Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / RİSALE-İ NURLARI ANLAYABİLMEK / İsmail ANBARLI

RİSALE-İ NURLARI ANLAYABİLMEK / İsmail ANBARLI

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Risale-i Nurları anlayabilmek için evvela layık olduğu takdiri ve istihsanı kalbimizle ruhumuzla ve aklımızla yani bütün duygularımızla ona karşı ifa etmeliyiz… Yani o lüzumlu halet-i ruhiye’yi yerine getirmeliyiz ki; üst de dediğim gibi bizler latifelerimizle Risale-i Nurlara yaklaşırken, Risale-i Nurlarda manen bize yaklaşsınlar.

Zira takdir ve istihsan da öyle bir iksir vardır ki, çok yüksek hakikatlere insanı manen ulaştırır ve yetiştirir. Birçok muğlâk gibi görünen hakikatin perdelerini aralar veya açar, o perdelerde teraküm eden hakikatleri insanın nazarına perdeleri kaldırarak tek, tek ifham eder. Böylece de anlamıyorum zanneden insan Okuduğu yerlerin ruhuna nüfus ettiğini ve o sırlı hakikatlerle manen aklen ve fikren mecz ettiğini görür.

Evvela ve bizzat Risale-i Nurların bu asrın tefsiri ve bu asrın insanının fehmine uygun yazıldığına aklı ile fikri ile hükmetmelidir, hükmedecektir zira öyledir. O zaman önündeki müşkül gibi görünen kelime ve ibareler ve ifadeler ona bir gül goncası gibi açılacaklardır.

Zira insan kendi, kendisinin latife ve idrakinin önüne bir takım barikatlar ve mânialar kurmaktadır. İnsan bir takım mazeretler üretmekle veya ehl-i dalaletin tuzaklarından ibaret olan “Risale-i Nurlar ağır bir lisanla yazılmıştır, anlaması zordur.” Diyerek yaptıkları menfi propagandanın tesirinde kalarak istemese de, kastı olmasa da maalesef onların maşası ve mel’abegahı durumuna kendisini farkında olmadan düşürmektedir.

Evet, Ehl-i dalaletin devamlı yaptığı “Risale-i Nurlar ağır bir lisanla yazılmış, onun için anlaşılması güçtür” propagandasının menşei artık bariz bir şekilde bilinmektedir ki, bu menhus ve yalan üzerine kurulmuş propaganda, ehl-i dalalet ve ehl-i hıyanet menşeli ve membalıdır. Materyalist membalıdır. Kaynak ve itham onlarındır. Maalesef ehl-i İman bu tuzağa kolayca düşmektedir. Belki de bu menhus tuzağa düşmek, ehl-i imanın tembelliğinden dolayı kolay oluyordur.

Barla lahikası 1926 Tarihinden itibaren yazılmaya başlanılan bir eserdir. Ona baktığınızda evet, Hulusi Yahyağil ağabey gibi ve Abdülmecid ağabey gibi âlim ve fazıl kişileri görürsünüz onların yazdıkları mektupları okursunuz ama bir de Sabri ağabey gibi, Mustafa Gül, Tahiri Mutlu (köyde cami hocası) vesaire ağabeyler gibi, tarlada çalışarak çiftçilik yapan ağabeylerin mektuplarındaki latif ibare ve ifadeleri de görürsünüz.

Şimdi birçok hususta 1926 ile 2009 lu yılların mukayesesini yapınız lütfen. 1926 da ülke Birinci cihan savaşından yeni çıkmış fakir ve maddi imkânları çok dar ve sınırlı olan insanların yaşadığı bir ülke… Belirli bir sınıfın (Aristokrat ve Komprador sınıfın) dışında kalan herkes perişan ve fakir ve aç. Vatanın her tarafında ve her yerinde yol yok, herhangi bir yere ulaşım çok zor, kağnı arabaları ve at arabaları ile ulaşım sağlanıyor. Bazıları at üstünde ve eşek üstünde gitmek istediği yere, karda soğukta ve yağmur altında sıkıntı içerisinde gidebiliyor. Fakat imkânları çok dar olan bu kimseler bu zorluklarıyla beraber, bir de Jandarmanın mütehakkim ve zalimce tahakkümünden ve çok sıkıştırmasına rağmen ve Hükümetin istibdat ve zorlamasına kıyasen Risale-i Nurları yatak konulan yüklüklerde, yüklüklerin kapılarını dışarıya ışık sızmasın diye kapatarak, gaz lambalarıyla ve mumlarla Risale-i Nurları yazarak çoğaltıyorlar ve okuyorlar. Bir kısmı ahırlarda gece hayvanları kontrol ediyormuş gibi yaparak, hayvanların arasına diz çöküp gemici feneri veya en ufak bir rüzgârda sönen mum ile veya gaz lambası ile Nurları yazmaya ve okumaya başlıyorlar. Bazı fedakâr kadınlar gündüz tarlada çalışırlarken geceleri kocaları o Nur-u Kuranın in’ikası olan tefsirlerin daha kolayca yazılması için kocalarına lambaları yüklükte elleriyle tutuyorlar. Uyuklayarak kaç sefer elindeki lambayı veya mumu düşürüp, yangın tehlikesi atlatan mübarekler kafilesi vardır. Ama onlar hiç yılmıyorlar, hiç atalet ve tembelliğe düşmüyorlardı.

