TAŞKÖPRÜLÜ SADIK BEY (DEMİRELLİ)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Sadık DEMİRELLİ

Plevne kahramanı ve Mirliva Sadık Paşa’nın torunu(Sâdık Paşanın kabri Şeyh Şaban-ı Velî Külliyesi içindedir), binbaşı Mehmed Bey’in oğlu olan bu zat, 1902 senesinde Taşköprü’de doğdu. Asil ve eğitimli bir aileden gelen Sadık Bey, Kastamonu’da ahbabı Hilmi bey vasıtasıyla said Nursî hazretlerini tanır ve o günden itibaren tam bir sadakatle ve kahramanca Nur-u Kur’an hizmetine baş koyar. Kendisi kahraman fıtratlı ve hanedan bir zat olmasının yanında tahsilli de olduğu için yazarak neşir hususunda da canla başla çalışmıştır. Yalnızca yiğitliğinin öne çıkarılması, zaman zaman eski hayatında sadece bileği güçlü, cesur bir zat imiş intibaı vermekte, hatta eşkıya tarzı bir hayat sürdüğünü sananlara rastlanmaktadır ki bu doğru değildir.

Tevazusu da ziyade olan Sadık Bey, kabrinin de Üstadı gibi gizli olmasını vasiyet etmiştir ve öyle de olmuş sayılır. Çok az kimse kabrini bilmektedir.

Hususan Hilmi Beyle beraber Denizli hapsindeki hizmetleri Risalelerde çokça geçer. Aşağıda, bu hakiki kahraman Sadık Bey’in bazı hatıraları vardır.

9 Ocak 1970 tarihinde vefat etmiştir.

Allah rahmet eylesin. Amin.

******

Ilgaz dağları, Anadolu’nun şen ve yüce dağlarındandır. Bu dağlarda namlı bir yiğidin menkıbesi söylenir. Eteklerinden yükselen kaval sesleri, nazlı kuzuların melemesine karışır. Gür çam ormanlarından yükselen gümbürtüler arasındaki bu menkıbe, Sadık Bey adındaki bir kahraman sergüzeştini terennüm eder.

Taşköprülü Sadık Bey, Sinop, Tosya, Kastamonu, Çankırı, Düzce ve Adapazarı havalisinin ün yapmış efesi idi. Plevne’nin şanlı gazisi Osman Paşanın silah arkadaşı Sadık Paşanın torunlarından olan Sadık Bey zulme, ednaya baş eğmeyen bir insandı. Kastamonu ve civarının hakimi idi. Ayağında bir çizme, altında ak bir küheylan, belindeki silahlariyle “Taşköprülü Sadık Bey” deyince dost ve düşman temennaya dururdu. Onun yanında rastgele konuşmak, herhangi bir masrafa iştirak etmek, kimsenin kârı değildi. Eski Anadolu Beyleri gibi bir Bey… Nerede bir düğün var, nerede bir âlem var; Sadık Bey adamlarıyla birlikte oradadır. Arap atına atladığı gibi, yel misali, sabâ-reftâr olarak giderdi. Taşköprülü Sadık, ağa adamdır. Onun bulunduğu yerde haksızlık, zulüm, işret katiyyen yasaktır. Sırtında mavzeri, zümrüt renkli Ilgaz dağlarının reisi. Kimse onun yanında ayağını uzatamaz, ziyafetler, davetler hep ondandır. Onun hayatta kimseye bir zulmü ve kötülüğü olmamıştır.

Bediüzzaman’ın Nuruna pervane olmuştu.

l935 baharında, polis nezaretinde, Sadık Beyin beldesi Kastamonu’ya bir zat gelir. Çarşı polis karakoluna yerleştirdiler… Kastamonu’da karakolda misafir ediliyordu. İman hizmetinin fedakâr ve çilekeş mensubunun resmî kayıtlardaki namı: “Şark menfilerinden” diye geçiyordu. Her yerde olduğu gibi, saf ve temiz mü’minler hâlesi burada da etrafını sarmıştı. Onun etrafında ve hizmetinde kimler yoktu ki… Gariplere misafirlere, ihtiyarlara hizmeti ve hürmeti mukaddes bir emanet halinde dedesinden devralan Anadolu insanı, hemen bu ihtiyar zatın yardımına koşmuştu. Bunların içinde ve başında Taşköprülü Sadık Beyi görüyoruz. Onunla görüşüp konuştuktan sonra bu kutbun cazibesine artık o da takılmıştı. Pervaneler gibi atmıştı kendini ışığa ve nura. Ağalığı, beyliği, reisliği, sultanlığı bir kenara atan Taşköprülü Sadık, gönüller sultanı bir Üstada talebe olmuş; ona “belî” demişti. “Kapında kul var sultandan içerû” diyen Yunus misâli Sadık Bey; “Senin kapındaki kullar, sultandan da değerli” diye hizmetine koşmuş, Nurları altın suyuyla yazmıştı.

