Ana Sayfa / Yazarlar / Safahat’ın İlk Yayımlanışı

Safahat’ın İlk Yayımlanışı

Safahat’ın ilk yayımlanışı

Akif Sırat-ı Müstakim’de 1908 – 1910 arasında çıkan şiirlerini Safahat kitabında topladı. Nisan 1911’de yayımlandı. Akif sonraki yıllarda altı şiir kitabı daha yayımlayacak bu yedi kitabın tamamı yine Safahat adıyla 1943’de bir arada basılacaktır. Akif’in ilk kitabındaki şiirleri toplumun perişan halinin resmidir. Hasta adlı şiiri vereme yakalandığı için okulundan uzaklayan bir yatılı okul öğrencisinin dokunaklı hikayesidir. (Akif kurmaca yazmaz, hepsi yaşanmış olayları anlatır) Kufe şiirinde, eğitim almak istediği halde hamallık yapmak zorunda kalan Hasan’ın ağlayışları duyulur. Mahalle Kahvesi toplumun nasıl çürüdüğünü anlatır. Köse İmam’da İslam’ın kolayına glen yönleriyle dindar geçiren, işine gelmeyen buyrukları karşısında ayak direyen sersemler eleştirilir. Koca Karı ile Ömer’de sorumlu bir devlet adamının nasıl olması lazım geldiğini anlatmıştır. Halife Hazreti Ömer ihtiyar bir kadını, açlıktan ağlayan torunlarını avutmak için çakıl taşlarını kaynatırken görünce beyninden vurulmuşa döner. Çünkü bu yoksul kadından habersiz kalmıştır, o anlalaşına bunu yakıştıramaz, kendini suçlar. Pişmanlık ve utanç içinde sorumluluğunu hatırlar.

Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-ı ilâhî Ömer’den sorar onu..
Safahat yayımlandığında Merhum İbrahim Bey, adlı şiirin başındaki açıklama, Katip Emin’in dikkatini çekti. Akif bu açıklamada İbrahim Bey’i veteriner alimlerinden büyük bir zat olarak tanıyordu. O doğunun yatiştirdiği seçkin bilgi ve fazilet sahiplerinden birisiydi. Hem Doğu hem Batı dillerini üstelik edebiyatları ile birlikte bilmekteydi. Fransızca’yı ve Rusca’yı hakkıyla öğrenmişti. Alçakgönüllüleğe aşık, kibir ve büyüklenme düşmanıydı.
Emin merakını yenemeyerek İbrahim Bey’in kim olduğunu araştırdı. Fakat onu tanıyan birine rastlayamadı. Yalnız bir veteriner, alim değil yüksek karakterli Rusca, Fransızca bilen bir adammış dedi. Emin, Akif daireye gelince sordu “İbrahim Bey ulemadan değilmiş efendim, acaba kimdir?” Akif çok sevdiği bir insanı büyük bir haksızlığın pençesinden çekip almak isteyen bir sesle “Kim demiş onu! dedi. Albay İbrahim Bey tanıdığım en ahlaklı ve en bilgili insanlardan biridir. Onunla orduya at satın almak için Adana, Şam ve Haleb’e gittik Bana Arapça. Farsca. Fransızca edebi eserler okuttu. Hiçbir gece bana hocalık etmekten bıkmadı.
Ne büyük bir adımdı o.. Üvey oğlu Lüffi’yi yedi yıl onun öz oğlu sandım.
Akif’in dostlarından biri de kültürümüze hizmet ettiği çin sevdiği ud sanatcısı ve bestekar Şerif Muhittin (Targan) idi.Onun Çamlıca’daki evinde udunu dinlerken mest olurdu. O eve bir gün Macar keman ustası Charles Berger konuk oldu.. Akif onun çaldığı eserleri gözlerini kapatarak dinlerken, Berger içinden “Şu sakallı adam batı müziğini anlıyormuş gibi yapıyor” diye geçirmişti. Bir hafta sonra yine buluştular. Akif, Berger’e “Geçen hafta Bach’ın Chaconne’ini çalmıştınız, yine lutfetmez msiniz?” dedi. Berger sarsıldı. Demek şu sakallı adam Batı müziğinden hayli anlıyordu. Akif’in hayranları arasına Berger’de katıldı.
Balkan Savaşı Felaketi
Sırat-ı Müstakim dergisinin adı Mart 1912’de Sebilürreşat olarak değişti. Aynı yılın Eylül ayında da Safahat serisinin ikinci kitabı olarak Süleymaniye Kürsüsünde yayımlandı. Kitap adını aynı isimdeki tek ve uzun bir şiirden alıyordu. (Akif bu eserinde artık ferdi eksenden çıkıp toplumsal düşünmeye başlamıştı. Ferdi hayatların dramını değil topyekün toplumun halini şerhetmeye başlamıştı) İslam dünyasının perişan durumunu, toplumun öldürücü yaralarını anlatır. Ne yazık ki Türkiye’de durum farklı değildi. İstanbul’da halk seyyar mezarlık gibi yürümektedir. Her alın bir mezar taşıdır. Hak her yeniliğe karşı çıkmaktadır. Aydınlar da yenilik adına züppeliği, yabancılaşmayı, taklitciliği savunmaktadır. Bu iki kesim bu iki büyük yanlıştan dönmedikce toplum güçlenemeyecek bu yüzden belki devlet yıkılacaktır. Aradan çok geçmedi, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan Rusya’nın koruması altında 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne saldırdı Balkan Savaşı başlamıştı. Balkanlar’da yüzbinlerce Türk hunharca zulümlerle öldürüldü. Türkler yurtlarını terkederek Anadolu’ya sığınmak mecburiyetinde kaldılar. Onlar Balkanları fetheden fatihlerin çocuklarıydı. Beş yüz yıl boyunca koruyup gözettikleri Sırp, Bulgar, Yunan halkı ve orduları tarafından adeta yok edildiler. Akif bu vahşet karşısında adeta çılgına döndü. Artık yalnız yazmakla yetinemezdi. Camilere koştu, halka vaazlar verdi. Fatih Camiindeki vazında felaketi şiirine de söyletti.
İlahi altıyüzbin Müslüman birden boğazlandı
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı
Ne bikes hanümanlar işte, yangın verdiler yandı!
Ne küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!
Hakkın Sesleri

