Ana Sayfa / Yazarlar / Şiilik ve Vehhabilik / Vehbi KARA

Şiilik ve Vehhabilik / Vehbi KARA

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Vehbi KARA

Şiilik ve Vehhabilik

Doktora tez konum ile alakası olmasından dolayı Vehhabilik ve Şia hususunda bir çok insana ilginç gelebilecek kitaplar okudum. Hatta gemilerde kaptanlık yaparken bu hususları bizzat yerinde müşahade ettim. Bu hususta bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bediüzzaman Said Nursi Mektubat isimli kitabında Vehhabilikten bahsederek tarihsel ve sosyolojik bir analiz yapmıştır. Aynı bahiste Şiilikten te bahsederek bu diğer uçtaki mezhebin İslam tarihi açısından sağlıklı bir değerlendirme yapılmasına imkan sağlamıştır. Kısaca:
Şu Vehhabi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhabilerin ecdadından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Haricilere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hafızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şialığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adavet tevellüd etmiştir.

Hazret-i Ali (r.a.) “Şah-ı Velayet” ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Haricilerde ve şimdi ise Haricilerin bayraktarı olan Vehhabilerde, ehl-i velayete karşı bir inkar, bir tezyif damarı yerleşmiştir.

İkincisi:Müseylime-i Kezzabın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid havalisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hilafetinde, Halid İbni Velid’in kılıncıyla zir ü zeber edildi.
Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidin’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirar, seciyelerine girmişti. Halis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i ömer’in (r.a.) âdilane darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şialar al-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate daima müntakimane, fırsat buldukça tecavüz etmişler.

üçüncü esas:Vehhabilerin azim imamlarından ve acip dehaları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzi gibi zatlar Muhyiddin-i Arabi (k.s.) gibi azim evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şialara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Harika faziletlerini adileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabi (k.s.) gibi çok evliyayı inkar ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhabiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hafızı ve ravisi ve şiddetli olan Hanbeli mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’an meselesinde cihanpesendane salabet ve metanet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zahiri ve mutaassıbane ve Alevilere muhalefetkarane mezhebinden din namına istifade edip, bir kısım evliyanın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilave ediyorlar.

Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer asarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek batıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalalet olur.

İşte bu kaideye binaen, alem-i İslamdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfi ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin asarı dalalet hesabına çalışmıştır.

Mesela, Şialar Kur’an’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin asarını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna bina edip, asar göstermişler; “Maksat Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. ömer’e duyulan kindir.” olan darb-ı meseline masadak olmuşlar.
Hem mesela, Vehhabiler ve Hariciler ise, nusûs-u Şeriate ve sarih-i ayata ve zevahir-i ehadise istinad ederek halis Tevhide münafi ve sanemperestliği ima edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfi garazlar, onları haktan çevirip, dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hakeza, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalalete saplanır.
Her neyse…

Her batıl bir mesleğin herbir ciheti batıl olmak lazım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lazım değildir. Buna binaen, sadattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidane girmesine meydan verdi. Nass-ı ayetle küffarın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, alem-i İslamı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyasiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhabiler, hariçten medar-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslamiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.

Esbap tahtında vücuda gelen hadiseler, o esbabın halis malı değil. Belki asıl o hadisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlahiye ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhabi hadisesine yalnız Vehhabilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritane bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetva vermiş ki, Vehhabileri Ehl-i Sünnete taslit etmiş. Vehhabiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritane, hem intikamkarane, hem Haricilik namına ettikleri için, cinayet ediyorlar.
Fakat, kader-i İlahi, üç sebebe binaen adalet eder:
Birincisi:Hadis-i sahih ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimal edildi, gayr-i meşrû hadiseler zuhura geldi. Husûsan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mana-yı harfi cihetiyle kalmadı, mana-yı ismi derecesine çıktı.
Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve manevi duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini adeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, amiyane, cahilane takdis edildi. Hatta o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu.

İşte bu müfritane hal, kadere fetva verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tadil etmek ve ifratlarını kırmak lazım gelirken, öyle yapmayıp, bilakis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, ” Zalim Allah’ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır.” kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddi fikir galebe çalmış. Esbab-ı zahiriye, hakiki telakki ediliyor. İnsanlar esbaba yapışıyor. Eğer esbab-ı zahiriye bir ayine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhid-i hakikiye münafi olur. İşte, şu gafil maddi asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbaba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binaen, evliyanın ve eazım-ı İslamiyenin türbelerine birer mukaddes ziyaretgah nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlahi onu tadil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enaniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve bu mağrur ehl-i enaniyet nazarında kıyas-ı binnefs olarak, eazım-ı İslamiyenin namdarlarını, haşa enaniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalalet kendileri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevi rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengamda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gayet müthiş bir riyakarlık manasında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eazım-ı İslamiyenin türbelerine cahilane ve müfritane bir sûrette avamların takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münasip görmedi ki; bu muharripleri Ehl-i Sünnete taslit etti. Onlarla tadil edecek.

