkiretü’ş-Şuarâ’nın yazarı olan Latîfî Çelebi Kastamonuludur. Asıl adı Abdüllatif olup Latîfî’yi mahlas olarak kullanmıştır. Dedesi Fâtih Sultan Mehmet devri şairlerinden, Akşemseddin’ın oğlu Hamdi Çelebi’dir. Latîfî, tahsiline Kastamonu’da başlamıştır. Yirmi-yirmi beş yaşlarında iken İstanbul’a gitmiştir. On-on beş yıl İstanbul’da kalan şair, devrin defterdarı İskender Çelebi’ye sunduğu mensur bir bahâriyye vesilesiyle Belgrad İmareti’nin kâtipliğine tayin edilmiştir. Uzun süre Belgrad’da kaldıktan sonra 1543’te İstanbul’a dönerek yine aynı görevde bulunmuştur. 1546 yılında tezkiresini hazırlayıp Kanunî Sultan Süleyman’a takdim etmiş ve Ebû Eyyûb-i Ensârî Vakfı kâtipliğine getirilmiştir. 1553’te bu görevinden azledilerek Kanunî Sultan Süleyman’ın Rodos İmareti’nin kâtipliğine gönderilmiştir.

Latîfî’nin yazdığı on kadar eserinin arasında en meşhuru 1546’da tamamlayıp Kanuni’ye sunduğu Tezkiretü’ş-şuarâ’dır. Tezkirecilik tarihimizin en önemli örneklerinden olan eser bir mukaddime, üç fasıl ve hâtimeden meydana gelmiştir. Birinci fasılda Anadolu’da yetişen şair şeyhler, ikinci fasılda şair padişahlar, üçüncü fasılda ise harf sırasına göre Sultan II’nci Murad Han devrinde 1543’e kadar yetişen üç yüzden fazla şair yer almaktadır. Latîfî eserinde yer verdiği şairleri tarafsız bir şekilde değerlendirmeye çalışmıştır. Latîfî, bu yönüyle edebiyatımızdaki ilk edebî tenkit örneklerini veren bir eleştirmen olarak öne çıkar. Latîfî, tezkire türünde şairlerin biyografisine genişlik kazandırmak, şairlik düzeylerine hak ettikleri oranda yer vermek, şairleri alfabetik olarak sıralamak, şairlerin şiirlerine eleştiri getirmek gibi yaklaşımlarla tezkirecilik geleneğine yeni yaklaşımlar sunmuştur.

Latîfî’nin eserleri, Tezkiretü’ş-şuarâ, Evsâf-ı İstanbul, Fusûl-i Erbaa (Dört mevsimin özelliklerini anlatır), Nazmü’l-cevâhir (Hz. Ali’nin 207 hikmetli sözünün birer kıta ile Türkçe’ye tercümesi), Sübhatü’l-uşşâk (100 hadis tercümesi), Enîsü’l-fusahâ, Evsâf-ı İbrahim Paşa, Esmâ’ü süveri’l-Kur’ân’dır.

Hattat, besteci, neyzen, şair ve devlet adamı: Kazasker Mustafa İzzet Efendi

Bugün Kazasker Mustafa İzzet Efendi denilince ilk akla gelen Ayasofya’daki devasa ölçülere sahip 8 hat levhası olan sanatkârımız, aynı zamanda besteci, neyzen, şair ve devlet adamı olarak da tarihimizde ayrı yere sahip bir şahsiyettir.

Kazasker Mustafa İzzet Efendi, 1801’de Kastamonu’nun Tosya ilçesinde dünyaya gelmiştir. Babası, Tosyalı Bostanizade Mustafa Ağa, annesi ise İstanbul’daki Kâdirî dergahının kurucusu İsmail Rumi Efendi’nin torunlarındandır. Küçük yaşlardayken babasını kaybedince annesi tarafından eğitimi için İstanbul’a, Fatih’te bulunan Başkurşunlu Medresesi’ne gönderilmiştir. Medresede dini ilimler ve Arapça öğrenmiş, Kömürcüzade Hafız Efendi’den müzik dersleri almış, hat sanatı ve ney çalışmıştır. 1819 yılında padişah II. Mahmut’un Mustafa İzzet Efendi’yi dinleyip sesini çok beğenmesi üzerine kendisine, iyi bir eğitimle beraber devlet kademelerinde önemli görevler üstleneceği bir bürokrat ve sanatçı olmanın yolu açılmıştır.