Zaten Sadık Bey, başka türlü de yapamazdı.

Sadık Bey Denizli Hapishanesinde

Yıllar birbirini kovalamış, Kastamonu çilesi bitmiş, sıra Denizli hayat ve hapishanesine gelmişti. Namlı yiğit Taşköprülü Sadık, Denizli Hapishanesinde Üstad’ının hizmetine devam etmişti. Kimsenin minneti altına girmeyen, birşey kabul etmeyen o sultan, Sadık Beyin çorbasını memnuniyetle içiyordu.

Bir Cuma günüydü. Hapishanenin meydancısı Arnavut Âdem Ağa:

“Hafız Mustafa! Hafız Mustafa!” diye bağırıp duruyordu. Isparta maznunlarından Hafız Mustafa hemen koştu. Âdem Ağa elindeki kibrit kutusunu Hafız Mustafa’ya gizlice teslim etti. Kutuyu alan Hafız, doğru arkadaşlarının yanına…. Kutuyu orada açtılar. İçinden çıkan kâğıt parçasını merak ve heyecanla okumaya başladılar: “Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir. Ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur.”

Gelen kâğıt ayrı koğuşta, tek başına tecride mahkûm edilen asrın büyük mütefekkirinden geliyordu.

Sûratle çoğaltmaya başladılar. Neticede iki Cuma gününde Denizli Yusufiye medresesinin bir hatıra ve dersi olarak Meyve Risalesi meydana geldi.

Sadık Bey Taşköprü’ye dönüyor

Dokuz ay süren bir fasıl da Denizli’nin âdil hakimlerinin beraat kararıyla neticelendi. Mazlumlar evinin, köyünün yolunu tuttu. Meyve Risalesi’nin mâsum müellifini bu defa da Emirdağ’a yolladılar. Aradan yine dört veya beş yıl gibi bir zaman geçti. Sadık Bey, Taşköprü’de Nurları okuyor ve yazıyordu. İmana muhtaç gönülleri Kur’an nurlariyle aydınlatıyordu. Üstad’ından ayrılalı çok olmuştu.

Gerçi yazdığı mektup ve şiirlerle bu firkatı, bu hasreti dindirmeye çalışıyordu. Fakat ayrılık ateşten bir ok halinde yiğit adamın ensesini yakıyordu. Nihayet kalkıp Emirdağ’ın yolunu tuttu. Eskişehir kaplıcalarında maddî temizliği yaparak, huzura huzur içinde girmek istiyordu.

Sadık Bey’in Emirdağ’da Üstadı ziyareti

Emirdağ’da mütevazi hanesindeki Üstad’ın gözleri o günlerde yolda idi. Bir misafir bekliyordu. Temiz şilteleri tekrar temizletip hazırlatmış, gelecek misafirini bekliyordu.

Sadık Bey Emirdağ’a inince doğruca Üstad’ın evinin yolunu tuttu. Kapıyı yavaşça tıkırdattı. Az sonra uzun boylu, kalın ve gür bıyıklı bir genç çıktı kapıya. Kafkas çehreli Üstadın hizmetkârı “Buyurun” diye ciddiyetle karşıladı misafiri..

Sadık Bey merdivenleri heyecanla çıktı. Tahta kapıyı yavaşça iterek içeri girdi. “Esselâmü aleyküm Üstadım” diye Sadık Bey, kendini olduğu gibi üstad’ın dizlerine attı. Hüngür hürgür ağlıyordu.

Omuzlarından tutan Üstad da ağlıyordu. “Kalk kardaşım, Sadık Bey! Kalk kardaşım Sadık Bey!” diye koca sultan da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden rahmet gibi yaşlar boşanıyordu. “Hakkını helal et bana kardaşım” diyordu.

Manzarayı görenler de gözyaşlarını zaptedememişti. Bu karşılama ve kucaklaşma yılların hasretini bir anda giderivermişti. Yakıcı ve yandırıcı bir levha idi. bu. Kalem tariften ve tasvirden acizdir.

Ey gönüllerin sultanı! Senin yakıcı sözlerin nice sultanları kapı da hizmet kâretmiş; o yüce gözler, baş eğmez yiğitler senin önünde serfürü ettirmişti!

