Ana Sayfa / Yazarlar / Şaşırtan Suale Cevap / Ahmet KATIN

Şaşırtan Suale Cevap / Ahmet KATIN

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Günlük okumamı yapıyor, 20. Mektubun 5. Kelimesini okuyordum:

“Nasılki bir padişah-ı zîşanın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder. Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükür ile, yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla ve in’amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.”

Şu satırları okurken bir vesvese geldi. Nefsim dedi ki: Misalde padişah iki adama elma hediye etti. Halbuki seni insan olarak yaratmakla, dünyadaki 7 milyardan biri yaptı. 7 milyardan bir olmak, bir lütuf mudur? Padişah iki elmadan birini verdi. Halbuki Allah, trilyonlarca elmadan birisini, hadsiz mahluk içinde, sana veriyor. Çok büyük bir ihsan mıdır yani dedi.

Bir an öyle kaldım. Ne bir cevap, ne bir imdat gelmedi. Aczim ve cehlim açığa çıktı. Birden Risale-i Nur’u Rabbim imdadıma gönderdi. Önce 11. Sözde hayatın 9 gayelerinden:

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlukat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.”

Cümlesi imdada geldi. “Mahlukat nazarında” dediğimde, hayalimde 7 milyar insan silindi. Yalnız ben kaldım. Etrafımı kedi, köpeklerden.. aslan ve kaplanlara.. hatta hamsilerden balinalara kadar bütün hayvan çeşitleri; maydanozdan çınarlara, papatyadan asmalara, cevizden nara her çeşit bitki ve ağaçlar; her çeşit taşlar, madenler geldi. Bir onlara, bir kendime baktım. Bu hadsiz mahlukat karşısında, kendimi ne kadar harika, ne kadar kıymetdar, ne kadar mucize gördüm. Ağzımdan “sonsuz şükürler olsun” cümlesi kuvvetlice çıktı. Sair mahlukattan ayrı olarak; insaniyet, iman, marifetullah ve muhabbetullah gibi külli nimetleri de verdiğini düşününce, çok büyük bir iltifat-ı şahaneye mazhar olduğumu anladım.

Hemen arkasından Mesnevi-i Nuriye’de geçen şu büyük hakikat geldi:

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bir nimetin umumî ve herkese şamil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delalet etmez. Ve o nimetin bir kasd ve iradeden gelmemesine emare olamaz. Meselâ: Göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebeb olamaz. Ve keza hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet behemehal bir mün’imin eser-i kasd ve iradesidir.

Bu cümleleri okuyunca hayalimde kendimi önce kör gördüm. 7 milyar insanda göz var ama bende yok. Hadsiz bir karanlıkta kaldım. Onlarda göz olması bana bir faide vermedi. Birden gözüm açıldı. Her yer, her şey ve her renk göründü. Öyle bir sevinç ve lezzet verdi ki, anladım bütün mahlukatta göz bulunması, benim göze olan ihtiyacımı azaltmıyor, kıymetsizleştirmiyor. Arkasından işitmemek, koklayamamak, dokunamamak, anlayamamak gibi duygu ve organlarımın olmayışını, sonra da onların ihsanlarını düşününce hadsiz bir şükür kapısı açıldı.

Hemen arkasından 30. Lem’a 4. Nükte’den Ferdiyet sırrı hatırıma geldi:

Üçüncü Sikke: İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi âza-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmada göz, kulak gibi âzaların umum efradında birbirine benzediği, o nev’-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva’ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz. (Lem’alar 319)

Yani yüzümüzde, simamızda hem tevafuk, hem tehalüf var. Bütün insanlarda göz, kulak, burun gibi azalar var ve hepsinde bu azaların yeri aynı… O zaman bütün insanların yüzlerini yapan ve yaratan aynıdır. Çünki birlik ve vahdet var. Fakat hiçbir insanın yüzü, diğerine tamamen benzemez. İlla bir fark var. Birbirine karışmıyor. Bu mana da bize bildiriyor ki, her bir ferdin siması yaratılırken, diğer bütün simaları bilen, ilminde hepsi bir anda mevcut olan bir Allahın işidir ve fiilidir. Bütün insanlar içinde bizi “bir” ve “tek”, “eşsiz” ve “benzersiz” yaratmış. Yüzümüz böyle olduğu gibi her azamız da böyledir. Biri birinin aynısı iki göz, iki kulak yok. O zaman Allah bütün kainat, bütün insanlık içinde beni ve her insanı özel ve tek yaratmış. Bu öyle bir iltifatat-ı şahanedir ki, bizi sonsuz şükre, sonsuz hamde sevketmelidir.