Hem biliyormusunuz o zamanlar bir evde hokka ve mürekkep bulunması ve divit ile kalem ucu ve kâğıt bulunması da yasaktı. Jandarmanın bir aramasında bu suç(!) unsurları bulunursa insanlara sen çiftçisin bunlarla senin ne işin var deyip, karakola götürülüp taciz ediliyor ve bazıları da ya nezaret hapsi veya cezaevine gönderilerek hapis yatıyorlardı. Buna Rağmen Isparta nın Sav köyü gibi, bin hanelik bir köyün iki hanesi hariç diğerlerinin hepsinde Nurlar yazılıyordu. O Risale-i Nur yazılmayan iki evin birinde bir cami hocası diğerinde de bir öğretmen oturuyordu. Ne garip bir tecelli değil mi? Her neyse…

Şimdi teknoloji baş döndürücü bir hızla ve sür’atle gelişiyor. İçinde yaşadığımız asır Bilgisayar ve teknoloji asrı cep telefonlarındaki gelişme akıllara durgunluk veriyor. Acaba bizler teknolojinin nimet olan hakiki veçhesini anlayamadığımız için mi? O teknoloji bizi tembelleştiriyor ve atalete mi atıyor acaba? Mesela insanlar koltuğa oturuyorlar ellerinde televizyon kumandası bağlı olduğu uydu aracılığıyla binlerce kanala bağlanarak dünya ile irtibat kurarcasına dünya televizyonlarını geziyor. Bilgisayarla internete bağlanıp anında dünyanın en hücra köşesinde olan bir tanıdığı ile münasebet kurarak irtibata geçebiliyor; hem de isterse hem görüntülü hem de sesli olarak irtibat kuruyor. Aman Ya Rabbi bu insanın aklına durgunluk verecek kadar şümullü bir gelişme acaba bizi atıl ve gayesiz yapan bu gelişmelerin hakiki mahiyetini bilememekten mi kaynaklanıyor? Teemmel!!…

Saff-ı evvellerin yaptıkları bu azami fedakârlık örneği ve faaliyet; İmanın bir in’ikası değil mi? Ve ruhi ve aklı bir ihtiyacın ifası için gayret sarf etmek ve bu emek ile bir Cennet-i hususiye’yi yaşamak değil mi? İlme talip olma ve Kur’an’ın bu asra bakan veçhesini, azami fedakârlık içerisinde okumak ve içindeki o hakikatlere vakıf olarak yaşamak gayreti değil mi? Ot gibi bir hayat sürmekten kurtularak, öğrendikleri ile iç huzurunu bularak yaşamak değil mi? Hem o Kur’ani hakikatleri okuyarak dar dünyasının, dar görüş ve mütalaalarını, genişletmek ve duygularının kâinatı ihata etmesine zemin izhar etmesi demek değil midir?

Demek insan için talep etmek ve istihsan ederek okumak ve bakmak çok önemlidir. İşte bu talep ve istihsan onu alay-ı illiyine çıkaracak olan iki ameli fiildir.

Onlar yani o Saff-ı evveller Risale-i Nurları okumak ve yazmak gibi fiillerle ebedi hayatta ebedi cenneti bu fani dünyada da bir cennet-i hususiye’yi kazanacaklarını biliyorlardı hatta o çok kıymetli ve ulvi fıtri isteği kazanmanın yolunun sadece Risale-i Nurları okumak ve onlara hizmet etmek olduğuna inanıyorlardı. Onların hayatları Risale-i Nurlarla tekrar dirilmiş, hayatlanarak adeta neşv-ü nema bulmuştu.

