Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Bediüzzaman ve Risaleler Hakkında Ne Dediler? / Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ve Bediüzzaman

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ve Bediüzzaman

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Mustafa Sabri Efendi (Son Şeyhülislamlardan) ve Bediüzzaman

Mustafa Akdedeoğlu anlatıyor:1952’de Kahire’de okuyordum. 1953’te Türkiye’ye geldim. O günlerde İstanbul’a gezmeye gittik. Mısır’da beraber okuduğumuz Ali Özek Bey ile Fatih Camiinde karşılaştık. Bana hitaben, “Mustafa birisini bekliyorum, şimdi gelip bizi Said Nursi Hazretlerine götürecek” dedi.

Bekledik. Ne görelim, Konya’da beraber dersler yaptığımız Abdülmuhsin Elkonevi kardeşimiz. Birlikte Çarşamba semtinde iki katlı bir eve gittik. Üstad bizi kabul etti. Kendilerini karyolada bağdaş kurmuş vaziyette gördük. Ellerini öptük. Mısır’dan geldiğimi söyledim. Bize hitaben:

“Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Safa geldiniz. Mısır’dan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş ve Risale-i Nur Külliyatı içinde neşrini istiyor. Fakat Risale-i Nur külliyatı içinde neşrine müsaade yok. Çünkü kitabının içinde çok ihtilaflı meseleler var. Risale-i Nur Külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir ve yeri yoktur. Benim çok selâmımı götürün. Yine de kitabının başım üstünde yeri vardır. Bunları aynen söyleyin.”

Neticede Kahire’ye gittik. Mustafa Sabri Efendi hasta idi. Bu bakımdan yanına Ali Özek kardeşimi kabul ettiler. Üstadın selâmını ve söylediklerini nakletmiş. Mustafa Sabri merhum,”Peki, madem öyle, mesele yoktur” deyip Üstadın selâmını almış.

Hacı Ali Kılınçalp anlatıyor: Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim. Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Bir odasındayız. Yalnız olarak ikimiz bir odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. ‘Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ’da ikamete memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selaları var. Benden size selam söylememi tensib ettiler’ demem üzerine ayağa kalktı ve ‘Aleykümselam, demek sen onu gördün. Demek hayattadır’ dedi. Evinin içerisinde seni kabul etmiş olduğu salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. ‘Yâ Said!’ Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!’ diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu. Bir ara duraklayıp bana bakarak anlatmaya başladı.

“O zamanlar Şeyhülislâm olarak tayin olmuştum. Aradan üç ay geçtiği halde ortada bizim Said görünmez olmuştu. Bir ara tevafuk ettik. ‘Yâ kardeşim Said! Ya Hazret! Sen neredesin? Görünmez oldun kardeşim’ demem üzerine kaşlarını çattı. O meşhur keskin bakışlarıyla, ‘Kardeşim, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm’ demesi üzerin, ‘Hayır ola, nedir bu hâl?’ dedim. ‘Evet, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, ‘Sen mutlaka şeyhülislâm olmalıydın. Senin olman lazımdı’ diye bana eziyet ediyordu. O nefsimi terbiye etmekle meşguldüm’ demişti’ diye geçmiş günlerinden bir hatırasını sanki o anı yaşıyormuşçasına anlattı. Hâlâ ayaküstünde ‘Ya Said! Ya Said!’ diyerek konuşuyordu..

Ahmed Ramazan anlatıyor: Kahire’de Mustafa Sabri Efendiyi aradım. Sonra İskenderiye’de buldum. Evinde görüştüğümüzdeyaşlı gözlerle, ağlayarak, bana Üstadın ilmini, faziletin ve yüksek dehasıyla alâkalı hatıralarını anlattı

Prof. Dr. Ali Özek anlatıyor: Kahire’de Mustafa Sabri Efendinin ziyaretine giderdik… “1952 senesinde eski şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi Kahire’de Şehzade Şevket Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeler haftada, bazen da on beş günde bir defa ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizleri daima beklerlerdi. Güzel sohbetler olurdu, dinlerdik ve istifade ederdik.

“Bir defasında herkese memleketini soruyordu. Ben de Muğla’nın Fethiye kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim köy Elmalı’ya yakındı. Elmalı Hamdi Efendinin hemşerisi sayılırdık. Mustafa Sabri bu vesileyle Elmalı’ya olan hayranlığınıizhar etti.

