Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Röportaj & Mülâkat & Konuşmalar / Said Nursi öfke uçurumuna düşmeme dersi veriyor – Röportaj

Said Nursi öfke uçurumuna düşmeme dersi veriyor – Röportaj

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Said Nursi öfke uçurumuna düşmeme dersi veriyor

Akrebin Kıskacında-Teslimiyet ve öfke karşısında Bediüzzaman üçüncü yolu” kitabının yazarı, Avukat Ahmet Özkılınç sorularımızı cevapladı.

Röportaj: Abdurrahman Iraz

Sizi tanıyabilir miyiz?

1964’te Manisa Soma ilçesinde doğdum. İlk tahsilimi orada yaptım. Orta ve lise tahsilimi Manisa İmam Hatip Lisesinde 1982 yılında tamamladım. 1982 yılından sonra bir süre Manisa’nın merkez Yuntdağı köylerinden, Kozaklarda bir müddet köy imamlığı yaptım. Diyanet İşleri Başkanlığından burslu okuduğum bir vasattı bu nedenle mecburi hizmetim vardı. Bu mecburi hizmetin üç buçuk aylık dönemini imamlık vazifesini ifa ettikten hemen sonra, kazandığıma ilişkin üniversite sonuçları gelince İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine 1982 yılında kaydoldum. 86 yılında mezun oldum. 1989’un ortalarından sonra, yaklaşık 22-23 yıldır Manisa’da serbest avukatlık yapıyorum. Bu dönem içerisinde Manisa İlim Kültür Vakfı’nın mütevelli heyeti içerisinde bir vazife ifa ediyoruz. Onun dışında Avukat Halil Doğan’ın Genel Başkanlığını yaptığı Demokrat Hukukçular Derneği üyesiyim, o dernekle de irtibatımız devam ediyor.

 

RİSALE-İ NUR’U BEŞ YAŞINDA BİR ÇOCUK İKEN ANNEM MARİFETİYLE ÖĞRENDİM

Risale-i Nur’u veya Bediüzzaman ismini ilk defa nasıl duydunuz?

1969 senesinde henüz beş yaşında bir çocuk iken rahmetli Sadettin Birgeoğlu -Osman Birgeoğlu’nun babası- ve Melek teyzenin evlerine, Prof. Dr. Ümit Arinç Bey’in eşleri Hacer abla ve Niyazi Eruslu Bey’in de eşi Nurdan ablanın hanımlar dersi organize ettiği, Ragıp hocanın hanımı olan Ayşe Hanımın, ki benim halamdır, hanımlar dersine gidip gelindiği bir vasat. 1969 senesi Soma’da. Osman Birgeoğlu’nun babasının evinde kız kardeşlerinin organize ettiği hanımlar dersine bir çocuk olarak annemle beraber katıldım, ilk defa üstadı, Risale-i Nur’u beş yaşında bir çocuk iken annem marifetiyle öğrendim. O hanımlar dersinde çocuk olmak hasebiyle bir süre sonra vecizeler ezberlettiler ve biz de o hanımlar derslerinde çocuk olarak vecize okurduk. İlk okulu bitirdikten sonra Manisa İmam Hatip Lisesine gidip orada Ali Katıöz Hocam ve Hüseyin Sel ağabeylerin, hizmette ifa ettikleri o daire içerisine dâhil olmak Karaköy Kur’an Kursunda kalmak fırsatını bulduk. Manisa’da halen çok aktif olan Fikri Bitlisli ağabeyin bir yaz dersinde Tabiat risalesiyle başlamıştık. İrfan Sel’in “Bediüzaman Cevap Veriyor” dersleri, Halil Köprücüoğlunun ders ve sohbetleri… Başta rahmetli annem olmak üzere bizi bu hakikat deryasına Kur’anın bu mucize-i Manevisi le tanıştıran herkesten Cenab-ı Hak razı olsun.Hesapsız Cennetine koysun onları.

Manisa’da DYP Manisa il başkanlığını yaptınız, milletvekili aday adayı oldunuz. Nasıl oldu bu? Ve sonrasında siyasi hayatı bırakma işi?

O dönemi, kendi şartları içerisinde değerlendirdiğimizde 1989’da Manisa’da avukatlığa başladığımızda, Manisa’da şöyle bir atmosfer vardı: Sayın Rıza Akçalı, eski çevre bakanı, Halil Köprücüoğlu, İrfan Sel gibi çok değerli ağabeylerimiz o zaman siyasetin içerisindeydiler. İl yönetiminde demokratlığın gereği, o günkü Manisa teşkilatını bir kısım kişilerin vesayetinden kurtarma açısından çok çabaları vardı. Biz de genç bir avukat olarak, böyle bir zeminde büro açtık böyle bir zeminde avukatlığa başladık. İster istemez siyasi meselelerle daha sıkı fıkı bir ilişki ve onların zaman zaman il yönetimlerinde karşılaştıkları bir kısım ihtilaflarda danışacakları bir hukuk merciini taşımaya başladık. Neticede karşılaştıkları problemleri bizimle paylaşırlar ve buna çözümleri beraber üretirdik. Parti tüzüğü, buna mümasil siyasi partiler kanunu, delegeler ve sair parti teşkilatında karşılaşılabilen bütün meseleler… Açıkçası 1989’da Manisa’da nisandan itibaren ki o ay Ramazan ayıydı, büromu açtığım ilk zaman siyasetin içerisinde buldum kendimi. 1999’in 18 Ekiminde de yine parti teşkilatındaki arkadaşların bizi aday göstermeleriyle beraber il başkanlığına geldik. Yaklaşık 3 yıllık süreç içerisinde de il başkanı  olarak vazife ifa ettim. 2002 seçimleri öncesinde aday adayı olduk. Milletvekili olma konusunda önümüz açılmadı. İlk etapta 1 Eylülde yapılan bu seçimde bu halden dolayı bir hayli zihni bir travma yaşadım, bu kadar ciddi çabalara rağmen, hatta bizim milletvekili aday adayı olmamızı teşkilatlar istemesine rağmen, ön seçimlerde o arzu ettiğimiz sonucu alamayınca, çok kısa bir zaman sonra 4 Kasımda DYP barajı aşamadı.

