Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Sahabe Efendilerimizin Kur’ân’a Olan Düşkünlüğü

Sahabe Efendilerimizin Kur’ân’a Olan Düşkünlüğü

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Sahabe Efendilerimiz Kur’an’ı neye benzetiyor ve nasıl yaşıyorlardı? Sahabenin Kuran hassasiyeti nasıldı?

Asr-ı Saâdette sahâbî efendilerimiz; dâimâ Allâh’ın fazl u ihsânını ve rızâsını arayarak, vahy-i ilâhîye tam ittibâ ediyor, onu en güzel şekilde hayatına tatbik eden Rasûlullah Efendimiz’e tâbî oluyordu.

Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’i semâdan inen bir sofra gibi telâkkî ediyor ve ondan âzamî derecede istifâde için büyük gayret ve fedâkârlıklar gösteriyorlardı.

Abdullah İbn-i Mes‘ûd (radıyallâhu anh) buyurur:

“Bu Kur’ân, Allâh’ın ziyafet sofrasıdır. İstifâde edebildiğiniz kadar onun nimetlerinden istifâde etmeye bakın!

Şüphesiz ki bu Kur’ân; Hablullah / Allâh’ın ipidir, apaçık nurdur ve faydalı şifâdır.

Kur’ân kendisine sarılanın koruyucusu, kendisine uyanların kurtarıcısıdır. Kur’ân’a uyan doğru yoldan sapmaz ki, kınansın. Eğrilmez ki, doğrultulsun…” (Taberânî, Kebîr, IX, 130)

Ashâb-ı kiramdan;

Kimisi Suffe ehli olup, gece-gündüz, aç-susuz Rasûlullah Efendimiz’in tâlim ve terbiyesinde irşâd oluyor, akabinde Efendimiz’in gönderdiği yerlerde tebliğ ve irşâda koşuyordu.

Maîşet temini için çalışmak mecburiyetinde olan sahâbîler ise, kendi aralarında nöbetleşe, Peygamberimiz’in sohbetlerine devam ediyor ve öğrendiklerini birbirlerine anlatıyorlardı.

Hazret-i Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:

“Ensardan bir komşum ile beraber Medine’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye İbn-i Zeyd oğulları yurdunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullâh’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman, o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman böyle yapardı…” (Buhârî, Kitâbü’l-İlm, 27)

Akşam eve gelen beylerine sahâbî hanımların suâli şu olurdu:

“Bugün hangi âyet nâzil oldu? Allah Rasûlü’nün bugün hangi hadîs-i şerîfini ezberledin?”

Yani onlar;

“Çarşıda ne var, Şam’dan hangi mallar geldi? Çin’den hangi ipekli kumaşlar geldi?” diye sormaz, âhiret endişesiyle, tatbik edecek devâ reçetelerini tâlim etmeye çalışırlardı.

O hanımlar, sabahleyin beylerini uğurlarken de;

“Sakın ha bize yanlış bir lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız ama, cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi. (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

Kur’ân öğrenmeye verdikleri değerin güzel bir misâli şudur ki;

Bir sahâbî hanım; mehir olarak, sadece beyinin, kendisine Kur’ân’dan bildiği kısımları öğretmesini istemişti. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 6, 32, 35, Fedâilü’l-Kur’ân, 21, 22; Müslim, Nikâh, 76)

Huzeyfe (radıyallâhu anh)ın annesi gibi anneler; evlâtlarını, Peygamberimiz’in sohbetinden istifâde etmesi için teşvik ediyor, ihmalkârlık edip, bu güzîde imkânı zâyî etmesin diye onları güzelce takip ediyorlardı.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Mart, Sayı: 205

