Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Seçme Yazılar / Seyyid Sofrasından Hasoda Sofasına / Talha UĞURLUEL

Seyyid Sofrasından Hasoda Sofasına / Talha UĞURLUEL

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.
2005 yılının temmuz ayı Mekke’de çekim yaptığımız günler. O akşam bizi özel bir program bekliyor. Zira Mekke’de bulunan Seyidleri ziyarete gideceğiz. Haftada bir gün bir araya gelen bu kişiler hadis dersi yapıyorlarmış. Bizler de hem bu hadis dersine katılacak, hemde kendileri ile kısa bir çekim yapacağız.
Yatsı Namazı sonrası bindiğimiz araba, bizi Mekke’nin tepelerinde kurulu bir evin önüne getiriyor. Evin girişinden merdivenle üst katta bulunan geniş bir taraçaya çıkıyoruz. Orada minderlere kurulmuş elliye yakın kişi görüyoruz. Sarıklı, takkeli, başı açık, yazmalı farklı kıyafetlerde kişiler. Karşı sedirin üzerinde birkaç kişi oturuyor.

Aralarından bir tanesi Kütüb-ü Sitte’den hadis dersi yapıyor. Hepsi mütebessim bir simaya sahip. Ve yine hepsinin omzunda yeşil bir örtü görülüyor. Bu örtü, onların Efendimiz’in soyundan geldiklerini belirtiyor. Osmanlılarda da böyle bir emare vardı. Efendimiz’in soyundan olan Nakîb’ül-Eşraf’lar yeşil kavuk takar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Onlara toplum içinde sonsuz bir hürmet gösterilirdi. Osmanlı Padişahları tahta çıkarken, bu zatların ellerinden kılıç kuşanırlar ve vazifeye öyle avdet ederlerdi.

Az sonra hadis dersi sona eriyor ve herkes çevresindekilerle halkalar oluşturmaya başlıyor. Meğer yemek sinileri gelecekmiş. Biz de yanımızdakilerle halka oluyoruz. Geniş siniler içerisinde pilav getiriyorlar. Sarı renkli bu pilav aynen Özbek pilavına benziyor. Yanında da tabak tabak meyveler. Bu güzel yemekten sonra insanlar yavaş yavaş dağılırken bizler de sohbeti yapan bu güzel insanların yanına doğru yaklaşıyoruz. Hadis dersini yapan kişi Seyid Ömer adında kıymetli bir zat. Abdülkadir Geylani Hz.nin soyundan geliyorlarmış. Ona intisapları var, ama aynı zamanda Risalei Nur da okuyorlar. Yakınlarına gelince kendilerinden daha bir etkileniyoruz çünkü çok mütebessim simaları var. Yanlarına gelen herkesle özel olarak ilgileniyor ve hiç kimseyi kırmamaya çalışıyorlar. Eğer kimse bana bunlar Seyid’dir demeseydi, bu topluluk içinde birkaç tane Seyid var, hangisi tahmin et, deselerdi, sanıyorum yine bu kişileri gösterirdim. Selam verip oturuyoruz. Kendimizi tanıtıp, Türkiye’den geldiğimizi söyledikten sonra kameralarımızı açıyor ve tatlı bir hasbihale başlıyoruz.

Türkiye’den geldiğimizi söylememiz ile birlikte konu Osmanlıya geliyor. Hadis dersi yapan zat, konuşması içinde, Türklerin tarih içerisinde İslamiyet’e uzun yıllar bayraktarlık yaptığından, O’nu korumayı kendilerine en önemli vazife saydıklarından bahsediyor. Bu konuşma sonrasında, kendisinin Efendimiz’in soyundan geldiğini hatırlatarak, Ehli Beyte düşen vazifelerin neler olduğunu soruyoruz. Cevabı şöyle oluyor:

”İslam’ın tebliğinde en büyük vazife ehli beyte düşüyor. Ehli Beyt İslamiyeti iyi öğrenmeli, iyi yaşamalı ve dünyaya en güzel şekilde temsil edebilmeli. Asıl ehli beyt, İslam’ı yaşayan ve Efendimiz (s.a.s)’in ahlakını hayatına hâkim kılan, Allah Rasulü ile irtibatını devam ettirebilendir. İstikamet içerisinde olan ve bu istikametini bozmayandır. Değişmeyen değiştirmeyendir.”