Bir bahar günü sadık Beyin köyüne gidiyoruz

Nisan başları, Anadolu yaylasında bir başka olur. Hele Ilgaz’ın zümrüt renkli ağaçlarının arasından parlayan renkli minarelerle donatılmış vatan toprağını Avusturya yeşillikleriyle mukayese bile etmem.

Araç’tan ayrılmış, Kastamonu’yu ikiye ayıran dereyi geçerek, Taşköprü’ye doğru kanatlanmış uçuyorduk sanki..

Kastamonu-Taşköprü arası fazla uzun sürmedi. Fakat Taşköprü’de, Taşköprülü Sadık Beyin izine ve hatırasına rastlamayınca, Ilgaz dağlarının derinliğine uzanan ormanlarına dalmak icab ediyordu.

Çünkü Sadık Bey’in oğlu Said Demirelli köyde, Sarıkavak köyünde oturuyormuş. Köye ise arabayla değil, ancak bir jiple gidebilecektik.

Bu problemi de halledince bir saat kadar dağ yollarını tırmandıktan sonra, ormanların yamacında Sarıkavak köyünün tahta evleri gözükmüştü.

Bahar başlarında bu yüce tepelerde karla karışık yağmur çiselemeye başlamıştı.

Sadık Bey’in oğlu Said Demirelli’yi buluyoruz

Sadık Bey’in damadı sağa sola koşuşup dururken, dere gibi meyilli bir derinlikten, sırtında bir siyah pelerin bulunan yirmi beş yaşlarında bir genç çıkageldi.

Sadık Bey’in oğlu Demirelli ve kucağındaki yavru ise, Sadık Demirelli…

Çok uzun zamanın ahbapları gibi kucaklaşmıştık Said’le. Daha ilk anda sırtındaki siyah pelerin dikkatimi çekmişti. Sorduğumda, Said: “Babamdan hatıra, ona da Üstad’dan kalma. Denizli Hapishanesinde Üstad hediye etmiş babama” diye cevap verdi.

Bu esnada fırtına şiddetlenmişti. Said bizleri ahşap köy evine almış, Anadolu misafirperverliğinin en asil ikramlarını yapmak istiyordu. Onun bize anlattığı ve emanet ettiği hatıralar ise, bizim için paha biçilmez vedialardı. Bu ölümsüz yadigârlarla Sadık Bey’in asaletini, titizliğini, vesikalara verdiği ehemmiyeti ve nihayet Üstad Bediüzzaman’la birlikte geçen günlerini adım adım takip etme imkanlarını elde ettik.

Taşköprülü Sadık Bey l902-l97l tarihleri arasında ömür sürmüştü. Babası Binbaşı Mehmet Ali Bey (l873-l930) annesi Necmiye Hanım, büyük babası ise Plevne kahramanlarından Sadık Paşa’dır (ll8l3-l893)

Plevne kahramanı Sadık Paşa

Sadık Paşa Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın silah arkadaşlarındandır. Onunla birlikte Ruslara karşı kahramanca çarpışmış ve esir düşmüştü.

Doksan Üç Harbinin günlerinde, Sadık Paşa kahramanca çarpışmıştı. Esaretinden sonra Romen harb gazetesi “Türk Esirleri” başlıklı bir yazıda şunları yazıyordu :

“Plevne Müdafaasında kahramanlıkları ile Prens Hazretlerinin büyük takdirine mazhar olan Sadık ve Ethem Paşalar majesteleri tarafından kral sarayında kılıçlarının iade sahnesini halkımıza sunuyoruz. Bu münasebetle Prens Hazretleri bahtiyarlığının ve takdirlerinin bir nişanesi olarak bu iki kahraman askerin serbest olduklarını ve diğer Türk esirlerinin hiç bir rütbe tefrik edilmeksizin serbest olacaklarını bizatihi ifade eylemişlerdi. Bu merasimin diğer bir hususiyeti de kabulde yalnız Prens ve Prenses ile Sadık ve Ethem paşalar ve mütercimleri Melik hazır bulunmuşlardır. Bu iki mümtaz kahraman esirle Prensin konuşmaları çok samimî bir hava içinde uzun bir müddet devam etmiş, bu ise bu kabule ayrı bir mana vermiştir.”

İşte “Taşköprülü Sadık Bey” böyle köklü ve soydu bir paşa ailesine mensuptu.