***

Sahabenin Kur’ân’a Olan Düşkünlüğü

Ashab Kur’ân’a o kadar düşkündü ki, en tehlikeli anlarda bile Kur’ân okumaktan vazgeçmiyorlardı. Geceleri ashabın evleri adeta arı kovanı gibi Kur’ân sesleriyle çınlıyordu. Mesela bir sefer sırasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir vadinin kenarında mola vermişti. “Kim bizi nöbet tutup koruyacak?” diye sorunca, Muhacir ve Ensardan birer sahabi vazifeyi üzerlerine aldılar. Resulullah  (s.a.s.) bunlara: “Şu geçidin girişini tutun (orada bekleyin)!” dedi. Bu iki zat, geçidin ağzına gelince Muhacirden olanın uykusu geldi. Ensardan olan da namaz kılmaya başladı. Durumu anlayan düşman bir ok attı ve tam da namaz kılana isabet ettirdi. Sahabi oku çıkarıp namazına devam etti. Müşrik isabet ettiremedim düşüncesiyle atmaya devam etti. Öyle ki üçüncü okunu da attı. Ancak sahabi yaraya aldırmadan namaza devam etti. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı. (Müşrik bunların iki kişi olduğunu görünce) yerinin farkına vardıklarını anladı ve kaçtı. Muhacirden olan zat, arkadaşındaki kanı görünce: “Sübhanallah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın?” deyince o: “Öyle bir sûre okuyordum ki, kesmek istemedim” diye cevapladı.

Görüldüğü üzere sahabe, Kur’ân’a o denli bağlıydı ki, en tehlikeli anlarda bile onu okumayı bırakmıyor, ondan aldığı zevk ve lezzet, yaranın elemini hissettirmiyordu. En tehlikeli şartlarda bile Kur’ân’a bu denli bağlı olan ve onu okumadan vazgeçmeyen ashabın normal zamanlardaki halini varın siz düşünün!

Ashab geceleyin namazlarında uzun sureler okurdu ve gece ibadetleri, başkalarının da dikkatini çekecek ölçüdeydi. Ashab karşısında sürekli hezimet yaşayan Rum ve Fars kralları, gerek onları yakından tanımak için kullandıkları casuslardan, gerekse onlarla savaşan askerlerden aldıkları cevaplar aynıydı. Ashab “ruhbanun filleyl fürsanun finnehardı.” Yani gece abid, gündüz ise cesur bir cengaverdi. Şayet aralarına oturup da yanındakiyle konuşmaya kalksan, onların Kur’ân okuma sesinden arkadaşının ne dediğini anlayamazdın. Zira onlar sürekli Kur’ân okur ve Allah’ı zikrederler.

İbadete düşkün olan ashab, Allah Resûlüne (s.a.s.) hangi ibadetin Allah Teala’ya daha sevimli olduğunu sorduklarında, onları Kur’ân’a teşvik ediyordu. Bunlardan birinde yine sorduklarında, Resûlullah (s.a.s.): “el-Hallu’l-Mürtehil” (bitirince tekrar yola başlayan) diye cevap verdi. Bu da nedir deyince: “Kur’ân’ı başından sonuna kadar okumak, bitirince de yeniden başlamaktır.” dedi.

Buna benzer teşvikleri alan ashab, daha büyük bir iştiyakla Kur’ân’a sarılıyor, okuyor ve ezberliyorlardı. Ezberlemekle de kalmıyor, ezberlediklerini her vesilede okuyorlardı. Çünkü onu okumaları onlara ibadet sevabı kazandıran bir faktördü.

Ashabın boş bir vakit ve uygun bir ortam bulduğunda ilk yaptıkları şey yine Kur’ân okumaktı. Kur’ân okuma ibadeti, onlar için bir zorunluluk değil, aksine onlara zevk veriyordu. Bu zevk, onları Kur’ân’a yaklaştırıyor, bu yaklaştırma onu ezberlemeyi netice veriyor, hafızada bulunan bu eşsiz ezber de sürekli okumayı gerektiriyordu.

