Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Şehrin Güzellik Aynası: Klasik Osmanlı Şiiri
Fotoğraf: Cebrail KELEŞ

Şehrin Güzellik Aynası: Klasik Osmanlı Şiiri

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ŞEHRİN GÜZELLİK AYNASI:
KLASİK OSMANLI ŞİİRİ

Dr. Öğr. Üyesi Ali CANÇELİK
Kocaeli Ün. İlahiyat Fak. Osmanlı Türkçesi ve İslâmî Türk Edebiyatı Anabilim Dalı

Bütün âlem hikmetlerle dolu bir hazinedir. Şehirler o sırları ve hazineleri şehirlilerin aklına ve gönlüne sunabilmelidir.

Şehri birçok açıdan anlatmak, onun özelliklerini saymak mümkündür. Bunlardan birisi de şiir aracılığıyla ve onun bakış açısından anlatmaktır. Şiire
konu olan şehir daha çok güzellikleri, insanlara hissettirdiği duyguları ile ön plana çıkmaktadır. Özellikle Osmanlı şiirinde bu daha çok göze çarpar. Şehir tabiatla iç içedir ve bütünlük içinde tabiatta tecelli eden bütün güzellikler, şairin gözüne, gönlüne ve kalemine ağmıştır.

Şehrin tabiî güzellikleri Osmanlı şairinin şiirinde yer bulur. Osmanlı şairi, bu güzellikler karşısında hayranlık içindedir ve yaşadığı güzellikleri tasvir etmeye, methetmeye çalışır hatta methinden bile âciz olduğunu vurgular.

Şiir Şehrin Aynası

Urfalı kıymetli şair Nâbî, aşağıya alıntıladığımız beytinde şiirini Manisa şehrinin temiz bir aynası olarak görmektedir:

Gören ide bu fakir ile ol ‘azîze du‘â
Bu nazm-ı pâk ola âyîne-dâr-ı Magnîsâ1

“Görenler, ben fakir ile o azize dua edeler ki bu temiz şiir, Manisa’nın âyînedarı (ayna tutanı) ola.”

Şair, şiirini şehrin temiz bir aynası olarak görmektedir. Şehrin tabiî güzelliklerini ve ileri gelen güzel ve ulu insanlarını anlattığı için şiir, elindeki pak ayna ile şehri gösterir. Bugünün okuyucusuna bir şairin tabiî güzellikler karşısında hayranlık içinde kalması ve o güzellikler karşısında acziyetini ifade etmesi normal, doğal ve bilinçsiz bir tavır olarak gelebilir. Hemen şunu belirtelim ki, Osmanlı tâlim ve terbiyesinden geçmiş bir şairin bakış açısı ve tavrı, tercih edilmiş ve bilinçli bir tavırdır. Bunu nasıl ve neden böyle söylüyoruz? Batılı sanatkâr ve sanat teorisyenlerine baktığımız zaman (elbette ki istisnaları olabilir ama biz Batı’nın karakteristik anlayışını kast ediyoruz) onlarda güzelliği ortaya koyan esas öznenin insan, yani sanatkâr olduğunu iddia ederler. Hatta bizim bazı yazarçizerler de Batılı teorisyenlerin kuramlarıyla bizim sanatı ifade etmeye kalkar. Buradaki belirgin hatta kalın diyebileceğimiz kadar belirgin çizgiyi net görmemiz gerekmektedir.

Osmanlı şairine göre; bütün güzelliğin kaynağı Cenâb-ı Allah’tır. O güzellikleri görme yeteneğini ve onları dile getirme yeteneğini veren de yine Cenâb-ı Allah’tır. Birazdan örneklerini vereceğimiz beyitlerde Cenâb-ı Allah, “mi’mâr-ı ezel, bâgbân-ı ezel” gibi sıfatlarla anılmaktadır. Çünkü bütün güzelliklerin hakîkî sanatkârı, mimarı ve
bahçıvanı O’dur.