Vakit bir hayli ilerlediği için bu görüşmeyi daha fazla uzatmıyor ve son olarak Efendimiz’in bir hadisi şerifleri ile konuşmamızı bitirmemizi teklif ediyoruz. Böyle bir teklife çok memnun oluyor ve söyleyeceği hadise geçmeden önce bu hadisin çok sağlam ve sahih olduğunu, sahabelerden hadisi şerif söylemeleri istendiğinde önce bu hadisi söylediklerini aktarıyor. Çünkü Efendimizden ilk önce bu sözleri duymuşlardır. Hadisi Şerif şöyle:

“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsinler.” İnsan kendisine ve çevresine merhamet etmeli. Böylece de ilahi rahmeti celbeder.

Bu güzel birliktelik bizim de çok hoşumuza gitmişti. Farklı millet ve devletlerden olan bizler ortak bir paydada, Efendimiz’in sevgi ve muhabbeti altında sanki kırk yıllık dostlar gibi idik. Ayrılırken kendilerini İstanbul’a davet ediyoruz. Eğer böyle bir ziyareti gerçekleştirecek olurlarsa onları Topkapı Sarayı’nı ve özellikle de Mukaddes Emanetler Bölümünü gezdirebileceğim sözü veriyorum. Mukaddes Emanetler adını duyar duymaz ciddi bir heyecana kapıldıkları gözümüzden kaçmıyor. Bunun olmasını çok istediklerini ifade ediyorlar ve ayrılıyoruz.

Aradan neredeyse bir ay geçmişti. İstanbul’da bulunduğum bir gün telefonum çaldı. Açtım, karşımdaki kişi kendisinin bu hafta gerçekleşecek, “Bediüzzaman ve Tasavvuf” konulu Sempozyumun idari heyetinden olduğunu, bu programa Mekke’den de bir grubun geleceğini ve onların, Topkapı Sarayı’nı bizimle gezme istekleri talebini iletti. Ardından da sadece bu Mekke heyetini değil, Sempozyum’a katılan tüm üyeleri gezdirip gezdiremeyeceğimi sordular. Memnuniyetle kabul ettim ve o akşamki sempozyuma katılmak amacıyla yerlerini öğrendim.

Bildiriler tam üç gün devam etti. Dar dairede yapılan bu ilk Sempozyumda sadece katılımcılar ve gözlemciler bulunuyordu. Dünyanın dört bir tarafından birçok kıymetli İslam Âlimi orada bulunuyordu. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Afganistan, Pakistan, Arabistan, Fas, Bulgaristan, Bosna ve diğerleri. Son gün herkes mikrofonlara bir kez daha davet edildiler ve kısaca genel izlenimlerini anlattılar.

Iraklı Alim Prof Dr. Muhsin Abdulhamid, kürsüye geldiğinde; “Eğer Bediüzzaman aramızda olsaydı ne yapardı?” diye sordu ve ardından uzun uzun bunun cevabını verdi.

Fas’tan gelen Prof Dr. Mustafa Bin Hamza, konuşmasına; ”İslam’ın 500 yıl temsil edildiği topraklardayız.” sözleri ile başladı. Bulgar âlim ise Bediüzaman’ı kastederek;

“O, zamanın müceddidi idi” dedi.

Toplantıya Suriye’den katılan Prof Dr. Said Ramazan El Buti de Risale-i Nur’un diğer eserlerden farkını ortaya koydu.

Az sonra tanıdık bir ismi çağırdılar mikrofona, Mekke’den Seyid Ömer Geylani. Çok güzel bir konuşma yaptı ve sözlerine son verirken;

“Üç gündür burada O’nu, Bediüzzaman’ı konuşuyoruz. Biz burada O ve eserlerini konuşurken hissettim ki O da aramızda bulunuyordu.” dedi.

Programın artık sonlarına gelinmişti. Kapanış yapılırken sunuyu yapan görevli bu önemli toplantımızda aramızda Seyidler de vardı, lütfen Seyidler ayağa kalksınlar, dedi. Seyid Ömer ve yanındakiler tevazu ile ayağa kalktılar. Dualar edildi. Ardından Bosnalı çocuklar sahneye çıktı ve Talael Bedru’yu seslendirdiler.

Mekke’den gelen misafirlerimiz başta olmak üzere birçoğu ile görüştük ve kendilerini tebrik ettik. Yarın programın son kısmı gerçekleştirilecekti. Yani onlarla birlikte Topkapı Sarayı’nı ziyaret edecektik. Ertesi günü görüşmek üzere ayrıldık. Anadolu yakasına geçerken yanımda, program boyunca anlatılanları Arapça’dan Türkçe’ye çeviren Nevzat Bey vardı. Kendisi ile birkaç ay önce de Mısır’lı ünlü alim Muhammed Umara’yı gezdirmiştik. Bu gezi sonrasında Muhammed Umara’nın kendilerine gezi hakkındaki söylediklerini aktardı. Umara, Nevzat Beylere; ”Ben bu gezi sonrasında tarih bilgilerimi yeniden gözden geçirmek zorundayım.” demiş.