“Yine böyle bir sohbet sonunda elini öptüm, ayrılıyordum. Türkiye’ye izine geliyordum. Mısır’da okuyan Ezher Talebe Teşkilâtının sekreteri ve başkanıydım.

“Mustafa Sabri Efendi benden üç şey istemişti”

“Mustafa Sabri Efendi, ‘Sana üç vazife vereceğim’ dedi.

1. Kırkağaç kavunu (Mısır’da kavun yoktu)

2. Leblebi,

3. Şeyh Said Nursî’yi göreceksin. Bediüzzaman’ı ziyaret edip ne kadar talebesi olduğunu soracaksın. Sana bir rakam verecek. Bunun üzerine neden Türkiye’de bir hareket yapmıyor, neden duruyor, niçin bir İslâmî harekâta girişmiyor? Bunları sor’ dedi. Emirdağ Belediye Reisi olan H. Ali Kılıçalp da Mısır’da talebeydi. O da selâm ve hürmetini söyledi.

“Bediüzzaman’ı ziyaretim”

“İstanbul’a geldiğimde Bediüzzaman da Fatih Çarşamba’da ahşap bir evde kalıyordu. Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir yastığa yaslanmış, uzanmış yatıyordu.Mustafa Sabri Efendinin selâmını söyleyince, kalktı, doğruldu, oturdu, ‘aleykümselâm’ diye selâmı aldı. ‘Kelâmı nedir?’ dedi. Bir saat kadar ziyaretinde kaldık.

“Bizim vazifemiz imandır”

“Ben selâmını söylemeden, ‘Bizim H. Ali ne yapıyor?’ diye sordu, ben de selâmını söyledim.

“Mustafa Sabri ne kadar talebeniz olduğunu soruyor Efendim’ dedim

“Türkiye’de Risale-i Nur’u okuyan beş yüz bin şakirdim var’ dedi.

“Sabri Efendi bu kadar talebesiyle neden İslâmî cihada başlamıyor, diyor.’ 

“Üstad:

“Şimdi sen Sabri Efendiye selâm söyle, bizim dâvamız imandır. Cihad, imandan sonra gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır. Bizim vazifemiz imandır, imana hizmet etmektir…’diye iman hizmeti üzerinde uzun uzun durdu ve izahlarda bulundu. Müsaade isteyip ayrılırken, ayağa kalktı. elini öptüm, ayrıldım, kendisi de yatağa oturdu.

“Emanetleri, bu arada Şevket Beyin istediği vatan toprağını çok sıkı arama ve kontrolden sonra Mısır’a götürdüm. Leblebi ve kavunu da Sabri Efendiye götürdüm.

“Şeyh Said Efendi haklıdır”

“Sabri Efendi artık iyice ihtiyarlamıştı. Bu sebepten rahatsızdı. Türkiye’de Bediüzzaman’la geçen konuşma ve hatıraları, aynen kendilerine naklettim. Dikkatle dinledi. Şu cevabı verdi:

“Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır!

“Evet söyledikleri doğrudur. O dâvasında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiç bir yere ayrılmadı, sebat etti…’ diye Bediüzzaman’ı tasvip etti.”



Bediüzzaman Hakkında Mustafa Sabri Efendi ve “Tuhfetu’r-Reddiyye” iddiası

Ebubekir Sifil

Bediüzzaman merhum hakkındaki okuyucu sorusunu vesile edinerek bu yazıda önemli gördüğüm bir husus üzerinde duracağım: (Zaman zaman bu noktayla ilgili aldığım sorulara da cevap olsun.) Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Bediüzzaman merhum aleyhine bir risale yazdığı ve kendisini şiddetli bir şekilde eleştirdiği, öteden beri dile getirilen bir iddia. İnternette de bu risaleden alıntılanan bazı pasajların tedavülde bulunduğu, ilgilenenlerin malumu.

Kısa bir süre önce aslını elde edip okuma imkânı bulduğum, takvim yaprağı ölçülerinde ve kapağından son sayfasına kadar hepi topu 15 sayfadan ibaret olan bu paçavranın, amatör bir kalemin ürünü olduğu, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir şekilde görülüyor.

