Sadeleştirmeciye Cevap

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Sadeleştirmeciye Cevap

ALİ ÜNAL’ın yazdığı “Risaleler’e veraset ve Risaleler’i sadeleştirme” başlıklı yazıya bir Nur talebesinin verdiği cevabı sizinle paylaşmak istiyoruz. Selam ve dualarımızla…

Kardeşlerim, bu şahsa ve ayni kategoride, ayni düşünce aleminde yaşayan insanlara cevap vermek gerekmez, diye düşünüyorum. Ali Ünal ismindeki şahsın ya Risale-i Nur’un muhteviyatından haberi yok veya lâhika, mektup ve vasiyetnameleri nazara almadan Risale-i Nur hakkında hüküm çıkarıyor veya kasıtlı ve çelişkili düşüncelere sahip olduğu anlaşılıyor.

1- Kur’an’a kıyas ederek mal-i umumi olduğunu yazıyor. Herkes basabilir demek istiyor. Madem öyledir, Kur’an’ın bir harfine dokunabilir misin? Yeni gençler anlamıyor diye o mukaddes metine ellerini uzatabilir misin? Bununla beraber zaruret haramı helal eder diye bazı alimler tercümesine değil, başka dillere mealine izin vermişler. Sabit metin olan Arapça aslına kendini bilmez hiç bir kimse elini uzatamaz, yoksa elleri kırılır.

2- Üstad Risale-i Nur’u kendi adına neşretmek hususunda hiç bir kimseye izin vermemiştir. Ancak Yeşil Şemsi gibi bazılarını nazikane takbih etmiştir.

3- Üstad, sadeleştirme denilen (hakikatte sizin yaptığınız tamamen tahrifattır, sathi bir nazarla dahi bu apaçık görülmektedir) sathileştirme harekatınıza da katiyen izin vermemiştir. Mevzu ettiğiniz mektupta geçen o birkaç cümle ise: Kastamonu Lâhikasının “neşriyat için” hazırlanan nüshasında bizzat Üstadımız “neşredilmeyecek” olarak işaretlemiş ve parafıyla imzalamıştır. Lâhikalarda bu tarz işaretler çoktur. Kaldı ki Külliyattaki onlarca bahis sadeleştirmeyi neshetmiştir ve en önemlisi Üstaddan tasdikli hiçbir tatbiki gözükmemiştir. Bilmediğiniz bir konuya girdiğiniz için özür dilemeniz gerekir.

4- İslam’ın temel prensiplerinde hiç bir çelişki söz konusu olmadığı gibi Risale-i Nur’un hizmet düsturlarında da dengeyi, muvazeneyi bozucu hiç bir düstur yoktur. İman, hayat, şeriat daima İslam’da içiçe olduğu gibi, Risale-i Nur’da da daima tamamlayıcı ve dengeleyici olarak ince, nazik, sağlam ve tavizsiz düstürları, sünnet-i seniyyenin müstakim bir âyinesi olarak tazammun etmektedir. Başkasının eğri büğrü felsefesine ihtiyaç yoktur. İhlâsımızı kıracak harekattan kaçınırsak, ehl-i iman mü’min kardeşlerimizi kıskanmazsak bu yol cadde-i kübradır, herkese kafidir.

5- Yeni yazıya Üstadın izin vermesi doğrudur. Fakat hatt-ı Kur’an’ı muhafaza vazifesinden katiyen geri dönmemiş ve Nur talebelerinin en mühim vazifeleri sırasına koymuştur. Risale-i Nur neşreden mühim yayınevleri de hem yeni yazı hem de hatt-ı Kur’an’la neşre devam etmişlerdir. Ayrıca hutbenin Türkçe okunmasına da Risale-i Nur’da sonradan bir izin veya ruhsat verilmemiştir.

6- Risale-i Nur öz be öz Türkçedir. Sadeleştirme, arı dil oluşturma vs. gibi –çoğu din ve dilimizin düşmanı, büyük bir kısmı adları soyadları Türkçe olmayan, yabancı kökenli, Ermeni ve Yahudi ve dönmelerinin başlattığı– bir cereyanın son temsilcileri siz olmanız mı gerekiyordu?