Şehrin şiir dili kapsamında neden bu noktalara temas ettik? Temas ettik; çünkü şehrin tabiatla iç içe; hava, su, güneş, toprak ve yeşiliyle bütün İlâhî tecelliyi aksettiren ve şehirlinin gönlüne sunan bir yapısı vardır ya da olmalıdır. İnsan, şehirde yaşarken bedenen ve kalben ferah olmalı; şehrin havasını, suyunu, güneşini ve yeşilini hissetmelidir. Bunların elden çıktığı bu zamanımızda bize burada anlatılanlar ne gibi fayda verecek diye sorulabilir. Diyebiliriz ki, insan her şeye alışabiliyor, yaşadığı şartların hepsini kanıksayabiliyor. Oysa geçmişte kendisinin görebileceği asıl tabiî ve olması gereken bir şehir hayatı bulunmaktadır. Meselâ, Osmanlı şehirlerinde yaşayanların hayat neşesi, rakamlardan ve gökdelenlerden değil şehirde temâşâ edebilecekleri güzelliklerden gelmektedir. Bugün de insanın bu güzelliklere tâlip olması gerekir. İşte geçmişteki ölçülü yapılar, bize bugün neyin tâlibi olacağımız konusunda fikir vermektedir ve onların her an gündemimizde olması gerekir.

Böylesi bir çalışmada bütün şairlerden örnek vermek mümkün olmayacağı için onları temsilen Urfalı Şair Nâbî’nin ‘Dîvan’ından örnekler vermeye ve îzah etmeye çalışalım istedik. Önce seçtiğimiz beyitleri sonra da açıklamalarını verelim. Buraya aldığımız beyitler şehrin, bazı yönlerini ele almaktadır. Onları seçerken şairin gözünden şehri anlamaya ve şehrin esasların tespit etmeye çalıştık.

Her Şey Yerli Yerinde

Zihî zât-ı ulûhiyyet mühim-sâz-ı rubûbiyyet
Ki şehristân-ı sun‘ında degül bir zerre nâ-ber-câ2

“Ulûhiyyeti ve mühim işler îfâ eden (abesle iştigal etmeyen) Rubûbiyyeti, ne güzeldir ki sanatının şehrinde hiçbir zerre yersiz değildir. Her şey yerli yerindedir.”

Şairin bakış açısına göre, her şeyden önce şu gelir: Dünyada her şey yerli yerindedir. Cenâb-ı Allah’ın ulûhiyyetini ve rubûbiyyetini öven şair, onun sanatının ortaya çıkardığı dünyada hiçbir şeyin boşuna olmadığını belirtir. Bu anlayış, şairi şehirde mânâ aramaya yöneltir. İleriki beyitlerde de görüleceği üzere, dünya sırlar ve hikmetlerle doludur ve şair onları aramaktadır.

Olanlar zevk-yâb-ı meşhed-i Mûsâ ider idrâk
Ser-â-ser oldıgın ‘âlem tecelli-hâne-i Sînâ3

“Hz. Mûsâ’nın gördüğünün zevkine varanlar, bütün kâinatın baştan başa Sina tecellihanesi (Sina Dağı’ndaki tecelliyle aynı tecelli) olduğunu idrak ederler.”

Şair, kâinatın istisnasız her şeyiyle Cenâb-ı Allah’ın tecelli ettiği yer olduğunu ifade eder. Bunu Kur’ân-ı Kerim’de A’râf Sûresi, 143. Âyette görmekteyiz.4
Şair aynı zamanda bu kıssaya da işaret etmektedir.
Kur’ân’da anlatıldığına göre; Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Allah’ı görmek ister. Hz. Mûsâ’nın kendisini göremeyeceğini belirtir ve Sina Dağı’na tecelli eder. Hz. Mûsâ tecelliye şahit olunca dayanamaz ve kendinden geçer. Şair bu kıssadan hareketle aslında bütün kâinatın Allah Teâlâ’nın tecelligâhı olduğunu ve o gözle bakmamız gerektiğini hatırlatır. Nasıl Hz. Mûsâ kendinden geçtiyse, bizim de yeri, göğü, mavilikleri, gökyüzündeki yıldızları ve denizleri ve yeşillikleri ile içinde bulunduğumuz âlem karşısında kendimizden geçecek kadar heyecan duymamız gerekmektedir. Ayrıca kâinatı bu gözle görüp onun ardındaki tecelli sırlarını çözmemiz istenmektedir. Tabiî yaşadığımız şehrin bu sırları bize sunacak bir organizasyonda olması gerekmektedir.