Sualin ikinci kısmına da şöyle bir mana geldi: Mesela: Elma bir nimettir. Ama o kadar çok yaratılmış ki, zahiren nefsimiz o kesrette boğuluyor. O kadar elma içinde bir elma yemesini normal, basit, adi görüyor ve şükretmek hatırına gelmiyor. Halbuki Ferd isminin tecellisiyle görüyoruz ki, hiçbir eşya, diğerinin tıpatıp, birebir aynısı olmuyor. Öyleyse benim yediğim elma, diğer bütün elmalardan farklıdır, özeldir. Ve yalnız benim için yaratılmış ve üzerinde benim ismim yazılmış. Yalnız bana gönderilmiş. Bu bir iltifat-ı şahanedir.

Maalesef insan kendi hususi aleminde kendini en ehemmiyetli, en kıymetli bilir ve yalnız kendisini düşündüğü halde.. yani kendisini kainatın merkezi gördüğü halde.. nimet-i İlahi noktasında aldanıyor, bütün kainata, bütün insanlara veriliyor diye ehemmiyetsiz görüyor, şükür etmek hatırına gelmiyor. Halbuki, Ehadiyet sırrıyla Allah, her bir ferde hususi bakıyor, nimetleri özel gönderiyor ve kasden veriyor.

Bu manaya şu misalle bakalım:

Gökyüzündeyiz ve bütün Türkiyeyi görecek bir gözümüz var. Üniversite imtihanı olduğu gün bakıyoruz ki, milyonlarca insanlar evlerinden çıkıyor. Kimisi bisiklet, kimisi araba, minibüs, otobüs, kimisi gemi ve uçaklara biniyorlar. Nihayette herkes imtihana girecekleri okulu, sınıfı, hatta sırayı karıştırmadan, şaşırmadan bulup, oturuyorlar. Biz de hayret içinde mesela aşağı indik, bir talebeye soruyoruz. “Kardeşim, nasıl oldu da karıştırmadan, şaşırmadan imtihana gireceğin yeri, bu sırayı buldun” desek. Talebe bize gülerek, bir belge gösterir ve der ki: “Bu belgede hangi vilayet, hangi kaza, hangi okul, hangi sınıf, hangi sırada oturacaksam bütün bilgiler, ben evden çıkmadan önce bana verildi. Ben buraya tesadüfen gelmedim. Kasıtlı olarak, bilerek geldim, yani gönderildim.”

Şimdi insanlar teknolojisiyle, bu planlamayı yapar da, Alemlerin Rabbi, Sonsuz İlim Ve Kudret Sahibi Allah her yiyeceğin, her nimetin üzerine gideceği yerin, ulaşacağı kişinin koordinatlarını yazmasın veya yazamasın, hiç olur mu? Öyleyse her elmanın, her nimetin üzerinde hangi ülke, hangi vilayette, kimin hangi organı, hangi hücresine gideceği daha yola çıkmadan yazılıdır. O zaman o nimetler bizim için Allah tarafından tayin edilmiş ve özellikle bize gönderiliyor. Kainatın Rabbi beni biliyor, beni görüyor, beni seviyor, kainatı süzüp bu nimetleri hususi bana gönderiyor. Bu nasıl bir iltifattır, nasıl bir nimettir. Müddet-i hayatımızda mazhar olduğumuz bütün nimetlerin zerreleri adedince Eş-Şükrü Lillah, kainatın zerreleri adedince El-Hamdü Lillah.

İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntazamane, semîane, alîmane sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki; bilbedahe bir Saik-i Hakîm’in emriyle gidiyor gibi görünüyor. İşte böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbanî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecelli-i rububiyet gösteriyor ki; ibtida o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnında ve cebhesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri Günümüzün hayat hızı ve anlayış tarzının getirdiği şeyler İslam’ın evrensel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
FETÖ’nün üst aklı: “Alliance Israelite Universelle”

Gazeteci- Yazar Murat Akan, Kozmik Karargah kitabında Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırmaya çalışan FETÖ’nün rol model …

Kapat