Sonrasında Risale-i Nur’larla bire bir meşgul olma imkanını fırsatını buldum. Hemen sonrasında bir yıl içerisinde Manisa’nın Soma ilçesinde bir merkezimiz var. “Büyüklere okumalar” adı altında yani talebelere veya gençlere orada bir kısım hizmetler ifa ediliyordu. Bir kısım problemlerle karşılaşılıyordu. Talebe bir programa katılıyor. Bir haftalık on günlük süreç içerisinde namazı cemaatle kılmak, tesbihat, risale okumak, o manevi atmosferde fevkalade dolmuş bir vaziyette eve gidiyor. Fakat evde ertesi sabah o hafta cemaatle namazı ya da tesbihatı arzu ettiği biçimde yapamıyor, devam ettiremiyor. Devam ettiremeyince üç-beş gün sonra dönüyor bize şikayette bulunuyor. “Babam cemaatle namaz kılmıyor, yani babam namazı kılıyor ama tesbihatı yapamıyoruz” diyor. İster istemez çocuğun dünyasında, on günlük süreç bir hafta ancak sürdürülebiliyor. Bir hafta sonra çocuk yeniden eski konumuna dönüyor. Bunu nasıl bir formül üretebiliriz diye, buna beraber zihin yorduğumuzda o zaman biz büyükleri de aynı okuma programına niye tabi tutmuyoruz dedik. Çünkü bunların hepsi birer dershane adabından ve usulünden yetişip nur talebesi olmuş ya da Risale-i Nurla muhatap olmuş arkadaşlar değil bir kısmı bunun adabını ve usulünü tam bilmiyorlar. Büyüklere okuma programı altında, bir program geleneği başladı. Onu Halil Köprücüoğlu, Hilmi Arkın ve İsmail Aksaraylı hocalar başlattılar. Biz siyasetten boşalınca bu vazifeyi yapmaya başladık. Siyaset bizi bırakmadı, hamdolsun biz bıraktık. Üstadın himmetiyle biz siyaseti bıraktık.

Emaneti sahiplerine devredip, kendi asli işimiz olan, Risale-i Nuru okumaya ve yaşamaya döndük…

Hakikat burası. Aynen öyle.

Bence en büyük siyaset de budur diye anlıyorum?

Evet aynen öyle. Çünkü Üstadın hayatına bu manada nüfuz ettiğinizde aslında en büyük siyasi tercihin bu anlamda hakikatlı bir biçimde bu olduğunu görüyorsunuz. Aslında o siyasi tercihi tespit eden Bediüzzaman’ın kendisi de değil. Bunu tercih eden o siyasi yöntem ve usulün dersini veren bizzat Resulullah’ın (ASM) kendisi. Ahirzamanda o dehşetli şahsın icraat ve faaliyet dönemine yetiştiğinizde onunla siyaset yoluyla mücadele edemezsin, siyaset yoluyla mücadele edemezsinizin hassasiyet noktası, bu günkü politikalardan anladığımız husustur.

Asli vazifemize dönüp, o sahanın vazifelilerini zaman zaman buradan aldığımız maneviyatla, hassas ölçülerle ikaz vazifesini yerine getirmeliyiz. Üstad Bediüzzaman’ın hayatında gerek Menderes’e, gerek Bayar’a, gerek o dönemin demokratlarına, zaman zaman yazılmış mektuplarda bu usül ve adabı çok net bir biçimde görüyoruz. Hem bir takdir edici yoldaş hususiyeti var, hem bir ikaz edici dost arkadaş hususiyeti var ki, Nur talebesinin siyasetle iştigalini böyle bir zemine oturttuğumuzda Allahu a’lem daha hakikatli bir siyasi yol tercih etmiş oluyoruz. Mesele illa siyaset kelimesi ile dillendirecekse başlı başına bu bir önemli tercihi ifade ediyor ki, Üstadın o dönem içerisinde bu mektuplarında yer  alan ırkçılarla-halkçılar tabirini yani o günün güncelliği o günden bu güne uzanan süreçte çok sağlıklı bir zemine oturtamazken bu gün baktığımızda ne kadar sağlıklı ne kadar harika ve geleceğe yönelik mesajları da barındıran içeriği zengin bir muhteva olduğu görülüyor.

2002 yılında Üstadın adap ve usulüyle onun yol ve yöntemiyle siyaseti, daha önce kullandığım sigarayı ve siyasetin sohbetini bıraktım. O dönemde Allah rahmet eylesin Kırkağaç Belediye Başkanı Hacı Kazım Kayadipli vardı, benim siyaseti bıraktığımı duymuş. İl Başkanlığım döneminde çok büyük desteklerini gördüğüm bir abimizdi, yılların demokratıydı, 70 küsür yaşındaydı. Telefon açtı dedi ki; “Siyaseti bırakmışsın evlat gel dedi beni bir ziyaret et, sohbet edelim.” Onu ziyarete gittim. Dedi ki; “ben senin siyaseti bıraktığından çok mahzun oldum.” Hakikaten bizi taltif eden ifadeler kullandı. Benim ısrarla böyle manalara tahşidat yaptığımı görünce, siyasete tekrar dönmeyeceğimi anlayınca o zaman, “Evlat sana bir nasihatım var. Ben 1960 senesinde 60 ihtilali nedeniyle Demokrat Parti İlçe Başkanı olarak içeri alındım, sekiz ay hapiste kaldım, 8 ay hapiste kaldıktan sonra hapisten çıktım. O zaman yatağımızla beraber hapse girerdik. Yatağımı aldım geldim, millet laf etmesin Kırkağaçta diye bir hafta on gün de Demokrat Parti ocağında yattım, eve gitmedim. Millet laf etmesin diye. Ondan sonra eve bir döndüm, iş gitmiş perişan olmuş, çoluk çocuk açlıktan sefaletten perişanlar. Evdekiler fevkalade kötü bir durumdalar. Her şeyleri bozulmuş ihtilal havasının getirdiği hava ile ben de siyaseti bırakıyorum dedim ve siyaseti bıraktığımı ilan ettim. Fakat ‘kuyruğu’ sokakta bırakmışım gelen basıyor, giden basıyor, gelen basıyor giden basıyor. Bir gün masayı yumruklayarak size gününüzü göstereceğim deyip yeniden siyasete daldım. Ben şimdi siyaseti ancak mezarda bırakabilirim. Sen madem siyaseti bırakmışsın, sana bir tavsiyem, ‘kuyruğu altına topla’ sokakta bırakma” dedi. Bunun tercümesi siyasetin sohbetini bırak. Bir an Üstadın o hakikatlı tavsiyesi aklıma geldi ki bizzat Hacı Kazım Kayadikli’nin hatıratına yansımış netice itibariyle.