Bir Padişaha kul ol kim

Sadık Bey’in hayatı ve hatıralarını andığım zamanlarda, mazinin büyük velileri, Yunusları, Aziz Mahmud’ları hatırlarım. Adım adım onları takip ederim hayalen. Aziz Mahmud Hüdaî’nin şu satırlarında Sadık Bey’i görürüm:

“Bir padişaha kul ol kim

Mülkü zail olmaz ola

Bir gülşende bülbül ol kim

Hiç sararıp solmaz ola…”

Sadık Beyimiz, asker aileden asker olarak doğmuştu. Ilgazın bu yiğit adamı, ancak Bediüzzaman gibi bir ulu sultana boyun eğerdi ve eğdi. Kastamonu’nun vefakâr insanlarından olarak asrımızın garip misafirine kucak açıp, sahip çıkanlardan olmuştu. Harbiyede tahsil görmüş, çok güzel bir yazıya sahipti. Bu güzel hattıyla Nur Risaleleri’nin neşrinde vazife almıştı.

Bu mukaddes vazifenin mükâfatı olarak dokuz ay ana rahminde kalır gibi, Denizli zindanlarında kalmıştı. Dokuz aylık bir mevkufiyet devresinde ve müteakip günlerde annesi ve dostlarıyla muhtelif muhabereleri olmuştur.

“Denizli Tüccarı”nın Sadık Bey’e mektubu

“Denizli Tüccarı” Hafız Mustafa Kocayaka’nın 3l Temmuz l944 tarihinde Sadık Bey’e yazdığı mektubun satırlarından, bir yeni firkatin, bir yeni hicranın safhalarını öğrenmekteyiz. Şöyle diyor Hafız Mustafa:

“Sevgili ve Muhterem Sadık Bey Kardeşimize,

“25 Temmuz l044 tarihli iltifatkâr mektubunuzu aldım. Üstadımız Efendimiz Hazretlerine ait olan kısmını takdim ettim. Pirinci de aldım. Merak etmeyiniz. Sıhhati ve afiyeti yerindedir. Yapılması lâzım gelen hürmeti halk yaptı. Çok memnun ve mesrur olarak bugün Afyon vilayetine ikamete memur olarak gönderildi. Kendileri memnundur. Hükümet büyük iltifat gösterdi. 400 lira harcırah gönderdi. Bir komiserin refakatinde hareket etti. İki defa hapishanede, bir defa da kabristanda Hafız Ali Efendi merhumun kabrini ziyarete gitti…”

“Kardeşiniz Hâfız Mustafa” imzasiyle sona eren bu mektupta “Denizli Tüccarı Hafız Mustafa Kocayaka” Sadık Bey’in Üstadına gönderdiği Kastamonu pirincinin, üstadın eşyaları arasına yerleştirdiğini, mahkeme evrakını savcılığın usülden olarak temyize gönderdiği, yüzde yüz tasdik edileceğini yazdıktan sonra, Kastamonu’da olan zelzelelerden dolayı Sadık Bey’e geçmiş olsun diye teselli etmektedir:

“Zelzele felâketinde mutazarrır olduğunuza müteessirim. Cenab-ı Hak başka yönden zararınızı telafi buyursun. Felaketiniz geçmiş olsun, Mü’minler, Müslamanlar yekdiğerinin kardeşi olduğunu Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde sarahatle haber veriyor. Sizlere zaman icabı bir şey yapamadık. Af buyurunuz. Mukabil duanızı bekler, ihvanın arz ü hürmet eylediğini tebliğ ederek, sana selâm ve saygılarımı sunar, efrad-ı ailenizin ve bütün âlem-i islâm’ın refah ve saadetini Cenab-ı Kibriya’dan dilerim, iki gözüm sevgili kardeşim”

Üstad’ın Sadık Bey’e mektubu

Hafız Mustafa’nın mektubuyla birlikte Taşköprü’ye Denizli’den bir mektup daha geliyordu. Bu mektup ise “Sin, Ayn, Nun” diye imzalanmıştı.

Bu imza büyük mazlum, nurlu Üstad’ındı. Denizli hapsinde dokuz ay kendine çorba pişiren Sadık Bey’e ayrılış anını yazıyordu kendi “dest-i hattiyle” kendi mübarek kalemiyle:

“Aziz Sıddık, Hakikatli Kardaşım Sadık,

“Yarın Afyon’a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnayet-i İlâhiyenin himayeti devamdadır.

“Senin ettiğin hizmet makbul olmasına ve her günü bir ay kadar kıymetli olduğuna benim şüphem kalmadı. Sen yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyleyen halisane hizmetler Gavs’ın (r.a.) (Taîşü saiden sâdıkan bi mehabbeti) fırkasında, seni de Said’e Sadık bir kardaş olduğuna kerametkârane işaret ediyor diye kanaatım geldi.