Risale-i Nurların bazı yerlerinde Hazret-i Bediüzzaman Risale-i Nurları anlamak meselesine bizlerin dikkatlerimizi çekiyor. Mesela Haşir Risalesi olan 10. Söz de sh 142 buyuruyorlar ki; “Ey bu risaleyi insafla mütalaa eden kardeş! Deme Ve tamam anlayamadığın için sıkılma. Çünkü İbn-i Sina gibi bir dahiy-i hikmet (el-haşru leyse ala mekayise akliyyetin) demiş. “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez.” Diye hükmetmiş. Hem bütün ulema-i İslam diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol, birden bire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hâkimin feyziyle ve Halık-ı Rahimin Rahmetiyle şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu, şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü İmanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar, tekrar mütalaa ile izdiyadına (artırmak) çalışmalıyız.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-ı azam, İsm-i azamın tecellisiyle olduğundan Cenab-ı Hakkın İsm-i azamının ve her İsmin azami mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azimeyi görmek ve göstermekle, Haşr-ı azam baharın zuhuru gibi kolayca ispat ve kat’i iz’an ve tahkiki İman edilir. Şu onuncu Sözde feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, aciz kalır, taklide mecbur olur. 10. Söz sh. 142

Demek ki, bizler Risale-i Nurları okurken, tefekkür gibi, mütalaa gibi okumanın bir takım kaide ve düsturlarına riayet ederek okumalıyız. Hem nazarlarımızı afaktan fikri alakamızı keserek aklımızı sadece Risale-i Nurlara teksif ederek, adeta zihnimize çakarcasına okumalıyız ki, idrak duygumuz onları kavrasın. Hem anlamak sadece lügat manalarını bilmekle olmaz. Çok okuduğunuz yer vardır ki, kelime manalarını bilirsiniz, ama kastedilen manayı anlayamazsınız.

Hâlbuki anlamak demek, cümlede kastedilene fikren ruhen aklen yaklaşmaktır. Yani hangi kitabı okursanız okuyun yazarın kastettiği nedir diye düşünmezseniz kitabı bitirseniz de anlamadan okumuş olursunuz. Her kelime ve cümlenin bir arka perdesi yani remzen işaret ettiği hakikatler vardır. Okumak bu perdeyi kaldırarak arkasındaki manalara bakmak demektir. Bu manaya nüfus edebilmek için yazarın halet-i ruhiyesine biraz da olsa girebilmeli, nüfus edebilmelidir.

Dördüncü Şua’nın başında aziz üstadımız İHTAR: “ Risale-i Nur sair kitaplara muhalif olarak baş da perdeli gidiyor. Gittikçe inkişaf eder. Hususan (Dördüncü Şua) da, Birinci mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe,bana mahsus gayet ruhlu bir muhakeme-i hissi ve gayet ruhlu bir muamele-i İmani vegayet gizli bir mükâleme-i kalbi (kalb ile konuşma) suretinde mütenevvi (çeşit, çeşit) ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. (meydana gelmiş) bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevkedemez.” (4. Şua 61 Zehra yayıncılık) buyurarak çok önemli hususlara dikkatimizi çekmektedir.

Üstadımızın bu İHTARINA fevkalade önem vererek evvela İHTARI tekrar, tekrar okuyarak dikkat çekilmek istenen noktaları iyi anlamalıyız.

Hem yine aziz Üstadımız bizleri 30. cu Lem’anın 6. Nüktesi olan “İsm-i Kayyum” bahsinde sahife 612 Söz basım (Yeni Nesil) yayın. Bizim dikkatlerimizi anlamak hususunda şöyle çekiyor.

Elbette her adam, her meseleyi her cihetle anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir.”… “Bir şey bütün, bütün elde edilmezse; bütün, bütünde elden kaçırılmaz.” Kaidesiyle “Bu manevi bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum.” Diye vazgeçmek kar-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparırsa o kadar kardır.”

İsm-i Azama ait meselelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır.”