Yazıklar olsun! Bu milletin maddi manevi himmetini böyle mi bitireceksiniz? Öyle mi?

7- Risale-i Nur başka ünvan ve isimlerle neşredilebilir mi? Yani bazıları Nurlardan “mal-i umumidir” deyip hırsızlık yapsa, bassa, neşretse olur mu? Yahut imana hizmet niyetiyle böyle bir yola girmesi doğru olur mu?

Risale-i Nur’un her zaman kendi fedakar talebeleri vardır, neşreder. Öyle korkak ve ürkeklere ihtiyacı yoktur. Bu bir davanın ünvanıdır, değiştirilemez. Değiştirmek isteyenler kendi unvan ve kaynakları ile hizmet ederler, etmelidirler. Tarihçe-i Hayat’ın giriş bölümündeki şu cümlelere dikkat edelim.

Risale-i Nur bir alemdir, ünvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’anî hakikatler manzumesidir. Necib milletimizin, insaniyet-i kübra olan İslâmiyete sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir. İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesi ile feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin manasıdır. Mütenebbih, kalbleri iman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihandeğer şeref-i intisabıyla şerefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasib kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar etmesi işaretidir.

Bedîüzzaman, Risale-i Nur’u hiçbir makam ve meşrebin tesiri altında kalmadan, maddî-manevî hiçbir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in umumun istifade edebileceği ve umuma hitab eden hakikatlerini tefsir etmiş, bu hakikatlerın tercümanlığını yapmıştır. Te’lif ettiği âsârından herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye, bir sınıf halka mahsus değildir. Bu Tarihçe-i Hayat, okuyucuların nazarını, bu zamanda, Kur’anın hikmet nurları olan Risale-i Nur’a çevirip ondan istifadeyi gösterecektir. Said Nursî ise Kur’an’ın hizmetinde fedakârane çalışmış, Sünnet-i Peygamberîye ittiba etmiş, nümune-i imtisal bir zât olarak görünmektedir.” (Tarihçe-i Hayat s.28)

8- Üstad miras bırakmamış. Fakat vasiyetleri var. Emanet bıraktığı eserleri tahrif etmeyecek, sağlam talebelerine tevdi etmiş, kıskanç bir kısım hocalara veya Nurun mesleğini tahrib edici bir kısım ellere bırakmamıştır.

Nurların çok ellerde neşredilip edilmemesi meselesini anlamak için herhalde az da olsa dikkat istiyor:

Evet, Nur dersleri ve dershaneleri umumîdir, Kur’an’ın nuru kayıt altına alınamaz. Almaya çalışan da bedbahttır.

Fakat, tab meselesinin bazı esasları iktiza ettiği, lâhika ve vasiyetlerden de anlaşılacağı üzere muhakkaktır:

1- Layık ellerde neşredilmesi.

2- Siyasî, dünyevî, maddî, şahsî maksadlara alet edilmemesi. Yani Nurları neşreden müessese veya şahısların ya Nur’un has talebesi veya müessese ise müstakil Nur’a ait olması gerekir. (Konuşan Yalnız Hakikattir vs. pek çok mektup ve Nurlardaki bahisler bu tahşidatı yapıyor.)

3- En mühimmi de herhalde sıhhatinin korunması, yani aslına uygun olması.Yani “sadeleştirme” adı altında tahrifattan veya “şerh ve tahşiye” adı altında Risale-i Nur’un tarzına uymayan bilgilerden ve de –vaktiyle Üstadın izin vermediği veya sonradan men ettiği– lügatçe, dipnot, önsöz, biyoğrafi vs. gibi lüzümsuz veya iltibasa vesile olacak keyfiyetlerden safi olması gerekir. Bu konuda Üstadın hassasiyetini yakından bilen vârisleri ve Nur’un naşirlerinin şahidliklerine itimat etmeliyiz. Neşriyat hizmetinde uzun yıllarını vermiş kardeşlerimize malumdur.