“Başta muhterem hemşirem valideniz olarak, kardaşım olan kardaşınıza ve hanenizdekilere çok selâm ve dua ederek bu mübarek aylarda dualarını istiyorum. Benim yanımda kıymettar ve isimlerini söylemek münasip görmediğim zatlara çok selâm ederim”

Sin Ayn Nun

Denizli hapsi mâcerası da beraat ve tahliye ile son bulmuştu. Kastamonu, İnebolu, Isparta ve İstanbul’dan toplanan Nur Talebeleri memleketlerine dönmüşlerdi. Sadık Bey ise Taşköprü’ye dönmüş, üstad’ına olan yakın alâkasını yazdığı mektuplarla devam ettiriyordu.

Nur Talebeleri Denizli hapsine 73 kişi olarak girmişlerdi

Nur talebelerinin Denizli hapsi, bazıları için az eksik, bazıları için az fazlasıyla dokuz ay sürmüştü.

Hapishaneye yetmiş üç kişi olarak giren Nur talebeleri buradan yetmiş bir kişi olarak çıkmışlardı. Çünkü iki kişi Yusufiye medresesinden ebediyete intikal etmişti. Bu hapiste Sultanahmet İmamı Seyyid Mehmet Şefik Efendi (Eryuvası) ve Gönenli Mehmet Efendi (Öğütçü) gibi maneviyat ehli zatlar da Bediüzzaman’la beraber bulunmanın şerefine ermişlerdi.

Hasan Atıf’ın rüyası

Hapis hâdisesinin başlangıç günlerinde Sinoplu Hasan Atıf Egemen, gördüğü bir rüyayı arkadaşlarına şöyle müjdeliyordu:

“Hapiste dokuz ay on gün yatacağız. Anamızın karnında durduğumuz müddet kadar da burada kalacağız. Sonra hapisten günahsız olarak çıkacaksınız” diye arkadaşlarını teselli ediyordu.

Üstad’ın parasını çalan casus

Denizli maznunlarından Ziya Dilek Bey, İnebolu seyahatlerimizden birinde anlatmıştı :

“Üstad Hazretlerinin cebinde yüz elli lirası varmış, bu parayı bir casus çalmış. Üstad bunu bize bildiriyordu. ‘Benim cinsimden olan bir casus, cebimdeki hacca gitmek için, telifattan kalan paramı çalmış. (Ziya Dilek Bey, benim cinsimden dediği, Şarklı bir hemşerisini Üstadın yanına casus olarak koymuşlardı, diye açıklama yapıyordu.) Şimdi param kalmadı. Bana bir evliyaullah’ın hediye olarak bıraktığı bir keçeyi size gönderiyorum. Ufak bir odayı döşer. Bunu satın! diye mektup yazmıştı.

Üstad’ın keçesini Ahmed Köroğlu nasıl aldı?

“Hapishanedeki bütün arkadaşlar keçeyi almak istiyorlardı. Zengin arkadaşlar vardı. Seyyid Şefik Efendi almak istiyor, Nazif Çelebi almak istiyor, zorba Beylerbeyli Süleyman da almak istiyordu. Bizim İnebolulu Ahmet Köroğlu da ‘keçeyi ben alacağım’ diye tutturmuştu. Herkes keçeye talip çıkınca, keçenin fiyatı arttı. Keçenin maddî fiyatından ziyade önemli olan manevî tarafı idi. sonra Seyyid Şefik Efendi Üstada sordu. ‘Keçeye talip olanlar çoktur. Nasıl yapayım?’ diye..

“Üstad şöyle bir pusula yazmıştı:

“Keçenin piyasaya değerini sorun, öğrenin. Ondan sonra aranızda kur’a çekin, kimde kalırsa onun olsun.”

“Keçeye kaç kişi talip olduysa, o kadar kâğıt hazırladık. Hepsi boş, birisine ‘keçe’ yazdık. Çekilişte ‘keçe’ yazılı kâğıt kime isabet ederse, o parasını ödeyip keçeyi alacaktı. Çarşıdan sorulduğunda keçenin rayiç bedeli otuz lira olarak tesbit edildi.

“Herkes keçeye sahip olmanın heyecanı içerisindeydi. Bu esnada Nur Postacısı Ahmet Köroğlu keçenin üzerine çıkıp oturdu. Nazif Çelebi, ‘Olmaz öyle şey, yağma yok, in oradan’ diyordu.

“Ahmet Köroğlu ise gayet sâfiyane şöyle diyordu:

“Yarabbi ben sana güvenerek bu keçenin üzerine oturdum. Eğer senin şanına lâyık düşerse, bu keçeyi benim altımdan al!”