Önce saray için yetiştirilmiş, öğrenimine üç yıl boyunca Galatasaray Sultanisi’nde, sonra saray içindeki Enderun-u Hümayun Mektebi’nde devam etmiştir. Müzik, hat, lisan ve edebiyat eğitimi sırasında virtüözlük derecesinde neyzen olarak yetişmiş, edebiyat ve hat sanatlarında da kendisini göstermiştir.

Dönemin en iyi hat üstatlarından olan Yesarizade Mustafa İzzet’ten hat dersleri almıştır. Yeserizade’den icazet aldıktan sonra padişah yakınları arasına girmiş, kazaskerliğe getirilmiştir. Saray’da ikinci imam, başimamlık ve Eyüp Sultan Camii imamlığı yapmış. Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği, şehzadelere hat hocalığı görevlerinde bulunmuştur. Kazasker ismini de bu devlet görevi sebebiyle almıştır.

Kazasker Mustafa İzzet Efendi hat ustalığını daha çok nesih, sülüs, celi sülüs ve celi talik türlerinde eserler vererek göstermiştir.

Öğrencisi Hattat Şefik Bey’in teyzesi ile evlenen Mustafa İzzet Efendi’nin Ata, Tevfik, Emine adlarında üç çocuğu olmuştur. Son yıllarını Bebek’teki yalısında geçiren Mustafa İzzet Efendi, 16 Kasım 1876’da vefat etmiş olup, Tophane’de Kâdirî Dergâhı Mezarlığı’na defnedilmiştir. 

En ünlü hat eserleri arasında Ayasofya’da bulunan ve o güne kadar yapılanların en büyüğü olan -7,6m. çapındaki- “Hulefay-ı Raşidîn” levhaları ile kubbe kuşağındaki “Nûr” ayeti, İstanbul Üniversitesi (eski Daire-i Umür-ı Askeriye) kapısının üstünde ve bahçeye bakan taraftaki ta’lik kitabe, Bursa Ulu Camii’de iki büyük levha, Hırka-i Şerif Camii ve Kasımpaşa Camii’lerindeki levhalar, Yahya Efendi Türbesi’nde “Nur” ayeti, Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa türbesinde “Süre-i Dehr” ve ta’lik tarih, 16 Kur’an, 15 Delailu’l-Hayrat, 30 En’am ve kasaid, 250’den fazla hilye ve çok sayıda levha yer alır.

Tutunamayanlar”ın iç dünyasının yazarı: Oğuz Atay

Türk edebiyatının önemli eserlerinden olanTutunamayanlar’ın yazarı Oğuz Atay 12 Ekim 1934 yılında Kastamonu’nu İnebolu ilçesinde doğmuştur. Babası, VI. ve VII. dönem Sinop, VIII. dönem Kastamonu Milletvekilliği yapan Cemil Atay’dır. 1951’de bugünkü adı Ankara Koleji olan Ankara Maarif Koleji’ni, 1957’de de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirmiştir. Üç yıl sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi olmuştur. 1975’te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazmıştır.

Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlanan yazarı asıl üne kavuşturan, sıra dışı tarzıyla 1970 yılında tamamladığı Tutunamayanlar adlı eseri olmuştur. Atay Tutunamayanlar’da modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatmıştır. Romanın kurgusu, yazarın tarzı ve anlatım biçimi birçok kesimden övgü toplamıştır. Oğuz Atay’ın tüm eserleri eleştiri, mizah ve ironi barındırır.

Tutunamayanlar‘ı 1973’te yayınladığı Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izlemiştir. Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan’ın hayatı konu eden Bir Bilim Adamının Romanı‘nı 1975 yılında yayımlamıştır. 1973 yılında yayımlanan “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir.

Atay, beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi “Türkiye’nin Ruhu”nu yazamadan 13 Aralık 1977’de, İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Öldükten sonra 1987’de Günlük, 1998’de ise Eylembilim adlı kitapları yayımlanmıştır. Atay’ı ilginç kılan, sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamasa da ölümünden sonra büyük ilgi görüp defalarca basılmış olmasıdır.