Fakat Vehhabilerin seyyiat ve tahribatlarıyla beraber, medar-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkarane olan seyyiatlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor.
O cihet de şudur ki:
Namaza çok dikkat ediyorlar.
Şeriatın ahkamına tatbik-i harekete çalışıyorlar.
Başkaları gibi lakaytlık etmiyorlar.
Güya dinin taassubu namına tecavüz ediyorlar.
Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binaen şeair-i diniyeyi tahrip etmiyorlar.
Hem, Vehhabilik az bir fırkadır.

Koca alem-i İslamın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidale gelir; çünkü menbaı hariçte değil ki, alem-i İslamı bulandırsın. Menbaı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti…

Demek ki Vehhabiliğin menbaı kaynağı hariçte değil. İnşaallah kısa zamanda İslamın o büyük havuzunda itidale gelecek aşırılıklarından kurtulacaklardır. Keza Şiilerde aynı Vehhabiler gibi tarihten gelen husumeti bırakıp İslamın güzel hakikatleri ile dinimize yapışacak ve dünyaya İslam’ın güzelliklerini gösterecektir.

 

Konuya menfi ırkçılık ve kabilecilik açısından bakmamak gerekir. Zira Müslümanlar bu kavmiyetçilik belasından çok çekti ve halen de çekiyor. Fransız devrimi ile başlayan ulusçuluk bizde “Frengi hastalığı” şeklinde ifade edilmiş ırkçılığa müptela insanlara bir çeşit zührevi hastalık isnadında bulunularak aşağılanmıştır. Gerçektende ırkçılık tarih ötesi bir davranış kalıbı olup İblis’in “ben ateşten yaratıldım Adem ise topraktan, ben üstünüm” diyerek Allah’a isyan etmesine kadar varabilen kibir ve enaniyet hastalığıdır. Bunun acısını Müslümanlar çok çekti ve halen de çekiyor. İşte maalesef bu Vehhabi ve Şiilik hastalığının da bir sebebi kavmiyetçilik hastalığıdır.

Eğer hastalığı iyi teşhis edersek tedavisi kolay olur yok edemez isek daha da çok azdırırız, vesselam…

Yazar : Vehbi KARA

Dr. Vehbi KARA, 1965 Yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve orta eğitimini yine İstanbul’da tamamladıktan sonra 1982 yılında Deniz Harp Okuluna girerek askeri öğrenci olarak eğitimine devam etti. 1986 Yılında Kontrol Sistemleri bölümünden Elektrik-Elektronik Mühendisi olarak mezun olduktan sonra Teğmen rütbesi ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı savaş gemilerinde ve karargâh birimlerinde deniz subayı olarak görev yaptı. Savaş gemilerinde güdümlü mermi ve top atışlarında birincilik kazanmıştır. 1997’de Yüzbaşı rütbesinde iken askerlik mesleğinden ayrıldı ve ticaret gemilerinde çalışmaya başladı. Gemi Kaptanı olarak çeşitli ülkelere ait 30’dan fazla ticari gemide görev yapmış çalıştığı firmalardan ödüller almıştır. 2011 Yılında Araştırmacı kadrosu ile İstanbul Üniversitesinde göreve başladı ve halen de bu üniversitenin Su Ürünleri Fakültesinde ve Mühendislik Fakültesinde denizcilikle ilgili meslek dersleri öğretmenliği görevini yürütmektedir. 1997 Yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümünde “Petrole Dayalı Stratejiler ve Uluslararası İlişkilerde Petrolün Rolü” isimli çalışması ile yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. 2015 Yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkileri Bölümünde “Çalışma İlişkileri Açısından Kapitalizm Sonrası Dönem: Malikiyet ve Serbestiyet Devri” başlıklı çalışması ile doktora eğitimini tamamlamıştır. Uzakyol Kaptanı yeterliliğinde gemi kaptanlığı, Denizci Eğitimci Belgesi ve Elektrik-Elektronik Mühendisliği sertifikaları mevcuttur. Denizcilik, askerlik, tarih ve iktisat konularında çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde makaleler yazan Vehbi KARA’nın “Bahriyede 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” isimli iki kitabı bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
“Mutlak Zaruret” İçre ya da Siyasi Tercih / M. Nuri BİNGÖL

Mehmet Nuri BİNGÖL “Mutlak Zaruret” İçre ya da Siyasi Tercih… Politikayla alâkalı yazı yazmaktan – …

Kapat