Mustafa Sabri Efendi merhumun tarzını, üslubunu, kalemini, duruşunu ve özellikle de “reddiye”lerini bilmeyenler için belki aldatıcı olabilir; ancak onun gerek Türkçe yazdığı, gerekse aslı Arapça olup dilimize çevrilmiş eserlerinden bir-ikisini okuma imkânını bulmuş olanlar, bu risaleyi ona izafe etmenin talihsiz bir teşebbüs olduğu hükmünü vermekte tereddüt etmez. Muhtevasını tahlile gerek bile bulunmayan bu düzmece risale, ünvanından son sayfasına kadar Mustafa Sabri Efendi merhumu tebrie eder nitelikte.

Sahte risalenin acemi müellifinin kimliğini bilmiyoruz. Kafasını derine gömmüş çünkü. Ne var ki gerisi dışarıda! Tuhfetu’r-Reddiyye’deki “açık”lar sebebiyle hep de öyle kalacağa benzer!.. İşte o “açık”lardan bir-ikisi:

Mahut risalede Bediüzzaman merhum hakkında “seksen yaşını geçmiş…” ifadesi bulunduğuna göre bu risalenin 1957 yılından önce yazılmış olması mümkün değil. Zira Bediüzzaman merhumun doğum tarihi 1877’dir. Bu rakama 80 eklediğimizde 1957 tarihini buluruz. Oysa Mustafa Sabri Efendi merhum bu tarihten 3 sene önce, 1954’te vefat etmiştir ve o, Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de birlikte görev yaptığı Bediüzzaman merhumun yaşından elbette gafil değildir!..

Risalenin Mustafa Sabri Efendi merhumla hiçbir şekilde ilişkili olmadığını gösteren –üslubu, tarzı ve muhteva özellikleri dışında– bir başka önemli belge de, oğlu İbrahim Sabri merhumun bir mektubudur. Risalenin sonundaki notta Mustafa Sabri Efendi merhumun ağzından, “Ölümümden sonra bu risalenin bütün İslam memleketlerinde neşredilmesi serbesttir” dendiğine göre, bu risalenin, evvelemirde İbrahim Sabri merhumun malumu olması gerekir. Oysa İbrahim Sabri merhum, risaleden haberdar olduktan sonra 21.2.1965 tarihinde Türkiye’deki bir ahbabına mektup yazarak hayret ve kızgınlığını dile getiriyor! Bu iki sayfalık mektup, babası Mustafa Sabri Efendi ile söz konusu risalenin hiçbir ilişkisinin olmadığını en küçük bir şüphe ve tereddüde yer bırakmayacak tarzda ortaya koyan en önemli haricî delildir.

Son olarak, Mustafa Sabri Efendi merhum böyle bir risale kaleme aldıktan sonra, neşredilmesi için neden ölümünün beklenmesini istesin? Sözünü hiçbir zaman ve hiçbir muhatap karşısında esirgememiş olan koca Şeyhülislam’ın kimden pervası vardı? Ve neden risalenin neşri o vefat ettikten sonra tam 10 sene ve Bediüzzaman merhum vefat ettikten sonra 4 sene bekledi?

Milli Gazete – 6 Mart 2006



Mahut iddia ile ilgili başka bir cevap:

MUSTAFA SABRİ EFENDİ’NİN “ER-REDDİYYETÜ ALE’L-MEZHEBİ SAİDİ’L-KÜRDİYYETİ” İSİMLİ BİR ESER YAZDIĞI DOĞRU MU?

İLK ÖNCE…
Mustafa Sabri Efendi hakkında biraz bilgi sahibi olmamız gerekmektedir.
Mustafa Sabri Efendi son devir İslâm âlimlerindendir.

Yüzyirmiyedinci Osmanli Şeyhü’l-İslâm‘ı olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yilinda senesinde Tokat‘ta doğdu.

Sabri Efendi, Fâtih Külliyesi’nde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer gibi İslâmî ilimleri okutuyordu. Bunun yanında Arap Dili ve Edebiyatı dersleri de veriyordu.. (Burada Arap dilini “çok” iyi bildiğini vurgulamak gerekir)

Süleymaniye Medresesi‘nde Hadîs-i Şerif müderrisliği yaptı. 4 Mart 1919 tarihinde Şeyhü’l-İslâm oldu. Ezher Üniversitesi‘nde müderrislik yaptı. Türkçe ve Arapça çeşitli eserler yazmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalif olup, Beyanü’l-Hak dergisinde baş yazarlık yaptı.