Bir zamanlar Osmanlı Coğrafyası iken nice kalleş planla bizlerden koparılan bu toprakların insanları da ciddi bir beyin tahribine maruz kalmışlardı. Osmanlı onlara acımasızca kötülenmiş ve onlar velinimetlerini, sömürgeci olarak bellemişlerdi. Ama şimdi artık bu güzel çalışmalar neticesinde bu aklı başında âlimler neyin ne olduğunu tüm açıklığı ile görebiliyorlardı.

Ertesi sabah kahvaltıda yeniden bir araya geldik. Seyyidlere hediyelerimiz vardı. Kendilerine Mukaddes Emanetler kitabını hediye edince inanın çocuklar kadar mutlu oldular. Gözleri yaşardı ve kitabı yüzlerine gözlerine sürerek bir mukaddes emanet edasıyla sarıp muhafaza altına aldılar.

Az sonra arabalarımıza geçerek Topkapı Sarayı’nın yolunu tuttuk. Biraz sonra Bab-ı Hümayun’un önüne gelmiştik. Öncelikle Sarayın girişindeki 3. Ahmet Çeşmesi’ni konuştuk. Gezi ekibimiz 40 kişi kadardı ve hepsi de en az üç dil biliyorlardı. Hepsinin Arapçaya vâkıf olması, bazı anlatacaklarımızı ciddi şekilde kolaylaştırıyordu. Bunlardan biri de 3. Ahmet Çeşmesi’nin üzerindeki Ebced hâdisesi idi.

Osmanlı’da birçok yapının tarihi üzerindeki kitabenin son satırına harfler ile rakam düşürülerek atılırdı ve buna tarih düşürme denilirdi. 3. Ahmet bu çeşmeyi yaptırdığında (miladi 1729) dönemin hicrî tarihini düşürmek ister ve “Besmele ile iç suyu Han Ahmet’e eyle dua” yazar fakat tarih denk düşmez. Hocasına durumu izah eder. Derin bir ilme sahip hocası hemen cevabı yapıştırır; “Hünkârım, başına bir aç ekleyiniz.” Tarih o yılın tarihine denk düşmüştür.

Hep birlikte Bâb-ı Hümayun’un yazılarını okuyoruz. Kur’an-ı Kerim’de Hicr suresinin 45. ve 48. ayetleri yazılı sarayın bu giriş kapısının tam alnında Osmanlılar, bu ayetin manasıyla sarayın cenneten bir köşe oluşunu özdeşleştirmişler. Ayette şöyle deniyor:

“Şeytana uymaktan korkan müttakiler ise cennetlerde ve pınar başlarındadırlar, esenlikle emin olarak girin oraya, onların kalplerindeki kini söküp çıkarmışızdır. dost ve kardeş olarak divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiçbir zahmet ve meşakkat dokunmaz. Oradan hiç çıkarılmazlar.”

Dikkat ederseniz, cennet ayetleri var burada. Topkapı Sarayını hani birileri sanki bir kaos ortamı gibi göstermeye çalışmaktadır, ama biz daha sarayın kapısında bu düşüncelerimizin darma dağın olduğunu görüyoruz. Yani burada cennet ayetleriyle hadise o kadar güzel ifade ediliyor ki: onlar kalplerinden kin ve nefreti çıkarmış olarak içeriye girer. Kim giriyor buradan; Padişah, Sadrazam, Şehülislam giriyor, bütün bakanlar kurulu yani devlet erkanı içeriye girerken kin ve nefreti dışarıda bırakıyorlar ve devleti bu muhteşem ahlaka göre adaletle yönetiyorlar. Bu ayet buraya 1478 yılında Fatih’in hattatı Ali Bin Sofi tarafından yazılmış. O yıllara ait bu incelik âlimleri derinden etkiliyor ve içeriye böyle bir hâleti ruhiye ile giriyoruz.