“Nazif Çelebi merhum itiraz ediyordu. Eûzü Besmele, çekerek kur’ayı çekti, netice boş… Peşinden Süleyman elini torbaya attı, netice yine boş. Bütün arkadaşlar çekti hepsi boş çıktı. Son olarak sıra Ahmed Köroğlu’na gelmişti. zaten birtane kalmıştı, onda da ‘keçe’ yazılı olduğu belli olmuştu.

“Ahmed Köroğlu: ‘Şimdi bir tane kaldı, çekmeme lüzum var mı?’ dedi. Bunun üzerine kendisine arkadaşlar, ‘Çek de kazan, belki kayboldu’ dediler. O da Eûzü Besmele çekerek torbaya elini soktu, çıkardı, kâğıtta ‘keçe’ yazıyordu.

“Köroğlu’nun duasının müstecap olmasına hepimiz şaşırmıştık.”

Nur hizmetinde ağır cezalı mahkûmların kurduğu ekip

Denizli hapsi unutulmaz hatıraların ve ebedî hayat levhalarının cereyanlarıyla sürüp gidiyordu.

Sadık Bey, hapishanenin ağır cezalı mahkûmlarından bir ekip kurmuştu. Hapishane meydancısı Arnavut Âdem Ağa, Üstad Bediüzzaman’dan aldığı mektupları, pusulaları ve Meyve Risalesi’nin parçalarını Nur Talebelerine, Sadık Bey’e ulaştırıyordu. Sadık Bey ve ekibi sabahlara kadar uyumayarak bunları daktilo ettiriyor, çoğaltıyordu. Bunlardan otuz sekiz seneye mahkûm Dursun Atmaca, yirmi küsur seneye mahkûm Süleyman Hünkâr, Mümtaz Acar, Sadık Bey’in gönüllü hizmet ekibindendi. Nurlar yazılırken Süleyman Hünkâr diğer gönüllü mahkûmların gürültü etmemelerini temin ederdi, asayiş memuru idi.

***

Sadık Bey, Üstad’ımızın kendisine gönderdiği en küçük pusulaları, bir arşivci ve kütüphaneci titizliğinde zarflayıp saklamıştı.

Bunlardan bir zarfın üzerinde Üstad Bediüzzaman’ın şu yazısı okunuyordu :

“Taşköprü’de Muhammed Ali Beyzade Sadık Bey Kardeşime…”

Resmî makamlara gönderilen mektup ve dilekçeler

Hapishanede Sadık Bey’e gelen Risaleler ve mektuplar, dışarıdan Mümtaz Acar vasıtasıyla temin edilen daktilo ile çoğaltılıyor ve Ankara’ya gönderiliyordu.

Cumhurbaşkanına, Adliye Bakanına, TBMM Başkanlığına, Diyanet İşlerine postalanıyordu. Sadık Bey bu mektupların posta makbuzlarını bile zarflayıp saklamıştı.

Hapishanede Beylerbeyli Süleyman gibi sadakatla hizmet edenler olduğu gibi, meydancı Âdem Ağa gibi, Nur Talebeleriyle hapishane idaresi arasında iki taraflı çalışanlar da vardı.

Bu durumu tesbit eden Bediüzzaman Sadık Bey’e şu pusulayı yazmıştı:

“Aziz, Sıddık Kardeşlerim.

“Elimizde itimat ettiğimiz Âdem Ağa, bir hâdisede bana şüphe verdi. Siz sakın ona ihsas etmeyiniz. Eskisi gibi dostluk gösteriniz. Fakat ihtiyat ediniz.”

Denizli hapsinin gerek neşredilen l2. ve l3. Şualarında, gerekse Sadık Bey’den intikal eden hususî mektuplarda Bediüzzaman’ın dirayeti, tedbiri, eşsiz idareciliği ve dehası görünür.

Sadık Bey’in annesine yazdığı mektuplar

O musibetli günlerde Nur Talebeleri hiç bir zaman fütur ve endişeye düşmediler. Kendileri hapishanedeyken dışarıdaki yakınlarını teselli ediyorlardı. Bu metaneti Sadık Bey’in annesi Necmiye Hanıma hapishaneden yazdığı mektuplarında görmek mümkündür. Denizli’den önce kaldığı Kastamonu hapishanesinden Sadık Bey annesine şunları yazıyordu:

“Çok şefkatli anneciğim,

“Şu satırları size bir teselli olarak yazıyorum. Çok ciddi bir hakikatten bahsediyorum.