Teali-i İslam Cemiyeti’ne dönüşecek olan Cemiyeti Müderrisin’in birinci reisliğini yaptı (1919). Bu cemiyette Mustafa Saffet, İskilipli Mehmed Atıf ve Said Nursi ile birlikte çalıştı.
Ünlü sözlerinden birisidir…

“Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya’lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim’dir. Bunlar insanlık âleminin akıl, düşünce, anlayış ve ahlâkını perişan eden insanlardır. Yahudiler bu insanları büyüttüler, insanların gözünde yücelttiler ve neticede bunları küfre öncülük edecek kişiler olarak karşımıza çıkardılar. Bu gün bize düşen onlarla savaşmak ve mücadele etmektir. Zira dinimiz bize küfre öncülük edenlerle savaşmayı emrediyor. Ben yakinen biliyorum ki bir gün gelip bunların maskeleri düşecek ve ilim adına işledikleri cinayetler ortaya çıkacak. Çünkü Hakk’ın dışında dalâletten başka bir şey yoktur.”

(Ali Ulvi Kurucu’nun dilinden Mustafa Sabri efendi)
1954‘te Mısır‘da vefat etmiştir.

Sonra…
Mustafa Sabri Efendi hakkında bu kadar bilgi verdikten sonra, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ile olan ilişkilerinden bahsedebiliriz.
Mustafa Sabri Efendi yazdı diye ortaya atılan “ER-REDDİYYETÜ ALE’L-MEZHEBİ SAİDİ’L-KÜRDİYYETİ” isimli eserin aslında doğru olmadığını beraber göreceğiz.

1– Mustafa Sabri Efendi’nin eserlerine göz attığımızda şunları görürüz…
-Yeni İslam Müçtehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi (Harbiyesi)
-Dini Müceddidler yahud Türkiye İçin Necat ve İ‘tila Yolları’nda Bir -Rehber
-Savm (Ramazan-Oruç) Risalesi
-Mevkıfu’l Beşer Tahte Sultanı’l Kader
-Meseletü Tercümetü’l Kur’an
-İslam’da İmamet-i Kübra
-Mevkıfu’l Akl
-Türkün Başına Gelen Şapka Meselesi
-en-Nekr ala Münkiri Nimetin mine’d-Din ve’l-Hılafe ve’l-Ümme
-Kavl fi’l-Mer’e
-el-Kavlu’l-Fasl beynel-Lesibe yu’minune bi’l-Gayb vellesine lâ yu’minun
-Meseleler Hakkında Cevaplar
Bu eserler arasında, mevzu-u bahis eserin adı geçmemektedir.

2- Eseri yazan iftiracı kardeşin gözden kaçırdığı bir nokta…

Mahut risalede Bediüzzaman merhum hakkında “seksen yaşını geçmiş…” ifadesi bulunduğuna göre bu risalenin 1957 yılından önce yazılmış olması mümkün değil. Zira Bediüzzaman merhumun doğum tarihi 1877’dir. Bu rakama 80 eklediğimizde 1957 tarihini buluruz. Oysa Mustafa Sabri Efendi merhum bu tarihten 3 sene önce, 1954’te vefat etmiştir.

3- Eseri yazan iftiracı kardeşin gözden kaçırdığı bir nokta daha…

Esere takılan ad tamamiyle kaide-i Arabiyeye aykırı, uydurma bir terkip. Mustafa Sabri Efendi gibi bir allâmenin (daha önce de demiştik, bu zat Arapça diline oldukça fazla vakıf bir zat) böyle bir hata irtikâp etmesine imkân ve ihtimal var mı? Sonra yaprakları çevirerek biraz göz gezdirdik. Baştan başa hemen her sahifesinin, her cümlesinin düzme olduğu gün gibi aşikâr. Hem o kadar cahilâne, o kadar ahmakça bir sahtekârlık ki hemen suçüstü yakalamak mümkün. Ne yapmış biliyor musunuz? Mustafa Sabri Efendinin vefatından beş altı sene sonra burada basılan Risâle-i Nur eserlerinden sahife rakamları zikrederek fıkralar nakletmiş. 1923’den beri Mısır’da yaşayan, buraya hiç gelmeyen, 1954 de Mısır’da vefat eden Mustafa Sabri Efendi, 1958 de basılan “İman Hakikatleri”nden, 1959 da basılan “Şualar”dan, sahife numarası beyan ederek parçalar naklet¬mek nasıl olur? Bu ne kadar ahmakça bir düzenbazlık!

