Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Şehirde Hi̇s İptali mi, Haz Cinneti mi?

Şehirde Hi̇s İptali mi, Haz Cinneti mi?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yahya DÜZENLİ
Yazar

Büyük ârif Yunus Emre yüzyıllar öncesinde “kasdım budur şehre varam, feryâd-ü figan koparam” diye feryâd ederek adeta bugünün modern zaman şehirlerine sesleniyor. Şehirlerimizin nasıl katledildiğine ilişkin bu feryâd-ü figana kulaklarımız öylesine tıkalı ki, içinde bulunduğumuz şehrin yokoluşunu seyrederken bile hislerini kaybetmiş bir yaratık şeklinde bu katliamlar karşısında duygusuz bir kadavrayı andırıyoruz.

Tarihte Haçlı ve Moğol istilacılarının bile yapamayacağı bir şekilde, bizden başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı vahşice yaşamış fakat hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden inşa etme tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin bugün, istilacıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir bilemiyorum.

Kontrolden çıkan bir yaratık şeklinde “kentsel dönüşüm” denilen kutsal uygulama (!) adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe yeni keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi?

Denilemez. Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir. Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle)
“his iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz duyuyoruz.

Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve yerine dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne kadar hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının, tarihî renk ve muhtevalarını yansıtan ‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”

Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken” bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yok edilenleri görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.

Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle) “kule kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir iz taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir inşalarının eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara bakmanız yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını anlayabiliyor ve hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu da anlayabiliyorsunuzdur.

‘İnsanın etrafında olup bitenleri görmeme hakkına sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine çekildiği, şehre dair her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında olduğu bir dünyada
fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa olsa başka bir galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.

Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden bahsediyoruz. Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale geliyoruz. Çünkü endişe sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var ve bu yokoluş bize hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak ettirmiyor! S. Zweig, gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde, şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”

Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel dönüşüm”, “marka şe-hirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip edilmiş olan şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret. Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı ve mekânlarla istila eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma ağacı ikliminde beslemek” garabetidir. Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya…

Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak olduğu şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. O müthiş söz şu:
“Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de savaşmaya devam eder.” Tarih, şehir, medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?

Şehir, ruhunu ancak kendisine ait olanlara, kendisini idrak ve ihya edeceklere emanet edecek bir iradeye sahiptir.

Bu iradenin tecellisidir ki şehirlerimizi “yaşanmaya değer” kılacaktır. Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığı mıdır dersiniz?

Şehir ve Düşünce Dergisi, 3. Sayı 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Mesnevîhan Şefik Can Dede: “Sanki Mevlânâ o beyti Bediüzzaman hazretleri için yazmış”

Merhum Şefik CAN Hocaefendi ile yapılan bir Mülâkattan, Üstad Bediüzzaman Said Hazretleri'yle ilgili bölüm: (...) …

Kapat