Kâinat: Hikmetlerle Dolu Terbiye-hâne

Nâbî, birçok beyitte cihanın hikmetlerle dolu olduğunu, onları anlayanların hamlıktan olgunluğa erişeceğini belirtir ve onları tebrik eder. Bir beyit vardır ki bu bahiste daha çarpıcı bir bakış açısı sunmaktadır. Dediğimiz beyit şudur:

Sadme-yi hikmet ile hâmları puhte ider
Terbiyet-hâne-i kevn oldı dükân-ı haddâd5

“Hikmet darbeleri ile hamları olgunlaştıran kâinat terbiye-hânesi, demirci dükkânı oldu.”

Nâbî’ye göre; kâinat, hikmetli darbelerle hamları olgunlaştıran bir yapıya sahiptir. Bu, kâinatın ve tabiatın başlı başına hikmet sahibi olmasına bağlıdır. Şu nokta mühimdir ki şehir; öyle bir tasarlanmalı ve organize edilmeli ki kâinat ve tabiat ile barışık ve bütünleşik bir yapı olsun. Ve ancak böyle bir yapının terbiye-hâne olabileceğini kesinlikle unutmamak gerekir. Böyle bir şehir için Tanpınar da oldukça derin âhlar çekmektedir. Yaşadığım Gibi adlı eserinde şehirlerin bu yönüne vurgu yapar ve bunu ortaya çıkaracak sanatkârlarımızın neden yetişemediğini sorar:

“Ya Rabbim. Şu İstanbul’da, hiç Türk şairi, Türk romancısı, Türk ressamı, Türk tarihçisi, Türk mimarı yetiştirmeyecek miyiz? Bunu istemiyor muyuz? Dışarıdan gelen ve bizi her an kendimizden koparmaya çalışan o kadar kudretli cereyanların, gözümüzün önüne dikilen sürükleyici şaheserlerin karşısında, iç adamına, bizim rüyamızı doya doya seyredebileceği bir köşe bırakmaya neden razı olmuyoruz?
Bilmiyor muyuz ki bir medeniyet, her şeyden evvel derin maziden gelen bir kültür yığılması, bir kültür toplanmasıdır. Bu yığılmanın başında şehir ve mimarî eserleri gelir. Çünkü nesilleri asıl terbiye eden onlardır. Her mimarlık eseri bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına vardırmadan idare eder. Onların kalabalığı ruhumuzda öyle bir konser yapar ki, ömrümüzde bir kere olsun onu dinlemek fırsatım bulursak, bir daha kaybetmemek şartıyla kendimizi bulmuş oluruz.”6

Tanpınar’ın da vurguladığı gibi nesilleri en tabiî hâliyle şehirler terbiye etmektedir. Şehirlerden o bütünlüğü çıkarıp kitapların satırlarına kelepçeler gibi kapakladığımız zaman oradan şehrin değil canlı, kanlı, diri bedeni, cenazesi bile görülemeyecektir.

Topoğrafyaya riâyet hemen hemen bütün mimarların önemle vurguladıkları bir konudur. Hatta Cansever topoğrafyaya aykırılığı, İlâhî yasaya aykırılığa yakın tutmaktadır. Çünkü tabiî yapıyı bozmak tecelliyi engellemek idi. Zira orada güneşin, havanın, suyun, yağmurun vs. hareketleri insanlarla Cenâb-ı Allah arasında bir iletişim sağlamaktadır. Tabiatın cilvesini kesmek tecelliyi kesmek demekti. Nitekim Şair Nâbî ve Tanpınar’da da bu yorumlara münâsip değerlendirmeler görülmektedir.