“Cenab-ı Hakkın celali tecelli ediyor. Rububiyette abesiyet olmadığı içindir ki, rahmet-i İlâhiye celâl sıfatına müsaade ediyor. O Kadir-i Mutlak en büyük nimetlerini felâket ve musibet perdesi altında veriyor. Ne mutlu o insanlara ki, imanın en büyük rüknü olan (Ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâla) sırrını yalnız lisanıyla değil, teslim ve rızasıyla göstersin. Yine ne mutlu o insana ki, böyle büyük bir imtihana müyesser oluyor. Ve bir velinin yetmiş senede kazanabileceği ‘Rıza’ makamını, bir günde, hattâ bir saatte, hattâ bir dakikada kazanmak fırsatına nail oluyor. Mal, mülk, evlâd ü iyal vazife-i zahiriye değil midir? Hayatın en büyük gayesi, en faydalı meyvesi, ebedi kazancı rıza-ı hakiki değil midir?

“Maddî zararlarımızın telâfisi bir ömre mütevakkıf. Halbuki, o ömrü getirmek muhal. Mazinin âlâmı, istikbâlin endeşesiyle muzdarip olarak, telafisi mümkün olmayan zarar-ı maddînin yanına manevî fırsatı katmak ne büyük bir kayıptır. Cenab-ı Hak cümlemizi böyle bir kayıptan rahmetiyle muhafaza buyursun. Ve o dakikadan istifadeye müyesser kılsın. Âmin.”

Bediüzzaman ve Nur Talebeleri Denizli Hapishanesine sevk edildikleri zaman yurdun muhtelif köşelerinde hassaten Kastamonu ve civarında devamlı zelzeler oluyordu. Sadık Bey annesine yazdığı mektupta zelzele felâketinden dolayı teselli ediyordu:

“Anneciğim, “Cenab-ı Risaletpenah (a.s.m.) Rabbinin huzuruna dünya malıyla gitmemek için son saatlerinde gelen yedi altını tasadduk buyurmadılar mı?

Â’lâ-yı illiyyine çıkan beşeriyetin bir hülasası olan öyle ekmel bir zatı taklit etmek, bizim gibi zayıf insanların kârı değil iken, musibet perdesiyle örtülü ve kısa zamanda taklit imkânının bizlere verilmesi lütuf ve nimet-i İlâhiye değil de nedir?

“Böyle bir fırsatı kaçırmak maddî zararımızdan milyarlar büyük zarar-ı manevî değil midir?

“Demek yekdiğerimizi taziye ve geçmiş olsun değil; tebrik etmeliyiz. Kaza habersiz ve tehaffuz imkânı olmadığı için ölenler şehid-i manevî ve zayi olan mal bir sadaka-i azimdir. Keffareti ve ecr-i manevisi çok büyüktür. Bu hususta müteaddit hadîs-i kudsîler vardır. Cenab-ı Hak cümlemize rıza-ı hakiki ile karşılamak nasip buyursun. Âmin.”

Sadık Bey mektubunun devamında hususî, ailevi meselelere temas ederek, annesinin ellerinden öpüyor ve hayır dualarını talep ediyor.

Annesinin Sadık Bey’e mektubu

Plevne kahramanı Sadık Paşa’nın gelini Necmiye Hanım, l9 Kanunsani l943 tarihinde oğlu Sadık Bey’e bir anne şefkatiyle hitap edyor. Oğlunun sıhhatte olmasından dolayı memnuniyetini belirtiyor. Bu musibetin geçici olduğunu beyan ediyor. Kastamonu havalisinde devamlı zelzele olduğunu söylüyor:

“Burada her gün hareket-i arz devam ediyor. Hasretle gözlerinden öperim. Gece gündüz duacınım oğlum.

Annen: Necmiye

Kastamonulu İhsan’ın Sadık Bey’e mektubu

Sadık Bey’in Denizli Hapishanesinden yazdığı mektuplardan ve yine bu mektuplara gelen çeşitli cevaplardan Bediüzzaman’ın Denizli hayatiyle ilgili aydınlatıcı bilgiler elde etmekteyiz.

“Denizli cezaevinde Kastamonulu ihsan” diye l7 Temmuz l944 tarihli mektubu sahibi, yazdığı mektupta Denizli’den Taşköprü’ye şu bilgileri veriyordu:

“Aziz Kardeşim Sadık Bey…

“Efendi buradadır. Şehir Otelinde ikamet ediyorlar. Siz gittikten sonra üç defa ziyaretime gelmek büyüklük ve tevazuunu izhar buyurdular. İki defa da adam göndermek suretiyle hatırlarımızı tatyib eylediler. Rahat ve sıhhatleri mükemmeldir..