Nasıl?

Siyasetin sohbetini bırakınız. Üstad Bediüzzaman’ın tavsiyesi de bu manada. Sohbeti, siyaset-i dünyeviyeyi  bıraktım manası ki, çünkü onunla meşgul olmağa başladığınızda ister istemez, zaman içerisinde o atmosferde zihniniz onunla meşgul olduğunda bu alandan kurtuluş bir hayli zor. Ben de siyasetin sohbetini bıraktım. Siyaset sohbeti bırakılınca, siyasetin kendisi bırakılınca, ister istemez onun menhus tadı kaçtı. Hamd olsun aynı tadı bu sefer Risale-i Nurlarla muhatap oluşta Risale-i Nurlar’ın hususi tetebbuatında da bulunca, o boşluğu hizmette doldurduk. Ve ondan bu yana da Risale-i Nur hizmetleriyle meşgul oluyorum

.BARLA DÖNEMI ANLAŞILAMADAN ESKIŞEHIR MAHKEME SAFAHATI EKSIK KALIR

Son yazdığınız kitaba gelelim. Kitabın ismi, “Akrebin Kıskacında-Öfke ve teslimiyet çıkmazı karşısında Bediüzzaman’ın üçüncü yolu.” Böyle uzun bir isim nereden geldi?

Kitabın hikayesinden başlamak lazım. 27. Lem’a Eskişehir Mahkeme müdafaalarıyla alakalı. Hukukçu ve avukat olarak bir seminer çalışması başlattım. Başladığımda, 27. Lem’ayı Lem’alar’da bulamadım. Döndüm Tarihçe-i Hayat’ta 27. Lemanın Barla dönemi sonuna konulduğunu gördüm. Okuduğumda 27. Lem’a’nın Üstad Bediüzaman’ın 1935 yılında çıkarıldığı Eskişehir Mahkeme Müdafaalarının o mahkeme müdafaatında ilk sorgulama aşamasından son karar aşamasına kadar sekiz safhada verdiği ifadeleri ve bu manada yaptığı savunmaları ortaya koyan Risale-i Nur’un bir parçası olduğunu gördüm. Bu çerçevede okunduğunda sanki 27. Lem’ada bir kısım tespit ve teşhislerin, yapılan bir kısım savunmaların arka planlarının öncesi hadisatla ilişkisi ve ilgisi kurulduğu nisbette anlaşılabilirliği gibi bir noktaya vardım. Sonrasında yazar arkadaşımız çok değerli büyüğüm ağabeyim, vefalı dostum Metin Karabaşoğlu ile bunu paylaştım. Dedim ki “Neden Barla döneminin sonuna konulmuş?” Bu perspektifte bu sorularla beraber yeni bir okumaya başladım. Barla dönemi tam manasıyla anlaşılamadan Eskişehir Mahkeme safahatı sürecinde yapılan savunmalar bütünüyle kavramak eksik kalır.

ÜSTAD BUNU ‘MÜSBET HAREKET’ DİYE İFADE EDİYOR, Kİ BU SIRAT-I MÜSTAKİMDİR

Adeta on yılın hesabının sorulduğu bir Mahkeme safahatı. O zaman dönüp Barla dönemini Üstadın 1925’te Şeyh Said Hadisesi ile beraber öncesinde Burdur’a sonra Isparta’ya sonra işte kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara ve tamamen yokluğa mahkûm edilmek üzere gönderildiği bir diyarda kıyamete kadar yaşama istidat ve kabiliyetindeki bir ‘İman hizmeti’ni nasıl teşekkül ettirdiğini görüyorsunuz. Bu hizmetin nasıl masumiyetine ve meşruiyetine halel getirmeden teslimiyet ve öfke ikilemi karşısında öfke uçurumuna düşmeden, teslimiyet refüjüne çıkmadan üçüncü bir yolda imana, Kur’ana nasıl hizmet edilebileceğinin bir kısım ayrıntı ve detaylarını yakalıyorsunuz. Ki bu size bir yöntem ve usul dersi veriyor. Sonrasında Üstad bunu ‘Müsbet Hareket’ diye ifade ediyor, ki bu sıratı müstakimdir. Bunun hakikatlı bir biçimde o  dönem hadisatıyla irtibat ve ilişkilerini araştırmaya başladığımda umman derya çıktı ortaya.