Babu Selam’dan da geçerek asıl saraya geliyoruz. Hemen sağdaki vitrin içinde sergilenen arabalar, Osmanlının her sene Kabe için özel olarak hazırlattıkları Kabe örtüsünü taşıdıkları sürre alayının arabaları. Mekke’den gelen Seyitler bu arabaları daha bir ilgi ile izliyorlar. Saray mutfağına geçiyoruz. Burasının alelâde bir mutfak olmadığı, Enderun Mektebi’nde eğitim gören nice talebenin, eğitimlerinin ilk yıllarında mutlaka burada çalıştığı ve hizmet almadan önce hizmet etmeyi öğrendiğini konuşuyoruz. Bu sözler üzerine Seyid Ömer söz alıyor ve Efendimiz’in de çocukluk yıllarında Mekke’de çobanlık yaptığını hatırlatıyor.

Onları en çok etkileyen yerlerden birisi de Adalet Kulesi. Dünyanın bir dönem buradan yönetildiğini anlatıyoruz. Adaletin önemine o kadar inanıyorlardı ki, adaleti dağıttıkları yapının üzerine inşa ettikleri kuleye Kasr-ı Adl, Adalet Kasrı, Kulesi adını verecek ve bu kuleyi, sarayın en yüksek yapısı olarak inşa edeceklerdi. Kulenin kapısına ise bir hadisi şerif yazdırmışlardı. Efendimiz bu sözlerinde şöyle diyordu:

-”Bir saatlik adalet seksen yıllık ibadetten hayırlıdır.”

Nihayet Topkapı Sarayı’nın üçüncü ve en önemli kapısının önüne geliyoruz. Burada etrafı zincirlerle çevrili bir alan var. Osmanlılar, Efendimiz’e o kadar çok düşkün idiler ki, sefere çıkmazdan önce burada toplanır ve Peygamber Efendimiz’in mübarek sancağını buraya dikerek selamlar ve yolculuklarına öyle çıkarlardı. Yanımızdaki nice âlim, belki de hayatlarında ilk kez duydukları bu şeyler karşısında her geçen dakika biraz daha şaşırıyorlardı. Sanki bu saray, lisanı hâli ile Osmanlıların, Peygamber ve O’nun getirdiklerine olan bağlılığını tek tek anlatmaya başlamıştı.

Çevrelerindeki her bir ayet ya da hadis ile başı dönen bu İslam âlimlerini şimdi bir başka sürpriz bekliyordu. Burası Bab-u Saade’nin üçüncü avluya bakan yüzü idi. Bu kapıdan geçtikten hemen sonra karşınıza Arz Odası çıkar. Yani Kubbe Altında alınan kararların Osmanlı padişahına arz edildiği yer. Padişah bu kararları sükunet içinde bu mekanda dinleyecek ya kabul edecek ya da reddecektir ki bu durumda konu, yeniden Divanı Hümayun tarafından incelenmeye alınacaktır. Bizler şimdi işte tam bu Arz Odası’nın girişinde bulunuyorduk. Sırtımızı Arz Odası’na vererek, odanın penceresinden rahatlıkla görülebilen bir yere bakmalarını istedim. Burası Babu’s-Saade’nin üçüncü avluya bakan yüzünde tam kapının üzerinde bulunan kitabe idi. Burada yine bir hadisi şerif yazıyordu:

-”Hikmetin başı Allah korkusudur.”

Osmanlı padişahları her bir karar hakkında kendi hükümlerini beyan ederken, tam karşılarında duran bu hadisi şerifi görecek ve bu Peygamber nasihatini dikkate alarak reylerini sunacaklardı. Hikmet; hüküm, doğru karar verme manasına geliyordu. Doğru karar verecek bir vicdanda muhakkak Allah korkusu olmalıydı. Dünyanın dört bir yanından gelme bu nice İslam âliminin artık ayaklarında derman kalmamıştı. Gözleri artık sanki baktıkları yerleri görüyor gibi değildi. Akıllarıyla sanki uzaklardaki bir şeyi hayaller gibi bir halleri vardı. Saray onlarla konuşuyordu. Tarihteki velinimetiniz işte böyle bir hayat yaşamıştı dercesine…

Gezilen yer Topkapı Sarayı olunca tabi adımla adımla bitmiyor.

Şimdi de Harem-i Hümayun’a doğru ilerliyoruz. Girişte bizi Kara Ağalar avlusu karşılıyor. Başta Seyyidler ve ardından diğerleri derinden bir “Fesubhanallah” çekiyorlar ve ardından birbirlerine bakarak “acaip, acaip” diyorlar. Gözlerine bakıyorum, hepsi avlunun duvarlarını boydan boya kaplayan yazılara bakıyorlar. Biz anlatmadan onlar neyin ne olduğunu görmüş durumdalar. Evet bu yazılar aslında Kaside-i Bürde’dir. Ka’b bin Züheyr Hz.nin Efendimiz(asm) için yazmış olduğu ve karşısında kendisine Efendimizin hırkasının hediye edildiği o övgü dolu şiir. Gözyaşları ile şiirin mısralarını heceliyorlar.