Süleymaniye Camiinde “Yurdumuzu korumalıyız!” diye haykıran Akif şöyle diyordu. “Rusya, Fransa ve İngiltere’nin esareti altındaki Müslümanlar henüz yok edilmemişse bunun sebebi Türkiye’nin varlığıdır. Eğer Türkiye, eğer bu vatan elden giderse islam dünyasındaki bütün ocakları söndürürler. Kabe’yi bile çiğnerler.!”
Akif, Bayezıt Camiinde de aynı görüşü savundu; Dünya Müslümanlarının son umudu Türkiye’dir. El birliği ile devletimizi ve ordumuzu güçlendirelim. Avrupalı hep aynı yolu izler. Araya bölücülük sokar, bizi birbirimizle boğuşturur, yorgun düşürür, sonra gelir toprağınızı işgal eder. Cehaleti , ahlaksızlığı, bülünüp çekişmeyi ortadan kaldırmalıyız. Çalışmalıyız, çocuklarımızı iyi yetiştirmeliyiz.”
Savaş boyunca Akif’in her anı mateme gömüldü.O günlerde kimse onun kadar ağlamadı. Hiçbir şiir onun şiirleri kadar hıçkırmadı. Vatan sevgisi bütün varlığını kaplamıştı. Dipçik altında ezilen kardeşlerinin çileleriyle dolup taşmıştı. Iztırabı şiirlerinde kelimelerden dalgalarla yüreklere çarptı.
Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım
Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor ey yolcu
Dedemin sürdüğü can ektiği toprak gitti
Öyle bir gitti ki hem bir daha gelmez ebedi!!

Bari bir hatıra kalsaydı şu topraktan diri
Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri

Hakkın Sesleri

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Teşrîk Tekbiri Hakkında

Teşrîk (ﺗﺸﺮﻳﻖ), doğuya doğru gitmek, parlamak, eti güneşe sermek demektir. Teşrik tekbiri, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlardan …

Kapat