Köyler Şehirlerin Yakın Akrabası

Gerdiş-i ‘âleme mevkuf bekâ-yı âdem
Şehr vîrân olur olmazsa kurâdan
imdâd7

“Âdemin bekâsı, âlemin (gök kubbenin) dönmesine bağlıdır. Şehir de köylerden destek gelmezse vîran olur.”

Şehir, köylerden destek gelmezse vîran olur denilmektedir. Burada şehirlerin tabiî yapısının bu olduğunu bilmemiz gerekir. Bazı kimseler tarafından Osmanlı şehirlerinin kendi kendine yetersizliği şeklinde yorumlanmaktadır. Oysa sistem böyle kurulmuştur. Köyler şehirlere yakın noktalarda yer alır ve şehrin birçok tarıma vs. dayalı ihtiyacını giderir. Bu şehrin bir eksikliği ya da kendi kendine yetmezliği değildir. Şehir ve köy sisteminin böyle kurulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Hatta kale içindeki şehirlerin tarım alanları, kale/şehir dışındadır. Bir yandan kale içinde kurulan şehirde kendilerini müdâfaa edebiliyorken bir yandan da kale dışındaki arazileri ekip biçerek ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Nüfusun artması gibi çeşitli sebeplerle kalenin, yani şehrin dışına taşma olmaktadır. Kale dışında bu tür yeni oluşan mahalleler, birçok yerde Şehreküstü olarak isimlendirilmiştir.

Serviler ve Minareler, En yüksekte Allah’ın Varlığının ve Birliğinin İşaretidir

Nâbit ü câmidün engüşt-i şehâdetleridür
Bâgda serv-i ser-efrâz u menârât-ı bilâd8

“Bahçede başını yukarıya kaldıran servi ve şehirlerin minareleri, tabiatın ve cansız varlıkların şehadet parmaklarıdır.”

Şair, iki unsuru öne çıkarmaktadır. Birisi bahçelerde, hatta Osmanlı Dönemi’nde daha çok mezarlıklarda görünen servi, diğer ise yine her Osmanlı şehrinde en yüksekte yer alan ve görünen minarelerdir. Bu ikisinin yüksekliği ve yüceliği Cenâb-ı Allah’ın varlığına ve birliğine şahâdet getirmektedirler.

Serviler ve minareler, şehrin Müslümanlığının göstergesidir. Ayrıca şehrin neyi öne çıkarttığının ve neye daha çok hürmet ettiğinin işareti olarak değerlendirilmektedir. Birçok şairin hayal dünyasında minareler, yeryüzü ile gökyüzünü birbirine bağlayan bir merdivene benzetilmiştir.

Oldı bünyâd-ı risâlat vücûdıyla tamâm
Güherün a‘zamın a‘lâya kor elbet üstâd9

“Risâlet binası, onun varlığıyla tamamlandı. Nitekim cevherin en büyüğünü üstad en yükseğe koyar.”

Burada peygamberlerin hepsi bir binaya benzetilmiş; Hz. Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ise o binanın en üstüne konan en önemli en büyük cevhere benzetilmiştir. Son Peygamber olması dolayısıyla bu benzetme yapılmıştır.
Burada şehirle ilgili olarak dikkatimizi çeken husus, en önemli olanın en yüksekte yer almasıdır. Osmanlı şehirlerinde bu hassasiyet, camilerin en yükseklerde yapılması ve şehrin her tarafından görünmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Şehrin camisi ve minaresi her yerden görünebilmektedir. Çünkü değerliler arasında en değerlisidir.