MUSTAFA KEMAL İLE BEDİÜZZAMAN’IN GERİLİMLİ HAYAT SÜRECİ HEPİMİZİN MALUMU

İşte onun Şadi Şirazi’nin ifade ettiği mana ile söylüyorum ki çok hoşuma gidiyor. Bir okyanus var karşınızda hakikaten okyanusun her parçası, her vasatı, her damlası, kısmı hakikatlerle dolu, zenginliklerle dolu ama sen selamette kalmak istiyorsan dalma diyor Sadi Şirazi, okyanusta boğulursun. Ben de dalmak arzu ediyorum. Biz sanki böyle bir çabayla  böyle bir okyanusta el yordamıyla ulaşabildiğimiz bir miktarla Bediüzzaman’ın yaşadıklarının o dönem icraatlarıyla beraber sunulduğunda daha hakikatlı bir yere oturduğunu gördük. Sanki Risale metinlerinin anlaşılmasına da katkısı oluyordu. Mustafa Kemal ile Bediüzzaman’ın gerilimli hayat süreci hepimizin malumu. O taraflar arasındaki tümüyle stratejik mücadelenin çok farklı bir boyuta geldiğini görüyorsunuz ki sürekli kendisi bir öfke patlamasının netice vereceği tazyikatla karşı karşıya. Kalbe dokunan, vicdana dokunan, insanın şuuruna ve idrakine dokunan, insaniyetine dokunan ızdıraplı hayat süreci ki gün gün her davranışı hatta namazı nasıl kıldığı, tesbihatı nasıl yaptığına dair detay ve ayrıntısına kadar gün gün mahallin jandarma komutanlığı, mahallin Nahiye Müdürü, mahallin ilçe Kaymakamı mahallin Valisi tarafında İçişleri Bakanlığına rapor edildiği ve içişleri Bakanlığınca da Cumhurbaşkanına,  birinci adama ki o dönemde Mustafa Kemal kendisine bütün o icraat ve faaliyetlerin rapor edildiği bir dönem ve süreçten bahsediyoruz.

Böyle bir dönem ve süreçte yaşananları mercek altına aldığınızda bir çok detay ve ayrıntının içinde çok farklı mücadele ve yönteminin usulünün gerçekleştiğini görürsünüz. Bütün bunları ifade edebilecek en güzel kelimenin “akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader” diye Necip Fazıl’ın ifade ettiği o mana ki hakikaten akrebin kıskacında bir vasat ve dönemde ama akrebin kıskacında yaşanan bu şartlarda bir üçüncü yolu, öfke patlamasına neden olmadan ortaya koyan bir Bediüzzaman. Bu çerçeveyi mümkün olduğu kadar kitapta ortaya koymaya çalıştık.

ANKARA BEDİÜZZAMAN’I GİZLİCE İZLETTİRİYORDU

Mustafa Kemal’in acaba bir talimatı mı var, özel olarak Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı rapor ediliyor?

Dönemin idarecilerinin Bediüzzaman’ın bütün icraat ve faaliyetleriyle çok yakından ilgilendikleri hususu bugün ulaşılabilen resmi belgelerle açığa çıkmış durumda. Dönemin idarecileri Bediüzzaman Said Nursi’yi o dönemde Barla gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir diyara gönderdiler. Şeyh Said hadisesinin bahane edilmesi vesilesiyle yapılan gönderme tamamen hukuksuz, kanunsuz, her hangi bir mahkeme kararına dayanmayan, yasal zemini olmayan keyfi bir sürgün niteliğinde. Bunun sadece bir sürgün hayatından ibaret kalmadığını görüyorsunuz. 1927 Mart’ından itibaren ancak kayıkla ulaşımın temin edilebildiği Barla gibi bir diyara sürgünün akabinde bizzat mahalli nahiye müdürünün mahalde muallimlik yapan şahsiyetlerin Necmettin Şahiner ağabeyin, Son Şahitler isimli kitabında hatıratta ifade ettiği hususlarda da belirtildiği gibi belli ki günlük, haftalık aylık raporlarla o dönemde kaymakam, vali ve içişleri bakanlığı ve nihayetinde Cumhurbaşkanlığı makamına kadar uzanan bir süreçte sürekli bilgilendirildikleri bir vakıa.

Böyle bir vasat ve dönemde Bediüzzaman’ın yazdığı bütün eserler, o dönemde neşrettiği Onuncu Söz (Haşir Risalesi), 25. Söz hep en yakın biçimde takipte. Bunu önümüzdeki süreçte açılacak yeni bir kısım arşivlerle, belgelerle çok daha detayıyla göreceğiz. Ama bugün ulaşabildiğimiz ve kitapta kullandığımız Eskişehir Mahkeme safahatına uzanan süreçteki her hadisenin içişleri bakanlığınca Cumhurbaşkanlığı makamına, Mustafa Kemal’e rapor edilmesi hadisesi başlı başına buna dair ipuçlarını veriyor. Ankara kendisiyle çok yakından ilgileniyor. Ama bu ilgilenmeyi bir gizlilik içinde yapıyor. Bu nedenle Bediüzzaman hayatı boyunca her hali, her davranışı, her tutumu, her hareketi sürekli Ankara’ya rapor edildiği hususunda bir tereddüt yok

.Bunlar sizde belgeli olarak var mı?

Evet belgeli. Kitapta da bu belgeler var.

 

II. BÖLÜM:

YANİ BU MÜRACAATI NİYE YAPMIYORSUN ÜSTAD?

Kitabınızda Bediüzzaman’ın sürgün edilmesi için özel bir kanun çıkarıldığını söylüyorsunuz?

O kanun 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Mecburi İskan Kanunu. Yasanın 7. maddesinde o hadise şöyle gerçekleşiyor; 1933 senesinde Cumhuriyet 10 yaşına giriyor. 1923 yılında kurulan Cumhuriyetin ilanının 10.yılı nedeniyle Türkiye genelinde Temmuz 1933’e kadar işlenmiş bütün suçlar af kapsamına dâhil ediliyor. Bu af kapsamına dâhil olan bu cürümlerle, suçlarla, kabahatlerle ilgili olarak şahısların ilgili mercilere müracaatları esas alınıyor. Yasal düzenlemede 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10.yılında bu kanun kapsamında Bediüzzaman Said Nursi mahallin idarecilerine bu kanundan istifade etmek için her hangi bir müracatta bulunmuyor.