“Bizim arkadaşlardan mektup alıyorum. Bilhassa Milaslı Halil İbrahim ve Ahmet Feyzi Efendiler muntazaman gönderiyorlar.”

Sadık Bey, gerçekten ismi gibi sadakat ve doğruluk örneği bir zat olarak ahirete intikal etti.

Nur Risalelerine olan candan bağlılığını ve unutulmaz hizmetlerini minnetle ve şükranla anıyoruz

Bediüzzaman’dan Sadık Bey’e “Aziz kardeşim Sadık Bey!

“Bir günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme, Çünkü Ispartalılar da gönderiyorlar. Hem tatlı lazım değil. Yalnız üç-dört günde bir defa az incir pişir. Tâ benim çok ehemmiyetli iktisat kaidem bozulmasın.”

***

“Aziz kardeşim,

“Sıddık Sadık Bey,

“Hakikaten ben sizde ve Hilmi Feyzi ve Emin’de kardeşte ve evlatta ve valideynde bulunan halis ve minnetsiz bir şefkat gördüğümden hem ruh rahat ediyor, hem sizin bu ehemmiyetli hizmetinizi mukabelesiz kabul ediyorum.

“En evvel Hilmi Bey seni bize getirdiği için ona minnettarım. Zaten ben sizin beşinizi bir ruhta telakki ediyorum. Feyzi, Emin, Hilmi çoktan beri benim akrabam içinde de kazançlarıma hissedar idiler. Şimdi Gavs-ı Azamın bize işaretinde has kardeşlerin bir kısmını bu fıkrada (ve kün kadiriyyel vakti lillahi muhlisen taiyşü saiden sadıken bi muhabbeti) gösteriyor. (Sadıklar dahi sarih görünüyorlar) Eğer darılmazsanız yemek masrafında ben de iştirak edeceğim. Zaten tam vaktinde bana muvafık hediyeleriniz manevî kıymeti ondur. Dokuzu ihsanınız olsun, birisi de daimî ve eski kaidem için ben versem ne olur? Ben Isparta’da bazı eşyamı satmıştım. Çok şükür iktisat bereketiyle o az para bana kâfi geliyor.

“Husrev kalemiyle yazılan defterler zayi olmasın. Hem Hizbün-Nûriye’yi size göndermiştim. Hocalar okusunlar ve okutsunlar, muattal kalmasın.”

***

“Aziz Sıddık Kardeşlerim,

“Kastamonu’nun yüzünü ak eden sizin gibi hakikatlı ve emektar kardeşlerimin hatırı için hediyelerinizi kabul ettim. Fakat bilirsiniz ki az yiyorum, siz çok gönderiyorsunuz. Beş altı günde bir defa Kastamonu’daki sizinle beraber bir yemekten yemek benim için hem teberrüktür, hem tatlı ve geçmiş hayatımı tazelemektir. Ben sizi çok merak ederdim. İnşaallah rahatsınız, yeriniz geniş midir? Feyzi size Meyve’yi okuyor mu? Kastamonu’da ona söylemiştim. Oradaki umum kardeşlere çok selâm…”

DAMLA

Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) Üstad’ı Afyon Hapishanesindeyken Risale-i Nur’dan aldığı ilhamla çoşkun manzumeler yazıyordu. Bunlardan birisi de DAMLA ismini taşıyan manzum divanıdır. Elif, Be sırasıyla devam eden bir divanın Dal ve Lam bölümlerini takdim ediyoruz:

-D-

Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad
Hak yolunda uy ona eyle cihâd

İsmi Sâid, kendi sâid, hali sâid
İnsan; bunun sultânına biatla olur muvahhid

“Hem etmektir murâdı din ve imanı âbâd
Baş üzre deyüp eyler her emrine inkıyâd

-L-

Risâletü’n-Nuru okuyan görmez aslâ melâl
Tahrîrine sa’y eyle ki etsin sana hakkını helâl

Açıkla söyle hem neşreyle vebali büyüktür kurtul
“Nûr-ı aynin Üstâdının teveccüh ve yakînini bul

Sen çek yerine çekmesin mihen ü elem ol
Üstadına hem köle ol Sadık, hem kurban ol”

Allah rahmet eylesin. Amin.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Kastamonulu Şeyh Said Efendi

Şeyh Said Efendi (1834-1889) Şeyh Said Efendi uzun süren şeyhliği döneminde kendisini çevre halkına sevdirmiştir. …

Önceki yazıyı okuyun:
TAHSİN AYDIN

Tahsin AYDIN (l9l7-l98l) Bediüzzaman Kastamonu'da mecburi ikamet için bulunduğu senelerde, ilk ve yakın talabelerinden biri …

Kapat