Yahya Kemal’in Süleymaniye’de “Bayram Sabahı” adlı şiirinde bu husus incelikli şekilde dizelere bir inci, cevher hassasiyetinde dizilmiştir. Bir yandan caminin Allah’a adanmış bir yapı olduğunu, en yüksek tepeye yapıldığını işlerken diğer yandan gökyüzüne uhrevî bir kapı açmasına da değinmiştir. Cami bu hassasiyetleri taşımalıdır ki kendi kimliğini taşımış olsun:

“Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdariyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle.
Hür ve engin vatanin hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları…
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı.”10

Dünyanın Güzelliği:
Allah’ın Sonsuz Kudretinin Göstergesi

Tamâm zînet idüp bâg-ı ‘âlemi itdi
Kemâl-i kudretini bâgbân-ı sun‘ izhâr11

“Sanat bahçıvanı âlem bahçesini baştan başa süsleyip kudretinin sonsuzluğunu ortaya çıkardı.”

Şair, bütün âlemi bahçe olarak görmekte Cenâb-ı Allah’ı da bahçıvan olarak görmektedir. Öyle ki, bütün âleme bizzat kendisi güzellik vermiştir. Burada karşımıza iki önemli nokta çıkmaktadır: Birisi,
dünyadaki güzelliğin sahibi Allah Teâlâ’dır. Batı’daki sanat anlayışlarında olduğu gibi güzelliğin öznesi, ortaya çıkaranı insan değildir. İnsan elinden çıkan sanat eserleri, hakîkî güzellikten ilham alan sun’î sanatlardır. İkincisi ise, insana düşen kendisine lütuf olarak bahşedilen bu güzelliğe münâsip bir şehir organizasyonunu ve imarına girişmektir. Özellikle âlem bahçe, Cenâb-ı Allah da güzellik bahçesinin bahçıvanı yani Yaratıcısı olarak görüldüğüne göre insan da bu güzelliğe münasip imar ve inşâ ortaya koymalıdır.

Gül Bahçesi Bülbüllerin Minberlerinde İlâhî Sırları Anlattığı Bir Cami

Olup bu faslda gülşen nümûne-i câmi‘
Okur menâbir-i gülşende hutbe bülbül-i zâr12

“Gül bahçesi, baharda bir nevi cami olmuştur. Öyle ki gül bahçesinin minberlerinde inleyen bülbül hutbe okur.”

Bahçe ile cami özdeş görülmüştür. Bahçe caminin bir numunesidir. Cami nasıl insana Allah’a yakınlık sağlamakta ve İlâhî hakîkatleri sunmaktaysa gül bahçesi de insana aynı sırları sunmaktadır.

Şehirde İlim, Kültür, Sanatın Üretildiği ve Paylaşıldığı Muhitler Bulunur

Ol dil-güşâ makâller ol hürde nükteler
Mümkin midür bula ‘Arabistânda sûreti13

“O gönül ferahlatan konuşmalar, o ince nüktelerin Arabistan’da görünmesi mümkün mü?”

Şair Nâbî’nin İstanbul’a göç etmesinin sebepleri arasında yer alır bu beyit. Şehrin hükümdarının dahi letâfet ve nezâket sahibi olmasını zikreder. Sonra da İstanbul’un misli olmayan bir yüksek güzelliğe sahip olduğunu ve her işinin güzellikle olduğunu belirtir. Sonunda da insanın içini açan sohbetlerin yapıldığını ve ince nüktelerin görüldüğünü belirtir. Bir şehirde ilim ve sanat erbabının hissedildiğini, onların bir araya gelip sohbet meclisleri kurduklarını da ifade etmektedir. Basit gibi gelen bu beyit aslında daha önemli bir noktaya dikkatlerimizi çekmektedir: Şehirde ilim, kültür ve sanatın üretildiği ve paylaşıma sunulduğu muhitler bulunmaktadır. İlim ve sanat muhitleri bir şehrin olmazsa olmazıdır. Burada şehirliler, şehrin kültürünü, görgüsünü ve sanat inceliklerini görmekte ve içselleştirmektedir.