Yani nasıl bir müracaat yapılacak?

Yani “söz konusu yasa kapsamından istifade etmek istiyorum” diye bir dilekçe yazacak ve bu kapsamdan kendisi istifade ettirilecek. Nerden sürgün edilmişse, nereye gönderilmesini istiyorsa nereye gitmek istiyorsa oraya mahallin idarecilerin izniyle gönderilecek ve ondan sonrada serbest olacak. Şimdi Bediüzzaman bu müracaatı yapmıyor, ilk etapta bu müracaatı niçin yapmadığını sorgulamadığınız zaman müracaatı yapmaması çok anlamlı ve manidar gelmiyor. Yani niye yapmıyorsun Üstad? Bir müracaat dilekçesi vereceksin serbest bırakılacaksın, memleketine döneceksin. İnsan burada hayrette kalıyor. İlk etapta çok anlamlandırılamazsa da Üstad enteresan bir biçimde bu müracaatını yapmamasının gerekçesi olarak çok hakikatlı manaları 16. Mektup’ta ifade ediyor. Çünkü kendisinin 1933’te çıkarılan genel af kanunu kapsamına giren ve affa uğrayan bir suçu yok. Bir cürmü yok. Bir Mahkeme kararı yok. Neyin müracaatını kime yapacak? Kanun namına kanunsuzluk yapanlara karşı nasıl bir müracaat yapsın? Müracaat dilekçesi verse kendisi cürüm işlemiş bir şahsiyet olarak kayıtlara geçecek. Üstad bunu yapmıyor.

O KANUN MADDESİ “BEDİÜZZAMAN, BEDİÜZZAMAN” DİYE BAĞIRIYOR

Yapmayınca mahallin idarecileri bundan fevkalade rahatsız oluyorlar. Af kanunundan 8 ay sonra 14 Haziran 1934’te bir yasa çıkıyor. Mecburi İskan Yasası yasanın 7. maddesi “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar“ şeklinde. Şimdi bu 7. maddenin içeriğine baktığınızda Türk ırkından olmayanlar Bediüzzaman, o dönemde Kürt coğrafyasının memlekete bir armağanı olması hasebiyle zaten resmi mercilerde hep Bediüzzaman Said-i Kürdi diye ifade edilen bir tanımlamayla ötekileştiriliyor. Dolayısiyle bu anlamda Bediüzzaman’ı tarif eden bu yedinci madde gizli olarak şunu diyor: “Sen bize müracaat yapmasan da biz seni yine kanunla bu sefer yasal bir düzenleme ile mecburi ikamete tabi tutacağız.”

Hakikaten o maddeyi okuduğunuzda, işte bizim yöresel bir tanımla ifademiz var başı; (Ü), sonu (ZÜM), bağda yetişir. Bil bakalım bu nedir? Siz hiçbir zaman üzüm demediniz. Ama işte bağıra bağıra aslında üzüm diyorsunuz. İşte o kanun maddesi de “Bediüzzaman, Bediüzzaman”, diye bağırıyor. Maddeyi okuduğunuzda en basit bir müracaatı gerçekleştirmediği için hususi mecburi iskân kanununda kendisi için bir kanun maddesi düzenlendiği bir şahsiyetin nasıl takip edildiğine ilişkin hususta ayrıca özel bir araştırmaya ihtiyaç var mı bilmiyorum? Hakikaten sahanın uzmanları bu manada o kanunu oturup okusalar o kanunun 7. maddesinin sadece bu maksatla Bediüzzaman için hazırlandığını görecekler. Ki sonrasında Bediüzzaman’ın o kanun maddesinin yürürlüğe girdiği 21 Haziran 1934’ten sonraki Barla Lahikası’ndaki mektuplarına baktığınızda bu plandan tümüyle haberdar olduğu ve o planı bozmak adına Isparta Valiliğine bir dilekçe gönderdiğini görüyoruz. Ki hakikatlı bir biçimde o dönemde taraflar arasında bu anlamda stratejik bir mücadele var. Ve bu mücadelenin gerilimli alanında Bediüzzaman Said Nursi asla öfke uçurumuna yuvarlanmıyor, hep sıratı müstakimde istikrarla doğru olanı yapıp yürüyor.

BARLA ANLAŞILAMADAN ESKİŞEHİR’İ ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL

Peki, neden Eskişehir? Barla’yı neden atladınız?

Eskişehir mahkemesi safahatından başlayan bir süreçtir bu çalışma. Ben avukat olduğum için Eskişehir mahkeme müdafasıyla alakalı bir çalışmaydı ilk başlangıcı. Eskişehir mahkemesi müdafaasını çalışırken Barla’ya dönmek zorunda olduğumu fark ettim. Yani Barla tam anlaşılamadan Eskişehir mahkeme müdafaatını tam anlamak mümkün değil. Bu nedenle başa döndük. Ama bu bir dönem çalışması. 1925 ile 1935 aralığında. Bu dönem çalışmasını inşallah kıymetli büyüğüm Metin ağabeyimle beraber zaman zaman konuştuğumuz 1908 ile 1925, 1935 ile 1945, 1945 ile 1960 aralığındaki dönemleri de bu tarzda çalışacağız. Üstadın Ankara günlerini sonrasında Kastamonu Lahikası ekseninde yazılanlar ve akabinde Kastamonu neticesinde gidilen Denizli mahkemesi safahatı ki Meyve Risalesi, Yedinci Şua, Beşinci Şua bu dönemde yazıldı… Bu çerçeve içerisinde yaşanan hadisat ve o savunmalar sonrasında Emirdağ Lahikası akabinde de Afyon mahkeme safahatı ve orda da hasbiyeler  bahsinin bütünüyle bu manada değerlendirildiği bir çalışmanın içerisindeyiz. Bu çalışmanın ilk faslı inşallah sonraki çalışmalara bir zemin hazırlar.