Hususan İsm-i HAYY ve KAYYUMA ve bilhassa Hayatın İman erkânına karşı REMİZLERİNE (ince işaretlerine) ve bilhassa KAZA ve KADER rüknüne hayatın işaretine ve İSM-İ KAYYUMUN Birinci Şua’ına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz.” Gibi nakli izahlardan sonra şu hususlara da dikkat edilmesi gerekir kanaatindeyim.

1-Risale-i Nurları sakın başka kitaplarla mukayese etmeyiniz. Zira Risale-i Nurlar İlmi derinlikleri olan kelamı terimler ve çok derin İlmi hakikatler olmakla beraber; herhalde, şu hususa dikkat edilmelidir ki, Risaleler İlmi bir kariyeri olmakla beraber fakat onlardan ziyade Sünühat nevi’nden olarak Hazret-i Bediüzzaman tavzih edilerek yazdırılmış olan eserlerdir. Bediüzzaman vazifedar olarak asrın imamıdır. Yani bu asrın bir mü’min insanı olarak zihnimizin ve aklımızın mihrak noktası Risale-i Nurlardaki esasat ve ölçüler olmalıdır. Hayata bu Kur’ani ölçüler ile bakmalıyız ki hakiki kulluk vazifemizi ifa etmiş olalım.

2- Risale-i Nurları okurken onun hiçbir kitaba benzemeyen üslubunda ki, necip sırra ermek için biraz emek ve gayret sarf etmelidir. Yani kelime ve cümlenin ardında gizlenen derin ve Remzi hakikatte ki kastedilen murat nedir diye düşünerek okumalıdır. Hem tekrar, tekrar okuyarak Risaleler arasında birbirisini izah eder tarzdaki, satırlar arasına sanki serpiştirilmiş gibi adeta ekilen sırlı hakikatleri hatırlayarak o hususa biraz daha geniş mana veren diğer yeri hatırlayarak okumalıdır. Bu zor gibi görünse de asla zor değildir. Risale-i Nurları sadece Programlayarak her gün devamlı bir surette programlı bir şekilde okumalısınız. Bu asır TV leriyle, Bilgisayarlarıyla, cep telefonlarıyla diğer teknik cihetleriyle ve bizleri cezbeden birçok ahvaliyle zihinleri çok dağıtıyor. Tefekkür ve kullukla beraber ubudiyet-i külliye denilenhakikatten uzaklaştırıyor. İşte bunu anlayıp akıl ve zihnimizi sadece Risale-i Nurlar üzerinde teksif ederek, devamlı her gün hatta günde birkaç kere okumalıyız. Onunla maddi ve manevi rabıtamızı asla ve asla kesmemeliyiz. Kesersek manen mesul olacağımızı bilmeliyiz.

3- Risale-i Nurları okurken gazete okur gibi asla okumamalıdır. O bu asrın insanına bakan Kelam İlmidir. O, bu asrın Kur’ani tefsiridir. Kur’an’ın sonsuz deryasına dalarak bu asrın insanının ihtiyaçlarını o bahr-i muhitten, o deryay-ı Mu’cizden izn-i İlahi ile alarak, bu keşmekeş asrın insanına getirip onunla hitap etmiştir. Bu asrın insanı da onu istihsan ile arzu ve iştiyak ile okumalıdır.

4- Risale-i Nurlar yirmi senede Medreselerde okunan Kelam ilmini, bir senede anlayarak okuyan herkesi asrın (zamanının) âlimi yapmaya namzet harikulade bir eserdir. O eşsizdir, benzersizdir. Dikkatle okuyan herkes bu hakikati bariz bir şekilde görür, müşahede eder ve anlar.

5- Onu okurken tabi’i ki, lügatlerden faydalanılacaktır. Fakat asla lügat manasının içinde boğulmamalıdır. Cümledeki birbirine manen bağlı olan insicamlı mana ve merama bakmalıdır. O zaman önünüzde ki, perdeler kalkarak onun sırlı hakikatlerine mutlaka ulaşılanılacaktır. O derya-yı uzmanın derinliklerindeki güzellikler su yüzüne çıkacaktır.