4- Eseri yazan palavracı zatın büyük gafı…
Mustafa Sabri Efendi’nin Bediüzzaman için ‘Kürdiyyeti’ tabirini kullanması mümkün değildir. Zira bu tabir müennes (dişi) için kullanılır.

5- Eseri yazan zeka küpüne bir bomba daha …

Emced Zehavî tarafından bu olay üzerine yazılan mektup..
“Ahi Fillah, muhterem kardeşim,
“Şimdi mektubu âlinizi aldım. Meali gûya Said Nursî Risâlesi üzerine Sabri Efendinin yazdığı şey üzerine ben de reddiye yazdım. Halbuki hiç bu babta malûmatım yoktur. Ne merhum Nursî’ye ait bir risale görmüşüm ve ne merhum Sabri Efendinin ona reddiye yazdığından haberim, malûma¬tım yoktur. Hepsi iftiradır. Çok size teşekkür ederim ki ismimi tehlikeden kurtaracaksın ve sizden çok memnunum is-mimi muhafaza ettiğinizden ve bu tehlikeden kurtarmaktan memnun olup dua ederim.”

9 Eylül 64 Ahüküm Fillah
Emced Zehavî

6- Bu düzmece eseri çıkaran sahtekara yakından bir cevap…

Mustafa Sabri Efendinin İstanbuldaki dostlarından biri, Mustafa Sabri Efendinin Libya’da bulu¬nan oğlu İbrahim Sabri Beye mektup yazmış, bu sahte eserden bir nüsha göndermiş, aldığı cevap aynen şöyledir:“Azizim efendim, mektubunuzu, içindeki müzeyyif risale karikatürleriyle beraber aldım. Mağfurunleh peder namına neşredilen bu sahte te’liften bendenizi haberdar etmenize te¬şekkür ederim. Matbuat vasıtasiyle tekzibimden Müslüman efkârı umumîyesini de haberdar etmek mümkün olursa pek yerinde dinî ve vatanî bir hizmet yerine geçeceğine şüphe yoktur. Sözüm ona Arapça (Tuhfet-ül-Reddiye alâ mezhebi Said-il Kürdiyye) terkibi acibindeki gülünç ünvanla daha neş¬rederken sahteliğini ilân etmiş olan suikastçinin, risâledeki Said merhumun ilmine ve dinine tevcih ettiği bühtanları pek aşikâr bir habaset olarak sırıttığı halde, herifin herzelerini Pe¬dere isnat etmekten maksadı, bir taşla iki kuş vurmak kabilin¬den “Peder yazmış mıdır?” diye sizin benden sormanız.” doğrusu hayret etmekten kendimi alamadım.”
İBRAHİM SABRİ (BİNGAZİ)

Bu eseri kendi elleriyle yazıp, Mustafa Sabri Efendi hazretleri gibi mühim bir zata yıkmak, en büyük bir terbiyesizliktir. Allah bu terbiyesizliği yapan muhtereme zekavet, hidayet nasib eylesin inşallah…
vesselam

———————————
Bediüzzaman Said Nursi ve Mustafa Sabri Efendi
Sahte eser olayının doğru olmadığını gördükten sonra, aslında bu iki büyük zat arasında ne kadar güzel ve mübarek bir muhabbetin var olduğunu da görelim.

Bediüzzaman Said Nursi ile Mustafa Sabri Efendi arasında samimi bir dostluk mevcuttu. Öyle ki Mustafa Sabri Efendi, Kahire’de bulunduğu sıralarda dahi hem Bediüzzaman hem de Risale-i Nur ile alakasını kesmedi. Ezher Üniversitesinde Nurlara özel önemverdi, okunmasına katkıda bulundu. (Sözler, s. 713) Bediüzzaman, “Dârü’l-Hikmet’te benim arkadaşım” dediği Mustafa Sabri Efendi’ye verilmek üzere Camiü’l-Ezher’e “hediye-i vakfiye… olarak on bir tane hususî mecmuaları[nı]…” gönderdiğini belirtmektedir. İslâm’ın büyük medresesinin o sıralarda yirmi yedi bin öğrencisinin olduğu belirtilmektedir. (Emirdağ Lahikası, s. 301) Böylece Nurlardan çok sayıda kişinin istifadesi sağlanmıştır.