CUMHURIYET HALK PARTİSİ ARŞİVLERİNİN AÇILMASI ÇOK ÖNEMLİ

Türkiye Büyük Millet Meclisinden yararlanabildiniz mi?

Bu çalışmada hususan Hüsrev Kutlu beyin çok büyük katkıları ve gayretleri oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki araştırmalarda Ahmet Yıldız’ın çok büyük katkılarını gördüm. Türkiye Büyük Millet Meclisi arşivlerinde, Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde ve büyük kütüphanelerde bu manada ciddi çalışmalarda her hangi bir sıkıntı yok. Ama Genelkurmay arşivleri, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivleri, Cumhurbaşkanlığı arşivleri henüz daha araştırmacılar için yeteri rahatlıkta çalışılabilen alanlar değil. Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal Mahkemeleri safahatında yaşanan o süreci ifade eden belgelere ulaşmak şu anda mümkün değil. Bu çerçevede biz mümkün olduğu kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat sürecini incelerken anlatılmış bir kısım hatıralardan hareketle mümkün olduğu kadar onların resmi belgelerini bulabildiklerimizi ve resmi belgelerle ispatlayabildiklerimizi resmi belgelerle beslenen unsurları çalışmaya çalıştık. Yoksa çok fazla hatırat var. Hepsi de çok kıymetli ama bir kısmını belgelerle desteklemek mümkün değil. Hakikaten bu noktada gösterici olan bir diğer çok kıymetli büyüğüm Bülent Arınç. Manisa’dan değerli ağabeyim, hem meslektaşımız hem başbakan yardımcısı olması hasebiyle bu çalışmaya başladığımız fasılda Türkiye Büyük Millet Meclisinde ilk araştırmalara başladığımızda onunda büyük bir katkısı ve desteği oldu.

CHP İL BAŞKANLARININ SAİD NURSİ VE NUR TALEBELERİYLE ALAKALI RAPORLARI VAR

Yeterli bilgi ve belgeye ulaştığımızı söylemek mümkün değil, ama şu andaki bilgi ve belgelerde dönem içerisinde yaşanan o stratejik mücadelenin ip uçlarını çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Umuyoruz ki önümüzdeki dönemde bu Dersim tartışmalarıyla beraber ortaya çıkan tabloda artık bütün resmi arşivlerin açılması ki Cumhuriyet Halk Partisi arşivlerinin açılması çok önemli. Çünkü Denizli Mahkemesi safahatını yaşarken gördüğüm bir kısım belgeler var. Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanlarının o dönem içerisinde Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleriyle alakalı kendi parti merkezlerine haftalık, aylık, raporları var. Bunların bir kısmı inşallah sonraki çalışmalarda kullanacağımız belgeler mahiyetinde. Cumhuriyet Halk Fırkasının o dönemde il başkanı oturuyor ve Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında bir kısım raporları parti genel merkezine rapor ediyor. Çalışmaları rapor ediyor. Neler yapılması gerektiğini rapor ediyor. Nasıl bunların takip edilmesi gerektiğini anlatıyor.

ATATÜRK BEDİÜZZAMAN’I BARLA’DA GİZLİCE ZİYARET ETTİ Mİ?

M. Kemal’in Bediüzzaman hazretlerini Barla’da ziyaret ettiğini Askeri Yıldız’a dayandırarak iddia ediyorsunuz. Askeri Yıldız ağabeyi aradım hadiseyi aynen anlattı fakat bir farkla Emniyet Müdürü değil de Vali imiş. Tam olarak okuyucularımıza aktarabilir misiniz?

Hadiseyi kitabımıza aldıktan sonra araştırmam neticesinde o olayın kahramanının vali olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bunun için okuyucularımdan özür diliyor ve hadiseyi kitaptan alarak okuyucularımıza aktaralım. Öncelikle Akrebin Kıskacında kitabında bizim yaptığımız bir dönem çalışması. Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkeme savunmalarını incelerken geriye dönük on yıllık süreci çalışıyoruz. Bu dönem çalışmasında geçen on yıllık sürecin çok önemli bir kısmı Isparta / Barla’da geçiyor. Ve dolayısıyla Isparta/Eğirdir/Barla’da bu dönemde gerçekleşen her faaliyet ile yakından ilgilenen bir tavrı ortaya koymadığınız zaman zaten yeteri kadar gizlilik içinde cereyan eden dönemi tümüyle aydınlatamıyorsunuz. Bu dönem öncelikle yasakların, tazyikin her türlü kışkırtmanın acımasız örnekleri ile dolu. İşkencenin her türlüsünün, ötekileştirmenin, aşağılanmanın, zehirlenmenin, insanlık dışı her türlü örneğin yaşandığı bir dönem.

Siz bu dönemi bir nebze aydınlatmaya sis perdesini aramaya çalıştığınızda kalp ve vicdana dokunan ızdıraplarla dolu hayat öykülerinin yaşandığı kapkaranlık bir dönem ile karşılaşıyorsunuz. Böyle bir kapkaranlık dönemi aydınlatmanın en önemli ve kestirme yolu ise bu döneme ilişkin arşiv belgelerine ulaşarak bu arşiv belgelerinde elde edilen bilgi ve bulgularla döneme ilişkin hatıraların değerlendirilmesidir. Oysa biz yakın tarih araştırmacıları olarak bunlardan maalesef mahrumuz. Ama öbür taraftan kalbe ve vicdana dokunan bu ızdırap öykülerini yok sayarak, yapılan haksız ve hukuk dışı tahriklere karşı tam bir sabır ve metanetle ama kahramanca mücadele eden, öfke uçurumuna yuvarlanmayan ama teslim de olmayan bir Bediüzzaman’ı ve onun “Isparta Kahramanları” olarak adlandırdığı arkadaşlarının destansı hayat öykülerini yeni kuşaklara aktarmak gibi bir vazifemiz var. Bunu tam bir vazife biliyoruz. Peki böyle bir ortamda bu işi nasıl yapacağız? İşte can alıcı soru bu.