Şehrin Ana Rengi: Mezarlık ve Ziyaretgâhlar

Ziyâret-gâh-ı cinn ü ins ü ervâh ü melâikdür
Mezâr-ı feyz-bahş-ı câvidânı Şeyh Ebû-bekrün14

“Şeyh Ebubekir’in sonsuz feyiz bahşeden mezarı, meleklerin, ervahın, cinlerin ve insanların ziyaret mekânıdır.”

Nâbî’nin bu beytinde basit gibi görünen ama şehrin önemli bir unsuru olan evliyâ, meşâyih vs. büyük insanların mezarlarıdır. Şehrin ana renklerinden biri de ziyaret edilen bu mânevî yerlerdir. Şehirdeki herkes ziyaret eder. Bunlardan birisi de Şeyh Ebubekir’indir.

Şehirdeki insanlara maddî ve mânevî örnek olan bu zatlar, türbeleriyle bütün teknolojiye rağmen insanların yön ve adres tariflerinde de önemli bir yer tutar. Şehirliler, onların arasında yaşarken adlarını anarlar ve dillerinden duayı eksik etmezler. Bu hususta bu kısa bilgiyle yetinelim ama daha güzel ve detaylı bilgi için Sadettin Ökten tarafından hazırlanan Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı15 adlı eseri okumanız önemle tavsiye edilir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki bütün âlem hikmetlerle dolu bir hazinedir. Şehirler o sırları ve hazineleri şehirlilerin aklına ve gönlüne sunabilmelidir. İnsanlar, şehirde yaşarken bütün kâinatın ihtişamını ve güzelliğini yaşamalı ve hissetmelidir. Bu sayede insanlar, şehrin terbiyesini alabilecekler ve kendilerinden sonraki nesillere aktarabileceklerdir. Her yeni nesil böyle bir şehirde olgunluk elde edebilecektir. Aksi hâlde kaba bir hayat yaşayıp öyle de göçecektir. Çünkü insanın kabalıklarını alan ve ona zarâfet veren en temel mürebbî şehirdir.

Dipnotlar
1 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 22, Beyit Nu: 24.
2 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 1, Beyit Nu: 10.
3 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 1, Beyit Nu: 36.
4 “Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım.” dedi. Allah da “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım!
Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” dedi.” Kur’ân-ı Kerim, A’râf Sûresi, 143.
5 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 2, Beyit Nu: 6.
6 Tanpınar, A. Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2000, s. 198.
7 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 2, Beyit Nu: 20.
8 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 2, Beyit Nu: 62.
9 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 2, Beyit Nu: 77.
10 Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 2018, s. 3.
11 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 10, Beyit Nu: 4.
12 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 10, Beyit Nu: 9.
13 Nâbî Dîvanı Kaside Nu: 16, Beyit Nu: 45.
14 Nâbî Dîvanı, Kaside Nu: 25, Beyit Nu: 6.
15 Saadettin Ökten, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2012.

Kaynaklar
1. Beyatlı, Yahya Kemâl, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 2018.
2. Cansever Turgut, İslam’da Şehir ve Mimari, Timaş Yayınları, İstanbul 2016.
3. Ökten, Sadettin, Aslında Bir Sanat Var, Tuti Kitap, İstanbul 2019.
4. Ökten, Sadettin, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2012.
5. Tanpınar, Ahmed Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2000.
6. Yûsuf Nâbî, Nâbî Dîvanı, Haz. Ali Fuat Bilkan, Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2011, C. 1-2.

Şehir Düşünce Dergisi, 14. Sayı (Esenler Belediyesi) 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Risale-i Nur’u İzah Hakkında Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin Verdiği Ölçü – 1

ZÜBEYİR AĞABEY’İN RİSALE-İ NUR’UN İZAHI HAKKINDA VERDİĞİ ÖLÇÜ Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin sır katibi, …

Kapat