Ashabtan Useyd b. Hudayr adındaki sahabinin yaşadığı şu durum da bize göstermektedir ki, ashab için Kur’ân okuma, vazgeçemedikleri önemli bir ibadetti ve bu ibadeti hiç aksatmıyorlardı. Bir gece hurma harmanında iken,  ortamın sakin olduğu ve kimsenin de bulunmadığı böyle tenha bir zamanda,  sahabi uykuyu değil Kur’ân’ı tercih ediyordu. Böyle bir esnada Kur’ân’dan Bakara sûresini okumaya başladı. Hemen yakınında ise atı bağlıydı. Birden bire atı şahlandı. Bunun üzerine Kur’ân okumaya ara verdi. At da sakinleşti. Useyd tekrar okumaya başlayınca at tekrar şahlandı. Üseyd yine okumaya ara verince at yine sakinleşti. Biraz sonra yeniden okumaya başlayınca at yeniden şahlandı. Oğlu Yahya ata yakın bir yerde uyuyordu. Ona bir zarar vermemesi için atın yanından uzaklaştırmaya gitti. Bir aralık başını semaya doğru kaldırınca bir de ne görsün! Gökte şemsiye gibi bir şey ve içerisinde kandilimsi nesneler var. Sabahleyin hemen Resûlullah’ın (s.a.s.) yanına gelerek başından geçenleri anlattı. Hz. Peygamber (s.a.s.) de kendisine şöyle dedi: “O gördüklerin neydi bilir misin?” O da hayır cevabını verdi. Bunun üzerine: “Onlar meleklerdi. Senin sesine gelmişlerdi. Şayet sen okumaya devam etseydin, onlar seni sabaha kadar dinleyeceklerdi. Öyle ki, sabahleyin herkes onları seyredebilecekti ve onlar halktan gizlenmeyecekti.” buyurdu.  Başka bir rivayette ise Kur’ân okunurken inen şeyin “sekîne” olduğu belirtilir.

Kur’ân’ın her bir harfinin insana en az on sevap kazandıracağı müjdesini alan ashabın, zaten ondan geri durması da mümkün değildi. Allah Resûlü: “Kur’ân-ı Kerim’den tek bir harf okuyana bile bir sevap vardır. Her hasene on misliyle değerlendirilir. Ben “Elif lâm Mîm” bir harf demiyorum. Aksine “Elif” bir harf, “Lâm” bir harf, “Mîm” de bir harftir.” buyurmuştu.

Ashap arasında Kur’ân’ı üç günde hatta bir gecede hatmedenler vardı. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.) Abdullah b. Amr’ı yanına çağırmış, ayda bir hatim yapmasını önermişti. O daha fazlasına gücünün yettiğini söyleyince, o zaman haftada bir olsun demişti. Bundan daha kısa süreye de izin vermemişti.

Ashap, Kur’ân’ı sadece lafız olarak okuyup ezberlemiyor, lafzın yanında onların saf kültürlerini de oluşturuyordu. Öyle ki toplumun bütün katmanları onun manasıyla da sıkı bir ilişki içerisindeydi. Öyle ki halife bile olsa şayet Kur’ân’ın hilafına bir hüküm verecek olsa, hemen karşısına dikilerek, gerçeği haykırmadan edemezlerdi. Onlarca örnekten sadece bir tanesi şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Ömer (r.a.), evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğin söylüyor. O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescide okunan hutbe karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle diyor: “Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka bilgiyle Efendimizden duyduğun bir şey mi var? Çünkü Kur’ân’da Allah “Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran” diyor. Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.” Hz. Ömer, o kadının itirazını yerinde buluyor ve kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun” diyerek sözünü geri alıyor.

Bunlar da göstermektedir ki ashap, Kur’ân’ı kendilerine adeta vird ediniyor ve kısa sürede de tamamını okuyarak, yeniden başlıyorlardı. Böyle okumalar, anlamının da çok iyi bir şekilde kavranmasına sebep oluyordu. Aynı zamanda bu da onun yazılması, ezberlenmesi ve dolayısıyla korunması zorunluluğunu doğuruyordu.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Risâle-i Nur’da Ramazan Bayramı Bahisleri

RİSALE-İ NUR’DA RAMAZAN BAYRAMI BAHİSLERİ 28. Lema 10. Nükte Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kasa Masa Mürekkep

KASA MASA VE MÜREKKEP Şimdiye kadar Risale-i Nur Hizmetiyle meşgul olup tam manasıyla muvaffak olamadığımız …

Kapat