 

Bu kadar elinizin kolunuzun bağlı olduğu bir ortamda yaptığımız çalışmalar adeta iğneyle kuyu kazmak gibi. Bu sebeple önünüze gelen her bilgi ve bulgu, her hatıra ayrı bir önem taşıyor. Bu hatıralardan yola çıkarak, dönemin canlı şahitlerinin hatıralarıyla bu kapkaranlık dönemi aydınlatmaya çalışıyorsunuz. Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler’i ile Abdülkadir Badıllı ağabeyin 3 ciltlikMufassal Tarihçe’si, Şükran Vahide hanımın Entellektüel Biyografi’si, İhsan Atasoy ağabeyimizin çalışmaları hep önümüzü aydınlatan, bize yol gösteren kilometre taşları gibi bir vazife görüyor. Bu sebeple anlatılan her hatıraya, yaşanan her olaya tecessüsle yaklaşarak öncesine ve sonrasına gittiğinizde umulmadık ipuçları ortaya çıkıyor. İşte Mustafa Kemal’in Eğirdir ve Isparta’yı ziyareti de bu anlamda kritik önemi haiz bir ziyaret niteliğinde. Bu hatırayı ilk defa seneler önce değerli ağabeyim Halil Köprücüoğlu’ndan dinlemiştim. Sonrasında bu kitap çalışması aşamasında Diyarbakır’da bulunan ve halen hayatta olan değerli Askeri Yıldız ağabeyden bizzat dinleyerek ses kaydına aldım. O da hatırasını rahmetli Kadri Mermutlu’dan dinlemiş.

Bu hatıradan yola çıkarak yapmış olduğum belge ve bilgi araştırmasında çok önemli hususlar yakaladım. Bu hatıranın özellikle 1930’lu yıllarda yaşanan olayları ve sonrasını, “Eğirdir Müftüsü’ne Son İhtar” başlıklı Barla Lahikası’nda yer alan mektubu ile “Hulusi Beye Hitaptır” başlıklı, Barla Lahikası’nda yer alan bir mektubu ve Barla Lahikası’nda yer alan diğer bir çok mektupta yer alan hususları, Beşinci Şua’nın tetimmesini (ki Üstad bu tetimmeyi Beşinci Şua’yı tekrar tebyiz ederek gözden geçirdiği Kastamonu’da yazmış ve 1938’den sonra eklemiştir) yan yana koyduğumda, ortaya çıkan sonucun benzeri birçok hususu aydınlattığını gördüm. Bu açıdan bu kadar kritik bir öneme sahip bu hatırayı kitaba dahil ettim.

Kitapta ise bu husus şöyle yer aldı:

Tarihî hadiselere dair hatıraların tam bir geçerlilik kazanabilmesi, belgelerle teyid edildiği takdirde mümkün olabilir. Ama yine hatıralar, bize umulmadık ipuçları verme

gibi bir hizmet de görürler. Bediüzzaman’ın talebelerinden Askerî Yıldız’ın Kadri Mermutlu’ya atıfla anlattığı bir hatıra, bu bakımdan dikkat çekicidir:

 

“1969 senesiydi. Adapazarı’nda arkadaşımla bir tren yolculuğundaydık. Bediüzzaman ve Nurculuk sohbetimizin konusu idi. Oturduğumuz kompartımana fötr şapkalı, takım elbiseli bir zât girdi. Sohbetimizi işitti. Kendisi, 1930’lu yıllarda Isparta emniyet müdürlüğü yapmış. Birlikte seyahat ettik. Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘Mustafa Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi. Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vermeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. Mustafa Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”

Böyle bir ziyaretin sözü edilmiyor olmakla birlikte, ilgili meselenin Bediüzzaman’ın Şualar isimli eserinde de yer alıyor olduğu görülmektedir. Beşinci Şua’nın tetimmesinde yer alan hadise, hatırada ifade edilen olayın bu anlatımı ile birebir örtüşüyor:

İkinci hâdise: “O, ‘Sûre-i Ve’t-tîni ve’z-zeytûni’ [Yemin olsun incire ve zeytine] mânâsını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Gariptir ki, bu sûrenin akîbinde olan ‘İkra bismi rabbike’ [Rabbinin ismiyle oku] sûresinde ‘İnne’l-insâne le yetgâ’ [Muhakkak ki insan azgınlaşır] cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifirle ve mânâ sıyla işa ret ettiği gibi, ehl-i salâta ve camilere tâğiyâne tecavüz edeceğini göste riyor. Demek o istidraçlı adam, küçük bir sûreyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.”

Böyle bir görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini belgelendirmek, birçok arşiv kaydına ulaşma imkânının olmadığı şartlarda mümkün değildir. Ancak, Mustafa Kemal’in 5 Mart 1930’da bir heyet ile Eğirdir’e geldiği ve geceyi burada geçirdiği, ardından 6 Mart 1930 sabahı Kuleönü üzerinden Isparta’ya ulaştığı belgelerle tesbit edilmiş durumdadır. Bu heyette Prof.Dr. Afet İnan, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa (Ordu Müfettişi), Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer gibi şahsiyetler de bulunmaktaydı.

Bu gezide Mustafa Kemal, ‘İzmir-Eğirdir demiryolu yolculuğunun 5 Mart gecesini, Eğirdir’de ünlü demiryolu köprüsü üzerinde trende geçirir.” Ayrıca, bu gezide bulunmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü, bu geziden dönemin katib-i umumîsi tarafından gün gün haberdar edilir. Bu ziyarette önce Eğirdir’e gelen ve geceyi burada geçiren, ardından Isparta’ya uğrayan Mustafa Kemal’in Bediüzzaman hakkında bizzat mahallinde çok detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır.Yörenin idarecileriyle ve özellikle Eğirdir müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ile bu konuyu detayıyla konuştuklarında bir kuşku yoktur. Bölgedeki bazı resmî görevlilerde bu ziyaretten sonra Bediüzzaman’a karşı davranışlarında yaşanan değişimler ve yine bölgede bu ziyaretten sonra idarî atamalarla gerçekleşen olağandışı birtakım değişiklikler, bunun bir işareti niteliğindedir. Bu görüşme ve ziyaretin hemen sonrasında, Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, Isparta Valisi Ekrem Bey, Barla Nahiye Müdürü Bahri Baba ve Barla Başmuallimi M. Ali Bey, görevlerinden alınmış ve yerlerine yeni atamalar yapılmıştır. Ayrıca Eğirdir askerî birliğinde görev yapan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan kıdemli Yüzbaşı Hu lusi Yahyagil’in, bu sene içinde, 6 Ekim 1930 tarihinde buradan

bir başka birliğe tayini çıkarılmıştır.