6- Sakın, sakın ben burayı dün okumuştum şimdi okumayayım veya yeni okuduğum için dinlemesem de olur demeyiniz. Risale-i Nurlarda aynı yeri kaç sefer okursanız okuyunuz her seferinde başka, başka manalar, birbirisinden çok farklı güzelliklerin tezahürünü görecek ve Risaleleri çok güzel anlayacaksınız. Hem unutmayınız ki, Haşir Risalesini yazan müellif-i mübareği, kendi yazdığı eseri 80 (seksen) sefer okumuşlardır. Bu okumalarında tasnifler ve tashihler hariçtir. Onları da sayarsanız binlere baliğ olur. Hem hatırlayınız 21. Lem’a olan İhlâs Risalesinin hemen başında “Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” buyuruyorlar. Unutmayınız ve dikkat ediniz Risale-i Nurlarda lalettayin bir kelime veya cümle asla yazılmamıştır. Öyleyse “en geç on beş günde bir defa okuyunuz” deniliyorsa o ihtarın mutlaka asrın icaplarına bakan Kur’ani bir ikazı ve insana şifa gelecek bir hususiyeti mutlaka ve mutlaka vardır.

7- Hem bakınız 4. Şua başında ki, ihtarda İnsan dikkat ederek okursa, yani her şeyden nazarlarını çekip, sadece Risale-i Nurlara dikkatini vererek okursa o zaman İlim ve tefekkür deryası olan Hazret-i Bediüzzaman’la manevi bir rabıta kurmuş oluyor. Yani Kur’ani olarak yani o kutsi mananın tezahürü olarak Üstad ile “gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissive gayet ruhlu bir muamele-i İmani ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbi suretinde” bir manevi münasebet kurarak bir nevi Üstadın ruhlu manevi âlemiyle ve kalbi mülakatları ile münasebet kurmuş oluyor veya onları fehmetmeye başlıyor. Aman Ya Rabbi O Kur’an da mecz olmuş Kur’an hadiminin, Kur’an’ la mecz olmuş şahsiyetiyle münasebet ve alaka kurabilme nasıl büyük ve ulvi bir mazhariyettir belki de çok yüksek bir makama mazhar olmak demektir. Evet, Tarihçe-i Hayatını tam okuyanlar onunla “tam tevafuk ederek tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.”

8- İnsanın kemalatını katleden ve terakkisini önleyen “Adiyat” ile Ülfet ve Ünsiyetin menfi haletinden uzaklaşmalıyız. Evvela haftada bir kere derse gelmekle mesuliyetten kurtulunmaz, asla asrın iktizası olan kulluk vazifemizi yapmış olamayız. Tabi’i ki, “müfritane irtibat” düsturu ile derslere devam edeceğiz ve devamlı gideceğiz. Fakat şu hususu mutlaka anlayacağız ki, sadece hafta da bir kere derse gitmekle vazifemizi ifa etmiş olmayız. Mutlaka bir program yaparak evimizde yalnız ve çoluk çocuğumuzla da Risale-i Nurları okumalıyız ayrıca üste de söylediğim gibi, kendimizde o aile dersinden ayrı olarak okumalıyız. Unutmayınız ki, Ünsiyet ve Ülfet bizlerin önünde büyük bir engeldir. Onun menfi kısmını behemehâl terk etmeliyiz. Risale-i Nur dairesinde 30- 40 senede kalmış olsak sanki Risale-i Nurlar dün elime geçmiş gibi hissederek, onlara yeni kavuşmuş gibi anlamaya çalışarak ona sarılıp okumalıyız.

9- Hayatımızda mazeret denen nefs-i müdafaayı da kaldırmazsak, nefis ona yapışır. İnsan gafletinden dolayı yapamadığı birçok hayırlı işlerden dolayı bir sürü mazeret sıralar sizde o mazeretlere sığınırsanız, Nurlardan uzaklaşırsınız. Zaten şeytanın ve nefsin istediği de budur. Hem kendi hatalarını görmeyerek onlara mazeretlerle kılıf giydirmek, günahlara süslü libaslar giydirerek onu insanlara pazarlamak demektir.

El melâmu ala menittebeal hevâ; Vesselâmu ala menittebeal Hüdâ…

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Kur’ân ve Sünnet Perspektifinde Nur Talebelerinin Namaz Tesbihatı

KUR’AN VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE NUR TALEBELERİNİN NAMAZ TESBİHATI   Tesbihat, Allah ile kul arasındaki irtibatı …

Önceki yazıyı okuyun:
mustafa gl aabey.jpg - 4.68 Kb
MUSTAFA GÜL / Ömer ÖZCAN

MUSTAFA GÜL  1915 YILI Isparta Sav köyü doğumlu Mustafa Gül Ağabeyimiz, bu mübarek beldenin en …

Kapat