4- Üstad telif hakkı taleb etmemiştir. Onun yerinde talebe-i ulûm tayinatını şart koşmuştur. Bu hususdaki tedbiri ise mutlak vekillerine veya vâris olan hizmetkârlarına tevdi ettiğini açık açık vasiyetlerinde yazmıştır. Hayatında istihdam ettiği naşirlerce de umumun da malumudur. Bu mesele açıkken yani telif hakkı sahibi oldukları bilinirken ve memleketimizde umuma kafi miktar Nurlar neşrolunurken, bu zatların “Önüne gelen herkes Risale-i Nur’u neşredebilir, istediği gibi karıştırabilir, sadeleştirebilir, tahrif edebilir, Nurların sahibi de kimdir?” gibi bir tavır içine girmeleri Nur talebesine ehl-i imana yakışmıyor zannediyoruz.

5- Devlet eli ile neşredilmesi ise: Üstadın, Diyanet İşleri Başkanlığına yazdığı mektuptan da anlaşılacağı gibi “Başında tashihat için haslardan bir Nur talebesinin bulunması.” şartını koymuş ve Diyanetin basmasını arzu etmiştir. Olursa Nur’un bir fütühatı gözüyle bakmalıyız.

Şimdi meselenin başka bir yönüne bakalım:

Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.” (Sözler s.539)

Diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe şecere-i zakkum suretini alıp; materyalist, tabiat-perest ve dehriyyun denilen ehl-i şirk taifelerini yetiştirdiği gibi Nemrutları, Firavunları, Şeddadları, Ebu Cehilleri de beşerin başına musallat etmiştir. Tanrılar, tanrıçeler, şehveti tahrik eden suretler, sanemler, tapınaklar da bu silsilenin mahsuludur.

Bir silsile-i tuba-i ubudiyet hükmünde bulunan nübüvvet silsilesinde ise enbiya ve mürselin ve evliya ve sıddıkin meyvelerini beşerin rehberliğine verdiği gibi, o mübarek insanları takip eden adil hakimleri, melek gibi melikleri; güzel ahlak, cömertlik, ikram-perverlik hasletleri taşıyan, ismetli, cemal-i suretle mümtaz insanları yetiştirmiş, beşeriyete hüsn-ü misal olarak vermiştir.

Asr-ı ahirde ise bu iki silsilenin müsbet ve menfi neticeleri çok açık ve net bir şekilde görülmektedir.

Yani şeçere-i zakkumun en dehşetli meyvesi, İslam dünyasında süfyaniyet; kafirlerin arasında da deccaliyet olarak ortaya çıkmış ve Asr-ı Saadetteki gibi saflar ayrılmıştır.

On Beşinci Mektup’tan:

Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi:

Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i Nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise:

Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyle intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.” (Mektubat s.57)

Âlem-i İslam’da risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkar ve şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahrib etmeye çalışan cereyanın hangi güruh olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir.

İkinci dehşetli cereyan ise komünizim olarak ortaya çıkmış, inkar-ı ulûhiyeti esas almış, Rusya’yı, Çin’i ve yarı Avrupa’yı perişan etmiş, bütün semavi dinlerle mücadele etmiş, nihayet yıkılmaya yüz tutmuş. Çünkü: “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrib hesabına geçer.” (Lemalar s.170) Yaptığı tahribatla beraber inşâallah yıkılıp def olup gidiyor.

Asıl meselemize gelelim. İslam dünyası içerisinde münafıklık üzerine bina edilen süfyaniyetin Risale-i Nur’un manevi elmas kılıncı ile dağılmaya yüz tuttuğu bir zaman ve zeminde, o elmas kılıncın kuvvetini kırmak veya paslandırıp tesirini bozmak için son taktik olarak “sadeleştirme” adı altında tahrifata alet olan bir taife; zahiren dindar, hakikatta ise Mason komitesi ve Halk Partisinin devamı bir cereyana tabi olmuş, rahat durmayıp din düşmanlarının yanında yer almış, manen perişan ve rezil olmuştur.

Bu taifenin ahvalini kendilerinin de (yani içlerindeki iyi niyetli kimselerin) ve kamu oyunun da anlaması için Birinci Şua’dan birkaç paragrafı buraya derc etmek istiyoruz:

Üçüncü Âyet:

الَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولٰٓئِكَ ف۪ى ضَلاَلٍ بَع۪يدٍ

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar. Ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.” Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan

وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ

ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adavetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olan

وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا

ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” (Şualar s.725)

Malum makaleyi yazan şahsa, bu şartlar altında bulunduğu konumu bir daha gözden geçirmesini tavsiye ederiz.