Ezher’de okuyanlardan Hacı Ali Kılıçalp, Mustafa Sabri Efendi’nin aracılığıyla Bediüzzaman tarafından üniversiteye hediye edilen Külliyatın kütüphaneye teslim edildiğini ve teslime dair resmi bir belgenin kendisine verildiğini nakletmektedir. (Şahiner, 3.C. , s. 133)
Mustafa Akdedeoğlu anlatıyor: 1952’de Kahire’de okuyordum. 1953’te Türkiye’ye geldim. O günlerde İstanbul’a gezmeye gittik. Mısır’da beraber okuduğumuz Ali Özek Bey ile Fatih Camiinde karşılaştık. Bana hitaben, “Mustafa birisini bekliyorum, şimdi gelip bizi Said Nursi Hazretlerine götürecek” dedi.
Bekledik. Ne görelim, Konya’da beraber dersler yaptığımız Abdülmuhsin El-Konevi kardeşimiz. Birlikte Çarşamba semtinde iki katlı bir eve gittik. Üstad bizi kabul etti. Kendilerini karyolada bağdaş kurmuş vaziyette gördük. Ellerini öptük. Mısır’dan geldiğimi söyledim. Bize hitaben:

“Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Safa geldiniz. Mısır’dan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş ve Risale-i Nur Külliyatı içinde neşrini istiyor. Fakat Risale-i Nur külliyatı içinde neşrine müsaade yok. Çünkü kitabının içinde çok ihtilaflı meseleler var. Risale-i Nur Külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir ve yeri yoktur. Benim çok selâmımı götürün. Yine de kitabının başım üstünde yeri vardır. Bunları aynen söyleyin.”

Neticede Kahire’ye gittik. Mustafa Sabri Efendi hasta idi. Bu bakımdan yanına Ali Özek kardeşimi kabul ettiler. Üstadın selâmını ve söylediklerini nakletmiş. Mustafa Sabri merhum, “Peki, madem öyle, mesele yoktur” deyip Üstadın selâmını almış.

Hacı Ali Kılınçalp anlatıyor: Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim. Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Bir odasındayız. Yalnız olarak ikimiz bir odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. ‘Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ’da ikamete memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selamları var. Benden size selam söylememi tensib ettiler’ demem üzerine ayağa kalktı ve ‘Aleykümselam, demek sen onu gördün. Demek hayattadır’ dedi.

Evinin içerisinde seni kabul etmiş olduğu salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. ‘Yâ Said!’ Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!’ diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu. Bir ara duraklayıp bana bakarak anlatmaya başladı.
“O zamanlar Şeyhülislâm olarak tayin olmuştum. Aradan üç ay geçtiği halde ortada bizim Said görünmez olmuştu. Bir ara tevafuk ettik. ‘Yâ kardeşim Said! Ya Hazret! Sen neredesin? Görünmez oldun kardeşim’ demem üzerine kaşlarını çattı. O meşhur keskin bakışlarıyla, ‘Kardeşim, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm’ demesi üzerine, ‘Hayır ola, nedir bu hâl?’ dedim. ‘Evet, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, ‘Sen mutlaka şeyhülislâm olmalıydın. Senin olman lazımdı’ diye bana eziyet ediyordu. O nefsimi terbiye etmekle meşguldüm’ demişti’ diye geçmiş günlerinden bir hatırasını sanki o anı yaşıyormuşçasına anlattı. Hâlâ ayaküstünde ‘Ya Said! Ya Said!’ diyerek konuşuyordu..
Ahmed Ramazan anlatıyor: Kahire’de Mustafa Sabri Efendiyi aradım. Sonra İskenderiye’de buldum. Evinde görüştüğümüzde yaşlı gözlerle, ağlayarak, bana Üstadın ilmini, faziletin ve yüksek dehasıyla alâkalı hatıralarını anlattı.

Ve dikkat çekici bir olay daha…
Prof. Dr. ALİ ÖZEK(*) anlatıyor:
Kahire’de Mustafa Sabri Efendinin ziyaretine giderdik…

1952 senesinde eski seyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi Kahire’de Şehzade Şevket Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeler haftada, bazan da on beş günde bir defa ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizleri daima beklerlerdi. Güzel sohbetler olurdu, dinlerdik ve istifade ederdik.