Bu Vatan Kimin” şiiri ile hafızalarda yer etmiş şair: Orhan Şaik Gökyay

Bu vatan toprağın kara bağrında

Sıradağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda

Kendini tarihe verenlerindir.

Tutuşup kül olan ocaklarından,

Şahlanıp köpüren ırmaklarından,

Hudutta gaza bayraklarından

Alnına ışıklar vuranlarındır.” dizelerinin sahibi şair, öğretmen, edebiyat ve dil tarihi araştırmacısı Orhan Şaik Gökyay, 16 Temmuz 1902 tarihinde babasının öğretmen olarak görev yaptığı İnebolu’da dünyaya gelmiştir.

İlköğretimine Kastamonu’da başlamıştır. Kastamonu İdadisi’nin dokuzuncu sınıfında okurken, ailesinin maddi sıkıntıya düşmesi sebebiyle öğrenimine ara vermiş, katip olarak özel idarede çalışmaya başladıktan sonra edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. İlk şiiri Kastamonu’daki Açıksöz gazetesinde 1922 yılında yayınlanmış olan Gökyay, aynı yıl öğrenimini tamamlamak üzere Ankara’ya gitmiştir. Ankara Darü’l Muallimin’den mezun olduktan sonra Piraziz, Samsun ve Balıkesir’de öğretmenlik yapmıştır. Balıkesir’de görev yaptığı sırada Çağlayan isminde bir edebiyat dergisi çıkarmış ve takma isimle yazı ve şiirlerini yayımlanmıştır.

1927 tarihinde İstanbul Darülfünun’un Edebiyat Fakültesi’ne kaydolmuş, bu okulu bitirdikten sonra da Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. ‘Bu Vatan Kimin’ şiirini Bursa’da iken yazmıştır. 1938 yılında Dede Korkut hikâyelerini yayınlamış, daha sonra Musiki Muallim Mektebinde, Galatasaray Lisesinde ve Çapa Eğitim Enstitüsünde edebiyat öğretmenliği yapmıştır.

1959 tarihinde Londra’ya giden Gökyay, buradaki School of Orient and African Studies’te Türk Dili ve Edebiyatı okutmanı olarak çalışmış, 1962’de Türkiye’ye dönünce Çapa Eğitim Enstitüsü’ndeki görevine tekrar başlamıştır. 1967 yılında yaş haddinden emekli oldu. Emekli olduktan sonra da eğitim ve öğretimden kopmamış, eğitim enstitüsünde, Marmara Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders vermiştir. Değerli kitaplardan oluşan kütüphanesini Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi’ne bağışlamıştır. Yetmiş yılık öğretmenlik hayatında binlerce öğrenci yetiştirmiş olan Orhan Şaik Gökyay, 2 Aralık 1994 tarihinde vefat etmiştir.

Gökyay’ın bazı eserleri şunlardır: Dede Korkut, Dedem Korkut’un Kitabı(İstanbul, 1973), Katip Çelebi’den Seçmeler (İstanbul, 1968), Destursuz Bağa Girenler (Dergâh yayınları, İstanbul 1982)Bu Vatan Kimin? & Şiirler.

Kastamonu, tarihi, kültürü, tabii güzellikleri, manevi şahsiyetleri, geçmişte olduğu gibi bugün de sanat, siyaset, edebiyat ve ticaret alanında başarılara imza atan nice isimleriyle ülkemize ve dünyaya katma değer sağlamaya devam etmektedir.


dunyabizim.com

 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Kurtşeyh Dede ve Devrekâni

SEYYİD KURTŞEYH DEDE VE DEVREKÂNİ Ülkemizin her köşesi tarih, kültür ve medeniyet barındırmakta. Tarihte önemli …

Önceki yazıyı okuyun:
Denizcinin Ramazanı XVIII / Vehbi KARA

Denizcinin Ramazanı XVIII Risale-i Nur’un Bir Faydası Bir Arap ülkesinde sık sık acenteye gitmek zorundan …

Kapat