Bu zat diğer taraftan da bu asrın Nemrutları, Firavunları, Şeddadları ile mücahade-i manevide bulunan Bediüzzaman ve onun elmas kılıncı, ilm ü irfan hazinesi eserleri hakkında fikirler üretiyor. Siz beraber saf tuttuğunuz bu dostlarınızın eserleriyle uğraşın. Hem sizin hocalarınız, profesörleriniz, bilim adamlarınız yok mu? Onlar size kafidir. Risale-i Nur’la uğraşmayın. İşinize bakın.

Ha, en başta aklıma bir soru geldi, bu hükümet geldiği cereyan itibariyle Risale-i Nur’a daima uzak kalmış da, sizin yanyana durduğunuz Halk Partisi mi dost, kardeş idi?

Yazdığı konulara hem daha evvel cevap verilmiş hem de safı nerede olduğu açıkça görülen, bilinen bu adamların Nurcuların işleri ile uğraşmalarına gerek olmadığını hatırlatmak kafidir, diye düşünüyorum.

Üzerimizde manevi mesuliyet kalmaması için şunları da hatırlatalım:

Bazı değerler veya fizikte, kimyada formüller, kanunlar vardır, bir değer veya rakamla oynarsan o zaman zehiri panzehir, panzehiri zehir yaparsın. İslami prensipler veya insani değerler de böyledir. Hatta ahirette vereceği netice itibariyle daha da ihtimamla muhafaza etmek gerekir. Mesela imanın altı erkanı var, birini çekip çıkaramazsın. “Lailaheillallah dese Muhammedu’r-Resulullah demese de başımda yeri var.” diyemezsin. Cenab-ı Hak bizi istikametten ayırmasın.

Mesela baş örtüsü füruattır deyip binlerce avam-ı nası lakaydlığa sevk edersen bunun huzur-u İlahide bir hesabı olur.

Türkçe Olimpiyatları denilen kızlı erkekli lehviyatı bütün Anadolu’ya yayarak adına hizmet deyip, Peygamberi (asm) oraya getirip (haşâ ve kellâ) halka sefahatı meşru göstermek Kitab’la, sünnetle, ahlakla nasıl izah edilir?

Kendi telif etmediği ve müellifinin de katiyen izni olmadığı halde sadeleştirme adı altında tahrifat yapılması ki o eserler Kur’an’ın elmas kılıncı hükmünde, maddi ve manevi değeri idrakimizin fevkinde olan Risale-i Nurlar olsa hukuka tecavüz ve Kur’an’ın hakaikine taarruz sayılmaz mı?

Her şeyi yazarsak bu sayfalar kafi gelmez. Hep fevkalade hüsnü zanla bakıldı, çok kusurlar gözükmedi.

Ümidimiz ve duamız, –zararın neresinden dönülse kârdır– içlerinde iyi niyetli olanların hakka hakikata müteveccih olup, istiğfar edip, Kur’an’a ve hakikatlerine sarılıp, iman ve ilim hizmetinde, istikamet dairesinde çalışmalarıdır. Bu milletin maddi ve manevi birikimini zayi etmemeleridir. Kendilerine yapılan ikazlara kulak vermeleridir. Kemalizmin ve Batının oyunlarına gelmemeleridir. Dahili ve harici cereyan ve kuvvetlerin yerine inayet ve tevfik-i İlahîye istinaden hizmet etmeleridir.

Cenab-ı Hak müminleri ve ehl-i imanı, insi ve cinni, görünen ve görünmeyen şerlerden muhafaza eylesin, âmin!


 

 Nurrehberi.com

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Önceki yazıyı okuyun:
Ayasofya’nın açılmaması, Batı hegemonyasının sürmekte olduğunun remzidir / Mehmet Ali Bulut

Ayasofya’nın açılmaması, Batı hegemonyasının sürmekte olduğunun remzidir. Araştırmacı Yazar Mehmet Ali Bulut, haber7 deki bugünkü …

Kapat