Bir defasında herkese memleketini soruyordu. Ben de Muğla’nın Fethiye kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim köy Elmalı’ya yakındı. Elmalı Hamdi Efendi’nin hemşehrisi sayılırdık. Mustafa Sabri bu vesileyle Elmalı’ya olan hayranlığını izhar etti.
Yine böyle bir sohbet sonunda elini öptüm, ayrılıyordum. Türkiye’ye izine geliyordum. Mısır’da okuyan Ezher Talebe Teşkilâtının sekreteri ve başkanıydım.

Mustafa Sabri Efendi benden üç şey istemişti
Mustafa Sabri Efendi, ‘Sana üç vazife vereceğim’ dedi.
1. Kırkağaç kavunu (Mısır’da kavun yoktu)
2. Leblebi,
3. Şeyh Said Nursî’yi göreceksin. Bediüzzaman’ı ziyaret edip ne kadar talebesi olduğunu soracaksın. Sana bir rakam verecek. Bunun üzerine neden Türkiye’de bir hareket yapmıyor, neden duruyor, niçin bir İslâmî harekâta girişmiyor? Bunları sor’ dedi. Emirdağ Belediye Reisi olan H. Ali Kılıçalp da Mısır’da talebeydi. O da selâm ve hürmetini söyledi.

Bediüzzaman’ı ziyaretim
İstanbul’a geldiğimde Bediüzzaman da Fatih Çarşamba’da ahşap bir evde kalıyordu. Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir yastığa yaslanmış, uzanmış yatıyordu. Mustafa Sabri Efendinin selâmını söyleyince, kalktı, doğruldu, oturdu, ‘aleykümselâm’ diye selâmı aldı. ‘Kelâmı nedir?’ dedi. Bir saat kadar ziyaretinde kaldık.

Bizim vazifemiz imandır
Ben selâmını söylemeden, ‘Bizim H. Ali ne yapıyor?’ diye sordu, ben de selâmını söyledim.

Mustafa Sabri ne kadar talebeniz olduğunu soruyor Efendim’ dedim
Türkiye’de Risale-i Nur’u okuyan beş yüz bin şakirdim var’ dedi.

Sabri Efendi bu kadar talebesiyle neden İslâmî cihada başlamıyor, diyor.’
Üstad:
Şimdi sen Sabri Efendiye selâm söyle, bizim dâvamız imandır. Cihad, imandan sonra gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır. Bizim vazifemiz imandır, imana hizmet etmektir…’ diye iman hizmeti üzerinde uzun uzun durdu ve izahlarda bulundu. Müsaade isteyip ayrılırken, ayağa kalktı. elini öptüm, ayrıldım, kendisi de yatağa oturdu.
Emanetleri, bu arada Şevket Beyin istediği vatan toprağını çok sıkı arama ve kontrolden sonra Mısır’a götürdüm. Leblebi ve kavunu da Sabri Efendiye götürdüm.

Şeyh Said Efendi haklıdır”
Sabri Efendi artık iyice ihtiyarlamıştı. Bu sebepten rahatsızdı. Türkiye’de Bediüzzaman’la geçen konuşma ve hatıraları, aynen kendilerine naklettim. Dikkatle dinledi. Şu cevabı verdi:
Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır!
Evet söyledikleri doğrudur. O dâvasında muvaffak oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiç bir yere ayrılmadı, sebat etti…’ diye Bediüzzaman’ı tasvip etti.

(*) Prof. Dr. ALİ ÖZEK
1932 yılında Fethiye’de doğdu. Mısır Ezher Üniversitesini bitirdi. Arap dili ve edebiyatı hocası olan Özek, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde 1978’den sonra bir müddet müdürlük yaptı. Kendi sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır. 1953’de İstanbul’da Bediüzzaman’la görüşmeleri vardır

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Asrın Tefsiri Risâle-i Nur

Mülâkat: Züleyha ÖZDEMİR Risâle-i Nur’daki her hakikat hem akla, hem kalbe, hem de ruha hitap …

Önceki yazıyı okuyun:
İkinci Vakayı Hayriye Olayı / Vehbi KARA

İkinci Vakayı Hayriye Olayı 1826 Yılına kadar süren ve Yeniçeri Ocağının kapatılması ile sonuçlanan asker …

Kapat