ZİYARETTEN ÖNCE EĞİRDİR VE BEDİÜZZAMAN

Bu görüşmeden önce Eğirdir ve Barla yöresindeki tablo şöyledir: Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, kasaba doktoru Yusuf Kemal Durakoğlu, eczacı efendi, mal müdürü, dava vekili Hakkı Tığlı, kıdemli Yüzbaşı Hulusi Bey gibi bir kısım mahallî idareciler, Bediüzzaman’la temas halindedir. Hatta bu tarihe kadar Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ve müftünün oğlu öğretmen (muallim) Tevfik Tığlı, Barla’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gelmekte, zorlandıkları bir kısım soruları Bediüzzaman’a sormakta ve ondan istifade ile bu cevaplar karşısında Bediüzzaman’a minnet ve şükran hisleri ile dolmaktadırlar. Böylece, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur’lar ilk önce bu muhitte parlamaya başlamıştır. Risale-i Nur’lara ve Said Nursî’ye yönelik bu teveccüh ve ilgi, dönemin Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı’nın—öncesinde Bediüzzaman’a dost ve yardımcı iken—zamanla ona ‘kıskançlık’ damarıyla ve ‘rekabet’ nazarıyla bakmasını netice vermiştir. Bu nedenle de, Bediüzzaman’dan rahatsızlık duymaya başlamıştır. İşte böyle bir ortamda yapılan ziyarette Mustafa Kemal’in Eğirdir Müftüsü ile de görüştüğü ve konuyu bütün detayıyla konuştukları ve malum müftünün rahatsızlıklarını bizzat birinci adama aktardığı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın Eğirdir Müftüsüne yazdığı ihtar niteliğindeki iki mektubu ve Mektûbat isimli eserinde yer alan Yirmidokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı’ndaki bahislerde, bunun ipuçlarını bulmak mümkündür. Hatta, ilgili bahislerden hareketle, Eğirdir Müftüsü ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmenin muhtemel içeriğini çıkarmak dahi mümkündür.”

ULAŞABİLDİĞİMİZ BELGELER

“Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderirse, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُاللهُ hükmünce, kemâl-i rızayla teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî iman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Orada (Eğirdir’de) lillâhilhamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır….

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem.” (B.Said Nursi/ Barla Lahikası / Söz Basım Yayın / Shf. 362-364/ 214. Mektup)

Üstad Bediüzzaman bu mektubunda daha Hulusi Bey’in tayini çıkmadan tayininden haber veriyor.

Kitabı hazırlarken birkaç kitaplık malzemeye ulaşmışsınız gibi geliyor bana.

Çok malzeme var.

Nekadar zamanda ulaştınız bu belgelere?

Yaklaşık üç buçuk yıllık bir süreç.

BURADA BİR KADİRŞİNASLIK YAPMALIYIM

Metin Karabaşoğlu da kitabın önsözünü yazmış…

Burada bir kadirşinaslık yapmalıyım. Hakikaten bunu şahsen bir vefa borcu olarak ifade edeyim. Bu çalışmaya başladığım ilk aşamada seminer çalışmasıydı. Metin ağabeyin edite etmesini istedim. O da bu seminer çalışmasının edisyonunu yaparken, dedi ki, “burada dikkatimi çeken farklı bulgular ve bilgiler var. Ne olursun bu çalışmayı genişlet. Buraya tahşidat yap” diye bir yol göstericiliği var. Açıkçası ben onu şu şekilde ifade ediyorum, Bediüzzaman Said Nursinin ‘Medresetüzzehra’ projesi maddi anlamda belki fiili olarak hayata geçmiş değil. Yani bir üniversitenin adını barındırmıyor ama Türkiye’nin her yerinde değişik külliyelerle, değişik fakültelerle oluşan bir Medresettüzzehra manevi projesi hayatta. Bu Medresettüzzehra projesinin yani fakülteler çerçevesinde bu üniversitenin değişik birim ve bölümleri var. Ana bilim dalında tez hazırlayıp doktora çalışmasını sunan ve tez hocası olarak ta Metin Karabaşoğlu’ndan yardım ve taleplerini istediğim bir hocamla karşılaştım. Allah ebeden razı olsun. Bunu bir takdir edici yoldaş olarak, bu vazifeyi ifa etmek beni çok rahatlatan bir şey. Metin abi kitabın sunuş yazısında şöyle tamamlamış sözünü. “İnşaallah bu kitap ilk olur.” Ben de bu duaya elfü elfü amin diyorum. İnşaallah sonrası gelir.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Ali Erkan KAVAKLI: “Cehaletle varılacak bir yer yoktur” (Mülâkat)

ALİ ERKAN KAVAKLI: BİLGİ İNSANA YOL GÖSTERİR!  Herkesin hayalidir; hem eğitim hayatında, hem iş hayatında …

Önceki yazıyı okuyun:
Bediüzzaman’ın ve Abdülhamid’in Okulları (3) / Mustafa ORAL

Mustafa ORAL mustafaoral74@hotmail.com Bediüzzaman’ın ve Abdülhamid’in Okulları (3) Abdülhamid devletin merkezine kendini koymuştur. Gerek Osmanlı …

Kapat