Harem denilen, aslında orijinal adı Duhteran Mektebi (Kızlar Mektebi) olan bu eğitim kurumunu geziyoruz. Her bir kapı ya da pencere üzerindeki, “Yâ Müfettihal Ebvâb, İftahlenâ hayral bâb” yazılarını okuyorlar. Sanki her bir kapı, içinden geçenleri duaya sevk eder gibi bir hal almışlar. “Ey kapılar açan Rabbim, bana hayırlı kapılar aç.”

Artık son noktaya ve en heyecanlı kısma geldik. Grubun saatlerdir gezmeyi arzu ettikleri ve sabırla bekledikleri bu yer Mukaddes Emanetler dairesi. Az sonra içeriye girecek ve Efendimiz’in o mübarek emanetlerinin en azından bir kısmı ile müşerref olacaklar. O sırada saraydaki varlığımızdan haberdar olan Saraylar Müdürümüz İlber Ortaylı Bey geliyor. Hırkayı Saadet Dairesi’nin girişinde bu değerli İslam âlimleri ile üç beş kelam ediyor. Ardından onları bu güzel daireye buyur ediyor. Herkes içeriye önce bir diğeri girsin diye yanındakileri buyur ediyor. Herkesin gözü seyyitlerde. Onlar kapıya yönlendiriliyorlar. Biz içeriye adımlarını atmalarını beklerken Seyidler bizleri hayretlere düşüren bir davranışla daha kapının dışında ayakkabılarını çıkarıyor ve eline alarak yalınayak bir vaziyette içeriye giriyor. Kapıdaki o kadar âlim, manzarayı gören İlber Ortaylı ve bizler ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Öylece birbirlerimize bakakalıyoruz. Evet Seyidler bize yine bir ders veriyorlar. Ya da zamanında bizde bulunan bir saygı unsurunu yeniden bize hatırlatıyorlar.

Bir tarihçi olarak, o kapı önünde geçmişe dalıyorum. Osmanlı, buradan içeriye ayakkabı ile giriyor muydu? Elbette girmiyordu. Hatta kapının önünde, hemen giriş sofasının ortasında, bugün halen orada duran bir şadırvan vardı ki, içeriye girerken ve dışarıya çıkarken burada ellerini ayaklarını yıkarlardı. Çünkü dışarıdan içeriye toz sokmak, içeriden de dışarıya toz çıkarmak istemezlerdi. Has Odayı süpürdüklerinde bu tozları, ayak altında kalır diye bir yerlere atamaz ve dairenin hemen girişinde bulunan toz kuyusunun içinde saklarlardı.

Sonra içeriye tek tek giren, ülkelerinin bu en ünlü âlimleri bir ibadet ciddiyeti içinde Mukaddes Emanetleri ziyaret ettiler. Çıkışta onları bir sürpriz bekliyordu. Çünkü yanımızda, Efendimiz’in mübarek hırkalarına sürülmüş bir destimal mendili getirmiştik. O koca koca âlimlerin duydukları heyecanı, bayram yerinde şeker dağıtılırken sıraya koşan çocuklar gibi sıra oluşlarını ve bu gül kokulu mendile hayran hayran bakışlarını bir görseydiniz.

Artık ayrılma vakti gelmişti. Saray turumuz nihayete ererken, gezinin başından beri yanımızda bulunan muhabir, Seyidlere yaklaştı ve gezi hakkındaki düşüncelerini sordu. Seyidlerin en yaşlısı tüm grup adına şunları söyledi:

”Bugün burada tarih ile buluştuk. Osmanlıya minnettarız, çünkü bu emanetleri çok güzel muhafaza ederek bugünlere gelmelerini sağlamış. Biz bugün burada göklere kadar yükselen bir adalet gördük. Bizim için bundan daha değerli bir gezi olamazdı. Burada Efendimizi hatırlatan şeyler ile onların şahsında Efendimiz ile buluştuk.”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Diyanet Elmalılı tefsirine sansür uygulamış

Diyanet Elmalılı'ya sansür uygulamış Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsiri üzerine bir çalışma yapan akademisyen Necmi Atik, …

Kapat